Rusya, dünya sahnesine kırmızı çizgilerini çiziyor

Putin ve Şi (AA)
Putin ve Şi (AA)
TT

Rusya, dünya sahnesine kırmızı çizgilerini çiziyor

Putin ve Şi (AA)
Putin ve Şi (AA)

Uluslararası toplum, hiçte kolay geçmeyen bir yılı geride bıraktı. Rusya'nın ulusal çıkarları doğrultusunda dünya siyasetinde bağımsız ve önemli bir rol oynama arayışı mevcut yıla damgasını vurdu.
Moskova kendisini, bazı güçlü devletlerin koyduğu kurallara göre değil, bağımsız devletlerin uluslararası hukuka göre güçlü devletlerin zayıf devletlere dikte etme girişimlerine boyun eğmeden yaşama hakkının savunucusu olarak görüyordu. Çıkarlarını ve değerlerini savunurken risk almaktan çekinmedi ve rakipleriyle sık sık karşı karşıya geldi.
Rusya ile özelde ABD, genel olarak ise Batı ülkeleri arasındaki ilişkilerin mevcut durumu bunu açıkça ortaya koyuyor. Başkan Joe Biden'ın iktidara gelmesi, başlangıçta bu ilişkilerde olumlu değişiklikler olacağına dair umutları artırdı. Moskova ve Washington’ın Stratejik Silahların Azaltılması Anlaşması’nın (START-3) süresini uzatma ve stratejik istikrar konusunda bir diyalog başlatma anlaşması iyimser bir hava estirdi. Kovid-19 pandemisi ve diğer uluslararası tehditlerle mücadelede birlikte çalışma ihtiyacı, her iki tarafı da iş birliği yapmaya itti.
Ancak tüm bunlar iki ülke arasındaki ilişkilerin iyileşmesine dair umutları karşılamaya yetmedi. Aynı durum, kapsamlı bir stratejik ortaklık çerçevesinde hızla Çin Halk Cumhuriyeti'yle yakınlaşmaya başlayan Rusya ve müttefikleriyle ABD arasındaki ilişkiler de söz konusu. İlişkilerde o kadar kötü bir gerileme oldu ki, bazı politikacılar dünyanın yeni bir dünya savaşına sürüklenmesinin engellenmesi gerektiğine dair ciddi şekilde konuşmaya başladılar.
Bu bağlamda, bu yıl olayların doruk noktasına ulaştığı Aralık ayında olanlara bir göz atalım. Rusya ve ABD liderleri arasında 7 Aralık'ta telekonferans aracılığıyla gerçekleşen görüşme, kendi içinde olumlu sonuçlansa da, iki nükleer süper güç arasında önemli uluslararası güvenlik konularında derin bir fikir ayrılığı olduğu görüldü. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, bu görüşme sırasında ABD Başkanı Joe Biden'a özellikle Rusya’nın kırmızı çizgilerinin neler olduğunu açıkladı. Bu kırmızı çizgilerin başında NATO'nun doğuya doğru genişlemeye devam etmesi ve Ukrayna'da modern yabancı silah sistemlerinin konuşlandırılması geliyordu. Eğer Ukrayna'da, birkaç dakika içinde Moskova'ya ulaşabilecek saldırı sistemleri ortaya çıkarsa, Rusya da buna benzer tehditler yaratarak karşılık vermek zorunda kalacak, Ukrayna'nın NATO'ya katılımı, Rusya'dan ciddi bir yanıt gerektiren kırmızı çizgileri aşmak anlamına gelecektir. Moskova, ancak Batı'nın bunun olmayacağına dair yalnızca yazılı garantilerini kabul edecektir. Bununla ilgili bir gözden geçirme dahi söz konusu olamaz. Fakat Rusya'nın talebine ABD ve NATO’nun tepkisi çok sert oldu ve bunun bir kırmızı çizgi olamayacağını vurguladılar. Kimse bundan sonra olayların nasıl gelişeceğini tahmin edemez. Öte yandan Biden, Rusya'nın Ukrayna'ya saldırması durumunda ABD ve NATO'nun güçlerini Ukrayna'ya değil, NATO'nun doğu kanadındaki ülkelere göndereceğini söylediği bir açıklama yaptı.
Her ne kadar Putin ve diğer Rus yetkililer Rusya'nın Ukrayna'ya karşı kötü niyetli saldırı planladığı iddiasını reddetseler de bu iddia Batılı politikaların birçoğunun söyleminde rahatsız edici bir bahane haline geldi. Halihazırda sayısız yaptırım uygulanıyor olsa da Moskova'yı yeni ağır yaptırımlarla tehdit etmeye başladılar. Ancak Moskova, Batılı uzmanların belirttiği gibi, kendisini SWIFT sisteminden ayırmak gibi ortaklarına da zarar verecek bu ve diğer yaptırımlara karşı hazırlıklarını yaptı. Bununla birlikte, hiç kimse tansiyonu yükseltmekle ilgilenmediğinden ciddi anlaşmazlıkların diplomatik olarak çözülebileceğine dair bazı işaretler var. Taraflar, örneğin Suriye’de kimyasal silahların ortadan kaldırılması sürecinde veya İran ile nükleer programı konusunda P5+1 (BM’nin 5 daimi üyesi Çin, Fransa, Rusya, İngiltere, ABD ve Almanya) ülkeleri ile yaptıkları müzakerelerde etkileşim kurmak ve ortak eylemde bulunmak gibi bir takım deneyimlere sahipler.
Buna karşın Ukrayna krizinin çözümünde hiçbir ilerleme kaydedilemedi. Kremlin, Batı’yı, Kiev’in ABD’nin uymaya çağırdığı Minsk Anlaşmaları’nı uygulamak istemediğine ikna etmeye çalışırken söz konusu anlaşmalar ABD ve Rusya tarafından farklı şekilde yorumlanıyor.
Moskova’ya göre Kiev'in bu anlaşmaları gözden geçirmek istemesi, Ukrayna'da Donetsk ve Lugansk halk cumhuriyetlerine tam özerklik verilmesi, karşı saflara katılanlara af getirilmesi ve bu iki bölgede seçimler yapılmadan önce Kiev'in Rusya ile sınırları üzerindeki kontrolünü genişletmesinin engellenmesi konusunun bir kez daha değerlendirilmesi kabul edilemez. Bunun yanı sıra Ukrayna güçlerinin Donbas bölgesinde yığılması, Kiev'in doğu bölgelerinin sorununu güç kullanarak çözmeye çalışma niyetleri konusunda ciddi endişeler uyandırıyor.
Moskova için Afganistan'da geçtiğimiz yıl yaşanan trajik olaylar da özellikle Orta Asya'daki müttefiklerinin güvenlik çıkarları açısından bir takım riskler yarattı. Ancak, Rus diplomatların Moskova'da Taliban temsilcileriyle beş yılı aşkın bir süre önce başlayan temasları olumlu bir rol oynarken aynı zamanda hem Moskova hem de Orta Asya ülkelerinin Kabil'e önemli insani yardımlarda bulunmalarını sağladı. Moskova, her ne kadar resmi olarak tanımasa da Taliban yönetimini olduğu gibi kabul ediyor. Bu dikkate alınması gereken önemli bir noktadır.
Afganistan'daki gelişmeler, Kolektif Güvenlik Antlaşması Örgütü'ne (KGAÖ) üye ülkelerin yakınlaşmasına ve faaliyete geçmesine katkıda bulundu. KGAÖ, Birleşmiş Milletler'in (BM) Barış Gücü Operasyonları çerçevesindeki faaliyetleri güçlendirmek amacıyla kurulurken özellikle Ortadoğu'nun sıcak noktalarındaki BM Misyonu’nun mavi miğferlilerine katılım konusunda güçlü bir irade ortaya koymuştur. KGAÖ üyesi ülkelerin genelkurmay başkanlarının temsilcileri, bu amaçla Aralık ayı başlarında Lübnan'da konuşlu BM Geçici Görev Gücü'nün (UNIFIL) deneyimleri hakkında bilgi aldılar. Ancak bu durum, KGAÖ’nün Sovyetler Birliği sonrası bölgeye olan ilgisinde bir azalma olduğu anlamına gelmez, aksine görevleri artık aşırılık yanlılarının Afganistan'dan Tacikistan'ın askeri altyapısını geliştirmek için ciddi önlemler aldığı Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) ülkelerine sızma girişimlerini engellemeyi de kapsıyor. Aşırılık yanlılarının özellikle Tacikistan-Kırgızistan sınırında konuşlanmaları KGAÖ üyesi ülkeler arasında zaman zaman gerginliklere neden olsa da KGAÖ bu duruma herhangi bir müdahalede bulunmadı.
Rusya ve Arap ülkeleri arasındaki ilişkiler ise başarılı bir gelişme gösterdi. Rusya’nın insani yardım sağlamaya devam ettiği Suriye'de teröristlerle mücadele ve saklandıkları yerleri yok etme çabaları sonuç verdi. Şam ile bazı Arap ülkeleri arasındaki ilişkilerde de bir takım olumlu gelişmeler oldu. Rusya aynı zamanda Suriye’de büyük zorluklarla karşı karşıya olan ulusal uzlaşı sürecini de aktif olarak destekliyor.
Moskova genel olarak birbirleriyle çatışanlar taraflar da dahil olmak üzere Ortadoğu'daki tüm bölgesel oyuncularla ilişkilerini geliştirme yaklaşımını sürdürdü. Körfez ülkeleriyle de başta ekonomi olmak üzere çeşitli alanlarda iş birliğinin başarılı bir şekilde geliştirdi. Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) devlet varlık fonu Mubadala Investment Company’nin geçtiğimiz sonbaharda Tataristan merkezli petrokimya şirketi TAİF ile birleştiren Rus petrokimya şirketi Sibur'un yüzde 1,9 hissesini satın alınması bunun en parlak örneğidir. Tüm bunların arka planında ortaklar arasındaki karşılıklı güven yatmaktadır. Körfez ülkeleri arasında güncellenmiş bir Rus toplu güvenlik kavramının ortaya çıkması, Moskova'nın bölgeye olan ilgisini de doğruluyor.



İran ve müzakereler öncesinde kartları toplama

Fotoğraf: İran Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi (AFP)
Fotoğraf: İran Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi (AFP)
TT

İran ve müzakereler öncesinde kartları toplama

Fotoğraf: İran Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi (AFP)
Fotoğraf: İran Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi (AFP)

Hasan Fahs

Tahran ve Moskova arasında pozisyon ve hedeflerde bir ayrışma veya uzaklaşma olduğunu düşündüren atmosfere ve Rusya'nın ihaneti, İsrail saldırılarına karşı koymak için gerekli desteği sağlamayı reddetmesi nedeniyle İran sokaklarını saran hayal kırıklığı hissine rağmen, iki taraf arasında perde arkasında yaşananlar bu hissin ve görüntüye dayalı tutumların ötesine geçiyor. Zira Tahran'ın düşüşü, her şeyden önce Moskova'yı kuşatma, hatta devirme yolunun artık açık olduğu anlamına geliyor. Bu durum, özellikle Rus mevkidaşı Vladimir Putin'in tutumundan duyduğu derin rahatsızlığı dile getiren Başkan Trump başta olmak üzere, ABD yönetiminin tutumlarındaki tırmandırma ile birlikte netleşmeye başladı. Trump son olarak Washington'un bunların bedelini ödemeyeceğini vurgulayarak, Ukrayna'ya silah sevk etme kararı ile birlikte Rusya'ya yönelik vergileri artırma kararı aldı.

Tahran'ın düşmesi, ikinci olarak, Çin'in Kuşak ve Yol Girişimi’ne trajik bir şekilde son verecek ve Trump'ın Çin'i kuşatma ve ekonomik ve siyasi emellerine nokta koyma hedefini daha gerçekçi ve ulaşılabilir kılacaktır. Zira İran toprakları, Batı Asya’daki kara bağlantısı projesindeki en önemli ve jeo-ekonomik bağlantıyı oluşturuyor. Buradan yola çıkarak, Çin'in Şanghay İşbirliği Örgütü Dışişleri Bakanları Konferansı kapsamında Çin'in başkenti Pekin'de İran Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi ile Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov arasında bir görüşme gerçekleşmesini kolaylaştırma çabası anlaşılabilir. Bu görüşme, Arakçi'nin Çinli mevkidaşı Dışişleri Bakanı Wang Yi ile yaptığı ön görüşmenin akabinde, Çin Devlet Başkanı Şi Jinping ile yaptığı görüşmenin ardından gerçekleşti.

Rus bakanın belirli bir tutum benimsememe konusundaki ısrarı -veya başka bir deyişle, İran-Amerikan nükleer krizi konusunda açık ve net bir tavır beyan etme konusundaki isteksizliği- ile Lavrov'un Rusya'nın barışçıl nükleer enerji hakkı konusunda İran'ın yanında durduğu açıklaması göz önüne alındığında, Lavrov, ülkesinin İran'ın kendi topraklarında zenginleştirme faaliyetlerinde bulunma hakkı talebine ilişkin tutumunu bir şekilde belirsiz bıraktı. Bu durum, Moskova'nın bu ilişkiyi, Washington ile yaşanan krize çözümler ve çıkış yolları sunmak için kullanmasına olanak tanıyor. En azından İran'ın zenginleştirilmiş uranyum stoku ve Rusya'ya nakledilerek İran'ın gelecekteki ihtiyaçlarını karşılamak üzere elektrik üretimi için yakıta dönüştürülmesi olasılığı konusunda.

Ancak, her iki yöndeki bu ikili görüşmeler, yeni bir diplomatik çerçeve oluşturabilir. Söz konusu çerçevenin de 16 Ekim'de, BM Güvenlik Konseyi'nin 2231 sayılı kararının sona ermesinden, 7. Bölüm kapsamında İran'a karşı uluslararası yaptırımların yeniden devreye alınmasına yönelik “tetik mekanizmasının” çökmesinden önceki üç ay boyunca, bir sonraki aşamanın şekillenmesine katkıda bulunması bekleniyor.

Her iki tarafın, yani Amerikalılar ile İranlıların, bu sefer doğrudan müzakere masasına döneceğine şüphe yok. Bu nedenle, her iki taraf da müzakere masasına oturmadan önce gücünü pekiştirecek kartları toplamaya çalışıyor. Washington askeri eyleme başvurmakla tehdit ederken ve askeri seçeneğe geri dönebileceğini deklare ederken, aynı zamanda Güvenlik Konseyi'ne başvurma ve tetik mekanizmasını aktifleştirme hakkına sahip olan Avrupa “troykası”ndaki (üçlüsü) müttefiklerinin nüfuzuna güveniyor.

Buna karşılık, Tahran'ın elindeki seçeneklerden biri, bir ay önce 13 Haziran'da şafak vaktinde düzenlenen saldırıda olduğu gibi hazırlıksız yakalanmamak için olası bir askeri çatışmaya hazırlık seviyesini yükseltmektir. Tahran ayrıca, Avrupa üçlüsünün Washington ile koordinasyon halinde başvurabileceği herhangi bir kararı engellemek için diplomatik seçeneği de aktifleştirecektir. Yani hem Moskova'yı hem de Pekin'i 5 Ağustos'tan önce nükleer anlaşmadan çekildiklerini açıklamaya ikna etmek için çalışması gerekecektir. Bu durumda iki ülke, 2015 anlaşmasına bağlı kalmaları halinde kaybettikleri veto haklarını geri kazanacak, böylece Washington ve üçlünün alabileceği herhangi bir karara karşı bu hakkı kullanabileceklerdir.

Tahran, eşzamanlı füze kabiliyetlerini yeniden değerlendirerek askeri hazırlıklarının seviyesini yükseltiyor ve bu kabiliyetleri müzakere masasında görüşmeye zorlayabilecek herhangi bir baskıyı kabul etmeyi reddediyor. Bununla birlikte bakım ve muharebe kabiliyetleri açısından, gelişmiş SU-35 savaş uçaklarının kendi istediği koşullar altında tedariki konusunda Moskova ile yaşadığı mevcut anlaşmazlığı, ihtiyaçlarını karşılayabilecek Çin savaş uçaklarına yönelerek aşmaya çalışıyor. Zira Çin'in koşulları daha az karmaşık ve daha dinamik. Bu hazırlıklar veya Tahran'ın deyimiyle “parmağını tetikte tutmak”, özellikle de güçlü bir konumda olduğunu hissettiği için diplomatik sürece geri dönmeyi reddettiği anlamına gelmiyor. Eski Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif'in, rejimin ve İran'ın tarihindeki bu kritik anda Dini Lider'in diplomasinin rolü hakkındaki sözlerini tekrarlaması, İran rejiminin diplomatik ve siyasi seçeneği destekleme ve askeri seçeneğe geri dönme ihtimalini savuşturma arzusunun birçok göstergesini taşıyor olabilir. Zarif'in de dediği gibi, Dini Lider diplomatik çabaları İran’ın gücünün temel taşlarından biri olarak nitelendirdi ve bunlara başvurmanın diğer tüm seçeneklerin veya güç yapılarının yokluğu veya kaybı anlamına gelmediğini belirtti. Çünkü “diplomasiyle elde edilebilecek bir şey savaşla elde edilmemelidir ve diplomatik seçenek kesinlikle daha az maliyetlidir.” Bakan Arakçi de tüm temaslarında, Şanghay İşbirliği Örgütü, BRICS ülkeleri ve hatta Avrupa üçlüsündeki mevkidaşlarıyla yaptığı çeşitli toplantı ve istişarelerde bu seçeneğe bağlı kalıyor. Washington ile müzakere masasına dönme olasılığını, Güvenlik Konseyi ve Avrupa üçlüsü tarafından İran nükleer tesislerine yönelik ABD-İsrail ortak saldırısının açıkça kınanmasına ilave olarak, yaptırımların yeniden uygulanması seçeneğinin, yani “tetik mekanizmasının” geri çekilmesi koşuluna bağlıyor. Zira tetik mekanizmasının aktifleştirilmesi “troyka” ülkelerini müzakerelerin dışında bırakabilir. Bu durum da İran'ı Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu ve müfettişleriyle iş birliğini askıya alma kararının ardından tansiyonu daha da yükseltecek adımlar atmaya zorlayabilir.

Arakçi'nin belirgin sert tutumu, İran'ın müzakereler konusunda isteksiz olduğu anlamına gelmiyor. Aksine, İran’ın müzakerelere güçlü bir konumda katılmaya çalıştığını gösteriyor. Çünkü İran, herkese güç ve kudrete sahip olduğunu ve bu gücü kullanabileceğini kanıtladığına, ABD-İsrail saldırısına verdiği yanıtla da bunu gösterdiğine inanıyor. Dolayısıyla, diplomatik fırsat, bu gücü ve elde ettiği başarıları pekiştirmek için en uygun yol ve en etkili mekanizmadır.

*Bu makale Şarku’l Avsat tarafından Independent Arabia’dan çevrilmiştir.