Batı medeniyeti insanlığı yok olma tehlikesinden koruyabilir mi?

“Batı, küreselleşmenin getirdiği zorluklara cevap verecek bir reçeteye sahip değil ve Felsefe Taşı'na (aydınlanmanın sembolü) sahip olmasa da, açık toplumları ve siyasi sistemleri, araştırmada ilerlemek için evrensel olarak en uygun koşulları sağlıyor.”

Thomas Cole’un imparatorlukların yükselişini ve çöküşünü betimleyen tablo serisinden bir eser (Getty)
Thomas Cole’un imparatorlukların yükselişini ve çöküşünü betimleyen tablo serisinden bir eser (Getty)
TT

Batı medeniyeti insanlığı yok olma tehlikesinden koruyabilir mi?

Thomas Cole’un imparatorlukların yükselişini ve çöküşünü betimleyen tablo serisinden bir eser (Getty)
Thomas Cole’un imparatorlukların yükselişini ve çöküşünü betimleyen tablo serisinden bir eser (Getty)

İmil Emin
Günümüzün felsefi özelliği ve dokusu olan sorulardan biri, Batı medeniyetinin geleceği ve nereye gittiği ile ilgili olan, “Batı medeniyeti daha manevi ve maddi zaferlere mi gidiyor, yoksa çetin engeller beş yüzyıldır yaşadığı yükselişi neredeyse durdurdu mu?” sorusudur.
Doğu’ya bakıldığında ise soru çok daha derinleşir ve İngiliz coğrafyacısı ve jeopolitikçi Sir Halford Mackinder'in Kara Hakimiyeti Teorisi’nde olduğu gibi “Dünyanın merkezi, beş yüz yıl Batı olduktan sonra gerçekten Doğu’ya kaydı mı?” diye sorulur.
Kadim bir medeniyet ve felsefi kaynaklara sahip olan ve büyük bir güçle yükseliyor gibi görünen Asya, Batı medeniyetiyle boy ölçüşebilecek mi?
Cevabın, Asya medeniyetinin nüfuz alanlarının doldurmasıyla ilişkili tarihi koşulsuzluktan ve durumu öz eleştiriyle düzeltmek ve treni yeniden rayına oturmak konusunda öznel bir yeteneğin olduğunu ve böylece Batı’nın dünya liderliğini sürdürebileceğini düşünenler ile Batı medeniyetinin çöküşünün yaklaşmakta olduğunu düşünenler arasında bölündüğüne tanık oluyoruz.
Bu okumada, özellikle 21. yüzyılın başlarında küresel tartışmaların önemli bir konusu haline gelen bu gerçekliğin, işin aslını ve nereye gittiğini açıklamaya çalışacağız.

Batı medeniyetinin değerleri yok mu edildi?
ABD’li yazarlar Richard Cook ve Chris Smith tarafından kaleme alınan “Suicide of the West” (Batı'nın İntiharı) adlı bu değerli kitap, Usame bin Ladin'in 11 Eylül olaylarından sonra söylediği, “Batı medeniyetinin değerleri yok edildi. Yani özgürlükten, insan haklarından ve insanlıktan bahseden bu harika sembolik kuleler, dumanlar içinde yok oldu. Terör Batı medeniyetini boğar, çünkü Batı değerlerine olan inancı ezer” şeklindeki ifadeleri üzerine yazılmıştır.
Bin Ladin'in bu görüşleri elbette Batı medeniyetinin durumunun gerçekliğinin yansıtıcısı olamaz. Çünkü bu görüşler, Batı medeniyetinin durumun gerçekliğini değil, kalbinin kötülüğünü yansıtan kara propagandadan ibarettir.
Ancak buna rağmen, özellikle son yüz yılda içinde büyük bir paradoks barındırıyor. Özellikle 1900’lü yıllarda, Batılıların çoğu uygarlıklarına karşı büyük bir gurur ve büyük bir güven duydular. Amerikalılar, İngilizler, Avrupalılar, Kanadalılar, Avustralyalılar ve Yeni Zelandalılar tarafından paylaşılan güçlü, kapsayıcı, ilerici, heyecan verici bir uygarlığa, tüm zamanların en iyisi olduğuna dair güçlü bir his vardı.

Dün ile bugünün farkı var mı?
Batı toplumlarının maddi, askeri, sınai, sosyal, siyasi ve ahlaki ilerlemeler kaydetmelerine rağmen, medeniyet görüşlerinin bu şekilde ortadan kalkmış olması muhtemeldir. Batılıların birbirlerini öldürmeyi ve birbirlerine işkence etmeyi bırakmasıyla Batı medeniyeti, en ölümcül ve korkunç iki düşmanından yani Batı'da hapsedilen Naziler ve Komünistlerden kurtuldu. O halde Batı medeniyetinin içinde bulunduğu krize ne sebep oldu?

Batılı fikirler ve başlar sorunu
Ünlü ABD’li tarihçi Arthur Schlesinger, medeniyetleri, insanlığın binlerce yıldır yaptığı başlayıp biten, yükselen ve genellikle gerileyen sonsuz sarmallar olarak görür. Schlesinger'e göre medeniyetler genellikle ekonomik faktörlerden, dış olaylardan ve hatta dışarıdaki düşmanlardan ziyade içerideki düşman ve iç faktörler nedeniyle parçalanır. Schlesinger ile aynı fikirde olan Richard Cook, Batı medeniyetinin krizinin içselleştirildiğini iddia ediyor. Bunun nedeninin Batı'nın özgüvenindeki çöküşün altında yattığını vurgulayan Cook, aynı şekilde Batılı kafalarda ve fikirlerde yattığını ve başka hiç kimseden kaynaklanmadığını belirtiyor.
Batı medeniyeti şu an ciddi bir tehditle karşı karşıya gibi görünüyor. Zira Batılıların çoğu artık Batı'yı bu kadar başarılı yapan fikirlere inanmıyorlar. Bunun nedeni, Batı’nın kendine olan güveninin çöküşünün düşmanlarla pek ilgisi olmaması ve her şeyin Batılı fikirler ve tutumlardaki sismik değişimlerle bağlantılı olmasıdır.

Peki, Batı medeniyeti başta nasıl başarılı oldu?
Geçmişte ya da şimdi diğer tüm uygarlıklardan daha fazla gelişmiş olduğuna tanık olduğumuz Batı medeniyeti, ekonomik, askeri ve siyasi alanlarda, bilim, teknoloji ve sanatta, vatandaşlarının sağlığını, zenginliğini ve yaşam kalitesini arttırmada daha başarılıydı. Toplumları, belki de onca bariz ve vahim kusurlarına rağmen daha mutlulardı. Batı, bugüne kadar insan yaşamının kutsallığına ve onuruna, tüm halkının eğitimine, fırsat eşitliğine, bireyin özgürlüğe, insanların yeteneklerini kullanmalarına, temel eşitliğe, insan kardeşliğine, bireylere ve gruplara yönelik önyargıların ortadan kaldırılmasına, bilim ve sanatın teşviki konularına, daha iyi, daha ucuz ve amaca daha uygun ürünler üretmeye ve acıları hafifletmeye diğer birçok medeniyetten daha fazla önem vermiştir. Batılıların gururla duyurabilecekleri bu standartlar ve ilkelerin birçoğunun insanlığın evrensel özlemleri olduğunu ve başka hiçbir medeniyetin Batı'nın başarılarına yaklaşmadığını görüyoruz.

Batı medeniyetinin belirli bir zaman içinde gerilemesi mümkün mü?

Oswald Spengler ve birbirini takip eden medeniyetlerin döngüleri
Bu büyük soru işaretine en iyi cevap, Alman tarih felsefecisi Oswald Spengler (1880-1936) veriyor.  Spengler’a göre insan medeniyetleri tarihinin düz bir ilerleme çizgisi değil, birbirini takip eden büyüme ve bozulma döngüleri gibidir ve her medeniyet tıpkı bir insan gibi büyür, olgunlaşır, yaşlanır ve ölür.
Ünlü İngiliz tarihçi Arnold Toynbee de (1889-1975), tarihin doğup büyüyen, sonra yaşlanan ve ölen bir ‘sarmal döngü’ olduğuna inanıyordu. Ancak Toynbee’ye göre mevcut güçlerin öncekilerin deneyimlerinden yararlanıyorlar ve önlerindeki engellerin nasıl üstesinden gelineceğini biliyorlar.
Belki de Spengler ve Toynbee ve onlardan önce Edward Gibbon tarafından öne sürülen fikirler üzerine yaptığımız derin okuma bize geçmiş hakkında ya da medeniyetin halkların ve liderlerinin eğilimlerini belirlemede her zaman rol oynayan kültürel ve ahlaki miras, bilgelik ve erdem ile ilgili boyutlarını göz ardı ederek, günümüz tarihini geleceğe aktarmak için bugüne dair gözlemlerimizi yazma hakkı tanıyordur.
Örneğin, bir grup tarihçinin Abbasi devletinin çöküşünün nedenleri hakkında ne düşündüklerini ele alalım. Tatar istilası, Abbasi devletinin düşmesinin ‘doğrudan sebebi’ olsa bu çöküşün en büyük nedeni değil. Abbasi devleti daha ziyade yöneticilerin görevlerini ihmal etmeleri, zevklerine ve lükslerine düşkünlükleri yüzünden çökmüştür. Bu yüzden halk arasında kaos yayılmış, hak ile batıl bir birine karışmış, adalet terazisi bozulmuştur.
Mesela Yemen medeniyeti, halkının Arap kimliğine yabancılaşması ve hayatlarını zehirleyecek mitlere, efsanelere ve mezhep bağnazlığına boğulmaları, doğanın yasalarını görmezden gelmeleri ve kendilerini inandırdıkları hurafelere dayanarak topraklarını geri alamamaları nedeniyle koşulları kötüleşmiştir.

Medeniyetlerin ve ulusların özel yeteneklerinin değişmesi
Tarihleri ​​boyunca medeniyetlerin başına gelenleri bize gösteren en doğru tanımlamalardan biri, ABD’li ünlü tarihçi Paul Kennedy'nin kaleme aldığı “The Rise and Fall of the Great Powers” (Büyük Güçlerin Yükseliş Ve Çöküşleri) adlı eserinde yer almaktadır.
Kennedy, gelişmiş ülkelerin küresel mali işleri etkileyen göreceli güçlerinin, aşağıdaki iki nedenden ötürü asla sabit kalmayacağına inanıyor:
Çeşitli toplumların büyüme oranlarındaki farklılıklar.
Nihai olarak bir topluluğa, diğeri pahasına büyük bir fayda sağlayan teknolojik ve sistemsel eğilimlerdeki eşitsizlik
Burada örneğin, toplarla donatılmış uzun mesafeler kat etme kabiliyetine sahip yelkenli gemilerin ortaya çıkışından söz edebiliriz. 1500’lü yıllardan sonra Atlas Okyanusu üzerinden ticari faaliyetlerin artması eşit olarak tüm Avrupa'ya fayda sağlamadı. Bazıları bundan diğerlerinden çok daha fazla yaralandı. Buhar gücünün geliştirilmesiyle kömür ve maden kaynaklarının büyümesi, bazı ülkelerin gücünü diğerlerine kıyasla nispeten artırırken diğerlerinin gücünü de nispeten zayıflattı.
Ülkeler, üretim kapasitelerinin artmasının, barış döneminde büyük çaplı silahlanma harcamalarının yükünü taşımalarını ve savaş günlerinde ihtiyaç duyacağı büyük ordunun ve büyük filoların sürdürülebilirliğini sağlamalarını kolaylaştırdığını fark ettiler.
Zenginlik faktörü, medeniyetlerin ortaya çıkışı ve yükselişiyle ya da gerilemeleri ve ardından çöküşleriyle bir ilgisi var mı?
Ticari açıdan pek olgun bir ifade gibi görünmese de öyle olabilir, fakat zenginlik, askeri gücü desteklemeyen bir silahtır. Çünkü biriktirilen servet, zenginliğin elde edilmesini ve korunmasını sağlar. Eğer devlet, kaynaklarının büyük bir kısmını zenginlik yaratmak ve geliştirmek amacıyla kullanmak yerine sadece askeri amaçlara tahsis ederse, uzun soluklu çöküş yolunu seçmiş olur.
Devlet, geniş bölgeleri işgal etmek veya maliyetli savaşlara girmek gibi dışarıya büyük harcamalar yaparsa, kendisini aşırı genişleme riskine atacak ve böylece ülke ekonomik çöküş sürecine girerek bir felakete sürüklenecektir.
Avrupa’nın 16. yüzyılda kaydettiği, bir yanda üretim ve üretim getirilerinin diğer yanda askeri gücün artması arasındaki uzun soluklu önemli bir ilişkiye tanık olan ilerlemeden bu yana büyük güçler dengesinde öncü olan ülkelerin (İspanya, Hollanda, Fransa, Büyük Britanya İmparatorluğu ve son olarak ABD) yükseliş ve gerileme tarihi bunun en iyi tanığıdır.
Bugün bu perspektiften bakılarak yani ekonomik çöküş ve özellikle Çin, Hindistan ve BRICS grubu ülkelerinin (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika Cumhuriyeti) ortaya çıkışı ve yükselişi çerçevesinde ABD, Batı medeniyetinin öncüsü olarak görülebilir mi?

Demografi ve nihai soru hakkında
Harvard Üniversitesi'nde Tarih Profesörü ve Harvard Business School'daki William Ziegler Enstitüsü'nde öğretim görevlisi olan İskoç asıllı tarihçi Niall Ferguson, en ünlü modern tarihçilerden biri sayılıyor. Ferguson, “Civilization: The West and the Rest” (Uygarlık: Batı ve Ötekiler) adlı değerli kitabında ünlü İngiliz tarihçi Edward Gibbon'un 180 yılından 1590'a kadar bin 400 yılı aşkın bir zaman dilimini konu edindiği “The Decline And Fall Of The Roman Empire” (Roma İmparatorluğu'nun Gerileyiş ve Çöküş Tarihi) adlı kitabından yaptığı alıntıya göre Roma İmparatorluğu'nun çöküşünün nedenleri, imparatorların kendi kişisel rahatsızlıklarından, Praetorian Muhafızları’nın hegemonyasından ve monoteizm (tek tanrıcılık) inancının yükselişi gibi çeşitli faktörlere dayanıyor.
Ferguson'un son yaptığı tarih okumasıyla ilgili en şaşırtıcı olan Roma'nın nüfusunun dörtte üç oranında azalmasından ötürü Roma İmparatorluğu'nun düşüş hızını demografik bir bakış açısıyla ele almasıdır.
5. yüzyılın sonlarına ait arkeolojik kanıtlar, o dönem standartların altında evlere, çok ilkel çanak çömleklere, daha az sayıda madeni paraya ve daha küçük çiftlik hayvanlarına sahip olduklarına ve Roma'nın nüfuzunun diğer Batı Avrupa ülkeleri arasında hızla azaldığına işaret ediyor. Hatta tarihçilerden birinin ‘bir medeniyetin sonu’ olarak nitelediği durumun gerçekleştiğini gösteriyor.
Batı medeniyetinin mevcut versiyonunun da benzer çöküş yaşayıp yaşamayacağını sorgulayan Ferguson, buna verdiği objektif yanıtında, bir asrı aşkın bir süre önce Gilbert Keith Chesterton'dan Bernard Shaw'a kadar İngiliz entelektüellerini rahatsız etmeye başlayan eski bir endişe kaynağı olduğunu inkar etmiyor.
Bu endişe, günümüzde daha güçlü bir temel kazanmıştır. Bugün birçok bilim insanı, insanlığın, özellikle Çin ve büyük Asya ülkeleri ile Güney Amerika ülkelerinin, Batı ile dünyanın geri kalanı arasındaki mevcut ekonomik uçurumu kapatmayı başarmasının ardından korkunç bir iklim değişikliği felaketi tehlikesiyle karşı karşıya olduğu görüşünü paylaşıyorlar.
Ferguson, özellikle dünyanın içinde bulunduğu şartların tehdit edici iklimsel olasılıklarından kaçınmamızın, Batı medeniyetinin sonunun ve Asya medeniyetinin yeni şafağının doğal bir başlangıcı olacağını mı düşünüyor?

Batı medeniyeti ve ciddi bir tehdidin ortaya çıkması
Yazarlar ve analistler genellikle ABD’yi Batı medeniyeti için bir standart olarak baz alırlar. Buradan yola çıkarak Batı liberal sömürgeciliğinin genel olarak Batı'nın ve özelde ise uzun zamandır özgürlüğün anavatanı olduğunu savunan ABD’nin küresel imajını çarpıttığını ve lekelediğini düşünüyorlar. Medya, siyasi sahneyi gasp edip itibarsızlaştırınca siyasetin değeri azaldı, liberaller özgüvenlerini, tutkularını ve ilerleme ivmelerini kaybetti. Görelilik doktrini milyonlarca antisosyal kurban yarattı. Bu da verilen en büyük zarardı. Liberal grupların onsuz gelişemeyecekleri yurttaşlık sorumluluğu duygusunu ortadan kaldırdı. Gerçeğin değersizleştirilmesi ve özelleştirilmesi ise son derece tehlikeli bir süreçti. Çünkü medeniyetin, güven ve iş birliğine dayalı eylemin temelini oluşturan bazı ortak inançlara ihtiyacı vardır.
Tüm siyasi partilerin ve tüm inançların gayretli liberalleri, toplu özgürlüğü savunmaya ve yeniden alevlendirmeye devam etmedikçe, Batı'nın daha az hoş bir uygarlığa geçmesi işten bile değildir. Yurttaşlara kendi kişisel çıkarları peşinde koşmalarının ve amansız bir arayışla meşgul olmalarının ötesine geçmeleri için ilham verici bir nedenin olmaması yüzünden özgürlük ve topluluk ortadan kalkar.

Batı medeniyetinin avantajları ve ‘Felsefe Taşı’

Daha ne söylenebilir?
Esasen Batılılar bunu nadiren kabul etseler de, Batılı liberal uygarlık, vatandaşlarına diğer modern medeniyetlerden çok daha fazla fayda sağlar ve liberal toplum, şimdiye kadar geliştirilmiş en başarılı formüldür. Bu formül, canlı bir ekonomiyi, insan onuru ve özerkliğine ilişkin en yüksek idealleri destekleyen bir toplumla canlandırarak harmanlamak için herhangi bir zamanda oluşturulabilir.
Pek çok Batı medeniyeti savunucusu, Batı dışındaki ülkelerin liberal bir uygarlık geliştirmesinin zor olduğunu iddia etmektedirler. Bunun nedenini ise tarihlerinin Avrupalıların ve Amerikalıların tarihlerinden farklı olması olarak açıklarlar. Onlara göre diğer ülkeler, farklı sosyal gruplar arasındaki iş birliğinin geliştirilmesi ve ilerletilmesi de dahil olmak üzere uzun bir çatışma ve yapıcı tartışma döneminden geçmek zorunlar.

Peki, yukarıda belirtilenler, Batı medeniyetinin bir felsefe taşına sahip olduğu anlamına mı geliyor?
Alman düşünür Harald Muller, “The Coexistence of Cultures” (Kültürlerin Bir Arada Yaşaması) adlı kitabında bu soruya şu yanıtı veriyor:
“Batı, küreselleşmenin getirdiği zorluklara cevap verecek bir reçeteye sahip değil, tarih sonuna ulaşmadı ve insanlık kendisine Batı düzeninde bir dinlenme noktası bulamadı. Bununla birlikte Batı, Felsefe Taşı'na sahip olmasa da, açık toplumları ve siyasi sistemleri, araştırmada ilerlemek için evrensel olarak en uygun koşulları sağlıyor.”
Batı medeniyeti, günümüzde karşı karşıya olduğu engelleri aşarak yeni bir ivme mi kazanacak yoksa medeniyetlerin kanunlarına yani iniş ve çıkışlarına mı maruz kalacak?
Cevap, siyasi, askeri, iklimsel ve ekonomik olarak birçok modern çağ zorluğunun boynunda asılı duruyor.

* Bu analiz Şarku’l Avsat tarafından Independent Arabia’dan tercüme edilmiştir.



Fransa'nın Riyad Büyükelçisi Şarku’l Avsat’a konuştu: İsrail ve İran arasında askeri müdahale çözüm değil

Fransa'nın Suudi Arabistan Büyükelçisi (Şarku’l Avsat)
Fransa'nın Suudi Arabistan Büyükelçisi (Şarku’l Avsat)
TT

Fransa'nın Riyad Büyükelçisi Şarku’l Avsat’a konuştu: İsrail ve İran arasında askeri müdahale çözüm değil

Fransa'nın Suudi Arabistan Büyükelçisi (Şarku’l Avsat)
Fransa'nın Suudi Arabistan Büyükelçisi (Şarku’l Avsat)

Fransa'nın Suudi Arabistan Büyükelçisi Patrick Maisonnave, Fransa'nın askeri müdahalenin İran'ın nükleer programı sorununu çözeceğine inanmadığını belirtti. Büyükelçi, “Bunun etkisiz olduğunu düşünüyoruz. Askeri müdahale, İran'ın nükleer bilgisini tamamen ortadan kaldıramaz ya da gömülü veya konuşlandırılmış nükleer tesislerin tamamen yok edilmesini garanti edemez” dedi.

Şarku’l Avsat’ın sorularını yanıtlayan Büyükelçi, İran rejimini dışarıdan değiştirmeye çalışmanın tehlikesine dikkat çekerek, bunun terör tehdidi ve göç krizlerinin yanı sıra devletin çöküşü, iç savaş, istikrarsızlık ve bölgesel çatışmalar gibi ciddi sonuçlar doğuracağına inandığını, bu durumun Körfez bölgesinin güvenlik ve istikrarını etkileyeceğini ve etkisinin Avrupa'ya kadar uzanacağını söyledi.

Büyükelçi Maisonnave, “Askeri müdahale, kabiliyetlerin ve malzemelerin dağılmasına ve dolayısıyla nükleer silahların yayılması riskine yol açabilir. Suudi Arabistan ve Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) üye ülkeleri arasındaki ortaklarımızın da bildiği gibi bu durum, Körfez suları da dâhil olmak üzere her türlü radyolojik riski beraberinde getirir. Askeri müdahale ayrıca, bölgesel istikrar ve bölgedeki ortak ve müttefiklerimizin güvenliği, özellikle de Hürmüz Boğazı bölgesi, ABD üslerine ve enerji altyapısına yönelik saldırılar açısından büyük riskler teşkil etmektedir” ifadelerini kullandı.

Maisonnave sözlerini şöyle sürdürdü: “Diplomatik bir çözümün en uygun çözüm olduğuna inanıyorum. Bunun zenginleştirme kapasitesi gibi kritik teknik konularda, uluslararası destekle doğrulanabilir ve kalıcı bir anlaşmaya varma imkânı sunduğuna inanıyoruz. Aynı zamanda askeri gerilimle bağlantılı olan yayılma, radyolojik riskler ve bölgesel istikrarsızlık gibi ciddi riskleri de önler.”

Fransız büyükelçi, diplomatik bir çözümün güçlü bir doğrulama mekanizmasına sahip bir anlaşmayla sonuçlanması gerektiğini vurguladı. Bu anlaşma, ilk olarak ‘zenginleştirme kapasitesinin’ teknik yönleriyle, ikinci olarak sürdürülebilirlikle ve üçüncü olarak da tam uluslararası destek ve doğrulanabilirlikle, özellikle de Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı'nın (UAEA) önceden haber vermeksizin istediği zaman tesisleri denetleyebilmesiyle ilgili güçlü unsurlar içermelidir.

Maisonnave, “Bu seçenek krizden çıkmanın en iyi yoludur. Fransa'nın geçmişte seçtiği ve bizim de kalıcı ve barışçıl bir çözüm için en iyi yol olarak gördüğümüz yol budur” şeklinde konuştu.

Maisonnave aynı zamanda İran'ın nükleer programının, bölgesel istikrar üzerindeki potansiyel yansımaları göz önüne alındığında, Fransa ve Avrupa'nın yanı sıra KİK bölgesinin güvenlik çıkarları için de ciddi bir tehdit oluşturduğuna inanıyor. Maisonnave'ye göre bu endişe, UAEA’nın yıllardır programın barışçıl niteliğini tam olarak garanti edememesi nedeniyle daha da artmakta. Fransa ve diğer Avrupa ülkeleri, İran'ın nükleer programının tamamen sivil amaçlar için tasarlanmamış olmasından büyük endişe duyuyor.