Solomon Adaları büyük güçler arasındaki mücadeleyi ateşliyor

Pasifik Okyanusu'nun stratejik bir bölgesinde bulunuyor ve Çin ile yaptığı güvenlik anlaşması Avustralya, Yeni Zelanda ve ABD’yi öfkelendirdi

Çin'in Solomon Adaları Büyükelçisi ve Devlet Başkanı, Honiara'daki Çin tarafından finanse edilen Ulusal Stadyum Kompleksi'nin açılışını yaparken (AFP)
Çin'in Solomon Adaları Büyükelçisi ve Devlet Başkanı, Honiara'daki Çin tarafından finanse edilen Ulusal Stadyum Kompleksi'nin açılışını yaparken (AFP)
TT

Solomon Adaları büyük güçler arasındaki mücadeleyi ateşliyor

Çin'in Solomon Adaları Büyükelçisi ve Devlet Başkanı, Honiara'daki Çin tarafından finanse edilen Ulusal Stadyum Kompleksi'nin açılışını yaparken (AFP)
Çin'in Solomon Adaları Büyükelçisi ve Devlet Başkanı, Honiara'daki Çin tarafından finanse edilen Ulusal Stadyum Kompleksi'nin açılışını yaparken (AFP)

İnci Mecdi
Çin ile Güney Pasifik'te yer alan ve 700 bin kişiden az bir nüfusa sahip bir küçük adalar zinciri arasında yapılan bir güvenlik anlaşması, geniş çaplı bir endişeye ve Batılı hükümetlerin hızlı tepki vermesine yol açtı. Küçük olmasına rağmen ‘Solomon Adaları’ olarak adlandırılan bu adalar, stratejik öneme sahip bir bölgede yer alıyor. Bu, egemenlik ve nüfuzun Washington ile tartışıldığı bir bölgede Batı'nın Pekin'in askeri gücünü güçlendirdiğine dair korkularını artırıyor.
Anlaşma açıklanır açıklanmaz ABD, Avustralya, Japonya ve Yeni Zelanda'dan yetkililer yaptığı açıklamada, geçen yıl kanlı ayaklanmalara sahne olan Solomon Adaları ile Çin arasında imzalanan anlaşmanın özellikle de anlaşma, Çin polisi ve donanmasının güçlerini takımadalarda konuşlandırma iznini içermesi nedeniyle ‘özgür ve açık Hint-Pasifik Okyanusları için ciddi tehlikeler’ oluşturduğunu söylediler. Bu, Solomon Adaları Başbakanı Manasseh Sogavare, bir deniz üssü inşa etme planlarını reddetmesine rağmen anlaşmanın bölgede bir Çin deniz üssü inşa etmeye yönelik daha büyük bir planın ilk aşaması olabileceği anlamına geliyor.
Washington ve diğer başkentlerde alarm seviyesi o kadar yükseldi ki Beyaz Saray geçtiğimiz Cuma günü Solomon Adaları'nı anlaşmadan caydırmak umuduyla Pasifik Okyanusu'na üst düzey bir diplomatik delegasyon gönderdi. Ancak Çin, imzanın Salı günü, yani ABD heyetinin gelmesinden önce gerçekleştiğini duyurdu. Beyaz Saray Asya İşleri Başkanı Kurt Campbell ve Doğu Asya ve Pasifik İşlerinden Sorumlu Dışişleri Bakan Yardımcısı Daniel Kreittenbrink, başkent Honiara'da Başbakan Sogavare ile bir araya geldi.
Avustralya, Uluslararası Kalkınma ve Pasifik Bakanı Zed Seselja’yı Solomon Adaları’nın Başbakanı ile görüşmek üzere olağanüstü bir şekilde Honiara'ya gönderdi. Seselja, geçtiğimiz hafta Avustralya Dışişleri Bakanı Marise Payne ile yaptığı ortak açıklamada, anlaşmanın imzalanmasının ‘büyük bir hayal kırıklığına’ yol açtığını dile getirdi.

Halkın memnuniyetsizliği ve acı dolu bir tarih
2021 yılının sonunda, Solomon Adaları'nda nüfusun bir kısmının Pekin'in artan etkisine olan kızgınlığının körüklediği isyanlar meydana geldi. Başkent Honiara'da Çinlilere ait şirketlerin tahrip edilip yakıldığı ayaklanmalarda ölümler yaşandı. 900 adadan oluşan ülkenin sakinlerinin kızgınlığı, Avustralya'dan sadece yaklaşık bin 500 kilometre uzaklıktaki Güney Pasifik takımadalarındaki tarihi korkulardan kaynaklanıyor. 19. yüzyılda, Birleşik Krallık güneyi kontrolüne geçirdi. Adaların kuzey kısımları Alman kontrolü altına girdi. 20. yüzyılın başında Almanya ile yapılan bir anlaşma kapsamında İngiltere tamamen hakimiyet kurdu. Bu durum, bölgenin İkinci Dünya Savaşı'nın bazı çatışmalarına sahne olmasına yol açtı.
İkinci Dünya Savaşı dönemi (1942-1945), Solomon Adaları'nın Japonya tarafından işgal edilmesi nedeniyle ülkenin modern tarihinin en acımasız kısmı olmaya devam ediyor. Japonya, işgalden sonra Yeni Gine'deki Japon hücum kanadını korumak ve Yeni Britanya'da Rabaul'daki ana üssü için bir güvenlik bariyeri oluşturmak için birkaç deniz ve hava üssü inşa etmeye başlamıştı. Gerçekten de ülke, Müttefik kuvvetler ve Japon İmparatorluk Kuvvetleri arasındaki en şiddetli savaşlardan bazılarına tanık oldu. Bu çatışmalar, binlerce sivilin ölümü ve adalarda büyük yıkımla sonuçlandı.
Solomon Adaları'ndaki birçok kişi, ülkelerinin yeniden büyük güçler arasındaki bir çatışmaya çekilmesinden duydukları korkuyu dile getirdi. Bazıları Çin'in Solomon Adaları'ndaki varlığını Rusya'nın Ukrayna'ya karşı ilerleyişine benzetti.
The Sydney Morning Herald gazetesinin haberine göre birçok vatandaş, özellikle şu anda Ukrayna'da olanlar göz önüne alındığında, bazı yabancı güçlere güvenmiyor.
İkinci Dünya Savaşı sırasında en şiddetli muharebelerden bazılarına da tanık olan küçük Pasifik ada devletlerinin liderleri, ülkelerinin uluslararası rekabet için bir arena haline gelmesinden duydukları korkuyu dile getirdiler.
Mikronezya Federal Devletleri Başkanı David Panuelo, geçtiğimiz ay yazdığı bir açık mektupta, Solomon Adaları hükümetine Çin anlaşmasının ‘ciddi ve geniş kapsamlı güvenlik sonuçlarını’ düşünme çağrısında bulundu.
Solomon Adaları, Sogavare yönetiminde Çin'e daha da yakınlaştı. Pekin'in ülkedeki rolüyle ilgili endişeler ve yolsuzluk iddiaları da geçtiğimiz Kasım ayında başkent Honiara'daki Chinatown'a düzenlenen ve 4 kişinin hayatını kaybettiği şiddetli ayaklanmalara katkıda bulundu. Avustralya, ülkeyle kendi güvenlik anlaşması kapsamında barış gücü göndermişti.

Pasifik'te nüfuz mücadelesi
Avustralya, Yeni Zelanda ve ABD için anlaşma, Pasifik'te devam eden bir nüfuz mücadelesinde Pekin’in son güç gösterisi anlamına geliyor. Gözlemcilerin değerlendirmelerine göre bölgenin istikrarını tehdit eden bir adım. Aynı zamanda Canberra'nın en büyük korkusu olan ve Çin'in, Solomon Adaları'nda Pasifik Okyanusu'ndaki ilk Çin askeri üssü olacak olan bir askeri üssü inşa etmesi anlamına da gelebilir.
Yeni Zelanda'daki Canterbury Üniversitesi'nde Çin uzmanı olan Anne-Marie Brady'ye göre, anlaşma ‘oyunun kurallarını değiştiren bir oyunu’ temsil ediyor. Bu adımın ana hedefinin ABD olduğuna işaret eden Brady, “Çünkü ABD'nin Hint-Pasifik bölgesindeki sınırlama stratejisine karşı koymayı hedefliyor ve Pasifik ada devletlerinin yanı sıra Avustralya ve Yeni Zelanda'nın güvenliğini ve istikrarını doğrudan tehdit ediyor” ifadelerini kullandı.
CNN, Pasifik'te bir Çin üssü olasılığının, bölgede askeri üsleri de bulunan ve Çin'in, Güney Çin Denizi'ndeki askeri varlığını genişletmesiyle stratejik olarak daha önemli hale gelen ABD için endişe verici olduğunu bildiriyor. Bu olasılık, Çin gemilerini doğu kıyılarından çok uzakta demirleme ihtimaliyle karşı karşıya kalması muhtemel olan Avustralya için de sıkıntılı. Solomon Adaları vatandaşı ve Hawaii Üniversitesi Siyaset Bilimi Profesörü Tarcisius Kaputawalaka'ya göre, bu, Avustralya'yı daha az güvenli hale getirecek.
Bununla birlikte, Avustralya Ulusal Üniversitesi Stratejik ve Savunma Çalışmaları Merkezi'nde Stratejik Araştırmalar Emeritus Profesörü Hugh White, küçük ülkedeki Çin üssünün, Pekin ile herhangi bir olası çatışma sırasında Avustralya için yalnızca gerçek bir sorun olacağını düşünüyor. Herhangi bir üssün öneminin, Avustralya'nın Çin ile son yıllarda giderek gerginliği artan ilişkisini ne kadar iyi yönettiğine bağlı olduğunu da sözlerine ekledi.
Ancak siyasi ve güvenlik kaygılarından bağımsız olarak, gözlemciler, durumun Avustralya ve ortakları için Çin'in artan etkisine farklı bir yaklaşım benimseme ihtiyaçları konusunda bir gerçeklik kontrolü olduğunu söylüyorlar. Daha önce Avustralya Savunma Bakanı ve Başbakanı’na danışmanlık yapan White, "Hem Canberra'da hem de Washington'da bir şekilde Çin'i ortadan kaldırabileceğimize veya Çin'i sandığına geri koyabileceğimize inanıyorlar" değerlendirmesinde bulundu.

Soğuk Savaş zihniyeti
Son zamanlarda Pekin, Washington'ı AUKUS gibi ittifaklar aracılığıyla Hint-Pasifik bölgesinde bir ‘Soğuk Savaş zihniyetini’ desteklemekle suçladı. Geçtiğimiz yıl ABD Başkanı Joe Biden yönetimi tarafından açıklanan Avustralya ve İngiltere ile bir güvenlik ortaklığı olan AUKUS, Çin'e coğrafi olarak yakın olan Avustralya'ya nükleer denizaltılar ve uzun menzilli füzeler sağlamayı içeriyor.
Gözlemciler, nükleer denizaltı anlaşmasının, Pekin'in Hint-Pasifik'teki stratejik sıcak noktalar ve ana ticaret yollarına yerleştirdiği 14 nükleer denizaltının oluşturduğu tehdide karşı koymayı amaçladığına dikkat çekti.
Pekin, bölgedeki barışa tehdit oluşturduğunu söyleyerek AUKUS ittifakını kınamıştı. Çin Dışişleri Bakanlığı, üçlü anlaşmanın ‘modası geçmiş Soğuk Savaş zihniyetinin ve dar görüşlü bir jeopolitik görüşün’ yansımasından başka bir şey olmadığını belirtti.
Washington gerçekten de Çin'in Hint-Pasifik bölgesindeki emellerini kontrol altına almaya çalışıyor. AUKUS ittifakının ortaya çıkışından bir hafta sonra, geçtiğimiz Eylül ayında ABD Başkanı, ‘QUAD’ veya ‘Dörtlü Güvenlik Diyaloğu’ zirvesinde Avustralya, Hindistan ve Japonya başbakanlarını ağırladı.
Dört ülkenin Hint-Pasifik bölgesinde önemli bir askeri varlığı olduğu bir sır değil ve hepsi gücünü ikiye katlamaya çalışıyor. Hepsi Çin’in yayılmacılığına karşı ve Çin'in kendilerini tehdit ettiğini düşünüyor. Gruptaki ülkeler Pekin ile bir mücadeleye girdi. Hin Okyanusu ise Himalayalar'ın, Japonya tartışmalı sular üzerinde ve Doğu Çin Denizi'ndeki Senkaku Adaları'nın kıyısında bulunuyor.
Çin hala Avustralya'nın ana ticaret ortağı olsa da, Canberra, Pekin’den gerçekleştirilen siber saldırılara maruz kaldı. İki ülke arasındaki ilişkiler koronavirüs (Kovid-19) salgınının kökenine ilişkin bağımsız bir soruşturma talep edilmesinden sonra bozuldu.
Son iki yılda, ‘Beş Göz’ istihbarat ittifakının Çin'e yönelik faaliyetleri yoğunlaştı. Bu faaliyetler, ittifak ülkelerinin (ABD, Kanada, İngiltere, Yeni Zelanda ve Avustralya) güvenlik gerekliliği açısından ‘Huawei’ teknoloji şirketinin beşinci nesil yeni ağların inşasına katılmasını yasaklama konusunda anlaşmasıyla sonuçlandı. 2018 yılında beş ülkeden yetkililer, Çin'in dış faaliyetleri hakkında gizli bilgileri paylaşmak için Japonya gibi diğer müttefiklerle koalisyon kurduklarını açıklamıştı.
2019 yılının Mayıs ayında teknoloji konusunda uzmanlaşmış Huawei'nin birçok Avrupa ülkesinde beşinci nesil bir ağ kurmasına izin verilmesi konusunda büyük bir tartışma patlak verdi. Öte yandan Washington, Pekin için casuslukla ilgili güvenlik endişeleri nedeniyle önemli ulusal altyapıyı yabancı müdahale olasılığına maruz bırakmama çabalarının yanı sıra Çin menşeili şirketin bunu yapmasını engellemek için müttefiklerine büyük baskı uyguluyordu.
Şarku’l Avsat’ın Independent Arabia’dan aktardığı habere göre Avustralya istihbaratı kesin bir şekilde ABD’nin pozisyonunu desteklerken, Yeni Zelanda şirket hakkında ciddi endişelerini dile getirdi. Kanada da benzer bir görüş bildirdi.
Washington'daki Atlantik Konseyi'nde Çin analisti David Schulman'a göre, Çin'in Hindistan, Japonya ve Avustralya'ya karşı saldırgan davranışı, Hong Kong'u bastırması ve Tayvan'a yönelik tehditleri, bölge liderlerine yeni bir acil durum ve ortak amaç duygusu aşıladı.



ABD-İran müzakereleri ve aradaki görüş ayrılıklarını giderme girişimleri

 ABD Başkanı Donald Trump Beyaz Saray'da (AFP)
ABD Başkanı Donald Trump Beyaz Saray'da (AFP)
TT

ABD-İran müzakereleri ve aradaki görüş ayrılıklarını giderme girişimleri

 ABD Başkanı Donald Trump Beyaz Saray'da (AFP)
ABD Başkanı Donald Trump Beyaz Saray'da (AFP)

Washington: Arash Azizi

ABD ile İran arasında önemli olumlu gelişmelerin kaydedildiği önceki iki müzakere turunun ardından 26 Nisan'da Umman’ın başkenti Maskat'ta bir müzakere turu daha gerçekleştirildi. Her iki taraf da iyimserliklerini ve diyaloğu ilerletme yönündeki ortak kararlılıklarını dile getirdi. Washington ve Tahran arasındaki söylem sadece birkaç hafta içinde dramatik bir şekilde değişti ve taraflar bir anlaşmaya varma konusunda daha önce Viyana’da imzalanan nükleer anlaşmanın önünü açan 2013 ve 2015 yılları arasındaki görüşmelere kıyasla daha kararlı olduklarını gösterdi.

ABD için başarılı bir anlaşma, İran'ın nükleer silah edinmesini engellemek ve istikrarı bozucu bölgesel davranışlarını frenlemek anlamına geliyor. İran için ise anlaşma, ekonomisini boğan yaptırımların kısmen de olsa hafifletilmesi hayati önem taşıyan bir can simidi olabilir.

Daha önceki müzakerelerde benzer faktörler mevcut olsa da İran'ın nükleer programı, nükleer silah elde etmenin eşiğine geldiği için bugün riskler çok daha yüksek.

Bu müzakerelerin başarısızlıkla sonuçlanması halinde, bunun sonuçları sadece daha fazla ekonomik yaptırımla kalmayıp, İsrail ve ABD tarafından düzenlenecek askeri saldırılar da olabilir.

Bu durum hem Washington'ı hem de Tahran'ı bir anlaşmaya varılması için yoğun çaba sarf etmeye itiyor. Ancak hem iki başkentin içinde hem de dışında birçok taraf böyle bir anlaşmanın olası şekli konusunda endişeli. Söz konusu taraflardan bazıları askeri çatışma tercihlerini gizlemiyor. Müzakere karşıtlarının ısrarcı seslerine rağmen, bugün başlıca karar alıcıların genel tutumu, 2013-2015 yılları arasında olduğundan daha fazla olarak müzakereleri destekliyor gibi görünüyor.

İran'da uzun süredir ABD ile ilişkilerde önemli bir ilerleme kaydedilmesine karşı çıkan katı muhafazakarların nüfuzu azalmış durumda. Cumhurbaşkanı Mesud Pezeşkiyan reformcu kampa mensup ve dış politika konularında Meclis Başkanı Muhammed Bakır Kalibaf ile yakın bir çalışma ilişkisi sürdürüyor. Kalibaf, muhafazakâr kanattan olmasına rağmen hiçbir şekilde katı muhafazakâr kanadın müttefiki olmadı.

İran’da halen son sözü söyleyen kişi olan Dini Lider, rejim ve daha geniş anlamda toplum içindeki rakip çıkarları dengeleme ihtiyacının farkına varmaya başladığından müzakerelerin sürdürülmesine yeşil ışık yaktı.

İran’da halen son sözü söyleyen kişi olan Dini Lider (Rehber) Ali Hamaney, rejim ve daha geniş anlamda toplum içindeki rakip çıkarları dengeleme ihtiyacının farkına varmaya başladığından müzakerelerin sürdürülmesine yeşil ışık yaktı. Hamaney, bir Şii imamın ölüm yıldönümü olan 24 Nisan'da yaptığı dikkat çekici konuşmada, Şii tarihi üzerine uzun bir değerlendirme yaparak, imamların düşmanlar karşısında nasıl sıklıkla barış ve itidali tercih ettiklerini özetledi. Eski nükleer anlaşma müzakerecisi ve geçtiğimiz yılki cumhurbaşkanlığı seçimlerini kaybeden Said Celili gibi önde gelen katı muhafazakâr isimlerin bile yorumlarında itidal gözle görülür hale gelmeye başladı. Celili, bir süre sessiz kaldıktan sonra haftalık konuşmalarına yeniden başladı, ancak konuşmalarında mevcut müzakere turunu eleştirmekten ziyade 2015 tarihli nükleer anlaşmayı eleştirdi. Celili'nin çevresi, müzakerelere İran Devrim Muhafızları Ordusu’ndan (DMO) üst düzey bir yetkilinin de katılabileceğini ima etmişti, fakat beklenen yetkilinin ortada olmaması işi ilginç ve dikkat çekici bir hale getirdi.

İran Lideri Ali Hamaney, Tahran, 12 Şubat 2025 (AFP)İran Lideri Ali Hamaney, Tahran, 12 Şubat 2025 (AFP)

Said Celili'nin kardeşinin başkan yardımcısı olduğu ve halen sertlik yanlılarının hakimiyetindeki en etkili kurumlardan biri olan İran Radyo Televizyon Kurumu (İRİB), son günlerde kendi içinde sert bir eleştiri dalgasıyla karşı karşıya kaldı. Kriz, Arap yetkilileri eleştiren komedi skeçlerinin yayınlanmasıyla başladı. Bu hamle, İran-ABD müzakerelerinin başarısı için önemli bir dayanak olan Tahran ve Riyad arasındaki yakınlaşmayı teşvik etmek için çok çaba sarf edilen hassas bir zamanda geldiğinden ‘talihsiz’ olarak nitelendirildi. Tartışma, bir aile programında, Sünni Müslümanlar tarafından büyük saygı gören ilk halife Ebu Bekir es-Sıddık hakkında uygunsuz sözler sarf eden bir konuğun ağırlanmasıyla büyüdü. Ebu Bekir hakkında sarf edilen bu sözler, İran'daki Sünniler arasında ve Sünnilerin çoğunlukta olduğu komşu Arap ülkelerinde öfke patlamasına yol açtı. Bu öfke karşısında İRİB Başkanı Peyman Cebelli resmi bir özür mesajı yayınladı ve ardından kanalın bazı yetkilileri hakkında disiplin cezaları uygulandı. Bu kişilerden bazıları görevden alındı, diğerlerinin ise hakkında yasal soruşturma başlatıldı.

Müzakerelere karşı İran içinden yapılan muhalefet, ufukta belirmeye başlayan bariz ekonomik kazanımlar nedeniyle daha kırılgan hale geldi. Müzakerelerle ilgili olumlu haberlerin duyulması bile, İran riyalinin ABD doları karşısında yüzde 20'nin üzerinde değer kazanmasına yetti. Yaptırımların kaldırılması İran'ın zor durumdaki ekonomisinin yapısını hemen değiştirmeyecek olsa da somut bir iyileşme vaat ediyor. Bu bağlamda, İran Ticaret Odası'ndan bir yetkili kısa süre önce verdiği bir röportajda, yaptırımların hafifletilmesinin etkisinin orta ve uzun vadede belirleyici olacağını, en azından işlem maliyetlerini azaltacağını ve İran halıları gibi geleneksel malların ihracatını artıracağını ve Batı ülkelerinden özellikle teknoloji gibi hayati öneme sahip malların ithalatını kolaylaştıracağını vurguladı.

Müzakerelerle ilgili olumlu haberlerin duyulması bile, İran riyalinin ABD doları karşısında yüzde 20'nin üzerinde değer kazanmasına yetti.

ABD’de ise Başkan Donald Trump'ın müzakerelere olan sarsılmaz bağlılığına rağmen, müzakerelerin gidişatı konusunda kendi içinde bir görüş ayrılığı söz konusu. İran’la müzakerelerde ABD'nin teknik müzakere ekibinin başına ABD Dışişleri Bakanlığı politika planlama direktörü Michael Anton'un atanması, yönetim içindeki destekçilerin elini güçlendirmiş olabilir. Çünkü Anton, diplomat olmamasına rağmen Dışişleri Bakanlığı'nın düşünce kuruluşunun başında bulunan önde gelen muhafazakâr düşünürlerden biri olarak öne çıkıyor.

Başkanlık ekibi içinde ABD'nin Ortadoğu’ya askeri müdahalesi konusunda açıkça çekingen olan bir akımdan gelen Anton, Başkan Trump’a olan kişisel sadakatinin yanı sıra, onunla ideolojik olarak uyumu nedeniyle bu göreve seçilmiş gibi görünüyor.

İsrail bölgesel olarak devam eden ABD-İran müzakerelerine şüpheyle yaklaşmaya devam ediyor. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu'nun 2013-2015 dönemindeki müzakereler sırasında eski ABD Başkanı Barack Obama yönetiminin çabalarına kamuoyu önünde karşı çıkmasına rağmen, Başkan Trump ile uzun süredir devam eden ittifakı göz önüne alındığında şu an bu konuda daha fazla kısıtlandığı da bir gerçek. Daha da önemlisi, Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) de mevcut müzakereleri destekliyor. Bu da KİK’in daha önceki müzakerelere muhalefet eden tutumuna kıyasla belirgin bir değişim anlamına geliyor.

Suudi Arabistan Savunma Bakanı Prens Halid bin Selman'ın üst düzey bir güvenlik heyetinin başında Tahran'a yaptığı son ziyaret bu değişimi teyit eder nitelikteydi ve Riyad ile Tahran arasındaki ilişkilerde yeni bir dönemin sinyallerini verdi.

Yıllardır Suudi Arabistan'a yönelik düşmanca söylemleriyle tanınan Hamaney, siyasal İslamcılığın katı muhafazakarlık yanlısı formunun hem İran toplumu hem de siyasi elitler arasında giderek ivme ve inandırıcılık kaybettiğinin farkına varmış gibi görünüyor. Eldeki veriler, İran'ın askeri ve güvenlik alanlarının önde gelen isimlerinin Suudi Arabistan gibi komşu ülkelere yönelik düşmanlığın devam etmesinin artık sürdürülebilir olmadığı sonucuna vardıklarını ve çatışma yerine iş birliğini en gerçekçi ve uygulanabilir yol olarak görmeye başladıklarını ortaya koyuyor. Bölgesel politikalardaki bu değişim Washington ve Tahran arasındaki görüşmelerin başarı şansını arttırıyor. Zira çatışma yerine ekonomik iş birliğine odaklanan daha istikrarlı bir Ortadoğu, ilgili tüm tarafların çıkarına hizmet edeceği kesin.

İran Dışişleri Bakan Yardımcısı Abbas Arakçi, ABD'nin Ortadoğu Özel Temsilcisi Steve Witkoff ile görüşmelerini sürdürürken bir dizi önemli uluslararası aktörle de temaslarına devam ediyor. Kısa bir süre önce Rusya ve Çin'i ziyaret ederek her iki başkentte de mevkidaşlarıyla görüşmelerde bulunan Arakçi, Pekin'de 23 Nisan'da yaptığı açıklamada, ABD ile müzakereler konusunda İran ve Çin arasında ‘çok iyi bir anlayış’ olduğunu belirtti. Bunun yanında İran Cumhurbaşkanı Pezeşkiyan’ın bu yıl biri Çin Devlet Başkanı Şi Cinping ile ikili bir zirveye, diğeri ise eylül ayında yapılacak Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) zirvesine katılmak amacıyla olmak üzere Çin'e iki ziyaret gerçekleştirmesi bekleniyor.

24 Nisan'da Avrupa'ya yönelik diplomatik bir girişim başlatan Arakçi, İran'ın İngiltere, Fransa ve Almanya ile ilişkilerinde yeni bir sayfa açılması çağrısında bulunarak Londra, Paris ve Berlin'i ziyaret etmeye hazır olduğunu söyledi. Arakçi’nin bu diplomatik hamleleriyle eş zamanlı olarak ABD teknik heyetinin başındaki Michael Anton da Avrupalı mevkidaşlarıyla benzer istişareler yürütüyor. Avrupalı yetkililer arasında, Ukrayna gibi daha geniş konulardaki görüş ayrılıklarına rağmen, İran dosyasında Washington ile tutumlarını koordine etme eğilimi artıyor gibi görünüyor.

İran Dini Lideri Hamaney’in nükleer müzakerelerdeki özel temsilcisi Ali Şemhani, müzakerelerin gidişatına ilişkin dokuz yol gösterici ilke sundu. Bunların başında ‘Libya ve BAE deneyimlerini kategorik olarak reddedilmesi’ geliyor.

Tüm göstergeler ABD-İran müzakerelerinin ilerlemekte olduğuna işaret etse de müzakereler ilerledikçe hem teknik hem de siyasi önemli meseleler ortaya çıkmaya başlayacağından önümüzde bir takım gerçek zorluklar bulunuyor.  Taraflar arasındaki anlaşmazlıkların başında, 2015 tarihli nükleer anlaşmada öngörülen şekilde İran'ın kendi topraklarında en fazla yüzde 3,67 ile sınırlandırılması kaydıyla uranyum zenginleştirmesine izin verilip verilmeyeceği meselesi geliyor. ABD'li yetkililer bu konuda farklı görüşler dile getirdiler. ABD Dışişleri Bakanı Marco Rubio, bundan kısa bir süre önce yaptığı açıklamada, İran sivil bir nükleer program yürütüyor olsa bile, ülke içinde uranyum zenginleştirmeye neredeyse hiç ihtiyacı olmadığını ve bunun yerine yabancı kaynaklardan zenginleştirilmiş uranyum ithal edebileceğini savundu. Ancak bu sözler, Tahran'ın aşılmaması gereken bir kırmızı çizgi olarak gördüğü kendi uranyum zenginleştirme kapasitesini elinde tutma konusundaki ısrarıyla çatışıyor.

İran Dini Lideri Hamaney’in nükleer müzakerelerdeki özel temsilcisi Ali Şemhani, 19 Nisan'da yaptığı bir açıklamada, müzakerelerin gidişatını belirleyecek dokuz yol gösterici ilke sundu. Bunların başında ‘Libya ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) modelinin kategorik olarak reddedilmesi’ geliyor. Şemhani, Libya’nın eski lideri Muammer Kaddafi döneminde Batılı güçlerle yaptığı anlaşma karşılığında nükleer programını tamamen tasfiye ederken, Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE) tamamen Avrupa'dan zenginleştirilmiş nükleer yakıt ithalatına dayanan sivil bir nükleer program yürüttüğü iki farklı deneyime atıfta bulundu. Ancak burada sorulması gereken asıl soru, Washington'ın İran'ı bu iki modelden birine ya da belki de BAE modelini benimserken yerel olarak sınırlı miktarda uranyum zenginleştirmeye izin veren karma bir seçeneğe doğru itmek için yeterli baskı uygulayıp uygulayamayacağı sorusudur.

Sonuç olarak bu müzakereler, Maskat'ta, Roma'da ya da önümüzdeki haftalarda müzakere masalarının kurulacağı diğer şehirlerde diplomasinin bir sonraki aşamasının şeklini de belirleyecek.