Gölge orduları... Büyük çıkarlar elde eden küçük milisler

Suriye'de Dera'daki DEAŞ'ın kalesiydi Tarık ed-Sad mahallesi, (Şarku'l Avsat)
Suriye'de Dera'daki DEAŞ'ın kalesiydi Tarık ed-Sad mahallesi, (Şarku'l Avsat)
TT

Gölge orduları... Büyük çıkarlar elde eden küçük milisler

Suriye'de Dera'daki DEAŞ'ın kalesiydi Tarık ed-Sad mahallesi, (Şarku'l Avsat)
Suriye'de Dera'daki DEAŞ'ın kalesiydi Tarık ed-Sad mahallesi, (Şarku'l Avsat)

30 Kasım'da terör örgütü DEAŞ’ın lideri Ebu el-Hasan el-Kureyşi'nin Dera Valiliği'nde Suriye Milli Ordusu tarafından yürütülen bir operasyonda ‘muhalif grupları’ tarafından öldürüldüğü açıklanmasıyla ABD Ordusu Merkez Komutanlığı, Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) çatışmalara katılımını yalanlamıştı. Şam ise o dönem güvenlik operasyonunun Suriye Ordusu ile sivil grupların iş birliği içinde yürütüldüğünü ve bunun bir grup örgüt liderinin hayatına mâl olduğunu açıkladı.
Bu çelişkiye rağmen Şarku'l Avsat’a konuşan gözlemciler, DEAŞ liderinin öldürülmesinin ‘düzenli güçler tarafından gerçekleştirilen bir operasyon olmadığını’ bunun yerine, ABD tarafından desteklenen veya Şam hükümetine bağlı milisler aracılığıyla gerçekleştiğini düşünüyor. Uzmanlara göre bu durum ‘küçük milisler’ olarak bilinen ancak özellikle vekalet savaşı yöntemiyle çeşitli ülkeler lehine büyük çıkarlar elde eden ‘gölge ordularının’ oynadığı rolleri yeniden ön plana çıkarıyor. Gizli ordular, düzenli orduların operasyonlarına kıyasla ‘mali veya siyasi açıdan daha az maliyetli’ hale geldi. Bu, birkaç tahminin gelecekteki savaşlarda ‘gölge orduların’ rolünün savaş rolleriyle sınırlı olmayacağını, ancak siyasi ve ekonomik olarak genişleyebileceğini ileri sürmesine yol açtı.

Geleneksel olmayan savaş
Milislerin ve paralı askerlerin uluslararası çatışmalarda kullanılması yeni bir durum değil. Paralı askerler bazı güçler tarafından İkinci Dünya Savaşı (1939-1945) yıllarında kullanılmaya başlandı. Queen's University Belfast’ta Uluslararası Güvenlik uzmanı Andrew Thompson’a göre uluslararası arenada en çok öne çıkan kullanımı, ABD askeri danışmanları, yabancı ülkelerdeki olumsuz siyasi ve ekonomik gelişmeleri tersine çevirmek için alışılmadık bir savaş yürütmesiydi. Genellikle güney veya üçüncü dünya ülkelerinde kullanılıyordu.
Thompson, Şarku'l Avsat’a yaptığı açıklamada, bu alışılmadık savaşın, ABD’nin istenmeyen hükümetleri zayıflatmak veya devirmek için tercih ettiği yol olduğunu sözlerine ekledi. Thompson, “ABD’nin vekilleri ‘hedef ülkelerin siyasi ve ekonomik yönünü etkilemek için yerel işbirlikçileri, isyancıları, milisleri, gizli orduları, paralı askerleri, özel askeri sözleşmelileri ve diğer yarı kurumsal güçleri koordine etti ve eğitti.  Sözde ‘teröre karşı savaşın’ başlamasıyla birlikte, yarı kurumsal araçlar, ABD'nin 2001 yılının Eylül ayı sonrası dönemin zorluklarıyla başa çıkma yeteneğinin kapsamını genişletmek için arttırıldı. Savaş rolleri, Washington'un ‘ulusal güvenlik tehdidi’ olarak gördüğü kişilere giderek daha fazla yer verildi” dedi.
Fez'deki Sidi Muhammed bin Abdullah Üniversitesi'nden uluslararası ilişkiler Profesörü Dr. Said es-Sıddıki önceki analize katılarak, paralı askerlerin, devlet dışı grupların ve hatta üçüncü ülkelerin kullanılması yoluyla vekalet savaşının devletler arasındaki ilişkilerde her zaman yaygın olduğunu hatırlattı. Sıddıki, “Bu nedenle paralı asker terimi ‘insanlık kadar eskidir” dedi.
Sıddıki, Şarku'l Avsat’a yaptığı açıklamada, vekalet savaşının Soğuk Savaş döneminde geniş çapta yayıldığını söyledi. O dönemde özellikle Afrika, Asya ve Latin Amerika'daki diğer taraflar, batı veya doğu kamplarından biri adına vekalet savaşları yürütüyorlardı. Bu olgu, çatışmaların bazı askeri ve güvenlik yönlerinin ‘özelleştirilmesi’ nedeniyle son yıllarda farklı bir biçimde geri döndü. Belirli ülkeler adına savaşan ya özel şirketler ya da askeri-politik gruplar ortaya çıktı. Bu çete gruplarının amaçları bazen onları destekleyen ülkelerin hedefleriyle örtüşebilir, bazen de siyasi ittifakları karşılığında ya da maddi tazminatlar karşılığında vekâlet savaşları yürütebilirler.

İran’ın vekilleri
Özel araştırmalara göre ‘en fazla sayıda milis’ Lübnan, Irak, Yemen ve Suriye'deki ordulara benzer milisler kuran İran tarafından oluşturuldu. Malcolm Kerr - Carnegie Ortadoğu Merkezi’nin internet sitesinde yayınlanan bir araştırmaya göre İran, Hizbullah’a yılda yaklaşık 700 milyon dolar ekonomik ve askeri yardım sağlıyor. Bu, ABD'nin 2006'dan bu yana Lübnan Hükümeti ve Lübnan Silahlı Kuvvetlerine sağladığı ekonomik ve askeri yardımın yıllık ortalama değeri olan yaklaşık 200 milyon doları aşıyor.
Araştırmaya göre bazı kanıtlar, 2014'ten bu yana Irak'ta İran destekli milislere ve Şii partilere sağlanan desteğin yılda yaklaşık bir milyar doları bulduğunu gösteriyor. İran'ın Yemen'deki Husilere verdiği desteğe gelince, bu, BM Güvenlik Konseyi'nin 2216 sayılı Kararını ihlal ediyor. Bu durum, güvenilir sayıların elde edilmesini ‘daha zor’ hale getiriyor.
Güvenlik ve stratejik işlerde uzmanlaşmış bir Suudi uzman olan Tümgeneral Muhammed el-Harbi, İran'ın Lübnan, Suriye, Irak ve Yemen'de yaklaşık 80 silahlı milis kullandığını söylüyor. Harbi, “Bu milisleri silah ve teçhizatla finanse etmek için büyük miktarlarda para pompalıyor. Bulundukları ülkelerde İran çıkarlarının gündemini uygulayan silahlara eğitim ve istihbarat bilgisi sağlamanın yanı sıra bu ülkelerin kararları üzerinde baskı kurmak için İran makamlarının elinde etkili bir araçtır. Dahası bölgesel ve uluslararası çıkarlara ulaşmak ve bunu ABD gibi büyük güçlerle ilişkilerde önemli bir baskı aracı olarak kullanılıyor” şeklinde konuştu.
Harbi, Şarku'l Avsat’a yaptığı açıklamada, “İran rejiminin ‘radikal terörist’ oluşumunun doğası, sık sık vekalet savaşlarına ve milisler veya gölge ordular kullanmasına neden oluyor” dedi.
 İran'ın bölgedeki vekil güçlerini ideolojik olarak veya finansman ve lojistik destek yoluyla kullanmasının, ‘İran'ın uluslararası güçler üzerinde baskı kurmasını sağladığına’ dikkat çeken Harbi, “İran'ın Hizbullah'a hava savunma füzeleri şeklinde verdiği destek, Hizbullah'ın 2006 savaşında İsrail pahasına önemli askeri kazanımlar elde etmesini sağladı. İran'ın Husilerin balistik füze alanındaki kabiliyetlerine yaptığı katkılar, Husilerin komşu ülkeleri tehdit etmesinin yanı sıra İran'ın yardımından kaynaklanan gemisavar seyir füzeleri, patlayıcı botlar ve asimetrik yeteneklerle Babü'l-Mendeb Boğazı'nda ticaret tehdit etmelerini sağlıyor. Buna ek olarak, İran'ın Irak'taki lehtar milislere füze desteğiyle el yapımı mühimmat tedarik etmesi ‘ABD üzerinde stratejik baskı uyguladı ve aynı zamanda Irak'taki devletin yeteneklerini baltaladı” ifadelerini kullandı.

Gelecekteki daha büyük roller
Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü'ne göre, şu anda dünyada vekâlet savaşları için paralı askerler toplayan on özel şirket var ve bunların en ünlüleri Amerikan ‘Blackwater’ ve Rus ‘Wagner’. Ancak diğer ülkeler çıkarlarını sınırlar dışında ilerletmek için aynı yöntemi kullanıyorlar. Uluslararası tahminler, Türkiye, Ulusal Mutabakat Hükümeti ve Trablus milislerinin yanında savaşmak üzere Libya'ya 15 bin Suriyeli paralı asker gönderdikten sonra, Ermeni çoğunluğun bulunduğu Dağlık Karabağ bölgesine karşı Azerbaycan'ın yanında savaşmak üzere yaklaşık iki bin Suriyeli paralı asker gönderdiğini işaret ediyor. Bu durum Türkiye tarafından defalarca reddedildi.
Geçtiğimiz Eylül ayında BM insan hakları uzmanları, ‘paralı askerlerin ve özel güvenlik şirketlerinin artan rolü ve bunların insan hakları ihlallerinin artmasıyla bağlantısı’ konusunda bir uyarı yayınladı. Paralı Askerlerle ilgili çalışma grubu, elli birinci olağan oturumunda İnsan Hakları Konseyi'ne sunduğu yeni raporunda bunun çatışma sonrası ve barış zamanı durumlarında paralı askerlerin, kiralık asker olarak çalışan sözleşmeli ve özel güvenlik şirketlerinin çoğalmasına yol açtığına dikkat çekti. Bunun ‘insan hakları ve uluslararası insancıl hukuk ihlallerinin sayısında artışa yol açtığı’ vurgulandı.
Andrew Thompson, ister yarı kurumsal milisler aracılığıyla ister paralı asker şirketlerinin hizmetlerini kullanarak olsun, vekalet savaşı yönteminin ‘gelecekte artacağına’ olan inancını ifade ediyor. Devletleri ve hükümetleri savaş için uluslararası yasal sorumluluktan kurtarır. İnsanlığa karşı suç işlemek veya uluslararası ceza hukukunu ihlal etmekle ilgili herhangi bir utançtan kaçınır. Bu muharebe grupları, operatörlerine, yenilgi veya büyük kayıp verme durumlarında iç kamuoyunun baskısına maruz kalmama imkânı da sağlamaktadır.
Tümgeneral Muhammed el-Harbi ayrıca ‘milislerin ve paralı askerlerin etkisinin ve rollerinin gelecekte iki katına çıkacağına ve düşmanlıklarla sınırlı olmayacağına, ekonomik ve siyasi rollere sahip olacağına’ inanıyor. Harbi’ye göre Lübnan'da yılda milyarlarca dolar değerinde yasal ve yasa dışı ticari işler yürüten ‘Hizbullah’ ve Sana'daki en büyük 8 bankayı kontrol eden Husiler buna bir örnek veriyor. Bu ‘işlevsel gruplar’, finansörlerin ve operatörlerin çıkarlarına hizmet eden herhangi bir rolü üstlenebilir.
Öte yandan, Dr. Said es-Sıddıki, “Belirli bir çete grubunun siyasi bir role dönüşmesi, siyasi partiler kurup, siyasi sürece katılarak veya zor kullanıp iktidara gelerek veya bazı siyasi partiler üzerinde baskı kurarak mümkündür. Paralı askerlerin askeri eylemi siyasi hedeflerden ayrı değildir, daha ziyade birbiriyle ilişkilidir çünkü paralı askerler öncelikle siyasi hedeflere ulaşmak için kullanılır” dedi.



Ulus-devlet ve dini gruplar

Mezhepçilik bir hastalıktır, bir tedavi değildir. İnsanları ele geçirdiğinde bölünmelerine ve birliklerinin bozulmasına yol açan hastalıklı bir ilettir (Sosyal medya)
Mezhepçilik bir hastalıktır, bir tedavi değildir. İnsanları ele geçirdiğinde bölünmelerine ve birliklerinin bozulmasına yol açan hastalıklı bir ilettir (Sosyal medya)
TT

Ulus-devlet ve dini gruplar

Mezhepçilik bir hastalıktır, bir tedavi değildir. İnsanları ele geçirdiğinde bölünmelerine ve birliklerinin bozulmasına yol açan hastalıklı bir ilettir (Sosyal medya)
Mezhepçilik bir hastalıktır, bir tedavi değildir. İnsanları ele geçirdiğinde bölünmelerine ve birliklerinin bozulmasına yol açan hastalıklı bir ilettir (Sosyal medya)

Mustafa Feki

(Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi soylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz en çok takva sahibi olanınızdır). Yaratıcı, herhangi bir dini grubu veya mezhebi ayırmadan istisnasız bütün insanlara böyle hitap etmiş. Dahası bu yüce ayet, genel ve soyut bir tarzda, bütün zaman ve mekanlarda insana hitap etmekte ve Yüce Yaratıcının katında yarattıkları arasında mutlak eşitlik olduğunu ifade etmektedir. Ayrıcalık ve farklılığın tek ölçütünün sadece takva olduğunu vurgulamaktadır. Takvaysa, doğru yolda yürümek, fanatik olmayan ve ırkçılığı reddeden normal bir hayat yaşamak demektir. Üstelik Kuran-ı Kerim bu ilahi çağrıyı sadece Müslümanlara özgü kılıp başkalarını dışlamamıştır. Bilakis, bunu vatanları, dinleri ve aidiyetleri ne olursa olsun bütün insanlara yönelik mutlak bir çağrı kılmıştır. Dolayısıyla mezhepçilik toplumsal bir göstergedir, bir mezhep ile diğer toplumlar arasındaki bir ayrıcalık değildir.

 

 Özellikle bu Ramazan ayı ve oruç günlerinde vicdanlarımızdan eksik olmaması gereken üç eksenle bağlantılı bu anlamları hatırlıyoruz. Birinci eksen, Müslümanlar için oruç ayı, Hristiyanlar için Paskalya ve Yahudi bayramlarının yarattığı manevi ivme etrafında dönüyor. Üçü de semavi dinlerin, yeryüzü medeniyetlerinin, insanlık için zaman ve mekanda büyük sıçramalara ve niteliksel değişimlere yol açan insani bir doğaya sahip kültürlerin tebliğ ettiği tevhit dininin kurucusu Hz. İbrahim'in evlatlarıdır. Dolayısıyla ben de tarihçilerin, araştırmacıların ve din adamlarının büyük çoğunluğuyla aynı kanaatteyim; mezhepçilik bir hastalıktır, tedavi değildir. İnsanları ele geçirdiğinde bölünmelerine ve birliklerinin bozulmasına yol açan hastalıklı bir illettir. İnsani yönlerle hiçbir bağlantısı olmayan ırksal fikirlere dayandığından, insanlar arasında öznel gerekçelerle işe yaramaz ayrım türleri yaratmaktadır.

Hepimiz özgür yaratıldık ve doğduğumuz anda zihnimize hiçbir despotizm veya baskı prangası vurulmadı. Ama olan şu ki, hayatın açgözlülüğü, iniş çıkışları, insanın eğilimleri ve hatta günümüzdeki nefret söylemi, şu anda tanık olduğumuz bulanık tabloyu yarattı. Mutlak bir ayrımcılık olmaksızın, milletler ve kabileler oluşturmak üzere dallanıp budaklanan insan grupları ve ırklar arasındaki ilişkileri kapladı. Yahut geleceğe el koydu veya ırkçı ayrımcılığı ve nefrete dayalı bölücülüğü temel alan keyfi kararlara yol açtı. Arap milleti ve belki de İslam ümmeti, mezhepsel ayrışmalarla ve insani birliğe yönelik şiddetli darbelerle boğuştu ve boğuşuyor. Örneğin Endülüs’te şehir devletleri kuruldu ve bunun sonunda Endülüs’ü kaybettik, Araplar ve Müslümanlar İber Yarımadası'nı terk ettiler. Yahudilerin de İspanya'yı terk etmek zorunda kaldığı, bölünme nedenleri ve ihtilaf unsurları ortaya çıkana kadar, güneydeki İslam ülkelerinin onlara kucak açtığı bu felaket için herkes gözyaşı dökmeye devam etti.

İkinci eksen, saf ırk ve Tanrı'nın seçilmiş halkı hakkındaki yanlış konuşmalarla ilgilidir. Aynı inanç içerisinde bile dinsel ayrılıkların acı sonuçlarına tanık olduk. Doktrinler çoğaldı, mezhepler çeşitlendi ve karşımıza bir doktrin mozaiği çıktı. Oysa kutsal kitaplardaki ilahi söylem, genel olarak insanlara ve hiçbir ayrım veya dışlama olmaksızın bütün halklara hitap etmektedir. Dahası mezhepçilik, köken ve köklerinde birleşen, sadece dallarında ve yorumlarında farklılık gösteren tek dini, gruplara ve mezheplere bölmeye çalışan bir kerteye varmıştır. Ortaçağ Avrupası manevi ve dünyevi otoriteler arasındaki çatışmalarla boğuştuysa, İsa Mesih'in (a.s.) mahiyetine yani tanrı mı insan mı olduğuna dair manevi bakış açılarında anlaşmazlık yaşadıysa, İslam ümmeti de meşhur hakemlik olayından sonra Sünni-Şii ayrışmasından büyük zarar gördü. Halbuki her iki büyük mezhep de tek ilah inancını, Kuran-ı Kerim'i, İslam'ın beş şartını paylaşıyorlar ve namazlarında aynı yöne yöneliyorlar. Yetmezmiş gibi iki mezhep kendi aralarında da gruplara ve fırkalara ayrıldılar. Bunlar da, birleştiren ve ayırmayan, birleştiren ve dağıtmayan tevhit ışığının ışığında ortak mesajın özünü kavramamış, dinsel bütünleşmenin kıymetini bilmeyen uzak kollara bölündüler.

Üçüncü eksen mezhepçiliğin halklar ve toplumlar üzerindeki olumsuz etkileriyle ilgilidir. Bu durum kaçınılmaz olarak parçalanma, bağlılıkların üretilmesi, gerekçesiz ve yararsız bölünmelerin ortaya çıkmasına yol açmaktadır. Mezhepçilik, toplumlar arasında yayılan ve istikrarın özünü kemiren bulaşıcı bir hastalıktır. Siyasi çekişmelere dönüşen dinsel ayrılıklara kapıyı aralamakta, böylece ümmetin dokusunu parçalamakta, yanlış mantık ve saçma fikirlerle nesillerin geleceğini tehdit etmektedir.

Burada açıkça kaydediyorum ki, başka bir şey değil, sadece bilinen tezahürleriyle, hukuki ve siyasi güvenceleriyle, yarattığı kültürel iklimle ve besleyici toplumsal çevresiyle modern devletin doğuşu, bunların hepsi, gerektiğinde taraflar arasındaki uçurumu kapatmaya ve anlaşmazlıkları çözmeye yetebilir. Bu bağlamda, insan gruplarının doğal gelişimleri sonucu ortaya çıkan ve nihai biçimine ulaşan, çağdaş uluslararası ilişkilerin doğasına en uygun, en istikrarlı tarihsel bir veri olarak ulus-devleti ifade etmektedir. Bu nedenle mezhepsel temelde parçalama, bölme ve ayrıştırma çabaları, yetkinlikleri çökertmekte, insan toplulukları arasında haksız engeller yaratmakta ve aynı zamanda milli birliği bozmaktadır. Arap haritasında Lübnan'ın 1943 Anayasası'yla başlayan, ardından yarım asırdan fazla bir süre sonra Taif Anlaşması ile geliştirilen, bu güzelim kadim ülkenin ağır bir bedel ödeyeceği kanlı bir iç savaşa yol açan mezhepsel ayrışma sonucu ne kadar büyük acılar çektiğini hatırlayabiliriz.

Irak da, 1920'de İngilizlerin Sünnilerle, 2003'te de Amerikalıların Şiilerle iş birliği yapması dışında hiçbir gerçek gerekçesi olmayan mezhepçilik belasından çok çekti. Yani mezhepsel dinsel ayrışma, her zaman herkesin, hatta bulundukları ülkelerdeki Yahudi azınlıkların da katıldığı Arap-İslam medeniyetinin himayesinde kalmış bölgeye yabancıdır. Dolayısıyla bu ayrışmalardan bahsetmek saçmadır.

Yeni Suriye devriminin, mezhepler arası eşitlik ilkesini benimseme ve mezhepsel, dinsel ve etnik ayrışmalardan uzak durma kararlılığını her zaman vurguladığına dikkat çekelim. Araplar ve Kürtler aynı medeniyetin, aynı ortak kültürün çocuklarıdır. Arap ve İslam dünyasındaki tüm azınlıklar aynı dokunun parçasıdır; hatta Farslar, Türkler, Kürtler ve Berberiler ulus-devletin birliği çerçevesinde bir çoğulculuk buketi oluşturmaktadırlar. Mezhepsel ayrışma, kapsayıcı, güçlü, istikrarlı, huzursuzluk ve sorunlardan uzak yaşayan modern devletler yaratmaz. Asıl olan, tek ulus-devleti bölünmeyi bilmeyen, parçalanmayı kabul etmeyen eşsiz bir alaşım haline getiren insani kaynaşma ve insani bütünleşme halidir.

Burada Arap Hristiyanların milliyetçi hareketin öncüleri, birlik davetçileri ve kalıcı bütünlüğün savunucuları olduğunu hatırlatmalıyız. Nitekim Filistin meselesindeki tutumları ve Arap direniş hareketlerine verdikleri destek, dillendirilen bölünmelerin güvenilemeyecek, temel olamayacak hayali bölünmeler ve suni oluşumlar olduğunu göstermektedir.

Bu gözlemlerimizi, son on yıllarda Arapların, ulus-devlete yönelik tecavüzler, ithal fikir ve inançlar lehine onun özelliklerini yok etme çabaları sonucunda yaşadıkları acıların ve ödedikleri ağır faturanın boyutlarına bakarak sonlandıralım. Esas olan Arap milletinin, yapısının net, bünyesinin sağlam kalması, ihlalleri kabul etmemesi, her taraftan kendisine yöneltilen, birliğini bozmaya ve muazzam kültürel mirasına nüfuz etmeye çalışan zayıflatma girişimlerine tahammül etmemesidir. Çünkü kendisi, Firavun-Mısır, Arap-İslam, Babil-Asur, Fenike-Levanten olsun, istisnasız herkesin katıldığı köklü bir kadim medeniyet temeli üzerine kurulmuştur ve bu temelleri korumaktadır. Mağrip ülkeleri de bölgenin son on yıllarda, hatta belki de yüzyıllardır yaşadığı tüm zor koşullara ve sıkıntılara rağmen Arap ulusal dokusuna olumlu bir katkı sağladılar ve sağlamaya devam ediyorlar.

*Bu makale Şarku’l Avsat tarafından Independent Arabia’dan çevrilmiştir.