Hiroşima hayaletinin gölgesi Ukrayna’nın üzerinde

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, nükleer silah kullanma seçeneğine başvurabileceğini defalarca ima etti

6 Ağustos 1945'te ABD ordusu tarafından çekilen ve Hiroşima şehrine atılan atom bombasının sebep olduğu duman bulutunu gösteren fotoğraf (AFP)
6 Ağustos 1945'te ABD ordusu tarafından çekilen ve Hiroşima şehrine atılan atom bombasının sebep olduğu duman bulutunu gösteren fotoğraf (AFP)
TT

Hiroşima hayaletinin gölgesi Ukrayna’nın üzerinde

6 Ağustos 1945'te ABD ordusu tarafından çekilen ve Hiroşima şehrine atılan atom bombasının sebep olduğu duman bulutunu gösteren fotoğraf (AFP)
6 Ağustos 1945'te ABD ordusu tarafından çekilen ve Hiroşima şehrine atılan atom bombasının sebep olduğu duman bulutunu gösteren fotoğraf (AFP)

Christopher Phillips*

6 Ağustos 2023, nükleer silahların ilk kez kullanımının 87’nci yıl dönümü.

Bu yaz gününde Little Boy (Küçük Çocuk) bombası atıldı. ABD, o uğursuz günde attığı ve Japonya’nın Hiroşima kentini yerle bir eden atom bombasına bu adı vermişti. Ve bir bomba yetmezmiş gibi, üç gün sonra Nagazaki’ye, aynı yıkıcı etkiye sahip bir başka bomba atıldı: Fat Man (Şişman Adam).

Hemen o anda 70-80 bin kişi hayatını kaybetti. Takip eden aylar ve yıllarda ise kurbanların radyasyon etkisine maruz kalması nedeniyle sayı, 226 bine çıktı.

Bu iki bombalamanın sonuçları, Japonya’yı hemen barış çağrıları yapmaya sevk etti ve II. Dünya Savaşı sonunda bitti. Uzun vadede patlamalar, dünyayı korkunç bir yeni nükleer çağa itti. Böyle bir çağda sadece bir düğmeye basarak çok kısa sürede on binlerce kişi öldürülebilir.

Neyse ki korkunç Hiroşima ve Nagazaki sahneleri 1945’ten bu yana tekrarlanmadı. Ancak dünya, Soğuk Savaş sırasında pek çok kritik durum yaşadı. Nitekim hem ABD hem de Sovyetler Birliği, büyük bir nükleer silah stoğu yaptı. 1962’deki Küba Füze Krizi’nin, 1973’teki Ekim Savaşı’nın (Yom Kippur) ve 1983’te de Able Archer tatbikatlarının hepsinin doğrudan bir nükleer çatışma tehdidi taşıdığını görüyoruz. Sonra Sovyetler Birliği’nin çöküşü beraberinde, özellikle Batı çevrelerinde nükleer savaş hayaletinin ortadan kalktığına dair biraz iyimserlik getirdi. Güney Afrika ile Ukrayna gibi eski Sovyetler Birliği’ne bağlı cumhuriyetler, nükleer cephaneliklerden vazgeçmeye başladı. Buna karşılık başka devletler, nükleer devletlere katılmaya başladı. Mesela Pakistan, 1998’de nükleer bir yetenek geliştirdi. Onu 2006 yılında Kuzey Kore takip etti. İran’ın atom enerjisi geliştirme çabalarının da kendisini nükleer güçle donatma emelleri taşıdığına dair yaygın bir inanış söz konusu.

Bu iki bombalamanın yankıları, Japonya’yı hemen barış çağrıları yapmaya sevk etti ve II. Dünya Savaşı sona erdi

Rusya-Ukrayna savaşı patlak verdikten sonra daha fazla endişe veren gelişmeler yaşandı. Nitekim Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, nükleer silah kullanımına başvurabileceği konusunda defalarca imada bulunurken birçok Rus yetkili, açıklamalarında daha açık ifadeler kullandı. Örneğin eski Rusya Devlet Başkanı ve halihazırda Rusya Güvenlik Konseyi Genel Sekreter Yardımcısı, Mart 2023’te şöyle dedi: “Ukrayna’yı yabancı silahlarla donattıkları her gün dünyanın nükleer sonu yaklaşıyor.” Rusya’nın dünyanın en büyük nükleer cephaneliği olduğu göz önüne alındığında bu tür söylemler, Ukrayna’daki savaşın yeni bir Hiroşima vakasını sonuç verme ihtimalini artırıyor.

Nükleer dünya

Nükleer silah tarihinin, Hiroşima ve Nagazaki’den sonra hem korku hem iyimserlik sebebi haline gelmesine şaşmamak gerek. Bu yüzden bir yanda büyük güçlerin daha fazla kitle imha silahı geliştirmek için koşturduğunu, orta ve gelişmekte olan pek çok ülkeninse büyük güçleri taklit edip bu silahlarla kendi cephaneliklerini ürettiklerini görüyoruz.

Diğer yanda ise uluslararası toplum ve dolayısıyla bizzat büyük güçler, nükleer silahların yayılmasını düzenlemek ve sınırlandırmak için ortak çaba sarf ettiler ki bu, silahların çoğu halen dursa da kayda değer bir silahsızlanmanın yolunu açtı.

scdf
Atom bombası atıldıktan 3 yıl sonra, 1948 yılında Hiroşima’daki yıkım (AFP)

Washington ve Moskova, Sovyetler Birliği’nin o dönemde ABD’yi endişelendiren nükleer denemelerini gerçekleştirdiği 1949 yılından itibaren Soğuk Savaş’ın şiddetlenmesiyle nükleer bir silahlanma yarışında en büyük iki rakip oldu. Ayrıca dünyanın her yerinde askerî üsler edinmeleri ve kıtalararası balistik füzeler ile nükleer denizaltılar geliştirmeleri bu iki ülkeye, birbirlerinin topraklarında herhangi bir yere nükleer saldırılar düzenleme imkânı verdi. Bu iki ülke, birbirini kuşatmak için giderek daha fazla savaş başlığı üretti. Bu tırmanış, 1960’lı yılların ortalarında zirvesine ulaştı. Zira ABD’deki silah başlıklarının sayısı 30 binden fazlayken Sovyetler Birliği’nde sadece 5 bin civarındaydı. Sonra ABD, cephaneliğini biraz azaltınca Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB), ona yetişti ve geride bırakmayı başardı. Nitekim 1980’lerin sonunda Washington, 24 bin savaş başlığına sahipken Sovyetler Birliği, 40 bin savaş başlığına sahip olmakla övünüyordu.

Ukrayna-Rusya savaşı patlak verdikten sonra daha da endişe verici gelişmeler görüldü. Nitekim Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin defalarca, nükleer silah seçeneğine başvurabileceğini ima etti

O zamanlarda Birleşik Krallık, Fransa ve Çin, kendi nükleer yeteneklerini geliştiriyordu. 1952, 1960 ve 1964 yıllarında nükleer yeteneklerini birbiri ardı sıra meydana çıkarmakla birlikte hiçbiri birkaç yüzden fazla savaş başlığı üretmedi. 1960’larda İsrail, atom silahlarına sahip olduğunu alenen itiraf etmese de nükleer enerji teknolojisinde bir gelişmeye sahne oldu. Nitekim İsrail’in, 1980’lerde altı nükleer silah yapımına yardımcı olması için Güney Afrika’daki apartheid (ırkçı ayrımcı) rejimiyle iş birliği yaptığına dair yaygın bir kanaat söz konusu. 1974 yılında Hindistan, ilk nükleer denemelerini gerçekleştirirken onu, 1998 yılında en büyük rakibi Pakistan izledi. 2006’da da Kuzey Kore, nükleer kulübün en yeni üye ülkesi oldu.

Nükleer silahların yayılması pek çok kişiyi endişelendiriyor. Bununla birlikte 1970’te yürürlüğe giren Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması (NPT) olmasaydı, muhtemelen çok daha geniş çapta yayılırdı. Bu anlaşmaya göre, anlaşmanın oluşturulduğu zamanda, yani 1967’de nükleer silaha sahip beş devletten başka nükleer devlet olmayacak ve bu silahın geliştirilmesine 2016’dan itibaren izin verilecekti. Anlaşmaya 191 ülke kayıtlıydı. BM’ye üye şu dört ülke katılmamayı tercih etti: İsrail, Hindistan, Pakistan ve yeni Güney Sudan devleti. Kuzey Kore de başlangıçta NPT’ye imza attı, ancak 2003’te anlaşmadan çekildi.

Çoğu ülkenin nükleer silahların yayılmasının önlenmesine onay vermesinin yanı sıra, büyük güçler de Soğuk Savaş’ın ortalarından itibaren nükleer cephaneliklerini dondurmayı, sonra da azaltmayı kabul ettiler. 1970’lerde SALT I ve SALT II anlaşmaları geldi ve hem ABD’nin hem de Sovyetler Birliği’nin her iki tarafın sahip olduğu kıtalararası balistik füzelerin sayısını sınırlama kararlılığına tanık olundu. 1980’lerin sonları ile 1990’ların başlarında Sovyetler Birliği’nin zayıflamasıyla, uzun menzilli füzelerin sayısını sınırlandıran daha fazla anlaşmanın imzalandığı görüldü. Başka birkaç anlaşmadan sonra 2010 yılında, Rusya ve ABD tarafından konuşlandırılan nükleer silahları neredeyse yarı yarıya azaltan Yeni START anlaşması imzalandı.

Güney Afrika’nın 1990’lı yıllarda nükleer silahsızlanmaya karar vermesi ve şu an bağımsız olan Ukrayna, Belarus ve Kazakistan cumhuriyetlerinden binlerce Sovyet füzesinin kaldırılmasının yanı sıra bu anlaşmalar, dünyanın 1950’li yılların sonlarından bu yana en düşük sayıda nükleer silaha sahip olduğu anlamına geliyor.

Washington ve Moskova, Sovyetler Birliği’nin nükleer denemelerini gerçekleştirdiği 1949 yılından itibaren Soğuk Savaş’ın şiddetlenmesiyle nükleer bir silahlanma yarışında en büyük iki rakipti

Amerikan Bilim Adamları Federasyonu’nun tahminlerine göre bugün Rusya, 5 bin 899 savaş başlığına sahipken ABD 5 bin 244, Çin 410, Fransa 290, Birleşik Krallık 225, Pakistan, 170, Hindistan 164, İsrail 90 ve Kuzey Kore 30 savaş başlığına sahip. Basit bir hesapla ABD ile Rusya’nın dünyadaki kitle imha silahlarının yüzde 90’ından fazlasına sahip olduğunu görürüz.   

Halihazırda savaş başlıklarının sayısı, Soğuk Savaş’ta ulaşılan aşırı seviyelerin çok altında olsa da her bir nükleer güç halen, düşmanlarını defalarca yok etmeye yetecek kadar fazla ateş gücüne sahip. Dolayısıyla Putin ve diğer Rus yetkililerin, nükleer silahları Ukrayna savaşı tartışmasının ortasına dahil etme arzusu, bilhassa Batı’daki yabancı hükümetleri tedirgin etti. Bunun anlaşılır sebepleri var. Ukrayna savaşının başlamasından 7 ay sonra Eylül 2022’de, Rusya’nın geri çekilip genel seferberlik başlatmak zorunda kalmasıyla Putin, Rusya’nın, kendi ifadesiyle Rus topraklarındaki Batı tehditlerine karşılık vermek için çok sayıda silahı olduğunu açıkladı. Ayrıca Batılı liderlere, bunun bir aldatmaca olmadığını vurguladı.

Nükleer silahların yayılması pek çok kişiyi endişelendiriyor. Bununla birlikte 1970’te yürürlüğe giren Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması (NPT) olmasaydı, muhtemelen çok daha geniş çapta yayılırdı

O zamandan bu yana Putin ne geri adım attı ne de tutumunu yumuşattı. Nitekim Şubat 2023’te, Rusya’nın Yeni START anlaşmasındaki ortaklığını durduracağını ilan etti ki bu anlaşma, Rusya’nın nükleer silahların denetimi için ABD ile imzaladığı son büyük anlaşmadır.

Haziran ayında Belarus Devlet Başkanı Aleksandr Lukaşenko, Rus taktiksel nükleer silahlarının ülkesinde konuşlandırıldığını duyurdu. Bu, Belarus’un 1990’ların başından beri ilk kez tekrar silahlanması demek. Lukaşenko, Hiroşima bombasından üç kat daha güçlü olduğu söylenen bu silahların savaş meydanında kullanılmak üzere tasarlandığını iddia etti ki bu, Ukrayna için açık bir tehdit.

asdwe
Başbakan Fumio Kişida, ABD Başkanı Joe Biden ve Almanya Şansölyesi Olaf Scholz, atom bombası kurbanlarının anısına Hiroşima şehrindeki Barış Parkı’na çelenk koyduktan sonra toplu fotoğraf çektirdi (AFP)

Saldırganlık, Kiev’in çok ötesine yöneldi. Şöyle ki mart ayında Birleşik Krallık, Kiev’e seyreltilmiş uranyumlu tanksavar füzeleri sağladığında Putin, şu açıklamayı yaptı: “Batı’nın nükleer bileşen içeren silahları kullanmaya çoktan başladığına bakılırsa Ruslar, misillere yapmak zorunda kalacak.” Daha açık bir şekilde dile getirilmese de pek çok kişi bu açıklamayı, Birleşik Krallık’a nükleer bir silah fırlatmayı düşünebileceğinin bir işareti olarak yorumladı. Dolayısıyla Putin’in açıklamaları, Rusya’nın Batı’dan gelen herhangi bir tehdide karşılık vermeye yetecek bir ateş gücüne halen sahip olduğunu ve gerekirse kullanmaya da hazır bulunduğunu teyit ediyor. Bu da Rusya ile Batı ülkeleri arasındaki gerilimi artırıyor ve nükleer bir savaşın patlak vermesine dair endişeleri körüklüyor. Nükleer silah kullanımının dünyayı tümüyle yok edebileceğini ve uluslararası anlaşmazlıkları barışçıl bir şekilde çözmenin tek yolunun diyalog ve müzakere olduğunu unutmamak önemlidir.

Putin’in hilesi mi?

Bu tehditler ne kadar ciddi? Görünüşe bakılırsa ABD Başkanı Joe Biden, bu soruya kesin bir yanıt vermekte tereddüt ediyor. Nitekim önce, Haziran 2023’te bu tehdidin ‘gerçek’ olduğunu söyledi. Bir ay sonra da ‘Putin’in nükleer silah kullanımına dair gerçek bir olasılığın’ olmadığını belirtti.

Böylesi belirsizlikler şaşırtıcı değil. Belki de uzmanlar ile analistler arasındaki benzer bir ayrışmayı yansıtmaktadır. Rusya ve nükleer silah uzmanlarından bazısı, Putin’in tüm söylemlerine rağmen bunun bir aldatmaca olduğunu savunuyor. Çatışma Çalışmalarını Araştırma Merkezi’nden Valeriy Akimenko, “Rusya, Rus nükleer silahlarını yalnız olağanüstü durumlarda kullanacak” diyor.

Chatham House Araştırma Merkezi’nde çeşitli uzmanların katıldığı bir anketin vardığı sonuca göre Rusya, nükleer silahlarını savaş meydanında bir saldırı savaşı seçeneği olarak değil de öncelikle siyasi savunma için bir caydırıcı olarak görüyor. Bu anket, Rusya’nın Batı’yı geri adım atmaya zorlamak için nükleer güç statüsünü kullandığını söyleyen analist Olga Oliker’e atıfta bulunuyor. Oliker’e göre Putin’in açıklamalarına rağmen Rusya’nın Ukrayna savaşı başladığından bu yana nükleer kullanımın eşiğini düşürdüğüne dair kayda değer bir kanıt yok.

Akimenko, elbette tehlikeyi inkâr etmek istemiyor. Aksine Rusya’nın 1990’ların sonlarındaki askerî doktrininde, ‘kullanıma başlamama’ durumundan ‘Rusya’nın bekası tehlikedeyse kullanıma kesin olarak başlama’ yönünde görülen bir değişikliğe işaret ediyor. Yani Putin, gerçekten Rusya’nın bekasının tehdit altında olduğuna inanırsa teorik açıdan, düşman bir nükleer silahın saldırısına uğramadan önce bile nükleer silahlanmayı düşünebilir.

Öte yandan bazı analistler, Putin’in tehditleri konusunda ciddi olmasından yana oldukça endişeli. London School of Economics’ten (Londra Ekonomi Okulu) Lorraine Sokin, “Putin’in kişiliğine dair bilgimiz, Batı’nın bu tehditleri ciddiye almasını gerektiriyor” diyor. Doğrusu şu ki Kuzey Kore Lideri Kim Jong-un gibi Putin de söylediği her şeyde onun gücünü kontrol etmeden onu destekleyen adamlarla kuşatılmış, oldukça şahsi bir lider. İki lider, “mirasları konusunda derin bir endişeyi paylaşıyor ve dış işlerde yasal ve gerçekçi olmayan siyasi hırslar tarafından yönlendiriliyor.”

Sokin’e göre Putin’in derin paranoyası, onu tehlikeli kılıyor ve bu da nükleer eylemleri içersin ya da içermesin, tehlikelerle dolu kararların alınmasına yol açıyor. Bu, Akimenko’nun, “Rusya’nın bekası tehlikedeyse” nükleer düğmeye basılabileceği konusundaki değerlendirmesiyle aynı çizgide. Yani Putin, Sokin’in işaret ettiği gibi gerçekten paranoyaksa Ukrayna’daki herhangi bir değişikliği, durum öyle olmasa bile Rusya’nın varlığı için bir tehdit olarak yorumlayabilir.

Amerikan Bilim Adamları Federasyonu’nun tahminlerine göre bugün Rusya, 5 bin 899 savaş başlığına sahipken ABD 5 bin 244, Çin 410, Fransa 290, Birleşik Krallık 225, Pakistan, 170, Hindistan 164, İsrail 90 ve Kuzey Kore 30 savaş başlığına sahip

Pek çok kişi Vladimir Putin’in kişiliğine bağlı. Ukrayna’da veya başka herhangi bir yerde nükleer bir saldırı gerçekleştirmeye yönelik gerçek bir niyeti olmaksızın, nükleer tehdidi nüfuzunu güçlendirmenin bir yolu olarak kullanabilir. Bununla beraber Batı’nın Kiev’e verdiği desteği Rusya için varoluşsal bir tehdit olarak algılayacağına ve önleyici olarak nükleer silahları kullanmak isteyebileceğine dair bir ihtimal de mevcut. Bu durum, Soğuk Savaş’ta, Sovyet ve Amerikan liderlerin kişiliğinin nükleer karar vermede merkezî bir rol oynadığı çoğu dönemi yansıtıyor.

Olayların gidişatı, büyük oranda Vladimir Putin’in kişiliğine dayalı olabilir. Putin, Ukrayna’da veya başka herhangi yerde bir nükleer saldırı gerçekleştirmeye yönelik gerçek bir niyeti olmaksızın, nükleer tehdidi sadece gücünü ve nüfuzunu güçlendirmek için stratejik bir araç olarak kullanabilir. Ama kim bilir? Belki de Putin, Batı’nın Kiev’e verdiği desteği gerçekten de Rusya için gerçek ve temel bir tehdit olarak algılıyor. Bu yüzden nükleer silahları önleyici olarak kullanmak isteyebilir.  

Hiroşima’nın gölgeleri

Bu olasılık korkutucu olsa da Soğuk Savaş dönemindeki denge karakterini geri getiriyor. O dönemde nükleer saldırı kararlarının alınması büyük ölçüde Sovyetler Birliği liderlerinin (ve ABD başkanlarının) kişiliğine bağlı oluyordu.

Kruşçev veya Kennedy’nin yerinde onlardan daha aşırılık yanlısı isimler olsaydı Küba Füze Krizi sırasında ikisinden birinin eli düğmeye basardı.

Rusya’nın geri adım atmak ve genel seferberlik başlatmak zorunda kalmasıyla Putin, Rusya’nın, kendi ifadesiyle Rus topraklarındaki Batı tehditlerine karşılık vermek için çok silahı olduğunu belirtti. Ayrıca Batılı liderlere de bunun bir aldatmaca olmadığını söyledi

Böyle korkunç bir senaryo beklentisi, birçok kişiyi yıllar içinde nükleer silahsızlanma için daha fazla çaba çağrısında bulunmaya sevk etti. Soğuk Savaş’ın son yıllarında ve 1990’larda büyük bir ilerleme kaydedildiği halde son zamanlarda bu konuda bir gerileme görüldü.

2023 G7 toplantısı sembolik olarak Hiroşima’da yapıldı ve Japonya Başbakanı, liderleri, Putin’in tehditleri ışığında yeniden nükleer silahsızlanmaya bağlı olma çağrısında bulundu. Ancak yine de zirvede, nükleer silahsızlanma tartışmalarından ziyade, Çin’e karşı koymaya ve Rusya’ya karşı Ukrayna’yı desteklemeye odaklanıldı.

* Şarku’l Avsat okurları için Londra merkezli Al Majalla dergisinden tercüme edilmiştir.



Avustralya: Müfettişler, Bondi Plajı saldırısının faillerinin DEAŞ mensubu olduklarına inanıyor

Bondi Plajı saldırısının şüphelisinin evini çevreleyen şeridi kaldıran Avustralyalı bir polis memuru (Reuters)
Bondi Plajı saldırısının şüphelisinin evini çevreleyen şeridi kaldıran Avustralyalı bir polis memuru (Reuters)
TT

Avustralya: Müfettişler, Bondi Plajı saldırısının faillerinin DEAŞ mensubu olduklarına inanıyor

Bondi Plajı saldırısının şüphelisinin evini çevreleyen şeridi kaldıran Avustralyalı bir polis memuru (Reuters)
Bondi Plajı saldırısının şüphelisinin evini çevreleyen şeridi kaldıran Avustralyalı bir polis memuru (Reuters)

Avustralya Yayın Kurumu (ABC), Avustralya istihbarat biriminin altı yıl önce Bondi Plajı saldırganlarından birinin DEAŞ ile bağlantıları olduğunu araştırdığını bildirdi.

Avustralya polisi, 50 yaşındaki bir adam ile 24 yaşındaki oğlunun pazar günü Sidney’de ünlü bir plajda Hanuka Bayramı kutlaması yapanlara ateş açtığını, saldırıda 15 kişinin hayatını kaybettiğini ve 40’tan fazla kişinin yaralandığını açıkladı.

Avustralya medyası, saldırganların Sajid Akram ile oğlu Naveed Akram olduğunu ve Sajid Akram’ın polisle çıkan çatışmada öldüğünü, Naveed Akram’ın ise polis gözetiminde hastanede tedavi gördüğünü bildirdi.

Şarku’l Avsat’ın ABC’den aktardığına göre, Bondi Plajı saldırısını soruşturan ortak terörle mücadele ekibindeki üst düzey bir yetkili, Avustralya Güvenlik ve İstihbarat Teşkilatı’nın (ASIO) 2019 yılında Naveed Akram ile ilgili bazı şüpheleri araştırdığını belirtti.

Haberde, Naveed Akram’ın, Temmuz 2019’da yakalanan ve Avustralya’da bir terör eylemi planlamakla suçlanan DEAŞ üyesiyle yakın bağlantısı olduğunun düşünüldüğü ifade edildi.

ABC, terörle mücadele soruşturmacılarının, Bondi Plajı saldırısını gerçekleştiren silahlı kişilerin DEAŞ mensubu olabileceğine inandığını bildirdi.

ABC’ye konuşan yetkililer, silahlı kişilerin araçlarında iki DEAŞ bayrağı bulunduğunu da açıkladı.

ASIO Genel Direktörü Mike Burgess dün gazetecilere yaptığı açıklamada, saldırganlardan birinin kendileri tarafından bilindiğini ancak ‘acil tehdit’ olarak görülmediğini belirterek, “Dolayısıyla burada yaşanan olayın şartlarını yeniden gözden geçirmemiz gerektiği açık” dedi.

Yeni Güney Galler polisi ise ABC’nin haberini doğrulayamayacaklarını belirtirken, ASIO da ‘bireyler veya devam eden soruşturmalar hakkında yorum yapmadığını’ açıkladı.


Cezaevindeki 4 bin 200 PKK-KCK’lı için kademeli düzenleme: Suça karışmamış 950-1.050 PKK’lı eve dönüş yolunda mı?

Fotoğraf: Reuters
Fotoğraf: Reuters
TT

Cezaevindeki 4 bin 200 PKK-KCK’lı için kademeli düzenleme: Suça karışmamış 950-1.050 PKK’lı eve dönüş yolunda mı?

Fotoğraf: Reuters
Fotoğraf: Reuters

Türkiye’de “Terörsüz Türkiye” süreci, kimilerine göre 2. çözüm süreci olarak değerlendiriliyor; bu konuda çok şey yazılıp çiziliyor. Sürecin toplumsallaşması adına tartışılması doğru; ancak bu tartışmanın gündelik siyasi çekişmeler, öne çıkma çabaları ya da kısır hesaplar üzerinden yapılması, sürece yarardan çok zarar veriyor. Burada herkesin dikkatli olması gerektiğinin altını bir defa daha çizmek gerekiyor.

Siyasetin bu süreçte daha cesur olması, daha fazla adım atması ve daha fazla inisiyatif alması gerekiyor. Çünkü artık top, güvenlik bürokrasisinin sahasından siyasetin sahasına geçmiş durumda.

Elbette süreçte daralmalar olacaktır. İşin doğası gereği bu daralmaların olması son derece doğaldır; ancak siyasi aktörlük meselesi üzerinden herkesin kendisini tekrardan sorgulaması gerekiyor. “Her meseleyi Öcalan’a soralım” yaklaşımı, bana göre doğru değil. Siyasetin inisiyatif alması bir bütün olarak gerçekleşmeli ve inisiyatifler alınabilmelidir. Her meselede Öcalan’ı öne çıkarma, aktör yapma isteğinin toplumsal güvende yara açtığı da görülmelidir. Belki artık örgütün partiyi kurma paradigması tersine dönmeli ve parti, örgütü dönüştürebilmelidir.

Pedal çevirme teorisi işlemeye devam ediyor. Örgütün el yükseltme sebebi ya da farklı seslerin çıkma sebebi, bence devlette ciddiyetin ilk defa bu kadar net görülmesidir. Artık herkes yeni bir paradigmaya dönüleceğini görmeye başladı ve doğal olarak bir bocalama süreci yaşanıyor. Süreç tamamlanırsa siyasetin de paradigmasının değiştiği görülmelidir.

Çünkü şu ana kadar siyaseten “zaten masa devrilecek, güvenmiyoruz, gel gel yapıyorlar, sonra yine bizi hapishanelere atacaklar” anlayışı çok hakimdi. Ama atılan adımlar neticesinde işin ciddiyeti anlaşılıyor ve bu da ezber bozuyor. Bu bakımdan şu ana kadar yaşananların, ben sürecin özüne bir tahribat verdiğini düşünmüyorum. Bu düşüncemi görüştüğüm farklı kaynaklarım da doğruluyor.

Sürecin geldiği yerde iki mesele, en çok sorulan ve merak edilen konuların başında geliyor: Yasal düzenlemeler ve SDG meselesi.

İmralı Adası’ndan Meclis’e: Fırsat yasası ve sürecin kritik eşiği

Komisyon üyelerinin İmralı Adası’na gitmesi, bir eşiğin daha aşılmasını kolaylaştırdı. MHP Genel Başkanı Feti Yıldız Bey’in okuduğu özet, kendi tuttuğu notların özetiydi. Dolayısıyla 16 sayfalık raporun özeti değildi. Beklenti, hem AK Parti adına Hüseyin Yayman’ın hem de DEM adına Gülistan Koçyiğit’in de notlarını okumasıydı; ama bu gerçekleşmedi. Keşke onlar da komisyon üyelerine notlarını aktarsaydı ve sorulacak olan sorulara da cevap verseydi.

Komisyon üyelerinin tuttuğu 16 sayfalık raporun aslında komisyon üyelerine dağıtılması gerekiyordu. Sürecin şeffaflığı, toplumsal rıza üretme konusunda bunun yapılmasının hâlâ geç olduğunu düşünmüyorum. Görüştüğüm ve raporu bilen kaynaklarım, burada anlatılamayacak bir şeyin olmadığını, Öcalan’ın bugüne kadar söylediği görüşlerin benzerlerinin yer aldığını ifade ediyorlar.

Şimdi top Meclis’te. Nasıl bir yasa çıkarılacak? Toplumda cezasızlık algısına da yol açmadan, süreci de sahiplenerek nasıl bir yol bulunacak?

Görev, öncelikli olarak Komisyon’da bulunan partilere düşüyor. Onlar tekliflerini yavaş yavaş Meclis Başkanlığı’na verecekler. Meclis hukukçuları ve güvenlik bürokrasisi de sürece destek verecek.

Kesinleşen bir şey olmamakla beraber, anladığım kadarıyla çıkarılacak olan “Fırsat Yasası” iki ayağa cevap verecek:

A- Eve dönüş durumu
B- Mevcut tutuklu ve hükümlülerin durumu

KCK-PKK örgüt üyeliğinden şu an Türkiye’de cezaevlerinde bulunanların sayısının 4 bin 200 kişi civarında olduğu belirtiliyor. Bunlar içerisinde müebbet hapis cezası alanlar olduğu gibi, cezası bitmeye yakın insanlar da var.

Bunlar için kademeli bir anlayış ve bakış açısı geliştiriliyor. Kişi bazında durumlar incelenecek, toptancı bir anlayışla düzenleme yapılmayacak. Cezaevindekiler için düzenleme yapılırken, aynı zamanda eldeki bazı uygulamalardan da yararlanılacak. Denetimli serbestlik meselesi, yararlanılacak uygulamaların başında geliyor.

PKK’lıların Türkiye’ye dönüşü: Suça karışmamış 950-1.050 kişi için yasal çerçeve nasıl şekillenecek?

Eve dönüş olarak adlandırılan PKK’lıların Türkiye’ye dönme meselesine gelince…

Öncelikle Ankara, Bağdat ve Erbil arasındaki mekanizmanın hâlâ çalıştığını ifade etmek lazım. Bu mekanizma hem silahların hem mağaraların teslimi hem de Irak’ta kalmak isteyen örgüt mensupları için son derece hayati.

Benim gerek Irak makamları, gerek Irak Kürdistan Bölgesi Yönetimi yetkilileri, gerek PKK ve gerekse de Ankara’dan aldığım bilgiye göre PKK içerisinde suça karışmamış militan sayısı 950-1050 arasında. Bu kişilerin gelmesinin önünde şu an herhangi bir engel bulunmuyor. Diyarbakır annelerinin çocukları başta olmak üzere ilk etapta suça karışmamış kişilerin gelmesi, “Fırsat Yasası” ya da “Çerçeve Yasası”nın şekillenmesiyle birlikte gerçekleşebilir.

Burada yapılacak olan yasal düzenleme netleştiğinde, atılacak olan adımların daha da hızlanacağını göreceğiz. Meclis’ten çıkacak olan yasa büyük bir ihtimalle özel bir yasa olacak. Hukukçular bu yasayı çalıştırırken bir taraftan Anayasa’nın eşitlik ilkesinin çiğnenmemesine, diğer taraftan da FETÖ başta olmak üzere diğer örgütlerin yararlanmasının önünü kapatacak. Burada kendisini fesheden bir örgüt olduğu için yeni bir yasa zorunluluğu ortaya çıkıyor.

Hem eve dönüş hem de mevcut cezaevindekilerle ilgili düzenleme yapılırken iki ayrımın altını çizmek gerekiyor. Yapılacak olan düzenleme ile birlikte “örgüt” ortadan kalkarsa örgüt üyeliği ya da örgüte üye olmamakla birlikte oluşan suç ortadan kalkacak; ancak işlenen suçlar ortada duracağı için yapılacak olan düzenlemede kademeli olarak buna cevap verilecek.

Örneğin, örgütte yıllarca kuryelik yapan ama silahlı eylemlere katılmayan kişiler örneğinde olduğu gibi belirli ayrımların yapılması gerekiyor. Benim kaynaklarımdan aldığım bilgiye göre, kişinin durumu üzerinden bir değerlendirme yapılacak, toptan bir değerlendirme yapılmayacak.

Çıkarılacak olan yasada bir süre sınırı konulması, denetimli serbestlik vb. uygulamaların işletilmesi de karşımıza çıkacak gibi duruyor. Burada belki tekrar altını çizeceğim, bireylerin durumunun tek tek ele alınacağı.

Örgüt üst düzey yönetici dediğiniz 232 kişi civarında. Bunlardan 30-40’ı en önemli üst düzey yönetici olarak karşımıza çıkıyor. Bunların büyük bir kısmının Irak’ta kalması ya da seyahat özgürlüğü kapsamında Avrupa ve Irak arasında olması bekleniyor. Burada da Bağdat-Erbil ve Ankara arasındaki mekanizmanın devreye girmesi öngörülüyor.

SDG meselesinde kilit güç ABD: Mazlum Abdi ve YPG’nin silahlı sayısı gerçekçi rakamlarla değerlendiriliyor

SDG meselesine gelince:
Öncelikle Mazlum Abdi’nin verdiği 100 bin rakamı çok abartılı bulunuyor. Hem Suriye’deki kaynaklar hem Ankara’da görüştüğüm kaynaklar, SDG ve onun silahlı kanadını oluşturan YPG’nin silahlı sayısının 45 bin civarında olduğunu belirtiyor.

Suriye’de muhatabın esas olarak ne Şara ne Abdi olduğu, muhatabın ABD olduğu ve SDG meselesinin çözümünde sürecin ABD ile yürütüldüğünün altı çiziliyor. Yani esas patron kimse, müzakereler de onlarla yürütülüyor.

Bu noktada özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Trump’la olan kişisel ilişkisinin, MİT Başkanı İbrahim Kalın’ın temaslarının ve zamanın ruhunun Türkiye’nin işini kolaylaştırdığı belirtiliyor. Erdoğan-Trump görüşmesi, ardından Şara-Trump görüşmesi, CENTCOM’un Trump politikalarıyla paralel hareket etmesi ve Tom Barrack’ın Mazlum Abdi’ye ABD politikaları konusunda net mesajları, aslında Suriye’de önümüzdeki haftalarda bazı olumlu adımların SDG tarafından atılacağını gösteriyor.

Bu aşamada süreci bozma noktasında Fransa, İran ve İsrail gibi ülkelerin SDG’nin kulağına fısıldadığı da gözlerden kaçmıyor.

Sınır kapılarının devri, enerji sahalarının devri ve silahlı unsurların Savunma Bakanlığı’na entegrasyonu sağlanırsa, SDG Türkiye açısından tehdit olmaktan çıkacak.

SDG içerisinde iki anlayış hâkim.

1- Anlayış, “Ankara’nın hem SDG’nin tamamen tasfiyesini hem de 10 Mart mutabakatının uygulanmasını aynı anda talep etmesi, Suriye’de siyasi çözümü engellemeye yönelik politikasını açıkça ortaya koyuyor” derken,

2- Anlayış, “Türkiye Şam Hükümeti ile aramızda garantör ülke olsun. Kolaylaştırıcı olursa süreç daha çabuk ilerler” anlayışında.

Peki SDG bu adımı atar mı?

Bana göre zaman içerisinde SDG bu adımı beş sebepten dolayı atmak durumunda kalacak.

1- Amerika Birleşik Devletleri’nin bunu istemesi
2- SDG’yi oluşturan en büyük güçlerden Arap aşiretlerinin tavrı
3- YPG içerisindeki silahlı dağılım
4- Türkiye ve ABD’nin arabuluculuğu ve garantörlüğü meselesi
5- Zamanın ruhu

Şam yönetimi SDG’den ne istiyor?

Şara yönetimi, SDG’den askerlerinin %75’ini kendilerine vermesini ve Savunma Bakanlığı’na dâhil olmasını istiyor. Geri kalanların ise yerel yönetimlerde asayiş gücü olarak kullanılabileceği belirtiliyor.
SDG, Şam’a üç tümen vereceğini ve komutanların isimlerini Şam’a bildirdiğini ifade ediyor.

Önce saha gerçekliği adına şunu görmemiz gerekiyor:
SDG’nin sahip olduğu 45 bin kişilik gücün %75–%80’inin Arap aşiretlerden oluştuğu, geri kalanının ise farklı Kürt yapılardan oluştuğunun altı çiziliyor.

Saha kaynakları YPG içerisindeki formülasyonu şöyle yapıyorlar:

Irak’tan gelen Irak Kürtlerinin sayısı yaklaşık olarak 1350 civarında.

PKK’dan YPG’ye gelen militan sayısı 1500 civarında.

Suriye Kürtlerinin ise 6 bin civarında olduğu belirtiliyor.

Şam ve SDG anlaşırsa kalan silahlı güç nasıl entegre edilecek: Savunma Bakanlığı mı, polis gücü mü?

Peki diyelim ki Şam Hükümeti ve SDG arasında bir anlaşma oldu; kalan %25 silahlı güç ne olacak sorusuna cevap, silahlı unsurların Savunma Bakanlığı’na bağlanması gibi Suriye Hükümeti’nin karar vereceği bir konu, ancak asayiş ya da polis gücü olarak kullanılmaları güçlü bir olasılık.

Burada özellikle polis gücü olmak istedikleriyle ilgili olarak, merkezi hükümetin denetiminde bir yapı oluştuğunda; Dürzi bölgelerinde Dürzilerden, Arapların yoğun olduğu yerlerde Araplardan, Kürtlerin yoğun olduğu yerlerde ise Kürtlerin alınması son derece doğal. Burada anlaşmazlık, bunların kimin kontrolünde olacağı. Merkezi hükümet, bu polis gücünün Suriye Devleti’nin polis gücü olacağını söylüyor ve Kamışlı’da görev alan bir polisin Süveyda’ya, Lazkiye’de görev alan bir polisin de Kamışlı’ya tayinle gönderilebileceğini ifade ediyor. Aynı şekilde Savunma Bakanlığı bünyesine katılacak olan yapıların da komuta merkezinin Suriye Hükümeti’nde olacağı belirtiliyor.

Suriye’de tamamlanmamış devlet tamamlanırsa, hem anayasal güvence hem de diğer haklar garanti altına alınmış olacak ve Dürzilerin de, Nusayrilerin de olduğu gibi Kürtlerin de devlette karar alma süreçlerinde yer alacağını görmemiz gerekiyor.

Bu geçiş sürecinde SDG yasal garanti istiyor. Bu garanti büyük ihtimalle ABD tarafından verilecek. Türkiye’nin istediği adımlar atılmaya başlanırsa, Türkiye de bu noktada süreci kolaylaştıracak her adımı atacak. Bu adımlardan en önemlisi Nusaybin Sınır Kapısı’nın açılması ve Kamışlı ile ticaretin Türkiye üzerinden devam etmesi olacak.

Amerikalılar Esad döneminde Arap aşiretlerini SDG bünyesine dahil ettiler ve hâlen maaşlarını ödemeye devam ediyor. ABD Kongresi’nden geçen bütçenin büyük bir kısmı bu maaşlara gidiyor.
PKK, Türkiye’de sürecin ciddileştiğini görüyor; SDG de Suriye’de ABD’nin entegrasyonu istediğini ve bu konuda ısrarcı olduğunu biliyor.

Nitekim yakın zaman içerisinde Şammar Aşireti’nin lideri el-Cerba, Şam’a gidip Cumhurbaşkanı Ahmed eş-Şara ile bir araya gelmiş, daha sonra da Mazlum Abdi ile görüşmüştü. Saha kaynakları, Cerba’nın SDG’yi de 10 Mart Anlaşması çerçevesinde Şam ile anlaşmaya ikna etmek için arabuluculuğa başladığını ifade ediyor.

Toparlayacak olursam, Arap aşiretlerini SDG’ye entegre eden ABD’nin kendisi ve şu ana kadar maaşlarını da ödemeye devam ediyor. ABD’nin tavrı burada çok net: Şam’a entegrasyon, Türkiye’nin güvenlik kaygılarının giderilmesi, bununla birlikte toprak bütünlüğü ve politik birliğin sağlanması noktasında Şara’nın güçlendirilmesi. Nitekim CENTCOM Komutanı Brad Cooper, ABD’nin Suriye’deki üç önceliğini, “IŞİD’e karşı mücadele, SDG’yi Suriye devlet yapısına entegre etmek ve Suriye hükümetiyle koordinasyon sağlamak” olarak açıkladı.

10 Mart Mutabakatı ile Suriye’de Kürt, Dürzi ve diğer grupların güvenliği sağlanıyor

Amerika Birleşik Devletleri ve Türkiye’nin garantörlüğünde 10 Mart mutabakatının hayata geçirilmesi, Kürtlerin, Dürzilerin ve diğer grupların Suriye’de güvenceye kavuşmaları ve Suriye’nin geleceğine Suriyelilerin karar vermesi herkesin faydasına olacaktır.

Ankara’da görüştüğüm kaynaklar, “Bugün Türkiye çatışma ortamının oluşmamasını istiyorsa, İsrail’in Suriye’de nüfuzunu genişletmemesi için yapıyor. Bu yapamadığımızdan değil, İsrail’e alan açmama isteğimizden kaynaklanıyor” diyorlar.

SDG konusunda 10 Mart mutabakatının bana göre iyi niyet adımı Deyrizor’da görülecek.
Suriye’de 10 Mart mutabakatıyla ilgili önümüzdeki hafta birkaç adımın atılma ihtimali, aynı adımların Kuzey Irak’ta da (IKBY) gelme ihtimali çok yüksek. Güven artırıcı adımların atılmasına devam edilecek.

Başta ifade ettiğimi tekrar söyleyeyim. Devlet iradesi devam ediyor, ABD’nin Türkiye ve Şara’yı destek politikası devam ediyor, uluslararası konjonktür uygun, Öcalan paradigmada ısrar ediyor ve sürece katkı vermekten geri durmuyor.

Sürecin ciddiyeti noktasında iki hafta içerisinde güzel şeyler görmeye devam edeceğiz. Partiler taleplerini dillendirecekler; bu, hepsinin kabul edildiği ya da edileceği anlamına gelmez. Herkes kendi tabanına sesleniyor ama bu işin siyaset üstü olduğunu da artık görmek gerekiyor.


Zelenskiy, Ukrayna’nın NATO üyesi olması hedefinden vazgeçti

Almanya Başbakanı Friedrich Merz, dün Berlin'de ABD Başkanı Donald Trump’ın Özel Temsilcisi Steve Witkoff ve damadı Jared Kushner'ı karşıladı (EPA)
Almanya Başbakanı Friedrich Merz, dün Berlin'de ABD Başkanı Donald Trump’ın Özel Temsilcisi Steve Witkoff ve damadı Jared Kushner'ı karşıladı (EPA)
TT

Zelenskiy, Ukrayna’nın NATO üyesi olması hedefinden vazgeçti

Almanya Başbakanı Friedrich Merz, dün Berlin'de ABD Başkanı Donald Trump’ın Özel Temsilcisi Steve Witkoff ve damadı Jared Kushner'ı karşıladı (EPA)
Almanya Başbakanı Friedrich Merz, dün Berlin'de ABD Başkanı Donald Trump’ın Özel Temsilcisi Steve Witkoff ve damadı Jared Kushner'ı karşıladı (EPA)

Ukrayna Cumhurbaşkanı Volodimir Zelenskiy dün, ülkesinin Rusya ile savaşı sona erdirecek bir uzlaşı olarak Batı'nın güvenlik garantileri karşılığında NATO üyesi olma hedefinden vazgeçtiğini açıkladı. Bu adım, Rusya'nın saldırılarına karşı bir koruma olarak Batılı ülkelerin askeri ittifakına katılmak için mücadele eden Ukrayna için önemli bir dönüşüm anlamına geliyor.

Zelenskiy bu açıklamayı, Berlin'de ABD Başkanı Donald Trump’ın Özel Temsilcisi Steve Witkoff ve damadı Jared Kushner'ın Avrupalı yetkililerle yapacakları üst düzey görüşmeler önce yaptı.

Ukrayna Devlet Başkanı, ülkesi ile Rusya arasındaki savaşı sona erdirecek bir uzlaşı sağlamayı amaçlayan görüşmelerde ‘diyaloga’ hazır olduğunu vurguladı. Zelenskiy ayrıca, ABD'yi Ukrayna'daki cephe hatlarını dondurma fikrini desteklemeye ikna etmeyi umduğunu ifade etti.