İyad el-Anber
Arap ülkelerinde muhalefetten iktidara geçişlere tanık olan siyasal İslam deneyimindeki tarihsel dönem boyunca İslamcıların dönüşümleri, pragmatist filozofllardan bile daha pragmatikti. Bu nedenle kendilerini dinin ve din hukukunun koruyucusu olarak sunarak siyasi alana katıldılar. Demokrasiyi, halkın egemenliğini savunduğu için Allah'ın egemenliği ilkesine aykırı olarak ilan ettiler. Ancak hızla demokrasiyi talep etmeye başladılar!
Arap ülkelerindeki İslamcı siyasi partiler ile demokrasi arasında sadece seçimler açısından bir ilişki vardır. İslamcılar 1990'lardan bu yana demokrasi ile pragmatik bir şekilde ilgileniyorlar. Sadece seçimlere inanıyorlar. Haklar ve özgürlüklerle ilgili diğer ilke ve temeller ise tartışma ve anlaşmazlık konusu, bazıları tamamen reddediliyor. Seçimlere yönelik tutum, 1960'larda aynı değildi. Çünkü o zamanlar sokaktaki varlığı siyasi, düşünsel ve kültürel arenada baskın olan ideolojilerin varlığına denk değildi veya onunla rekabet edemiyordu.
Bu nedenle, demokrasi mücadelesi ile siyasal İslamcı partiler ve akımlar arasında bir bağlantı yoktur. İslamcılar, teori ve siyasi söylem düzeyinde bile demokrasiyi benimsemediler ve seçimlere inanmadılar. Lübnanlı düşünür Rıdvan es-Seyyid'in özetlediği gibi; İslamcıların itikadi söylemleri iki konuya odaklanıyor: Birincisi, şeriat (ümmet değil) devlet ve toplumda meşruiyetin temelidir. İkincisi, dinî değerleri korumak için devlet gereklidir ve temel dini görevi şeriatı uygulamaktır. Bu nedenle, demokrasi hakkında şunları söylüyor ve yazıyorlardı:
Genel halkın hükmünü, sandıkta Allah'ın hükmüne nasıl tercih edelim? ... Batı demokrasilerinde olduğu gibi egemenlik halka ait olduğunu kim söyledi, bilakis o Allah'a aittir.
Daha sonra demokrasiye yönelik tutumları, entelektüel inceleme ve yenilenme değil, çıkar gerekliliklerine dayalı olarak değişti. Arap devrimleri gerçekleştiğinde bile dalgalanmaları devam etti ve demokrasiye yönelik tutumları değişikliğe uğradı.

Ancak bugün, özellikle Irak'taki İslami siyasi deneyiminde, İslami bir siyasi söylemden geçiş başladı. Bu söylem, önceki diktatörlük rejimine muhalefetini desteklemek için dini metinleri ve tarihi pozisyonları kullanıyordu. Şimdi bu söylem, iktidara gelmesine ve orada kalmasına katkıda bulunduğu sürece demokrasiyle çelişmiyor! Irak'taki İslamcılar, siyasi dillerinde ‘kamu yararı’ kavramını kaldırmaya başladılar. Bunun yerine, ‘mezhepsel bileşenin hakkı’ kavramını yerleştirdiler ve ulusal bileşen grupları da onlarla aynı fikirde oldu. Ancak İslamcıların söylemi, takipçileri ve destekçileri için kışkırtma, seferberlik ve toplanma amacı olan bir söylemdir. Bu söylem, duyguları ve vicdanı, haksızlık ve mahrumiyet duygularını hedef alan sözlü retorikle yapılır.
Siyasetin en önemli ilkelerinden biri, kamu yararını sağlamak için görevlerini yerine getirerek meşruiyetini kazanmasıdır. Ancak siyasal İslam'ın bu ilkeyle hiçbir ilgisi olmadığını görüyoruz. Aksine, meşruiyetlerinin, önceki rejime muhalefetteki siyasi çalışmalarından, hükümette bir pozisyona sahip olmalarından (dini bir görev olarak), ailesel sembolizmlerinden veya dini bir unvanlarından kaynaklandığına inanıyorlar. Bu nedenle, hesap verebilirlik ve sorumluluğa tabi değiller ve toplumun vekaletini taşıdıklarını ve çıkarlarını temsil ettiklerini düşünüyorlar!
Demokrasi mücadelesi ile siyasal İslam'ın parti ve hareketleri arasında hiçbir bağlantı yoktur. İslamcılar teori ve siyasi söylem düzeyinde dahi demokrasiyi benimsemediler ve seçimlere inanmadılar.
Siyasal İslam liderlerinin söylemleri siyaseti, televizyon programlarında, medya açıklamalarında ve seçim dönemlerinde haykırdıkları sloganları ve ‘ilkeleri’ ile çelişen eylemlerini haklı çıkarma sanatı olarak özetler. Bu nedenle, aşırı sağdan en sola dönüşlerini ve reddetme, suçlama, yabancılara hizmet etme ve iradelerini yerine getirme suçlamalarını, ihanetle suçladıkları rakiplerinin eylemlerini uygulamaya kadar olan çelişkili tutumlarını görürsünüz!
Kendi çıkarlarını gerçekleştirme kriteri bile pozisyonları ve gerekçeleri değerlendirmede anlaşmaya varılmamış bir kriterdir. Onlar için hak ve meşru olan, rakipleri için geçersiz ve gayri meşrudur. Bu nedenle, doğal olarak, yabancı bir güçle anlaşmaya vardıkları için rakiplerini yabancılara hizmet etmekle suçlarlar. Bu yabancı güç, kendi çıkarlarına aykırı bir gündemi olan ve ulusal çıkarlara aykırı olan bir güç olabilir. Rakiplerini terörizmle ve terör gruplarıyla iş birliği yapmakla suçlarlar. Ancak, bu suçlamalar, rakip liderler arasında siyasi bir anlaşmaya varıldığı takdirde unutulur ve rafa kaldırılır. Bu düşmanlıktan dostluğa ve ittifaka doğru yaşanan değişimi sorduğunuzda cevap hazırdır: Bu siyasettir!
Siyasal İslam'ın liderlerinin konumlarına göre yargılanabileceği bir standart yoktur. Bazen ideolojik veya itikadi ilkeler hakkında konuşurlar, bazen de kamu yararı ilkesinden bahsederler. Ancak, eylemleri ideolojik iddialarını veya aslında özel çıkarları olan kamu yararı ilkesini ihlal etmekten çekinmezler. Pozisyonlarındaki dalgalanmaları siyasi gerekçelendirme söylemi, gerçekliği tarihsel deneyimlerin kalıplarına sokmaya zorlamaya ve bu deneyimlerin sonuçlarını eylem veya siyasi pozisyonu haklı çıkarmak için kullanmaya dayanıyor.
Bazı İslamcılar siyasetten sadece Niccolo Machiavelli'in "Amaç, araçları meşrulaştırır" sözünü anlıyorlar. Görünüşe göre devletin iradesini ve yönetimini bir başka güce veya devlete ipotek ettiğinde, devlete verdiği zarar konusundaki tavsiyelerine önem vermiyorlar. Halkın nefretiyle karşı karşıya kalmalarına neden olabilecek şeylere aldırmadan, tüm güvenlerini korumalara, beton bloklara ve kendilerini korumak için kurdukları yeşil alanlara verenlere yönelttiği eleştiriyi dikkate almıyorlar.
Bize devletler, şahsiyetler ve partiler tarafından yürütülen komplolar ve komplo planları hakkında kafa karıştırıcı açıklamalar yaptılar. Ancak Machiavelli'in, yönetişimin dürüstlüğü ve halkla ilişkilerin güçlendirilmesi yoluyla bu komplolarla nasıl başa çıkılacağına dair yazdıklarını görmezden geliyorlar. Machiavelli şöyle diyor:
Deneyimler, tarih boyunca birçok komplo olduğunu göstermiştir, ancak bunların sadece çok azı başarılı olmuştur. Çünkü bir komplocunun genellikle yönetimden hoşnut olmayanlarla iş birliği yapması gerekir... Komplocuların korku, dehşet ve ceza korkusu içinde olmaları gerekirken, prens, mülkünün büyüklüğü, yasaların gücü, dostların koruması ve devletin dokunulmazlığı ile güçlendirilir. Tüm bu faktörlere halkın desteğini de eklediğimizde, herhangi birinin herhangi bir komploya girişecek kadar cesarete sahip olmasının imkansız hale geleceğini görürüz.
“Bazı İslamcılar, siyasetten sadece Niccolo Machiavelli’in "Amaç, araçları meşrulaştırır" sözünü anlıyorlar. Görünüşe göre, devletin iradesini ve yönetimini bir başka güce veya devlete ipotek ettiğinde, devlete verdiği zarar konusundaki tavsiyelerine önem vermiyorlar.”
İslamcıların, ulusal çıkarın en azından minimum standartlarını belirleyememesi, kimin milliyetçi ve kimin ajan olduğu konusundaki anlaşmazlığa neden oldu. Ajanlık suçlaması, basitçe başka bir ülkenin çıkarlarını kendi ülkesinin çıkarlarının önüne koymak olarak tanımlandığında, açık ve net olabilir. Ancak meseleyi daha da karmaşıklaştıran, ulusal çıkar için çalışan kimsenin olmaması. Bu durumda, ajan, yabancının çıkarlarını gerçekleştirmek için çalışan ve bunu ideolojik ve mezhepsel sloganlar ve başlıklar altında gizleyen kişiler için boş kalır. Bu nedenle, ulusal olmayan başlıkları ve tavırları olan kutlamalara ve figürlere karşı çıkmayan herkesin ajan olarak görülmesi şaşırtıcı değildir.

Vatana ve vatanseverliğe karşı ihanetin bulaşması ve karşılıklı suçlamalar, 20’inci yüzyılın ortalarından itibaren başlayan ideolojik totaliter söylemlerden kaynaklanıyor. Bu söylemler, kendi pozisyonlarıyla uyumlu olanlara ‘milliyetçi’, onlarla farklı düşünenlere ise ‘yabancının ajanı’ olarak etiketler koyarak toplum üzerinde egemenlik kuruyordu. Bu söylemler hem iktidar hem de toplum düzeyinde siyasi ikiyüzlülüğün artmasına katkıda bulundu. İktidar ve toplum, milliyetçilik sloganları, vatan sevgisi ve onun için ölmeye hazır olmak gibi söylemlerle kamuoyunu manipüle etmeye çalıştı.
Demokrasi çağında, siyasi bir toplumun ulusal kimliği konusunda anlaşmaya varamadığı bir ortamda, milliyetçilik sloganlarının tehlikesi, siyasi muhalifleri karalamak için kullanılmasında yatıyor. Bu sloganlar, dini, mezhepsel veya etnik açıdan farklı olan diğerlerini ihanetle suçlamak için de kullanılabiliyor. Irak'taki milliyetçilik krizi, 20’inci yüzyılın 20'li yıllarında devletin kurulmasından bu yana ideolojilerin Irak milletini inşa etmekteki başarısızlığının doğal bir sonucudur. Milliyetçilik fikri, ideolojik söylemlerin ön plana çıktığı bir ortamda, bu söylemlerin öncülüğünü yaptığı sloganlar karşısında geri plana itildi. Bu durum, Marksist söylemlerin de etkisiyle ortaya çıktı. Marksist söylemler, uluslararasılığı savunmuş ve vatanseverliği, büyük bir devlet olan Sovyetler Birliği'nin liderliğindeki partinin ilkelerine göre yaşayanlar için bir ihanet olarak görmüştür.
İdeolojiler ile milliyetçilik fikri arasındaki kesişim, 1960'lı yıllarında Irak'ta iktidardaki elitler tarafından desteklenen milliyetçi teorinin benimsediği sloganların bir birikiminden kaynaklanıyor. Milliyetçi teorinin sorunu, Arap ulusu hakkında bir kültürel teori olmasından ziyade, ulusal devlet hakkında bir teori olmasında yatıyor. Başka bir deyişle; Muhammed Cemal Barut'un da belirttiği gibi bu, devlet-ulus hakkında bir teori olmaktan ziyade, ulus ve devleti tamamen birbirinden ayıran bir teoridir.
Bugün bizi yöneten İslamcı siyasi elitler, ideolojilerin kimlik ve ulusal çıkarların önüne geçmesi nedeniyle, Iraklıların içinde bulunduğu kötü durumun üstesinden gelemediler. İktidarda ve iktidar kontrolünde baskın olan İslamcılar, bu sıkıntıyı pekiştirdiler. Milli kimlik inşa etmek, onu savunmak ve pekiştirmek yerine, ilk projeleri onu tamamen yok etmek ve bölgesel eksenlerin çıkarlarını, bu eksenlerin mezhepsel projelerini öne çıkarıyor. Bu projeler, bölge ülkelerinin kaderini çatışma eksenlerine bağlamak istiyor, bu ise sadece savaşlar ve yoksulluk üretiyor.
Vatan, sadece sloganlarda ve bayramlarda dile getirilen romantik bir kavram değildir. Vatan ve milliyetçilik, birey ile siyasi sistemi arasındaki gerçek ilişkiyi somutlaştıran kavramlardır. Bu ilişki, haklar ve yükümlülükler sistemiyle düzenlendiğinde vatandaşlıktan söz etmek mümkündür. Bunun dışındaki herhangi bir tanımlama, gerçekle ilgisi olmayan sloganlardan ibarettir.
*Bu makale Şarku’l Avsat tarafından Londra merkezli Al-Majalla dergisinden çevrilmiştir.




