İran ne zaman İran oldu?

Oryantalistlerin uydurduğu hayali bir ırka ilişkin ırkçı bir anlayıştan türetilen İran adı, ülkenin Türkler ve Araplar başta olmak üzere tüm sakinlerini kapsamıyor

Şah Rıza Pehlevi’nin kendisini ülkenin kralı ilan etmesinden sonra Tahran’da askerî geçit töreni yapan İranlı askerler (Getty Images)
Şah Rıza Pehlevi’nin kendisini ülkenin kralı ilan etmesinden sonra Tahran’da askerî geçit töreni yapan İranlı askerler (Getty Images)
TT

İran ne zaman İran oldu?

Şah Rıza Pehlevi’nin kendisini ülkenin kralı ilan etmesinden sonra Tahran’da askerî geçit töreni yapan İranlı askerler (Getty Images)
Şah Rıza Pehlevi’nin kendisini ülkenin kralı ilan etmesinden sonra Tahran’da askerî geçit töreni yapan İranlı askerler (Getty Images)

‘İran’ ve ‘Anêrân’ isimleri ilk kez Sasani İmparatorluğu’na ait coğrafi bölgelerin adı olarak Sasani Hanedanlığı döneminde (MS 224-651) ortaya çıkmıştır. Bu iki ismin, esasında dinî karakteriyle öne çıkan imparatorluklar çağında, yani Orta Çağ’da Zerdüştîlik dini çerçevesinde anlaşılabilecek tamamen dinî anlamları vardır. Zerdüştîlik dinini benimseyen bölgeler ‘İran’, Zerdüştîlik dışındaki dinleri benimseyen bölgeler ise ‘Anêrân’ olarak adlandırılırdı. Bu, İslam tarihinde gördüğümüz üzere dünyanın ‘dârülislâm’ ve ‘dârülharp’ (Müslüman olmayan bir devletin hâkimiyetindeki topraklar) şeklinde ikiye ayrılmasına benziyor. Aradaki fark şu: Anêrân, Sasani İmparatorluğu’na tâbi iken dârülharp, İslam İmparatorluğu’na tâbi değildi. 

O dönemde İran adı, herhangi bir ulusal veya etnik bir anlam taşımıyordu. Daha ziyade 19’uncu ve 20’nci yüzyıllarda Avrupa oryantalizmi, İran adına ulusal ve etnik siyasi anlamlar atfetmiş, 20’nci yüzyıldaki İranlı tarihçiler de bu anlamları Avrupalılardan almıştır. Günümüzde İran olarak adlandırılan bölgeye Pers ülkesi anlamında ‘Persia’ adını veren ilk halk ise Yunanlardır. Halbuki bu coğrafya, İslam’dan önce de sonra da sadece Persleri değil, çeşitli halkları, kavimleri ve ırkları barındırıyordu.

Grekler (eski Yunanlar), Pers bölgesinde (bugün İran’ın güneyindeki Fars eyaletinde) Ahameniş krallarına ait mezarları gördükten sonra bu toprakları ‘Persia’ olarak tanımlamışlardı. Aslında Ahameniş devletinin Pers’ten daha büyük ve geniş olduğunu ve başka kralları ve şahları kapsadığını düşünüyorlardı. Görünüşe bakılırsa Araplar ve Müslümanlar da ‘Fars (Pers)’ ve ‘Bilâd-ı Fars (Pers ülkesi)’ adını Yunanlardan aldı.

İslam’dan sonra İran

İslam fetihlerinden ve Sasani devletinin çöküşünden sonra ‘İran’ adı görülmedi. Bu fetihlere sadece Araplar değil, diğer halklardan oluşan gruplar ve Sasani yönetimine karşı çıkan Persler de katılmıştı. Emeviler ve Abbasiler, Pers ülkesine, yani Persia’ya hükmederken Araplar, bu coğrafya için hep ‘Pers ülkesi’ ismini kullanıyorlardı. 1935 yılına kadar da böyleydi. Ama 1935 yılında Şah Rıza Pehlevi hükümeti, resmî olarak ülkelerden ‘Pers ülkesi’ yerine ‘İran’ adını kullanmalarını talep etti.

Mesela Alaaddin Atâ Melik el-Cüveynî, Târîh-i Cihângüşâ adlı kitabında İran adını kullanmadı. Halbuki MS 13’ncü yüzyılda yayımlanan bu önemli tarihî kaynağın üç bölümü, bugün İran olarak adlandırılan coğrafyada hüküm süren Moğolların, Hârizmşahların ve İsmâilîlerin siyasi ve sosyal durumundan bahseder, ancak İran adını hiç zikretmez. Nizâmî-i Gencevî, Dakîkî ve Firdevsî gibi az sayıda şair de İran kelimesini edebi alanda kullanmıştır. Bunlardan Firdevsî, bu adı coğrafi bir kavram olarak kullanmak istediğinde günümüzdeki ‘İran’ anlamından tamamen farklı bir anlam ortaya koydu. O, Şehname adlı divanında İran’ı tanımlamak için Büyük Horasan’a, yani günümüzün Kuzey Afganistan bölgesine odaklanıyor; Ahvaz’ı bağımsız bir krallık olarak kabul ediyor ve Taberistan’ı, Mâzenderan’ı, Zâbul’ü ve başka pek çok bölgeyi İran kapsamının dışında değerlendiriyor.

Pers milliyetçilerinin İran ulusal devletinin geri dönüşü için bir hareket noktası olarak gördükleri Safevi hanedanı döneminde de devlet, İran devleti olarak tanımlanmadı. İki yüzyıldan fazla hüküm süren Safevi şahlarının kendileri de İran adını kullanmadı. Bâkır Sadri Niya, ‘memalik-i mahrusenin’ (korunan krallıklar) siyasi sisteminin meşruiyeti hakkında şu açıklamayı yapıyor:

“Tarihî belgelere ve metinlere bakacak olursak Safevi döneminde ‘memalik-i mahruse’ terimi, siyasi bir terim olarak yaygındı. Bu dönemde İran ile Britanya arasında imzalanan (ve Batılı tarzda düzenlenmiş ilk anlaşma gibi görünen), Birinci Şah Abbas döneminden kalma bir anlaşmanın başlığında, girişinde ve yirmi maddesinde memalik-i mahruse yani müttefik krallıklar (guarded kingdoms) terimi 19 kez geçiyor. Bu 19 kullanımın üçünde ‘memalik-i şahiyye-i mahruse’, ikisinde ‘memalik-i mahruse ve biladü’l-melik’ ve birinde de ‘memalik-i mahruse-i şahiyye ve biladü’l-melik’ ibareleri kullanılmış; geri kalanlar da hep ‘memalik-i mahruse’ şeklinde geçmiştir. Bu anlaşmanın hiçbir yerinde ‘memalik-i İran-ı mahruse’ ifadesine rastlamıyoruz. İran yerine ‘memalik-i mahruse’ terimi kullanılmış ve anlaşmanın hiçbir bölümünde ve maddesinde İran adı zikredilmemiş. Bu anlaşmanın müsvedde metni, Ulusal Şura Meclisi Kütüphanesi’nde 5032 numarayla el yazması mecmuası olarak muhafaza ediliyor.”

Türkmen kökenli olan Nadir Şah Afşarî’nin, kendisini İran şahı olarak nitelediği söylenir. Ancak onun ve haleflerinin dönemi boyunca Afşar devletinde hiçbir şah, devletin idari ve siyasi sistemini tanımlamak için İran adını kullanmadı ve müttefik (korunan) krallıklar sistemi, Afşarlılar döneminde de ‘İran’ adı eklenmeden devam etti. Aynı durum, Zend ve Kaçar hanedanları için de geçerli.

19’uncu yüzyılda İran araştırmaları dalı, Fransa’dan başlayan ve Almanya’ya ve Birleşik Krallık’a uzanan Avrupa oryantalizmi alanında özel bir yer işgal etmeye başladı. Nitekim bu ülkelerdeki akademik çevrelerde Hint-Avrupa dil ailesinin tek bir ortak atadan geldiği tezi ileri sürüldü. Ancak ülkelerinin hükümetlerine bir ölçüde tâbi olan bu çevreler, bununla da yetinmeyerek bu tezi, Aryanizm ve Ari ırkın üstünlüğü tezini doğuran ırkçı bir teze dönüştürdü. Bu tez, yukarıda adı geçen ülkelerin Asya, Afrika ve Yakın Doğu’daki sömürgeci çıkarlarına hizmet ediyordu.

Kaçarlar dönemindeki entelektüeller, bazı yazılarında zaman zaman ‘İran’ kelimesini kullanmakla birlikte İran’a aidiyet anlamında ‘İranlılar’ kelimesini kullanmayıp, onun yerine ‘İran reayası/halkı’ ifadesini kullandılar. İranlılara işaret etmek için başka kelimeler de kullanılmıştır. Örneğin seyyah ve coğrafya alimi Necmülmülk el-Isfahanî, Arabistan Yolculuğu adlı kitabında İranlıları tanımlamak için, Arabistan Krallığı’nda tanıştığı Ahvazilerden naklen, ‘Acem’ kelimesini kullanmıştır.

İran kelimesi, Meşrutiyet Devrimi’nden (1906-1909) sonra revaç buldu, ancak yine de Kaçar devletinin resmî adı olmadı. Bu devrimin anayasasının 19’uncu maddesinde, “Ulusal Şura Meclisi, Senato tarafından onaylandıktan sonra devlet adamlarından, vergi reformu yapmak, İran eyaletleri ve krallıkları (memalik) haritasında resmî ilişkileri kolaylaştırmak ve buraların hükümetlerini belirlemek amacıyla onayladığı hususların uygulanmasını talep etme hakkına sahiptir” ifadesi yer alıyor.

Bu anayasanın ekinin 90’ıncı maddesi ise “tüm müttefik krallıklardaki (memalik) eyalet meclislerinin kendi iç nizamına göre teşkilatlanmasını” öngörüyor.

Meşrutiyet Devrimi anayasasının 19’uncu maddesinde ‘memalik (müttefik krallık)’ kelimesinden önce İran kelimesinin kullanıldığını görüyoruz, ancak 90’ıncı maddede anayasa, müttefik krallıklardan bahsederken İran kelimesini kullanmıyor. Bu da demek oluyor ki devrimin o dönemine kadar İran kelimesi, resmî ve hukuki bağlamlarda tamamen yer almamış; bazen zikredilirken bazen de zikredilmemiştir.

‘İran’ kelimesi, Meşrutiyet Devrimi anayasasında sadece iki kez, ekinde de beş kez, böylece anayasayla ekinde toplamda yedi kez geçmiştir. İran İslam Cumhuriyeti anayasasında ise 32 kez geçmektedir. Bu, İran’da İran milliyetçiliği söyleminin pekişmesinin ve Pers-dışı söylemin zayıflamasının Pehlevi dönemine (1925-1979) dayandığını gösteriyor.

Resmî boyut kazandırılması

27 Aralık 1934’te İran hükümeti resmî bir açıklama yaparak, yabancı ülkelerden resmî yazışmalarında ‘Persia’, ‘Pers’ ve ‘Perse’ kelimeleri yerine ‘İran’ kelimesini kullanmalarını istedi. Şah Rıza Pehlevi’nin yakın danışmanlarından Said en-Nefisi, bu konuda bir makale de yazdı. Bu talep, Tahran’daki tüm yabancı ülke temsilciliklerine ve büyükelçiliklere bir genelgeyle iletildi. Bu genelge, 21 Mart 1935’te de yürürlüğe girdi.

‘Iranian Diplomacy’ adlı internet sitesinde bu konuda şu ifadelere yer veriyor:

“20’nci yüzyılın başına kadar dünya halkları, ülkemizi resmî adıyla ‘Pers’ ya da ‘Persia’ şeklinde tanıyordu. Ancak Şah Rıza Pehlevi döneminde eski İran’a dönme ve İslam öncesi İran’ı yüceltme tartışması hız kazanınca Said en-Nefisi, Muhammed Ali Furuği ve Seyyid Hasan Takizade gibi İslam öncesi İran dönemini yücelten bir grup aydın, doğrudan Şah’ın desteğiyle Şah Rıza hükümetinde bir araya geldi ve bu yönde bazı adımlar attı. Said Nefisi, ülkenin adının resmî olarak İran şeklinde değiştirilmesini önerdi ve bu öneri, Aralık 1934’te hayata geçirildi. Üzerinden 76 yıl geçmesine rağmen bu karar, halen tartışılmaktadır.

Bu değişikliğe karşı çıkanlar, ‘İran’ın, İranlı olmayanların uzun bir zamandır benimsediği ‘Pers ülkesi’ teriminde saklı olan manayı, kültürü ve medeniyeti aktaramadığını düşünüyor. Bir kesim, Şah Rıza’nın bu kararı, sırf kendi otoriter yönetimini güçlendirmek üzere siyasi nedenlerden ötürü aldığını düşünüyor. Analistlerden oluşan bu kesime göre bu eylemin başlangıç noktası, söz konusu kişileri içeren ve Şah Rıza hükümetinin iktidarında şahsi çıkarlarının peşinde koşan, dönemin bazı kültürel ve siyasi seçkinlerine bakarak değerlendirilmelidir.”

Yeni adlandırmanın sebepleri

Bahsi geçen makalesinde Said Nefisi, önceki isimlerin tarihini tartışır ve şöyle der:

“Avrupalılar nazarında bu İran kelimesi, yalnızca coğrafi bir terimdir. Coğrafya kitaplarında bugün İran’ı, Afganistan’ı ve Belucistan’ı kapsayan geniş ovaya İran Platosu deniyordu. Ülkemiz ise Fransızca ‘Perse’, İngilizce ‘Persia’, Almanca ‘Persien’, İtalyanca ‘Persia’ ve Rusçada ‘Berse’ olarak anılıyordu. Bu dört kelimeye benzer kelimeler, diğer Avrupa ülkelerinde de yaygındı. Bu, MÖ 550 yılında, yani 2 bin 484 yıl önce Ahameniş hükümeti kurulduğu ve Ahameniş Kralı Büyük Kiros’un tüm medeni dünyayı kendi yönetimi altında topladığı zamana dayanır. Nitekim Büyük Kiros’un ataları, daha önce Parsa ya da Parsua denen toprakların krallarıydı.”

Said Nefisi, bu noktada abartıya kaçıyor. Zira Kiros (MÖ 559-529) Enşan’ı, Hegmetane’yi, Part’ı, Cürcan’ı (Gürgan), Lidya’yı ve Babil’i ele geçirdi ve sonunda Massagetler tarafından öldürüldü. Enşan; Ahvaz bölgesinin kuzeyini, Çaharmahal ve Bahtiyari eyaletini ve Fars eyaletinin batısındaki bölgeleri kapsar ve Elam eyaletinin bir ili olarak kabul edilir. Hegmetane, bugünkü Hemedan’dır. Part, İran’ın doğusundaki Horasan bölgesindedir. Cürcan, bugünkü İran’ın kuzeydoğusunda; Lidya, günümüz Türkiye’sinde ve Babil de günümüz Irak’ındadır. Bugünkü İran’ın kuzeyinde yer alan Taberistan, Kiros’un hükmü altında değildi; aslında Taberistan, Ahamenişlerin ve Sasanilerin hükmü altına da girmedi. Tarihçiler, Kiros’un Ermenistan’a ulaştığından da şüpheli. Dolayısıyla medeni dünya, Kiros’un işgal ettiği bu bölgelerden çok daha genişti. Bazı tarihçiler de Kiros isminin, Farsça değil, Elamca bir isim olduğunu düşünüyor.

Said Nefisi, şöyle devam ediyor:

“’İranlı’ kelimesi, Ari ırkın medeniyet dairesine kattığı en eski kelimelerden biridir. Avrupalı bilim adamları, insan medeniyetinin üreticisi olan beyaz ırkın bu koluna Hint-Avrupa, Hint-Cermen, Hint-İran veya Hint-Aryan adını verdiler. Dünyada adlandırıldığı ilk günden itibaren kendisine Ari ismini verdi. Avrupa dillerinde de Ari ırka nispetle bir sıfat olarak ‘Aryan’ kelimesi kullanılır.”

FOTO: Şahname adlı eserde İran, (Afganistan’ın kuzeyini de kapsayacak şekilde) Büyük Horasan’a işaret eder ve Ahvaz’ı, Mâzenderan’ı ve Taberistan’ı içermez (AFP)
Şahname adlı eserde İran, (Afganistan’ın kuzeyini de kapsayacak şekilde) Büyük Horasan’a işaret eder ve Ahvaz’ı, Mâzenderan’ı ve Taberistan’ı içermez (AFP)

Said Nefisi burada, bilimsel açıdan var olmayan Ari ırkından bahsediyor. Bu, elbette onun aklının ürünü değil, Avrupalı oryantalistlerin uydurmasıydı. Bu oryantalistler, 19’uncu ve 20’nci yüzyıllarda Hint-Avrupa dil ailesi ve onun kolları, yani Hint-İran dilleri teorisini benimsemiş ve buna dayanarak sömürgeci amaçları doğrultusunda Ari ırkçılık tezini ileri sürmüşlerdi. Bu tez, sadece Said Nefisi’yi değil, pek çok İranlı entelektüeli, yazarı, tarihçiyi ve siyasetçiyi de etkilemişti.

Daha sonra İkinci Dünya Savaşı sırasında insanlığın başına gelen insani felaketin ardından Ari ırkının bilimsel bir anlayıştan yoksun bir hurafeden ibaret olduğu ortaya çıktı. Said Nefisi; kendisini, Şah Pehlevi hükümetini ve İran’ı, güçlerinin zirvesindeki Almanlara yakınlaştırmak için Hint-Alman ırkına da atıfta bulunuyordu. Şah Rıza Pehlevi ile Hitler Almanya’sı arasındaki yakın ilişkiyi biliyoruz. Bugün yaşadığımız çağda ise ırkçı arka plana sahip ‘Arya’, ‘Aryan’ ve ‘Ari’ gibi terimler, İranlı halkların çoğunun midesini bulandırıyor.

Bazılarına göre ‘Persia’ adı yerine ‘İran’ın tercih edilmesi, Adolf Hitler ve Nazi Almanya’sı yöneticileri tarafından ortaya konan ve Tahran’daki Almanya Büyükelçiliği aracılığıyla Said Nefisi’ye iletilen bir girişimdir.

Nefisi, daha sonra bu ırkın yayılma alanına değiniyor:

“Bir yandan Sind (İndus) Nehri kıyılarını ve diğer yandan Mağrip Denizi kıyılarını, yani tüm Mağrip (Arap Batısı) sakinlerini, Hindistan’ın kuzeybatısını, Afganistan’ı, Türkistan’ı, İran’ı, Mezopotamya’nın bir kısmını, Kafkasya’yı, Rusya’yı, tüm Avrupa’yı, Küçük Asya’yı, Filistin’i, Suriye’yi ve zamanla toprakları haline gelen Kuzey ve Güney Amerika’yı kapsıyor.”

Nefisi, “Atalarımız her zaman Aryan olmakla iftihar ediyordu” diye ekliyor. Bu ifade de doğru değil. Zira ırk, ırkla iftihar etme ve ırkçılık meseleleri, 19’uncu ve 20’nci yüzyılın özellikleridir. Said Nefisi’nin bahsettiği o kadim çağlarda ırkçılık ve bu türden meseleler değil, yalnızca dinî bakış açısı, ülkelerin fethi, yayılma ve imparatorların topraklarının coğrafi alanının genişletilmesi gibi meseleler hâkimdi. Yani aslında Nefisi, kendi milliyetçiliğini bu kavramlara yabancı olan geçmiş zamanlara dayandırıyor. Tarihçilere göre Pers İmparatorluğu, Ahameniş döneminde dahi homojen değildi ve Perslerin yanı sıra sözde ‘Arilerden’ olmayan başka halkları da içeriyordu. Nitekim bu halkların torunlarının çoğu, halen bu topraklarda yaşıyor ve kendilerini iftihar edilecek Ariler olarak görmüyor. Buna Arapları, Türkleri, Taberîleri örnek olarak verebiliriz.

FOTO: Pehlevi ve daha sonraki İslami yönetimin hedefi, ülkenin (İran) (Pers) kimliğini dil (Farsça) kimliğiyle uyuşturmaktı (AFP)
Pehlevi ve daha sonraki İslami yönetimin hedefi, ülkenin (İran) (Pers) kimliğini dil (Farsça) kimliğiyle uyuşturmaktı (AFP)

Said Nefisi, makalesinde şu ifadelere de yer veriyor:

“Ahameniş hanedanı İran’ı tümüyle kendi hükmüne aldığında bu ülkeler grubunun nasıl adlandırıldığı bilinmiyor. Zira Ahameniş kitabelerinde Ahameniş topraklarının farklı eyalet ve bölgelerinin isimleri zikredilmiş, ancak bu ülkelerin genel adı belirtilmemiş. Şurası muhakkak ki o dönemde tüm bu ülkelerin adı ‘Aray’ kelimesinden türetilmiş olsa gerek. Çünkü bu bölgelerin tüm sakinleri, kendilerini Ariler olarak anıyor ve ‘Arya’ kelimesi, bu ülkelerin soylularının isimlerinde de görülüyordu. İran kelimesinin kadim kaydının bulunabileceği dünyanın en eski yazılı belgesi, MÖ 3’üncü yüzyılda yaşamış meşhur Yunan coğrafyacı Eratosthenes’in ifadesidir. Eratosthenes’in kitabı kayıptır, ancak ünlü Yunan coğrafyacı Strabon, bu ifadeyi alıntılayarak ‘Aryana’ şeklinde kaydetti. Bu yüzden diyebiliriz ki bu kelime en az 2 bin 200 yıl önce yaygındı.”

Said Nefisi, Ahameniş bayrağı altındaki ‘krallıklar grubunun’ adını bilmediğinden, çünkü onların bu grubun adını zikretmediklerinden bahsediyor. Ancak değerli cehalet itirafına rağmen kuruyla yaşı karıştırarak bu toprakların adının ‘İran’ olduğunu söylüyor. O, Mart 1935’e kadar ne Ahameniş İmparatorluğu’na bağlı eyaletlerin, bölgelerin ve ülkelerin halkının ne de diğerlerinin bu yeri İran adıyla tanıdıklarını bilmiyor ya da bilmiyormuş gibi yapıyor. Onun 3’üncü yüzyılda, yani Ahamenişlerin çöküşünden bir asır sonra yaşayan ve kitabı kaybolan Yunan Eratosthenes’in çalışmalarında İran adına rastlandığını vurgulaması anlamsızdır. Genel olarak, sadece Ahameniş döneminde değil, aynı zamanda Seleukos, Part ve Sasani dönemlerinde, ardından Gazneliler, Selçuklular, Hârizmşahlar, Moğollar, Atabekler, Safeviler, Afşariler, Zendler ve Kaçarlar gibi İslamiyet’ten sonra hüküm yürüten hanedanlar döneminde de bu topraklar; ‘İran’, ‘Arya’ veya ‘Aray’ adıyla değil, bugün İran olarak adlandırılan yerde hüküm süren bu hanedanların adıyla, Yunanistan’da ve Avrupa’da ‘Persia’ ve bundan türetilen isimlerle ve İslam dünyasında da ‘Pers ülkesi’ adıyla anılıyordu.

Makalenin bir başka yerinde Nefisi, şöyle diyor:

“Ülkemizin en eski adı, ‘İran’ kelimesinin ta kendisidir. Bu da demek oluyor ki bu isim, başlangıçta ırk adı olan ‘İriya’ idi, daha sonra ülkenin adını ‘Ebriyan’ şeklinde değiştirdiler. Zamanla ‘Ebriyan, ‘Eyran’ oldu. Sasaniler zamanında da ‘İyran’ halini aldı. ‘İran’ dedikleri de oluyordu.”

Oryantalistlerin icadı

Daha önce İran kelimesinden ve bu kelimenin Sasani dönemindeki dinî anlamından bahsetmiştim. Said Nefisi, bu noktada bir kez daha ‘İriya’ ırkı dediği şeye işaret ediyor. Bu, Avrupalı oryantalistlerin milliyetçiliğe ve ırkçılığa dayalı zihniyetinin bir uydurmasıdır ve bilimsel hiçbir geçerliliği yoktur. Gerçekte bu isimde bir ırk yok. Çağımızda ırk taksimi; siyah ırk, beyaz ırk ve sarı ırk taksiminde olduğu gibi başka herhangi bir şeyi değil, insanın yalnızca dış ve fiziksel özelliklerini dikkate alır. Hatta bazı bilim adamları bunun da ötesine geçerek, insanlar arasında zihinsel ve entelektüel farklılıkların varlığını reddederek, insan türünden bahsetmekle yetindiler. Irkçılık kavramı çağımızda etnik olmaktan ziyade kültürel bir hal aldı. Bu yüzden İran’daki Araplara veya Türklere yönelik ırkçılıktan bahsettiğimizde, aslında Araplar veya Türkler adında bir ırkın varlığını değil, onlara yönelik ırkçılığı kastediyoruz.

Said Nefisi, Firdevsî’ye ait Şehnâme’de geçen ‘İran’, ‘İran-şehr’ ve ‘İran-zemin’ kelimelerine dikkat çekiyor. Bu doğru. Ancak Firdevsî’nin bu kelimeleri kullanırken aklından geçen düşünce, Nefisi’nin düşüncesinden çok farklı. Zira Firdevsî’nin İran’ı, (Afganistan’ın kuzeyini de kapsayacak şekilde) Büyük Horasan’dır ve Ahvaz’ı, Mâzenderan’ı, Taberistan’ı ve bugünkü İran’ın diğer bazı bölgelerini içermez. Gazneliler dönemindeki şairler, ‘İran’ ve ‘İran-şehr’ kelimelerini siyasi, idari veya bu türden başka bir manada değil, sadece edebi ve coğrafi anlamlarda kullanmıştır.

FOTO: Bu toprakların ve kültürün sistematik olarak Persleştirilmesi, bazı yönlerden eski adı olan ‘Persia’ya ya da ‘Pers ülkesine’ daha uygundu (AFP)
Bu toprakların ve kültürün sistematik olarak Persleştirilmesi, bazı yönlerden eski adı olan ‘Persia’ya ya da ‘Pers ülkesine’ daha uygundu (AFP)

Nefisi, makalesini şu ifadelerle bitiriyor:

“Sasani döneminin ve İranlı edebiyatçıların eski terminolojisini de geri getirmemiz ve İran Krallığını (sözlü ve yazılı olarak) ‘İran-şehr’ adıyla anmamız doğru olur. Çünkü Sasanilerin şanını ve ihtişamını canlandırmanın yanı sıra, Sasanilerin önde gelen iki hükümdarı Erdeşîr-i Bâbekân ile Enûşirvân’ın yurtlarını da onların verdiği isimle anmış oluruz. Biz, birleşik iki kelime yerine, basit bir kelime kullandık.”

Nefisi’nin bu sözleri, romantik bir şekilde tasvir edilen kadim tarihe ya da Rıza Pehlevi ve onun Said Nefisi, Muhammed Ali Furuği ve Hasan Takizade gibi siyasetçi ve yazar arkadaşları için Ari bir karakter ve ırkçı bir anlam taşıyan isme dönüş anlamına geldiği gibi, uydurma Ari ırka mensup olmayan diğer halklar aleyhine olarak İran’daki halklardan yalnızca biri için tarihî bir ayrıcalık anlamına da geliyor ki bu, söz konusu halklar için rahatsız edici ve aşağılayıcı bir durum.

‘Pers ülkesi’ ve ‘İran’ isimlerine baktığımızda her ikisinin de içlerindeki çeşitli ve çoğulcu kimlikleri ifade etmediğini görürüz. ‘Persia’ veya ‘Pers ülkesi’, sadece tek bir halkın, yani dünyanın bu bölgesine yerleşen birçok ulusal bileşenden yalnızca biri olan Pers halkının varlığına işaret eder. ‘İran’ da yukarıda bahsettiğimiz gibi ırkçı bir anlayıştan türemiştir ve hayalî de olsa özel bir ırka hastır. Dolayısıyla diğerlerini kapsamadığı için bu bölgenin tüm sakinlerine işaret etmez. Ya da en azından Türkler ve Araplar, bu ırkın bir parçası sayılamaz.

Öyleyse, çözüm nedir? Farklı dilleri ve milletleri içeren bu haritaya ne ad verelim?

Aslında Şah Rıza Pehlevi zamanına kadar bu toprakların ve haritanın resmî bir adı yoktu. Daha önce de belirttiğimiz gibi ülke dışında Avrupalılar tarafından ‘Persia’ (ve türevleri) ve Araplarla Müslümanlar tarafından da ‘Pers ülkesi’ şeklinde; ülke içinde ise Ahameniş, Part, Seleukos, Sasani, Gazneli, Selçuklu, Safevi ve Kaçar hanedanları gibi hükümdar ailelerin adıyla anılıyordu. Şimdi ise bu topraklarda yaşayan tüm ulusal bileşenlerin buranın siyasi sisteminin türüne ve içeriğine karar vermesi, hatta devletin adı, sembolleri ve simgeleri ile ilgili görüşlerini ifade etmesi gerekir. İran ismi kabul edilirse aynı isim gelecekte de varlığını sürdürülebilir; elbette söz ve eylem düzeyinde ırkçı herhangi bir çağrışımı ortadan kaldırılarak. Kabul edilmezse de UK ya da United Kingdom resmî adını taşıyan Birleşik Krallık halklarının devleti gibi, egemen halkın ırkçı geleneklerinden uzak olarak, ülkenin geçmişine ve bugününe uygun bir isim seçilebilir. Mesela ‘Müttefik Krallıklar’ veya ‘Birleşik Krallıklar Cumhuriyeti’ ya da günümüz İran haritasında yer alan halkların çoğunluğunun hemfikir olduğu başka bir isim olabilir.

Kaçar döneminin sonunda bir ‘İranlı’ olmanız İran topraklarının bir parçası olarak kabul edildiğiniz anlamına geliyorduysa, Rıza Pehlevi döneminde bir ‘İranlı’ olmanız da Pers olduğunuz anlamına geliyordu. Burada Rıza Pehlevi hükümetinin ‘Pers ülkesi’ yerine ‘İran’ kelimesini yerleştirme konusundaki ısrarı, ironiktir. Çünkü bu toprakların ve kültürün sistematik olarak Persleştirilmesi, bazı yönlerden eski ‘Persia’ veya ‘Pers ülkesi’ adıyla daha uyumluydu. Onların Arapça, Türkçe, Kürtçe, Beluçça vb. isimleri değiştirmekteki hedefleri, İran’ın yalnızca ‘Pers’ kimliğini vurgulamaktı. Buna Şah Rıza’nın Pers olmayan bölgelerin yöneticilerine yönelik askerî hamlesi de eşlik etmişti.

1923 yılında Arabistan’ın adı Huzistan, 1925 yılında (İran’ın kuzeyindeki) Enzeli’nin adı Pehlevi ve 1926 yılında da (İran’ın kuzeybatısındaki) Urmiye’nin adı Rızaiye olarak değiştirildi. Gariptir ki 1979 İslam Devrimi’nden sonra bile bu iki şehir ve diğer şehirler, eski isimlerini geri aldı, ancak ne Huzistan, Arabistan oldu ne de Hürremşehr, Abadan, Şadgan, Susengerd ve Mahşehr, eski adlarıyla Muhammara, İbadan, el-Felahiye ve Ma’şur oldu.

Diyebiliriz ki Pehlevi iktidarının ve sonrasında İslam Cumhuriyeti’nin hedefi, İran ülkesinin Pers kimliğini dil (Farsça) kimliğiyle uyuşturmaktı. Bu, 19’uncu yüzyılda ortaya çıkan ulus-devletlerin özelliklerinden biridir: Egemen milliyetin dilsel ve kültürel sınırlarını çok uluslu devletin siyasi sınırlarıyla zorla uyuşturmak. Ancak bu politika sonunda başarısız oldu. Nitekim 20’nci yüzyılda Avrupa ve Amerika ülkeleri bu yaklaşımı terk ederek İspanya, Belçika, Büyük Britanya, Kanada, Almanya, ABD ve İsveç gibi, ademimerkeziyetçiliğe ve etnik azınlıklara hak tanınmasına dayalı ulus devletler inşa edildi. Hatta İsveç ve Çekoslovakya gibi ülkeler, Norveç ve Slovakya halklarının barışçıl bir şekilde ayrılmalarına izin verdi. Hindistan’da da ülkenin İngiliz sömürgeciliğinden bağımsızlaştığı andan itibaren ulus-devlet yerine ‘çok uluslu-devlet’ temelinde bir devlet kuruldu ki bu, Hindistan’daki ulusal çeşitliliğin ve milletlerin haklarının tanındığı anlamına geliyor.

*Bu makale Şarku’l Avsat tarafından Independent Arabia’dan çevrilmiştir.



ABD ulusal güvenlik stratejisi ve arzulanan Avrupa ‘mucizesi’

ABD Başkanı Donald Trump, görme engelli İtalyan opera sanatçısı Andrea Bocelli'nin Beyaz Saray'da verdiği konser öncesinde konuşuyor. (AP)
ABD Başkanı Donald Trump, görme engelli İtalyan opera sanatçısı Andrea Bocelli'nin Beyaz Saray'da verdiği konser öncesinde konuşuyor. (AP)
TT

ABD ulusal güvenlik stratejisi ve arzulanan Avrupa ‘mucizesi’

ABD Başkanı Donald Trump, görme engelli İtalyan opera sanatçısı Andrea Bocelli'nin Beyaz Saray'da verdiği konser öncesinde konuşuyor. (AP)
ABD Başkanı Donald Trump, görme engelli İtalyan opera sanatçısı Andrea Bocelli'nin Beyaz Saray'da verdiği konser öncesinde konuşuyor. (AP)

Antoine el-Hac

ABD Başkanı Donald Trump yönetiminin ulusal güvenlik stratejisinin içeriği, Avrupa’daki müttefikleri zayıf gösteren ve Washington’un batı yarımküredeki hâkimiyetini yeniden tesis etmeyi amaçlayan yaklaşım nedeniyle sürpriz olmadı.

5 Aralık 2025 Cuma günü Beyaz Saray tarafından yayımlanan belge, Avrupa'nın geleneksel müttefikleri arasında rahatsızlık yaratacak nitelikte. Strateji, ‘eski kıta’ liderlerinin göç ve ifade özgürlüğü politikalarını sert ifadelerle eleştiriyor, Avrupa'nın ‘medeni varlığının silinme ihtimaliyle karşı karşıya olduğunu’ öne sürüyor ve uzun vadede ABD için güvenilir ortak olup olmadıkları konusunda kuşku yaratıyor.

Belgede, soğuk ve çatışmacı bir üslup eşliğinde, Trump’ın ‘Önce Amerika’ doktrinine yeniden vurgu yapılıyor. Bu yaklaşım, pratikte dış müdahalelerden uzak durmayı, onlarca yıllık stratejik ortaklıkların yeniden değerlendirilmesini ve Amerikan çıkarlarının her şeyin üzerinde tutulmasını ifade ediyor.

Kanunen her yönetim tarafından yayımlanması gereken bu belge, Trump’ın 20 Ocak 2025’te iktidara dönüşünden sonra hazırlanan ilk ulusal güvenlik stratejisi olma özelliğini taşıyor. Metin, Demokrat Başkan Joe Biden döneminin yaklaşımıyla belirgin bir kopuşa işaret ediyor. Biden yönetimi, Trump’ın ilk döneminde zedelenen ittifakları güçlendirmeye ve petrol ile doğal gaz ihracatı sayesinde ekonomik olarak güçlenen Rusya’yı frenlemeye odaklanmıştı.

Azalan rol

Trump, yeniden Beyaz Saray’a dönmesinden bu yana, yaklaşık dört yıldır süren Rusya-Ukrayna savaşına aracılık ederek son vermeye çalışıyor. Strateji belgesi, bu hedefin Washington açısından hayati çıkarlar kapsamında değerlendirildiğini belirtiyor. ABD’nin, yıllar süren gerginliğin ardından Rusya’yı uluslararası alanda dışlanmış bir aktör olarak görmekten vazgeçmeyi ve Moskova ile ilişkileri iyileştirmeyi hedeflediği ifade ediliyor. Bu nedenle savaşın sona erdirilmesi, ‘Rusya ile stratejik istikrarın yeniden tesisi’ için temel bir Amerikan çıkarı olarak tanımlanıyor.

Ukrayna'nın başkenti Kiev'e düzenlenen Rus hava saldırısının ardından çıkan yangınla mücadele eden bir itfaiyeci (AFP)Ukrayna'nın başkenti Kiev'e düzenlenen Rus hava saldırısının ardından çıkan yangınla mücadele eden bir itfaiyeci (AFP)

Belge, bu yılın sonuna yaklaşırken Avrupa’nın, Trump’ın Rusya-Ukrayna savaşının yükünden kurtulma konusundaki ısrarının sert sonuçlarıyla karşı karşıya kaldığını belirtiyor. Avrupa ülkeleri, iç ekonomik zorlukların yanı sıra Washington’ın tanımladığı şekliyle bir ‘medeniyet’ krizine de sürüklenmiş durumda.

Aslında Avrupa’nın ABD’nin stratejik önceliklerinde geri planda kalması şaşırtıcı değil. Tarihsel olarak, Amerikan büyük stratejisi uzun süre Avrupa merkezli olmuştu; ancak 2000’li yılların başından itibaren kıtada tek bir gücün hâkimiyet kurma ihtimalinin zayıflaması, yeni jeopolitik güç merkezlerinin ve jeoekonomik rekabetlerin ortaya çıkmasıyla Washington’ın odağı başka bölgelere kaydı. Bu değişim, ABD’nin dünya sahnesindeki ağırlık merkezini yeniden düzenlemesine yol açtı. Başkan George W. Bush Ortadoğu’ya yoğunlaşırken, ardından gelen başkanlar -tam anlamıyla uygulayamamış olsalar da- ‘Asya’ya dönüş’ stratejisini öne çıkardı. Trump döneminde ise Asya’ya ek olarak Latin Amerika da öncelikler listesine girdi. Trump’ın Panama hakkında söyledikleri, Venezuela konusunda attığı adımlar ve daha sınırlı ölçüde Kolombiya’ya yönelik politikaları bunun göstergesi olarak değerlendiriliyor.

Farklı bir Amerikan kuşağı

ABD’deki demografik değişimler, Soğuk Savaş kuşağının (NATO’ya ve Avrupa ile tarihsel-kültürel bağlara doğal bir yakınlık duyan neslin) yavaş yavaş sahneden çekildiğini ortaya koyuyor. Yerlerini, etnik açıdan daha çeşitli, daha genç ve ABD’nin küresel rolünü yeniden sorgulayan bir nesil alıyor. Trump’ın NATO ve Avrupa Birliği’ne (AB) yönelik temkinli ve çoğu zaman kuşkulu tutumu, ikinci döneminde Avrupa’yı öncelik sıralamasında aşağıya çekmesi beklenen bir gelişme olarak görülüyor. Washington’ın bakışına göre 1949’da Sovyetler Birliği’ni durdurmak için kurulan NATO’nun bugünkü rolü, Avrupa’nın ‘bağımlı’ güvenlik yaklaşımıyla birlikte tartışmalı hâle gelmiş durumda. Bu nedenle Trump yönetimi, Avrupa’yı korumaya para harcamak yerine Moskova ile Avrupa ve diğer bölgeler konusunda bir uzlaşıya varmayı daha rasyonel bir seçenek olarak görüyor.

Belçika'nın başkenti Brüksel'de Avrupa Komisyonu'na ev sahipliği yapan Berlaymont binası (AFP)Belçika'nın başkenti Brüksel'de Avrupa Komisyonu'na ev sahipliği yapan Berlaymont binası (AFP)

Bu yaklaşım, Soğuk Savaş sonrası dönemde Washington’da görev yapan bütün başkanların Avrupa’ya tanıdığı merkezi konumla açık bir tezat oluşturuyor. O yıllarda Avrupa, Amerikan malları ve hizmetleri için başlıca pazar konumundaydı. Ayrıca Avrupa’daki müttefikler, ABD’nin dünya genelindeki nüfuzunu artıran önemli bir güç çarpanı olarak görülüyordu. Buna karşılık Rusya hem Avrupa’nın güvenliği hem de ABD’nin liderliği altındaki küresel düzen için tehdit teşkil ediyordu. Moskova’nın, Pasifik bölgesi de dahil olmak üzere kendi çıkarlarını güçlendirmeye yönelik hamleleri ve birçok konuda Çin’le aynı hizaya gelmesi, bu değerlendirmeyi daha da pekiştiriyordu.

Ağır zorluklar

ABD’nin ulusal güvenlik stratejisi belgesinde, “Avrupa’daki ekonomik durgunluk, karşı karşıya olduğu gerçek ve daha sert bir medeniyet erozyonu ihtimali kadar önemli değildir” ifadesi yer aldı.

Washington’a göre Avrupa, uyguladığı göç politikaları, düşen doğum oranları, ‘ifade özgürlüğünün bastırılması ve siyasi muhalefetin kısıtlanması’, ayrıca ‘ulusal kimliklerin ve öz güvenin yitirilmesi’ nedeniyle zayıflıyor.

Belge şöyle devam ediyor: “Eğer mevcut eğilimler devam ederse, kıta 20 yıl içinde -hatta daha da kısa sürede- tamamen farklı bir yer haline gelecek. Bu nedenle bazı Avrupa devletlerinin güçlü ekonomilere ve ordulara sahip olup olmayacağı, dolayısıyla güvenilir müttefikler olarak kalıp kalamayacakları hiç de kesin değil. Avrupa’nın Avrupalı kalmasını ve kendi medeniyetine yeniden güven duymasını istiyoruz.”

Bu tablo doğru kabul edilirse, Avrupa’nın, ABD’nin Rusya-Ukrayna savaşından muhtemel çekilmesinin sonuçlarını dengelemek veya yumuşatmak zorunda kalacağı sonucu ortaya çıkıyor. Zira kıta, Kiev’in savaşı sürdürmesini sağlayacak ya da Rus askeri gücüne karşı koyacak kapasiteden yoksun. Pek çok Avrupa ülkesinde askeri harcamaların artırılmasının da anlamlı bir denge yaratması beklenmiyor; aksine, Almanya’nın 2,55 trilyon euroya (GSYİH’nin yüzde 62,4’ü) ve Fransa’nın 3,416 trilyon euroya (GSYİH’nin yüzde 115,8’i) ulaşan kamu borçları dikkate alındığında, kırılgan ekonomilerin daha da zorlanmasına yol açabilir.

Hiç kuşkusuz AB’nin, Washington ile Moskova arasında Ukrayna’daki savaşı sonlandırmaya yönelik süren müzakerelerde masada yer alma hakkı bulunuyor. Zira savaş Avrupa topraklarında yaşanıyor ve ‘ev sahiplerinin’ olup bitenle doğrudan ilgisi var.

İletişim, izolasyondan daha faydalı

Söz konusu Avrupa talebi, ancak Brüksel ile Moskova arasında iletişim kanallarının kurulmasıyla hayata geçirilebilir. Aksi halde Avrupa, Ukrayna savaşının nasıl ve hangi şartlarda sona ereceğine ilişkin kararlarda söz sahibi olamaz; savaşın Avrupa güvenliğine etkilerini şekillendirme imkânı da kalmaz. Bu gerçekleşmediği takdirde Avrupa ülkeleri, Washington ve Moskova’nın -ve daha sınırlı ölçüde Kiev’in- aldığı kararları yalnızca izleyen ve gelişmelere tepki vermekle yetinen bir konuma sürüklenebilir.

Fransa'nın kuzeydoğusundaki Soissons kasabası yakınlarındaki açık alanda, Fransa ve Belçika'nın ortak askeri tatbikatına katılan piyadeler (AFP)Fransa'nın kuzeydoğusundaki Soissons kasabası yakınlarındaki açık alanda, Fransa ve Belçika'nın ortak askeri tatbikatına katılan piyadeler (AFP)

Avrupa, mevcut sıkıntılara rağmen hâlâ büyük, zengin ve teknolojik olarak gelişmiş bir güç. Ancak Moskova’yı ciddi müzakerelere ikna edebilecek güçlü bir yeniden silahlanma programına gerçekten ihtiyaç duyuyor.

İkna için ikinci unsur ise AB’nin Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinden sonra aşamalı olarak uyguladığı yaptırımlar çerçevesinde dondurulan ya da el konulan Rus varlıkları konusundaki çıkmazın aşılması. Moskova, Avrupa’daki değeri yaklaşık 210 milyar dolar olarak tahmin edilen bu varlıkların çözümü için bir formül arıyor. Buna karşın, Avrupa’da bu varlıkların Ukrayna’ya destek amacıyla kullanılmasını savunan görüş, savaşın ömrünü uzatacak ve kıtayı gereksiz bir Rusya karşıtlığı konumuna sürükleyecek bir yaklaşım olarak değerlendiriliyor.

Kimilerine göre Kremlin yalnızca ‘güç dilinden’, Beyaz Saray ise yalnızca ‘iş dilinden’ anlıyor; bu nedenle Avrupa her iki dili de öğrenmek zorunda. Fakat buna itiraz edenler, Washington’a dair değerlendirmenin doğru olduğunu, Kremlin’e yönelik değerlendirmenin ise yanıltıcı olduğunu savunuyor.

Gerçekte ise bu denklemin tamamının gerekli olmayabileceği ifade ediliyor. Avrupa’nın iki dili birden öğrenmekten ziyade, tarihi bilen ve geleceğe dair net vizyonlar ortaya koyacak gerçek liderler yetiştirmesi gerektiği vurgulanıyor. Ancak bu şekilde ‘medeniyet erozyonu’ ve ‘kimliklerin silinmesi’ gibi kaygıların önüne geçilebileceği ileri sürülüyor. Peki, bu ‘mucize’ mümkün mü? Bu soru, Avrupa’nın karşı karşıya olduğu stratejik belirsizliğin merkezinde yer alıyor.


Trump'ın yeni stratejisi: ABD'nin dünyadaki öncelikleri nedir?

Trump'ın yeni stratejisi: ABD'nin dünyadaki öncelikleri nedir?
TT

Trump'ın yeni stratejisi: ABD'nin dünyadaki öncelikleri nedir?

Trump'ın yeni stratejisi: ABD'nin dünyadaki öncelikleri nedir?

ABD Başkanı Donald Trump yönetimi, dün Washington'un küresel rolüne ilişkin bakış açısında derin dönüşümü yansıtan, uzun zamandır beklenen yeni bir stratejiyi duyurdu. Soğuk Savaş'ın sona ermesinden bu yana hakim olan ve “tek süper güç” konumunu korumaya dayanan geleneksel model yerine belge, ABD'nin odağının, yönetimin doğrudan çıkarlarıyla daha yakından bağlantılı gördüğü bölgelere, özellikle de Latin Amerika bölgesine ve göç meselesine kayacağını ortaya koyuyor.

Ulusal Güvenlik Strateji belgesi, Trump'ın, daha önceki yönetimlerinkinden kökten farklı, “Önce ABD” sloganına dayanan, uluslararası sistemin artık dünyanın her bölgesinde geniş bir Amerikan katılımı politikasına izin vermediği inancını temel alan bir vizyon benimsediğini gösteriyor. Belge, Çin'i göz ardı etmeyip, en büyük rakip olarak görse de son dönemdeki Amerikan stratejilerine hâkim olan geleneksel “Asya'ya odaklanma” yaklaşımından uzaklaşıyor.

Trump, belgenin girişinde, “Yaptığımız her şeyde ABD'yi ön planda tutuyoruz” ifadesini kullandı. Belge, bu stratejinin uluslararası ilişkiler ve ittifakların kökten yeniden değerlendirilmesini gerektirdiğini de belirtiyor. Amaç artık geniş kapsamlı bir liberal dünya düzenini desteklemek değil, dış yükleri azaltıp “doğrudan gelir” alanlarına yoğunlaşarak Amerikan gücünü korumak. Belge ayrıca, “kitlesel göç çağının sona ermesi gerektiğini” ve ABD sınırlarına doğru göçü engellemek için Avrupa ve Latin Amerika içinde adımlar atacağını da vurguluyor.

Geleneksel Amerikan söyleminden açık bir şekilde kopan strateji, “ABD'nin meşum küresel egemenlik ilkesini sürdürmeyi reddettiğini” vurguluyor. Bu açıklama, son Amerikan belgelerinde eşi benzeri görülmemiş bir şey, zira küresel hegemonyayı sürdürmenin maliyetlerinin fahiş ve sürdürülemez hale geldiğini dolaylı olarak itiraf ediyor.

Strateji, Washington'un başta Çin ve Rusya olmak üzere büyük güçlerin aşırı nüfuz kazanmasını önlemek için çalışacağını ifade ediyor, ancak bunun “dünyanın tüm büyük ve orta güçlerinin nüfuzunu sınırlamak için kan dökeceği ve servet harcayacağı anlamına gelmediğini” vurguluyor.

Strateji, Latin Amerika'yı Amerikan gündeminin en üst sıralarına taşıyor. Bu, belgedeki en önemli bölgesel dönüşüm

Belge, son on yıllardaki en önemli askeri dönüşümlerden birini içeriyor ve kaynakları Batı Yarımküre'ye yönlendirirken, “acil tehditlerle başa çıkmak için küresel askeri duruşumuzu revize etme” sözü veriyor. Bu, Ortadoğu gibi bir zamanlar hayati önem taşıyan bölgelere olan Amerikan ilgisinin fiilen azalması anlamına geliyor.

Stratejik belgenin temel küresel meseleler hakkındaki duruşu şöyle:

ABD Başkanı Donald Trump, Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenskiy ve aralarında Almanya Başbakanı Friedrich Merz'in de bulunduğu Avrupalı ​​liderler, 18 Ağustos 2025'te Washington'daki Beyaz Saray'da (Reuters) ABD Başkanı Donald Trump, Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenskiy ve aralarında Almanya Başbakanı Friedrich Merz'in de bulunduğu Avrupalı ​​liderler, 18 Ağustos 2025'te Washington'daki Beyaz Saray'da (Reuters)

Avrupa: Müttefik bir bölge, ancak eşi görülmemiş eleştirilerin konusu

Belge, Avrupa'ya yönelik sert bir dil kullanıyor; bu dil, önceki ABD ulusal güvenlik belgelerinde nadiren kullanılmıştır. Avrupa'nın göç nedeniyle “kültürel erozyon” ile karşı karşıya olduğunu iddia ediyor ki bu söylem, Avrupa aşırı sağının söylemine çok benziyor. Belge, bazı Avrupa ülkelerinin on yıllar içinde “Avrupalı ​​olmayan çoğunluk” haline gelebileceğine ve bunun kıtanın demografik ve siyasi doğasını değiştirebileceğine işaret ediyor.

Belge, “Avrupa ülkeleri içinde Avrupa'nın mevcut gidişatına karşı direniş geliştirilmesi” çağrısında bulunuyor; bu ifade, milliyetçi ve sağcı partilerin lehine Avrupa'daki iç siyasi tartışmalara doğrudan müdahaleyi yansıtıyor. Avrupa'da aşırı sağ söylemlere getirilen kısıtlamalara atıfta bulunarak, “ifade özgürlüğünün baskı altına alınmasını” eleştiriyor. NATO’nun genişlemesine karşı çıkışını yineliyor ve bu da Rusya ile savaş halindeki Ukrayna'nın ittifaka katılma umutlarını suya düşürüyor.

Strateji, Çin, Hindistan ve gelişmekte olan ekonomilerin yükselişi nedeniyle Avrupa'nın küresel ekonomideki payının azalmasının “daha karanlık bir olasılığın, Avrupa medeniyetinin aşınmasının” habercisi olduğunu savunuyor. Güçlü tepkiler içeren bir duruş ile Almanya, “dışarıdan tavsiyeye ihtiyacı olmadığını” belirtti.

Latin Amerika: Trump Doktrini’ndeki yeni ağırlık merkezi

Strateji, Latin Amerika'yı Amerikan gündeminin en üst sıralarına taşıyor. Bu, belgedeki en önemli bölgesel dönüşüm, çünkü Monroe Doktrini'ni “Trumpçı” bir yorumla yeniden canlandırmaya yönelik yeni bir vizyon sunuyor. Bölgedeki rejimlerin istikrarını sağlayarak göç dalgalarını önlemeyi amaçlayan ve belgede “Trump Doktrini” olarak adlandırılan bir öneriye yer veriliyor. Şarku'l Avsat'ın al Majalla'dan aktardığı analize göre başta Çin olmak üzere bölge dışı güçlerin asker konuşlandırmasının veya kritik altyapıları kontrol etmesinin engellenmesi gerektiği vurgulanıyor.

Belge, ABD'nin Ortadoğu'daki müdahalelerinin azaltılması çağrısında bulunuyor ve bunu, Washington'un Körfez petrolüne olan bağımlılığının azalması ve bunun bölgenin ABD ulusal güvenlik hesaplarındaki önemini azaltmasıyla gerekçelendiriyor

Belgede, denizdeki uyuşturucu kaçakçılığı şebekelerinin hedef alınması, sol görüşlü liderlere müdahale edilmesi ve Panama Kanalı gibi hayati önemdeki kaynakların kontrol altına alınması gibi önlemler ayrıntılı olarak ele alınıyor.

ABD Başkanı Donald Trump ve Arjantin Devlet Başkanı Javier Milei, 14 Ekim 2025'te başkent Washington'daki Beyaz Saray'da (AFP) ABD Başkanı Donald Trump ve Arjantin Devlet Başkanı Javier Milei, 14 Ekim 2025'te başkent Washington'daki Beyaz Saray'da (AFP)

1823'te açıklanan Monroe Doktrini'nin bu yeniden canlandırılması, Washington'un son yıllarda uzak durduğu “arka bahçe” politikasına geri döndüğünü gösteriyor; tek fark, yeni versiyonun daha açık ve daha az diplomatik olması.

Asya: Askeri tehditten önce ekonomik bir rakip olarak Çin

Asya'nın stratejik önemine rağmen, belge önceki belgelerden farklı bir yaklaşım sunuyor. Çin'i askeri bir tehditten önce birinci ekonomik rakip olarak görüyor. Tedarik zincirleri ve teknoloji de dahil olmak üzere Çin ile ekonomik ilişkilerin yeniden dengelenmesi gerektiğini vurguluyor. Tayvan'daki “statükoyu” korurken, Japonya ve Güney Kore'den adayı korumaya yönelik savunma katkılarını artırmalarını talep ediyor.

Trump ABD’si, Hindistan ile ilişkileri derinleştirmeye ve Hint-Pasifik güvenliğinde öncü bir rol oynamasını teşvik etmeye açık olduğunu da ifade ediyor.

Bu değişim, Trump'ın dünya görüşünün temel bir özelliği olan ekonomik rekabeti genişletme lehine doğrudan askeri odaklanmayı azaltma politikasına işaret ediyor.

Ortadoğu ve Afrika: ABD'nin rolünün azaltılması ve önceliklerin belirlenmesi

Belge, ABD'nin Ortadoğu'daki müdahalelerinin azaltılması çağrısında bulunuyor ve bunu, Washington'un Körfez petrolüne olan bağımlılığının azalması ve bunun bölgenin ABD ulusal güvenlik hesaplarındaki önemini azaltmasıyla gerekçelendiriyor.

Belge, ABD ve İsrail saldırılarıyla “İran'ın zayıflatıldığına” işaret ediyor, İsrail'in, “güvende” olması gerektiğini vurguluyor ama Trump yönetiminin daha önce kullandığı sert söylemlerden uzak duruyor.

Belge, Suriye ve Irak gibi geleneksel çatışmalardan çok bahsetmiyor. Ayrıca, Afrika'da “yardım yaklaşımından” uzaklaşılarak, hayati önem taşıyan maden ve minerallere odaklanılması çağrısında bulunuyor.

*Bu analiz Şarku’l Avsat tarfından Londra merkezli al Majalla dergisinden çevrilmiştir.


İrlanda'daki anne ve bebek tesisinde mezarlık bulundu: "796 ceset olabilir"

İrlanda'nın Tuam bölgesindeki bir anne ve bebek evinde yaklaşık 800 çocuğun öldüğünü keşfeden Catherine Corless tarafından yapılan bir maket (AP)
İrlanda'nın Tuam bölgesindeki bir anne ve bebek evinde yaklaşık 800 çocuğun öldüğünü keşfeden Catherine Corless tarafından yapılan bir maket (AP)
TT

İrlanda'daki anne ve bebek tesisinde mezarlık bulundu: "796 ceset olabilir"

İrlanda'nın Tuam bölgesindeki bir anne ve bebek evinde yaklaşık 800 çocuğun öldüğünü keşfeden Catherine Corless tarafından yapılan bir maket (AP)
İrlanda'nın Tuam bölgesindeki bir anne ve bebek evinde yaklaşık 800 çocuğun öldüğünü keşfeden Catherine Corless tarafından yapılan bir maket (AP)

Maira Butt 

Geçmişte İrlanda'nın Galway Kontluğu'nun Tuam bölgesinde bekar anneler ve çocuklarının kullanımına ayrılmış bir kuruluşta, bir mezara dair kanıtlar bulundu.

Anne ve bebek evi, yerel tarihçi Catherine Corless'in başını çektiği araştırmanın, 796 bebek ve küçük çocuğun defin kaydı olmadan orada öldüğünü ortaya koymasının ardından, 2014'te uluslararası kamuoyunun dikkatini çekmişti.

Temmuzda tesisteki çalışmalarına başlamasından bu yana dördüncü güncellemesini yapan Tuam Yetkili Müdahale Direktörlüğü (Office of the Director of Authorised Intervention, Tuam/ODAIT), "Bu bölgedeki mezarların varlığı artık doğrulandı" diye yazdı.

1925'ten 1961'e kadar faaliyet gösteren tesisin kenarında "çocuk veya bebek büyüklüğünde mezarlar" bulunduğu yeni güncellemede belirtildi:

Mezarların yerleşimi ve büyüklüğü, tesisin bu bölümünde anne ve bebek kurumunun faaliyet gösterdiği zamandan kalma bir mezarlık bulunduğuna dair tutarlı bir kanıt.

İlk değerlendirmelere göre kazıda 4 grup bebek kalıntısı bulundu ve bunlar hepsi geçen ay keşfedilen tabutlara gömülmüş 7 grup insan kalıntısına eklendi. Adli analiz çalışmaları sürdürülüyor.

ODAIT'in aktardığına göre, tarihi belgeler bir mezarlık olasılığını işaret etse de bunun varlığına dair ilk işaretler zemin veya yüzey seviyesinde görünmüyordu.

2017'de yürütülen resmi bir soruşturmada, tesisin başka bir yerine sadece 100 metre mesafedeki yeraltı odalarında "önemli miktarlarda" insan kalıntısı bulunmuştu.

ODAIT Direktörü Daniel MacSweeney, cesetlerin kimlere ait olduğunun belirlenmesi için en az 160 kişinin DNA örnekleri vermeyi teklif ettiğini RTÉ'ye söyledi:

Deneyimlerimden biliyorum ki bazen kalıntıların keşfi, insanların öne çıkması için bir katalizör görevi görebilir.

Görsel kaldırıldı.Pembe dikdörtgenle çevrilen alan, kazı çalışmalarında mezarlara dair kanıtların bulunduğu çadırı gösteriyor (ODAIT)

2021'de İrlanda lideri Micheal Martin, ülke genelindeki anne ve bebek evlerine yerleştirilen kadın ve çocuklara gösterilen muameleden dolayı devlet adına özür dilemişti.

Bu özür, evlilikdışı hamile kalan anneleri barındıran 18 anne ve bebek evinde 9 binden fazla çocuğun öldüğü sonucuna varılan bir soruşturmanın nihai raporunun ardından gelmişti.

İrlanda parlamentosunda "Orada olmamalıydılar" demişti:

Devlet sizi, bu evlerdeki anneleri ve çocukları hayal kırıklığına uğrattı.

Bu evlerdeki tüm çocukların yüzde 15'inin hastalık ve mide gribi gibi enfeksiyonlardan öldüğü, raporda belirtilmişti. Bu rakam, ülke çapındaki bebek ölüm oranının neredeyse iki katı.

Independent Türkçe, independent.co.uk/news/uk