ABD, Suriye ve Irak’ta Kürt gurupları korumaktan vazgeçecek mi?

Erbil’in İran destekli milislerin saldırılarını püskürtmek için ABD silahlarına yönelik talebi, bölgesel hesaplar tarafından sekteye uğratılıyor ve SDG açısından durum daha da zorlaşıyor.

Uluslararası Koalisyon, DEAŞ’a karşı yürütülen savaş sırasında Suriye ve Irak’taki Kürt güçlerine silah sağladı (Independent Arabia)
Uluslararası Koalisyon, DEAŞ’a karşı yürütülen savaş sırasında Suriye ve Irak’taki Kürt güçlerine silah sağladı (Independent Arabia)
TT

ABD, Suriye ve Irak’ta Kürt gurupları korumaktan vazgeçecek mi?

Uluslararası Koalisyon, DEAŞ’a karşı yürütülen savaş sırasında Suriye ve Irak’taki Kürt güçlerine silah sağladı (Independent Arabia)
Uluslararası Koalisyon, DEAŞ’a karşı yürütülen savaş sırasında Suriye ve Irak’taki Kürt güçlerine silah sağladı (Independent Arabia)

Gazze’de savaşın başlamasıyla birlikte Uluslararası Koalisyon’un askeri üsleri, kendilerini ‘Irak’taki İslami Direniş’ olarak tanımlayan İran’a bağlı milislerin yönlendirdiği roket güdümlü el bombaları ve patlayıcı insansız hava araçlarıyla yapılan saldırılara karşı savunmasız hale geldi. İlk saldırılar, 17 Ekim 2023’te Irak Kürdistan bölgesinin başkenti Erbil yakınlarında bulunan el-Harir Hava Üssü’ne, bir diğeri ise Irak’ın batısındaki Ayn’ul Esad üssüne gerçekleşti.

İlan edilen bu oluşumun bu saldırıdan önce herhangi bir faaliyeti yoktu. Ancak bu isim, Sünni grupların Irak’ı işgal eden ABD askerlerine ve araçlarına saldırdığı 2003 yılında faaliyete geçen Sünni silahlı grupların adıyla örtüşüyor. Fakat daha sonra İran destekli Şii grupların ülkedeki Arap bölgelerinin çoğunun kontrolünü ele geçirmesiyle bu grubun faaliyetleri azaldı ve ortadan kayboldu.

Aynı şekilde Irak’taki mevcut İslami Direniş, aynı zamanda DEAŞ örgütünün 2014 yılında Irak’ta geniş alanları kontrol etmesi üzerine oluşturulmuş Haşdi Şabi oluşumlarından doğan etkili örgütleri içeriyor. Bu örgütlere, örgüte karşı savaşta Irak askeri ve güvenlik güçlerine destek sağlamak için Irak Şii otoritesi Ali es-Sistani’nin daveti üzerine kurulmasının ardından yasal şeklini alan diğer oluşumlara ek olarak Irak Hizbullah Tugayları, en-Nuceba Hareketi ve Ashab-ul Ehlul Hak gibi örgütler örnek gösterilebilir.

Irak oluşumundaki hizipler, İran’ın hareket ve faaliyetleriyle hiçbir ilgisinin olmadığını, amaçlarının işgalci ABD’yi ülkeden çıkarmak olduğunu belirtmesine rağmen bölgesel konulardaki gözlemciler ve uzmanlar, Irak’taki İslami Direniş’in, İran Devrim Muhafızları bünyesindeki Kudüs Gücü ile bağlantılı olduğuna ve talimatlarını ondan aldığına dikkati çekti. Aynı şekilde İran da Ortadoğu’daki ABD üslerini ve çıkarlarını hedef alan herhangi bir saldırının arkasında olduğunu yalanlarken, Yemen’deki Ensarullah Husi hareketinin ve Lübnan’daki Hizbullah’ın da aralarında bulunduğu bu hiziplerin, saldırı düzenleme konusunda kendi bağımsız kararları olduğunu savunuyor.

İsminden de anlaşılacağı üzere yeni oluşturulan bu askeri yapı, bölgedeki ABD üslerine 170’e yakın saldırı düzenleyerek, özellikle Ürdün'ün kuzeydoğusundaki Kule-22 mevkiinde 3 ABD askerinin ölümüne ve onlarcasının yaralanmasına neden oldu. Ancak bu saldırılar, aynı zamanda hem Suriye’nin kuzeydoğusunda hem de hedef alınan ABD kuvvetlerinin üs ve noktalarının bulunduğu Irak Kürdistanı bölgesinde Kürt savaşçıların ölümüne ve yaralanmasına da yol açtı.

Bölgedeki baskı

Özellikle 15 Ocak’ta İran Devrim Muhafızları’nın Erbil’deki bir yerleşim bölgesine balistik füzelerle saldırmasıyla Kürdistan bölgesi üzerindeki baskı iki katına çıktı. Devrim Muhafızları, bu alanın İsrail Mossad’ının bölgedeki karargâhı olduğunu iddia ediyor. Ancak saldırı, hedeflenen evde çalışan bir hizmetlinin yanı sıra Kürt bir iş adamı, kızı ve misafir edilen başka bir iş adamının da ölümüyle sonuçlandı. Bu durum, bölge tarafından hem resmi hem de halk düzeyinde kınandı ve İran’ın bölgedeki saldırganlığı olarak değerlendirildi.

Irak Kürdistanı’nın Iraklı milisler aracılığıyla İran- ABD hesaplaşmasının yapıldığı bir arenaya dönüşmesiyle birlikte Peşmerge karargâhları ve merkezleri ile Süleymaniye yakınındaki Kormor gaz sahası gibi hayati tesisler bu milislerin hedefi haline geldi. Bu durum bölgede öfkeli tepkilere yol açtı. Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi Başbakanı Mesrur ​​Barzani’ye göre bu tekrarlanan saldırılar, bölgenin bütünlüğünü baltalamayı amaçlayan girişimler olarak nitelendirildi.

Artan destek ve koruma

Barzani, 8 Şubat’ta ABD merkezli NBC kanalına verdiği bir röportajda, ABD’ye daha fazla askeri, ekonomik ve siyasi yardım çağrısında bulundu. Barzani ayrıca, “Çünkü şu anda karşı karşıya olduğumuz zorluklar, birlikte karşılaştığımız DEAŞ tehditlerinden farklı ve ABD’den daha fazla yardım almayı bekliyoruz” açıklamasında bulundu.

Bu açık çağrı, özellikle Peşmerge’nin elindeki silahların niteliğinin bu saldırıları püskürtebilecek veya bölgelerindeki hayati üsleri ve tesisleri koruyabilecek gibi görünmemesi nedeniyle, bölgenin bu saldırılardan hissettiği tehdidin düzeyini ortaya koyuyor. Sayıları yaklaşık 170 bin olan bu savaşçıların, 160 bin çeşitli Kürt polisi ve 5 bin terörle mücadele kuvvetinin yanında, Batılı ve Doğulu olmak üzere iki tür silahı var. Ayrıca bunlar, 1991’den önce dağlarda Saddam Hüseyin rejimine karşı birlikte savaştıkları kişilerdi. Aynı şekilde Irak güçlerinin 2003 yılında Kuzey Irak’taki Kürt bölgelerinin yanı sıra Musul, Kerkük ve Diyala’daki büyük kamplardan çekilmesinin ardından mühimmat ve teçhizat elde ettiler. Bu teçhizatların arasında, bireysel silahlar, bir dizi ağır ve hafif top, T55 ve T62 türü tanklar ve askeri araçlar da vardı.

Batı silahlarına gelince; bunlar, 2014 yılında DEAŞ’a karşı yürütülen savaşta askeri yardım olarak sağlanan Humvee araçları ve tanksavar füzeleriydi. Uçaksavar silahları ise Peşmerge güçlerinin dağlık bölgelerde önceki Irak rejimlerine karşı devrimlerde kullandığı Sovyet döneminden kalma 37 mm otomatik tüfeklerdi. Bölgede gelişmiş bir hava savunma sistemi bulunmuyor. Irak’ın her yerinde olduğu gibi hava sahasını denetleyecek radar sistemlerinin yokluğundan bahsetmeye ise gerek dahi yok. Bölge semaları, savaş uçakları ve insansız hava araçlarına maruz kalıyor. Aynı şekilde Irak Kürdistanı’nın askeri ve güvenlik işleri uzmanı Korgeneral Cabbar Yaver’e göre Irak Kürdistanı’nda Süleymaniye ile Erbil arasında dağıtılmış, terörle mücadele ve trafik polisine bağlı ve yalnızca ulaşım amacıyla kullanılan yaklaşık 20 helikopter bulunuyor.

Peşmerge saha deneyimi

Onlarca yıl boyunca önceki Irak rejimlerine karşı yüzlerce savaşta yer alan bir askeri güç olarak uzun geçmişine rağmen bu, bir gerilla savaşı biçimindeydi. 2014 yılında ön saflarda DEAŞ’a karşı verilen uzun savunma savaşında deneyim kazanırken, İran sınırındaki Hanekin’den Suriye sınırındaki Süheyle ve Sincar’a kadar uzunluğu yaklaşık bin 200 kilometreye ulaştı. Bu bağlamda Korgeneral Yaver, bunun DEAŞ’ın bölgeye girmesini önlemek için uzun bir savunma hattını genişletme konusunda Peşmerge açısından türünün ilk deneyimi olduğuna dikkati çekti. Bu savaş, aynı zamanda ona şehirlerde savaşma, bombalı araçlara ve intihar bombacılarına karşı koyma deneyimini de kazandırdı ve koalisyon güçlerinin eğitmenleri de bu deneyimin kazanılmasına katkıda bulundu. Bu çatışmalarda Peşmerge’den yaklaşık bin 810 kişi ölürken 10 bin 740 savaşçı da yaralandı.

Korunma ihtiyacı

Askeri ve güvenlik uzmanı, bölge başbakanının ABD’den askeri yardım istemesinin nedenlerini, bölgeye yakın alanlarda DEAŞ hücre faaliyetlerinden ve bölge topraklarında PKK’nın eylemlerinden kaynaklanan bir dizi somut askeri ve güvenlik baskısından kaynaklandığını söyledi. Uzman ayrıca, İran’ın da uçak veya füzeleriyle bölgenin çeşitli yerlerini bombaladığını ve son olarak bölgenin, İran’a bağlı milislerin hedef olduğunu dile getirdi.

Bağdat ile Kürtler arasındaki anlaşmazlıklar, özellikle muhaliflerin bu anlaşmazlıklardan yararlanması ve dolayısıyla bölgenin mevcut imajını etkilemesi nedeniyle Irak Kürdistanı üzerindeki bu baskıların güçlenmesinin nedeni gibi görünüyor. Yaver’e göre iki ana Kürt partisinin kendi güçlerine sahip olması ve Peşmerge Bakanlığı’nda birleşmemiş olmaları, 1994- 1998 yıllarında olduğu gibi, aralarında doğrudan çatışma çıkması korkusu nedeniyle halk için sürekli bir endişe kaynağı.

Bağdat’tan Erbil’e engel

Barzani’nin talebi Erbil- Bağdat ilişkilerine dair soru işaretlerine yol açıyor. Merkez ile bölge arasındaki federal ilişkinin biçimini belirleyen anayasanın belirleyici bir faktör olmasına rağmen yaklaşık yirmi yıldır bu ilişkide barış ve istikrar sağlanamadı. Kürt yazar ve siyaset araştırmacısı Keffah Mahmud, 2005 yılında kabul edilen Irak Anayasası’nda Peşmerge güçlerinin Irak askeri sisteminin önemli bir parçası olarak kabul edildiğine dikkat çektiği açıklamasında şunları söyledi:

“Bu, diktatörlük rejimleriyle mücadelede ulusal ve mesleki geçmişi olan en eski düzenli askeri kurumlardan biridir. O tarihten bu yana federal hükümet bu güçlere silah, teçhizat ve para desteği sağlamadı. Aksine ne yazık ki tam tersi oldu; onları ihmal etti, yabancı güç olarak gördü ve onlarla savaşlarda çatıştı. Silahları Bağdat üzerinden gönderen Uluslararası Koalisyon’un kendisine ulaşmasının engellenmesinden ve oradaki etkili tarafların, özellikle 2014’ten sonra terörle savaşta bu silahların ulaşmasını engellemeye veya milislere vermeye çalıştıklarından bahsetmiyorum bile…”

Şarku’l Avsat’ın Independent Arabia’dan aktardığına göre yardımların ulaştırılmasındaki bu engellemeyle ABD ve Uluslararası Koalisyon, Peşmergelerin eğitim ve silahlandırılmasına katkıda bulundu. Bu silahların büyük bir kısmı savunma silahları, zırhlı araçlar ve ulaşım araçlarıdır. Bu güçlerin, İran ve Irak’taki milisleri tarafından haftalık olarak fırlatılan insansız hava araçlarına ve füzelere direnmek için hâlâ gelişmiş ve kaliteli silahlara ihtiyacı var.

Kürt araştırmacı, ülkenin istikrarsızlığını ve bağımsızlığını ‘İran’ın Bağdat hükümeti üzerindeki doğrudan nüfuzuna ve bu durumun sorunların çözümüne engel teşkil etmesine’ bağlarken, “Bu milisler, ülkenin anayasal demokratik federal sistemini hiçe sayarak bölgeyi kuşatmaya, ilerlemesini engellemeye ve hatta ortadan kaldırmaya çalışıyor” dedi.

Kürt partilerinin haritası

Irak Kürt bölgesi, İkinci Körfez Savaşı’nın ardından 1991’den bu yana Irak haritasında gerçek bir rol oynadı. Askeri oluşumlar ve siyasi partiler, iç savaşa yol açan uzun yıllar süren anlaşmazlıklardan geçerek, Saddam Hüseyin rejimi güçlerinin üç ana vilayette (Süleymaniye, Erbil ve Duhok) geri çekildiği alanlar üzerindeki kontrollerini genişletmeyi başardılar. Madeleine Albright liderliğindeki ABD Dışişleri Bakanlığı, 1998 yılında bölgedeki iki ana partinin liderleri Mesut Barzani ile Celal Talabani arasında uzlaşı ve anlaşmaya varmayı başarmıştı. Daha sonra bölgenin iki parti (Kürdistan Demokratik Partisi-KDP ve Kürdistan Yurtseverler Birliği-KYB) tarafından ortaklaşa ve bölgedeki etnik ve dini unsurlar da dahil olmak üzere diğer partilerin katılımıyla bir hükümet ve parlamento aracılığıyla yönetilmesi konusunda mutabakata varıldı. Bölgenin şekli de siyasi organları aracılığıyla gelişti ve 2003 Irak Savaşı’ndan sonra yeni Irak anayasasında onaylandı.

Bölgedeki ana parti olarak kabul edilen KDP, 1946 yılında partinin şu anki lideri Mesud Barzani’nin babası Molla Mustafa Barzani önderliğinde kuruldu. Ardından Celal Talabani liderliğinde 1975 yılında kurulan KYB geldi. Keldanileri, Süryanileri, Türkmenleri ve Ermenileri temsil eden diğer milliyetçi partilerin yanı sıra sol ve İslami partiler de mevcut. Aynı şekilde bloklar ve bağımsız isimler arasında dağılmış 111 üyeden oluşan bölgesel parlamento da bu parti oluşumunun imajını yansıtıyor. Aynı şekilde parlamentonun mevcut oturumunun anayasal olarak görev süresinin sonu olduğu kabul ediliyor ve yaklaşan seçimler bekleniyor.

Durum Suriye’de daha zayıf

Suriye’de Kürt siyasi sahnesi Irak Kürdistanı’na göre daha zayıf görünüyor. Uzmanlara göre Kürt milliyetçi siyasi hareketi, nesnel ve öznel nedenlerle Kürtleri ülke anayasasına dahil etmeyi başaramadı. Ayrıca 1957’de ilk Suriye Kürt partisini kurdu. Ancak 2011 yılında ülkede yaşanan krizin ardından Halk Savunma Birlikleri’nin siyasi kanadı olan Demokratik Birlik Partisi (PYD), Kürt siyaset sahnesinde ön plana çıktı. Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi’nin siyasi arayüzünü temsil eden Suriye Demokratik Konseyi’nin yanı sıra Özerk Yönetim’in en önemli bileşeni olarak kabul ediliyor. Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi, Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) kontrol ettiği tüm bölgeleri kapsayan bir bölgeye dönüştü. Bu, yasaları onaylayan ve Özerk Yönetim’in çalışmalarını düzenleyen bir parlamento olarak kabul edilen Kuzeydoğu Suriye Bölgesi Demokratik Halk Konseyi’nin geçen aralık ayında yeni toplumsal sözleşmeyi onaylamasının ardından gelişti. Toplumsal sözleşme metnine göre halkların temsilcileri, Kürtler, Araplar, Süryaniler, Ermeniler, Türkmenler, Çerkezler ve Çeçenler olup kadınların oranı yüzde 50’dir. Aynı zamanda Kuzey ve Doğu Suriye Demokratik Özerk Yönetimi çatısı altında Müslüman, Hıristiyan, Ezidiler ve diğerleri gibi ideolojik ve kültürel grupları da temsil ediyor.

Kürt siyasi oluşumu olan Kürt Ulusal Konseyi, Özerk Yönetime karşı çıkan bir taraf iken ABD himayesindeki Özerk Yönetim ve SDG lideri ile uzun müzakerelere girdi. Ancak bu müzakereler sonuç vermedi ve 2020 yılı sonunda durduruldu.

Suriye’nin kuzeyi ve doğusu, 13 yıldır karmaşık askeri ve güvenlik sorunları yaşıyor. Bunların başında 2012 sonundan bu yana Suriyeli silahlı gruplarla yaşanan çatışmalar ve ardından SDG’nin DEAŞ’a karşı yürüttüğü ve artık hücreleriyle mücadeleye ve 10 binden fazla DEAŞ savaşçısının bulunduğu hapishanelerin yanı sıra DEAŞ mensuplarının Suriyeli ve yabancı ailelerinin yaşadığı el-Hol ve Roj kamplarını kontrol etmeye dönüşen savaş geliyor. Aynı şekilde Türkiye destekli grupların ön saflarında da neredeyse her gün çatışmalar yaşanıyor. SDG liderliği, askeri merkezler ve hayati tesisleri son dönemde Türk savaş uçakları ve insansız hava araçlarının operasyonlarında hedef haline geliyor.

Geçtiğimiz yaz Deyrizor kırsalında yaşanan olaylar, SDG’nin yürüttüğü çatışmaya yeni bir boyut kazandırdı. SDG tarafından Suriye rejimi ve İranlı milislerle bağlantılı olduğu değerlendirilen aşiret grupları, SDG mevzilerine saldırılar düzenledi. Son olarak bölgedeki ABD üslerine yönelik füze savaşlarının yanı sıra SDG’ye ait bir bölge hedef alındı. Saldırı, SDG’ye mensup altı unsurun ölmesine ve onlarcasının yaralanmasına yol açtı.

SDG savunma desteği istiyor

Son olayın ardından SDG lideri Mazlum Abdi, ABD’ye kamplarını korumak için daha fazla hava savunması konuşlandırması çağrısı yaptı. Abdi, İran milislerinin askeri akademiye saldırısını tehlikeli bir gelişme olarak nitelendirdi.

Bu talepler ve karmaşık askeri ortam hakkında yorum yapan PYD Halkla İlişkiler Bürosu Eş Başkanı Sihanuk Dibo, SDG’nin güç ve birlik halinde hayatta kalmasının, DEAŞ’ın hayatta kalmasını ve zayıflamamasını isteyenler dışında herkesin çıkarına olduğunu savundu. Dibo, SDG güçlerine ileri düzeyde silah sağlanmasının doğru bir stratejik tercih olduğunu vurguladı.

Dibo, DEAŞ’ın tamamen ortadan kaldırılması, üyelerinin yargılanması ve örgüt ailelerinin topluma yeniden kazandırılması için birçok olanağın sağlanmasının önemli bir stratejik gereklilik olduğunu dile getirdi. Aynı zamanda Suriye krizine 2254 sayılı uluslararası karara dayanan siyasi bir sürece göre çözüm bulunmasının acilen gerekli olduğunu vurgulayan Dibo, “Ancak Özerk Yönetim ve SDG’nin Suriye siyasi sürecine ciddi katılımı ve müdahalesi olmadan bu mümkün değil” dedi.

Sihanuk Dibo sözlerini şöyle sürdürdü:

“Terörizme karşı Uluslararası Koalisyon ile SDG arasındaki ortaklığın sadece askeri boyutla sınırlı kalmayıp bunun ötesine geçerek siyasi ve ekonomik boyutunun yanı sıra tekrarlanan teröre tamamen son verilmesini sağlayacak diğer boyutları da kapsayacak şekilde geliştirilmesi önemlidir.”

Washington’ın karmaşık hesaplamaları

Kürtlerin hem Irak Kürdistanı hem de Kuzeydoğu Suriye’deki umutları ve talepleri zor görünüyor. Türkiye ve Irak hükümeti gibi müttefikleriyle ilgili olan koşullar, Kürt güçlerinin doğası ve Washington’un bakış açısından görevleriyle ilgili olan koşullar da dahil olmak üzere karmaşık ABD hesaplamalarına tabi olarak değerlendiriliyor.

Eski ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı David Schenker, Kürt Çalışmaları Merkezi’nin düzenlediği sempozyumda Independent Arabia’ya verdiği röportajda, Irak Kürdistan bölgesiyle ilgili bu adımın atılmasının Irak hükümeti aracılığıyla gerçekleşmesi gerektiğini ve bu silahların gönderilmesinin ABD Kongresi’nin onayına tabi olması gerektiğini vurguladı. Schenker sözlerini şöyle sürdürdü:

“Bildiğimiz gibi Irak hükümeti ile Irak Kürdistanı arasındaki ilişkiler bugün en iyi durumda değil. Eğer hükümet bu silahları ele geçirirse, bunlarla ne yapabileceklerini, nasıl kullanacaklarını bilmiyoruz. Örneğin İran müdahalesine karşı kullanamayabilirler.”

Schenker, SDG ile ilgili olarak da şunları söyledi:

“Washington açısından düzensiz silahlı bir grup olduğu için bu konu, yönetmelik ve kanunlar açısından net değil. Patriot sistemleri pahalı. ABD hükümetinin bu anlaşmayı tamamlayıp tamamlayamayacağı, konunun Ankara’yı kızdırıp kızdırmayacağı, bu tür sistemlerin SDG’ye teslimi ve kullanılması konusunda anlaşmaya varılıp varılmayacağı belli değil.”

*Bu haber Şarku’l Avsat tarafından Independent Arabia’dan çevrildi.



Lübnan... Captagon kaçakçılığı başta olmak üzere uyuşturucuyla on yıllık mücadele

Lübnan İç Güvenlik Güçleri İstihbarat Şubesi, Beyrut Limanı üzerinden Suudi Arabistan'a gönderilmek üzere olan bir sevkiyatın kaçakçılığını engelledi. (Lübnan İçişleri Bakanlığı)
Lübnan İç Güvenlik Güçleri İstihbarat Şubesi, Beyrut Limanı üzerinden Suudi Arabistan'a gönderilmek üzere olan bir sevkiyatın kaçakçılığını engelledi. (Lübnan İçişleri Bakanlığı)
TT

Lübnan... Captagon kaçakçılığı başta olmak üzere uyuşturucuyla on yıllık mücadele

Lübnan İç Güvenlik Güçleri İstihbarat Şubesi, Beyrut Limanı üzerinden Suudi Arabistan'a gönderilmek üzere olan bir sevkiyatın kaçakçılığını engelledi. (Lübnan İçişleri Bakanlığı)
Lübnan İç Güvenlik Güçleri İstihbarat Şubesi, Beyrut Limanı üzerinden Suudi Arabistan'a gönderilmek üzere olan bir sevkiyatın kaçakçılığını engelledi. (Lübnan İçişleri Bakanlığı)

2017 yılından bu yana Lübnan, uyuşturucu üretimi ve kaçakçılığı ağlarına karşı en karmaşık güvenlik mücadelelerinden birini sürdürüyor. İç Güvenlik Güçleri Genel Müdürlüğü ve Lübnan Ordusu İstihbarat Müdürlüğü tarafından belgelenen resmi veriler, sekiz yıl boyunca ülkenin yavaş yavaş bir geçiş rotasından üretim, depolama ve paketleme merkezine dönüştüğünü ortaya koyuyor. Captagon hapları ele geçirilen maddeler listesinin başında yer alırken, onu esrar ve kokain izliyor. Ülkedeki güvenlik operasyonları limanlara, havaalanlarına ve kara sınır geçişlerine yayılmış durumda.

Captagon başı çekiyor

2017'de 13 milyondan fazla captagon hapı ele geçirildi, bu rakam 2019'da 46 milyona yükseldi, ardından 2023'te 10 milyona düştü. 2025 yılında 50 milyon hap ele geçirildi; bu da güvenlik baskısının arttığını gösteriyor.

z
Suriye sınırına yakın bir captagon imalathanesinden (Lübnan İçişleri Bakanlığı)

Haşhaş... Takip altında tarım

Haşhaş da paralel bir tema olmaya devam etti. Ele geçirilen miktar 2017'de 2 bin 962 kilogramdan 2018'de 18 tona çıktı, ardından 2020'de bin 977 kilograma geriledi; bu rakam, bin 979 kilogramın ele geçirildiği 2023 yılındaki miktara yakın. Gözlemciler, bu dalgalanmanın yasadışı nakil hatlarını ortadan kaldırma kampanyalarıyla paralel olarak Suriye ve Irak'a doğru kaçakçılık rotalarında yaşanan değişimi yansıttığına inanıyor.

Kokain... Sessiz varlık

Captagon ve esrarla karşılaştırıldığında, ele geçirilen kokain miktarları daha düşük kaldı, ancak yine de önemli miktarlar. 2017 yılında bin 993 kilogram ele geçirilmiş, 2022 yılında 8 kilograma düşmüş, ardından 2023 yılında 24 kilograma yükselmiş. İç Güvenlik Güçleri’nin verileri, bu sevkiyatların bir kısmının Beyrut Limanı ve Refik Hariri Uluslararası Havalimanı üzerinden Avrupa ve Afrika'ya gönderildiğini ve önceden istihbarat olmadan tespitini zorlaştıran karmaşık endüstriyel ambalajlar kullanıldığını gösteriyor.

Körfez hedef tahtasında

Resmi tablolar, Suudi Arabistan başta olmak üzere Körfez ülkelerinin, 2017 ile 2019 yılları arasında Lübnan'dan yapılan captagon sevkiyatlarının en çok hedef aldığı yerler olduğunu gösteriyor. Meşru ticari sevkiyatlar kisvesi altında sofistike gizleme tekniklerinin kullanıldığı onlarca operasyon ortaya çıkarıldı. Sadece 2017 yılında, Suudi Arabistan'a yönelik sekiz kaçakçılık operasyonu engellendi ve Lübnan'dan kara ve hava yoluyla taşınan toplam 2 milyon 553 bin 820 captagon hapı ele geçirildi. Uyuşturucuyla Mücadele Bürosu, İstihbarat Şubesi ve Lübnan Gümrük İdaresi birimleri bu operasyonlara katıldı.

2018 yılında, ele geçirilen miktarlarda düşüş yaşandı ve sadece iki operasyon gerçekleştirildi. Bu operasyonlarda, Beyrut Havalimanı'nda doğal çiçek sevkiyatları ve posta paketlerinin içine gizlenmiş 25 bin 118 captagon hapı ele geçirildi.

2019 yılında, ivme geri döndü ve hedef alınan destinasyonların coğrafi kapsamı genişledi. Lübnan ve Suriye toprakları üzerinden Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Sudan'a yönelik on kaçakçılık operasyonu engellendi ve toplam 4 milyon 161 bin 227 captagon hapı ele geçirildi. Kaçakçılığın, gıda ve endüstriyel malzeme taşıyan kamyonlarda, sivil nakliye araçlarında ve sahte gül ve yapay çiçek sevkiyatlarında gerçekleştirildiği tespit edildi.

axsd
Suriye sınırına yakın bir yerde tespit edilen captagon deposu ve imalathanesi (Arşiv – Lübnan İçişleri Bakanlığı)

Bu üç yılın toplamına göre, Körfez'e kaçak olarak sokulmaya çalışılan captagon miktarı yaklaşık 6 milyon 740 bin 165 hap olarak gerçekleşti ve bu, o dönemde yurt dışına kaçırılmak üzere ele geçirilen tüm Lübnan mallarının yüzde 80'inden fazlasına denk geliyor. Güvenlik uzmanları, Körfez pazarının organize ağların ana hedefi olduğu konusunda hemfikir.

Ticari kamuflaj

Güvenlik kaynaklarına göre, bu eğilim 2019'dan sonra sahte nakliye şirketleri ve sofistike endüstriyel paketleme yöntemlerinin kullanılmasıyla daha sofistike şekillerde devam etti. Kaynaklar, ‘ticari kamuflajın’ kaçakçılık operasyonlarının baskın özelliği haline geldiğini, yasal görünümlü malzemelerin büyük miktarda uyuşturucu hap sevkiyatlarını gizlemek için kullanıldığını ve Lübnanlı kurumları, ortak kaçakçılık rotalarını izlemek için Körfez yetkilileriyle sürekli koordinasyon içinde olmaya zorladığını bildirdi.

2025... İmalathanelerin ortadan kaldırılması

2025 için ön göstergeler, Bekaa’da 50 milyon captagon hapı, bin 447 kilogram esrar ve 12 bin 375 kilogram kokain ele geçirildiğini gösteriyor. Bu yıl Bekaa'da dört uyuşturucu üretim imalathanesinin ortadan kaldırılmasıyla, güvenlik yaklaşımı, giden sevkiyatları ele geçirmekten yerel üretim tesislerini ortadan kaldırmaya ve finansman ve kaçakçılık rotalarını izlemeye doğru kaydı.


Gazze savaşının sonuçlarından yara almadan çıkamayan Batı’ya dair

İsrail'in güneyindeki Gazze sınırında, İsrail ve Hamas arasındaki ateşkesin ardından bir İsrail askeri zırhlı personel taşıyıcısının yanında duruyor, 12 Ekim (Reuters)
İsrail'in güneyindeki Gazze sınırında, İsrail ve Hamas arasındaki ateşkesin ardından bir İsrail askeri zırhlı personel taşıyıcısının yanında duruyor, 12 Ekim (Reuters)
TT

Gazze savaşının sonuçlarından yara almadan çıkamayan Batı’ya dair

İsrail'in güneyindeki Gazze sınırında, İsrail ve Hamas arasındaki ateşkesin ardından bir İsrail askeri zırhlı personel taşıyıcısının yanında duruyor, 12 Ekim (Reuters)
İsrail'in güneyindeki Gazze sınırında, İsrail ve Hamas arasındaki ateşkesin ardından bir İsrail askeri zırhlı personel taşıyıcısının yanında duruyor, 12 Ekim (Reuters)

Christopher Phillips

13 Ekim'de Şarm el-Şeyh'te düzenlenen Gazze barış zirvesi, başlangıçta Batı için büyük bir zafer gibi görünüyordu. 26 ülkenin liderleri ve beş ülkenin temsilcileri, Gazze ateşkes anlaşmasını onaylamak ve anlaşmayı sağladığı için Donald Trump'ı övmek üzere bir araya geldi. Etkinliğe Mısır ev sahipliği yapmış olsa da ABD Başkanı gösterinin yıldızıydı; Ortadoğu ve Avrupa'nın dört bir yanından başbakanlar ve devlet başkanları övgü dolu konuşmalar yapmak için sıraya girdiler.

Bu şüphesiz Trump'ın anıydı ve herkes Gazze'deki savaşın uzun zamandır beklenen sonunu memnuniyetle karşılasa da birçok Batılı lider, 7 Ekim saldırılarından iki yıl öncesine göre çatışmadan daha zayıf çıktıklarını itiraf edebilir. Trump ne kadar muzaffer görünse de gerçek şu ki, Gazze savaşı ve hem içeride hem de dışarıda yarattığı yankılar Batı'ya önemli zararlar verdi.

Sina’daki Batılı gülümsemeler

Trump, barış zirvesinde “Birçok insanın benimle aynı fikirde olmadığını biliyorum ama önemli olan tek kişi benim” dedi. Bu, ekim ayında ateşkes anlaşmasının imzalanmasını sağlamadaki başarısından sonra uluslararası arenadaki bariz hakimiyetini yansıtan bir açıklamaydı. Doğrusu kendisine duyduğu bu güvende haklı. İsrail ve Hamas'ı kalıcı bir ateşkese ikna etmek için aylarca uğraşan selefi Joe Biden'ın aksine -ki sağlamış olduğu ateşkes, mart ayında Binyamin Netanyahu tarafından bozulmasının ardından nihayetinde çöktü- Trump, her iki tarafa da yeterli baskıyı uygulayabilmiş gibi görünüyor. Birçok haberin de belirttiği gibi, Trump çabalarının kendisine gelecek yıl hak ettiği Nobel Barış Ödülü'nü kazandıracağını umuyor.

Ancak Trump'ın kişisel zaferinin ötesinde, ateşkes Batı için de görünür kazanımlar sunuyor. İlk olarak, çatışmanın sona erdirilmesi hayatlar kurtaracak, Ortadoğu'da istikrara katkıda bulunacak ve halklarının kendilerinden daha fazla eylem talep etmesinden kaynaklanan Batılı liderler üzerindeki baskıyı hafifletecek. İkinci olarak, jeopolitik açıdan bakıldığında Rusya ve Çin'in Sina zirvesinden dışlanması, Moskova ve Pekin pahasına Ortadoğu'da liderlik için yeni bir girişimin sinyali gibi görünüyordu. Dahası Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Sina zirvesiyle aynı zamana denk geldiği için planlanmış olan “Rusya ve Arap Dünyası” zirvesini iptal etmek zorunda kaldı ve bu, kendisini zor durumda bırakan bir hamleydi.

fgtr
ABD Başkanı Donald Trump ve Mısır Devlet Başkanı Abdulfettah es-Sisi, İsrail ve Hamas arasında Gazze ateşkes anlaşmasının ilk aşamasının imzalanması sırasında, 13 Ekim, Mısır'ın Şarm el-Şeyh şehri (Reuters)

Buna ilaveten, ateşkes Trump'ın müttefiki İsrail için de stratejik bir zafer sayılıyor. Netanyahu, Hamas'ı yok etme hedefini gerçekleştirememiş olsa da kalan tüm rehinelerin serbest bırakılmasını sağlamayı başardı. Sağcı koalisyon ortaklarının Gazze'ye yerleşme hayalleri gerçekleşmemiş olsa da İsrail'in Hamas'ı Gazze Şeridi'nden çıkarma konusundaki uzun süredir devam eden güvenlik hedefi, barış planının temel bir unsuru olmaya devam ediyor. Daha da önemlisi, Gazze'yi yönetmek üzere uluslararası bir istikrar gücünün kurulması, Gazze Şeridi'nin güvenliğinin sorumluluğunu İsrail'den dost bir dış tarafa devrediyor. Bu düzenleme, İsrail için avantajlı ve son 18 yıldaki duruma göre açık bir iyileşmeyi temsil ediyor.

Batı'nın uzun süreli endişeleri

Trump ve İsrail, Batı cephesinde en büyük kazananlar arasında yer alırken, genel tablo Batı için pek de iç açıcı değil. Trump güçlü bir konumda görünse de savaş, ABD'nin ve genel olarak Batı'nın son iki yıldır çatışmayı sona erdirme konusundaki yetersizliğini veya isteksizliğini ortaya koydu. Bu, girişimlerin yetersizliğinden kaynaklanmıyordu; Biden, kalıcı bir ateşkes sağlamak için defalarca girişimde bulundu, ancak sonuçta hepsi başarısız oldu. Keza Avrupalı ​​liderler bazı bakanlara yaptırımlar uygulayarak, silah ihracat lisanslarını kısıtlayarak ve Filistin devletini tanıyarak İsrail'e baskı yapmaya çalıştılar. Ne var ki Netanyahu'nun gerilimi azaltmayı reddetmeye devam etmesi, Batı'nın İsrail'i kontrol altına almadaki sınırlı nüfuzunu ortaya koydu. Ortadoğu ile Küresel Güney'deki birçok kişinin Batı'nın bir müttefik olarak gücünü ve güvenilirliğini sorgulamasına yol açtı.

Bu şüpheler, dünyayı Rusya'nın Ukrayna işgalini kınamaya çağırırken, İsrail'in Gazze'deki eylemleri konusunda nispeten sessiz kalan Batılı hükümetlere yönelik çifte standart suçlamalarıyla daha da arttı. Çin ve Rusya'nın Sina zirvesinden dışlanmasına rağmen, her iki ülke de uzun vadede Batı'nın küresel konumunun yeniden değerlendirilmesinden fayda görebilir ki bu süreç Gazze savaşıyla hız kazandı.

Batılı hükümetlere yönelik çifte standart suçlamalarının gölgesinde şüpheler arttı

İçeride ise savaş, Batı toplumlarında derin ve acı verici izler bırakarak, bölünmeleri derinleştirdi ve 7 Ekim'den bu yana antisemitizm ile İslamofobi'de bir artışa yol açtı. İngiltere’de Toplum Güvenliği Vakfı, antisemitik olayların 2023 ile 2024 yılları arasında iki katına çıktığını, ayrıca kendini güvende hissetmeyen İngiliz Yahudilerinin oranının da yüzde 9'dan üçte birin üzerine çıktığını belirtti. Bu arada, İslamofobiyi gözlemleyen bir kuruluş olan Tell Mama, 2023 ile 2025 yılları arasında Müslüman karşıtı olayların iki katına çıktığını kaydetti. Nefret suçlarındaki bu artış, Batı sokaklarındaki çatışmanın bölücü doğasını yansıtan, Filistin veya İsrail yanlısı büyük gösterilerde kendini gösteren keskin siyasi bölünmelerin yaşandığı bir ortamda kaydedildi.

sdf
Çocuklar, Gazze Şeridi'nin merkezindeki Nuseyrat'ın kuzeyinde yerinden edilmiş kişiler için kurulan bir kampta, çadırdaki delikten bakıyorlar, 7 Ekim 2025 (AFP)

Bir diğer sonuç ise çatışmayla ilgili artan siyasi aktivizmin bazı Batılı hükümetleri sert baskıcı önlemler almaya yöneltmesidir. ABD’de, Columbia gibi üniversitelerde Filistin yanlısı oturma eylemleri zorla dağıtıldı ve protestolara katılan bazı öğrenciler okuldan atıldı. İngiltere’de, şiddet eylemlerine başvurmayacağını duyurmasına rağmen, Palestine Action örgütünün terör örgütü olarak tanımlanması, binlerce kişinin tutuklanmasıyla sonuçlanan bir sivil itaatsizlik dalgasına yol açtı. Şarku’l Avsat’ın al Majalla’dan aktardığı analize göre bu icraatların sonuçları, yalnızca köklü bazı özgürlükleri zedelemekle kalmadı, aynı zamanda Batı'nın küresel imajını da zedeledi; özellikle de hükümetler gelişmekte olan ülkelerdeki savaşlara karşı çıkan barışçıl protestoları bastırdıklarında.

Savaş, Batı toplumlarında derin ve acı verici izler bırakarak, bölünmeleri derinleştirdi ve 7 Ekim'den bu yana antisemitizm ve İslamofobi'de bir artışa yol açtı

Bu endişeler uzun vadeli görünebilir ama bu çatışmanın sonuçlarıyla ilgili daha acil endişeler de var. Barack Obama'nın “Asya'ya yönelme” kararını duyurmasından itibaren, Amerikalı liderler, Çin ve daha sonra Rusya ile yüzleşmeye odaklanmayı tercih ederek, ABD'nin Ortadoğu'daki varlığını ve müdahalesini azaltmaya çalıştılar. Obama'ya karşı açıkça düşman olmasına rağmen Trump, özellikle Çin'in yükselişini kontrol altına almaya yönelik tekrarlanan çabalarında bu genel yaklaşımı sürdürdü.

Ancak Gazze'deki ateşkes anlaşması, Washington'u yeniden Arap-İsrail barış sürecinin garantörü konumuna döndürdü ve bu, önceki aşamalarda da oynadığı roldü. Bu süreç geçmiş deneyimlerin de gösterdiği gibi sekteye uğrarsa, ABD, uluslararası istikrar gücünü denetlemek de dahil olmak üzere barış sürecinin sorumluluğunu üstlenmek zorunda kalabilir; bu ise kaynaklarını zorlayabilir ve odağını diğer stratejik önceliklerden uzaklaştırabilir.

Buna bir de ateşkesin çökmesi ihtimali ekleniyor. Bu ihtimal ise Washington'u bir kez daha istikrarı dayatmaktan veya olayların gidişatını etkilemekten aciz ve zayıf bir konumda bırakabilir. Nitekim Gazze savaşı, başlangıcından bu yana Batı için zorlu bir sınav oldu, uluslararası arenadaki eksikliklerini açığa çıkardı, kolektif itibarını zedeledi, iç bölünmelerin derinleşmesine ve özgürlüklerin zayıflamasına yol açtı.

Mevcut ateşkes, özellikle Trump ve İsrail açısından Batı'nın bir zaferi gibi görünse de en önemlisi Washington'un uzun zamandır çekilmeye çalıştığı bir bölgeye geri dönmesi gibi ciddi riskleri gizliyor. Bu kayıplar, Filistinlilerin ve İsraillilerin son iki yılda yaşadığı trajedilerle karşılaştırıldığında önemsiz kalsa da Batı da Gazze savaşının sonuçlarından yara almadan çıkamadı.

*Bu analiz Şarku’l Avsat tarfından Londra merkezli al Majalla dergisinden çevrilmiştir.


Lübnan İçişleri Bakanı Şarku'l Avsat'a konuştu: Uyuşturucuyla mücadelede önemli ilerleme kaydettik

Lübnan İçişleri Bakanı Ahmed el-Haccar (Lübnan Ulusal Haber Ajansı – NNA)
Lübnan İçişleri Bakanı Ahmed el-Haccar (Lübnan Ulusal Haber Ajansı – NNA)
TT

Lübnan İçişleri Bakanı Şarku'l Avsat'a konuştu: Uyuşturucuyla mücadelede önemli ilerleme kaydettik

Lübnan İçişleri Bakanı Ahmed el-Haccar (Lübnan Ulusal Haber Ajansı – NNA)
Lübnan İçişleri Bakanı Ahmed el-Haccar (Lübnan Ulusal Haber Ajansı – NNA)

Lübnan İçişleri Bakanı Ahmed el-Haccar, Lübnan'ın uyuşturucu kaçakçılığı ve üretimini ortadan kaldırma kararını uygulamada önemli ilerleme kaydettiğini iddia etti. El-Haccar, Şarku'l Avsat ile yaptığı röportajda, siyasi otoritelerin bu konuyu çok ciddiye aldığını belirtti. Lübnan'a veya Lübnan'dan Arap Körfezi ülkelerine uyuşturucu kaçakçılığı girişimlerini izleme ve engelleme konusunda ‘mükemmel bir iş çıkaran’ güvenlik kurumlarına tam destek verdiğini belirten el-Haccar, bunun ‘toplumun korunmasına katkıda bulunduğunu ve Lübnan'ın güvenilirliğini artırarak bu konuyu ele alma konusundaki ciddiyetini gösterdiğini’ ifade etti.

df
Lübnan Cumhurbaşkanı Joseph Avn, İçişleri Bakanı Ahmed el-Haccar'ı kabul etti. (Lübnan Cumhurbaşkanlığı)

El-Haccar’ın, Lübnan’da uzun yıllardır uyuşturucu şebekelerinin çökertilmesinde deneyimi bulunuyor; kendisi İç Güvenlik Güçleri’nde adli polis memuru olarak görev yapmıştı. Lübnan’da uyuşturucu şebekelerinin köklü bir geçmişi bulunuyor ve Suriye’nin Lübnan’daki varlığı döneminde bu kaçakçılık ağlarının yurt dışına uzanan bağlantıları vardı. El-Haccar, “Joseph Avn’ın cumhurbaşkanı seçilmesinin ardından, yemin konuşmasında uyuşturucuyla mücadele konusunun yer alması son derece dikkat çekiciydi; bu taahhüt aynı zamanda Bakanlar Kurulu bildirisinde de yer aldı” dedi.

El-Haccar, “Hükümette İçişleri Bakanlığı görevini devraldıktan sonra, uyuşturucu ile mücadeleyi İçişleri Bakanlığı'nın stratejik önceliklerinden biri olarak belirledim ve bu, bakanlığın en önemli 10 önceliğinden biri haline geldi. Göreve geldiğimden beri, İç Güvenlik Güçleri'ndeki ilgili taraflarla ve İçişleri Bakanı'nın başkanlık ettiği ve Lübnan ordusu da dahil olmak üzere çeşitli güvenlik kurumlarını içeren Merkezi Güvenlik Konseyi aracılığıyla bu konuyu takip ediyorum” ifadelerini kullandı.

ty6
Lübnan'ın doğusundaki Baalbek'te ele geçirilen uyuşturucuları taşıyan askeri araçlar (Arşiv – Lübnan Ordu Komutanlığı)

El-Haccar, “İlk toplantılardan itibaren ilgililere, uyuşturucuyla mücadelenin ulusal bir öncelik olduğunu bildirdim. Gerçekten de tüm birimler harekete geçti; Lübnan ordusu büyük çabalar gösterdi, Captagon imalathaneleri dağıtıldı ve hassas bölgelerde operasyonlar düzenlendi. Bunların sonuncusu, uzun yıllar boyunca Lübnan devletinin doğrudan müdahalesinden uzak kalmış olan Filistinli mültecilerin yaşadığı Şatila Kampı’nda gerçekleştirildi” şeklinde konuştu.

Büyük çaplı ele geçirmeler

Son zamanlarda Lübnanlı yetkililer tarafından önemli miktarda uyuşturucu ele geçirildi. El-Haccar bu konu hakkında şöyle dedi: “Suriye rejimi değiştiğinde, özellikle sınırın Suriye tarafındaki ticaretin büyük bir bölümünü oluşturan captagona karşı uyuşturucu ile mücadele operasyonları düzenlendi. Operasyona katılan uzmanlar, stokların bir kısmının hâlâ mevcut olabileceğini ve bunun piyasaya sürülmeye çalışıldığını düşünüyor. Ancak devletin ciddiyeti ve Cumhurbaşkanı ile hükümetin tüm kademelerinden gelen tam siyasi destek, güvenlik güçlerine büyük bir ivme kazandırdı ve onları daha etkili şekilde çalışmaya teşvik etti. Bu da sahadaki sonuçlarda açıkça görüldü.”

Suudi güvenlik kurumlarıyla koordinasyon

Lübnan'ın uyuşturucu ile mücadelede büyük ilerleme kaydettiğini vurgulayan el-Haccar sözlerini şöyle sürdürdü: “Son ele geçirmelerde, Uyuşturucuyla Mücadele Bürosu’na giderek, bu kuruma, güvenlik güçlerine ve tüm güvenlik kurumlarına destek mesajı gönderdim... Operasyonu yerinde takip ederken, Suudi Arabistan Uyuşturucuyla Mücadele Müdürlüğü’nden Lübnan’a, Trablus Limanı’nda kokain bulunduğuna dair bilgiler ulaştı. Uyuşturucuyla Mücadele Bürosu hızlı ve kararlı şekilde müdahale etti ve 125 kilogram kokain ele geçirildi. Bu, son yıllarda Lübnan’da tek seferde ele geçirilen en büyük miktar oldu. Üstelik bu, üretimi çoğaltılabilecek yoğunlaştırılmış türdendi… Tüm bunlar, Suudi makamlarıyla yürütülen verimli iş birliğinin bir sonucuydu.”

sd
Lübnan Uyuşturucuyla Mücadele Bürosu'ndan bir memur, geçen ay kaçakçılığı engellenen uyuşturuculardan bir kısmını gösteriyor. (EPA)

El-Haccar’ın aktardığına göre, ikinci operasyon da Suudi makamlarıyla koordinasyon içinde gerçekleştirildi. El-Haccar, “Önce Cidde’ye, oradan da Kuveyt’e kaçırılmak üzere hazırlanmış bir captagon sevkiyatı ele geçirildi. Suudi Arabistan’daki birimlerden Uyuşturucuyla Mücadele Bürosu’na bilgi ulaştı ve bu bilgiler en hızlı şekilde değerlendirildi. Aynı gece, Trablus Limanı üzerinden yürütülen takip sonucu ekiplerimiz, Lübnan’ın kuzeyindeki bir depoya ulaştı. Burada bir başka kişi gözaltına alındı ve Suudi Arabistan ile Körfez pazarlarına gönderilmek üzere hazırlanmış 8 milyon captagon hapı ele geçirildi. Bu verimli iş birliği ve soruşturmalardaki ciddiyet sayesinde şebekelerin çökertilmesi sağlandı” ifadelerini kullandı.

El-Haccar, “Hiç kimse kanunların üstünde değildir ve uyuşturucu ile mücadele Lübnan devleti için bir önceliktir” dedi.

Önleyici operasyon

El-Haccar, İç Güvenlik Güçleri İstihbarat Şubesi’ni ziyaretinde duyurulan üçüncü operasyona atıfta bulunarak şunları söyledi: “İstihbarat Şubesi de olağanüstü bir çalışma yürüttü. Bu birim, terör ve organize suçla mücadelede zaten büyük başarılar elde ediyor ve önemli rollere sahip. Şubemiz, yakın zamanda karmaşık bir uyuşturucu kaçakçılığı operasyonunu engelledi. Operasyonda, uluslararası bağlantıları olan bir şebekenin başı hedef alındı. Bu şebeke, captagonu Körfez pazarına, esrarı ise Mısır dahil diğer pazarlara kaçırıyordu. Daha önce Avustralya ve Türkiye’ye de sevkiyat yapmışlar, ayrıca Türkiye ve Ürdün’de bağlantıları bulunuyordu. Şebekenin başı ve diğer kişiler tutuklandı; yaklaşık 6,5 milyon captagon hapı ve 720 kilogram esrar ele geçirildi. Maddeler sevkiyata hazırlanmış ve Beyrut Limanı’na gönderilecekken, İstihbarat Şubesi kaçakçıları limana varmadan durdurdu ve suçluları eş zamanlı olarak birden fazla yerde gözaltına aldı. Captagonun nihai hedefi Suudi Arabistan’dı ve bu konuda Suudi makamları bilgilendirildi. Bu, son derece önemli ve önleyici bir operasyondu.”

El-Haccar, “Bahsettiğim her şey, siyasi yetkililerin mükemmel bir iş çıkaran kurumlara verdikleri desteğin ve bu konunun ciddiyetinin kanıtıdır. Lübnan ve Arap Körfezi ülkelerinde her türlü kaçakçılığı önlemek için sürekli gözetim, izleme ve takip operasyonları yürütülmektedir. Bu da toplumun korunmasına katkıda bulunmakta ve bu konuyu çok ciddiye alan Lübnan'ın güvenilirliğini artırmaktadır” şeklinde konuştu.

Ekonomik bir alternatif olarak kalkınma

El-Haccar, uyuşturucuyla mücadele ve şebekelerin çökertilmesinin yanı sıra, devletin uyuşturucu ticaretinin yoğun olduğu uzak bölgelerin kalkınmasına da odaklandığını belirtti. Bakan, hükümetin kenevir yetiştiriciliğini düzenleyen denetleyici bir kurumu belirli standartlar ve kriterler çerçevesinde onayladığını kaydetti. El-Haccar’ın açıklamasına göre amaç, ‘daha önce yasadışı esrar yetiştirilen bölgelerde, artık tıbbi amaçlı kullanım için hazırlanmış kenevirin denetleyici kurum gözetiminde yetiştirilmesini sağlamak ve bunun bölgenin kalkınmasına katkıda bulunmasını temin etmek.’