Saddam Hüseyin'in devrilmesi ile 7 Ekim saldırısı arasında İran

Washington ile Tahran arasında yeni bir ‘birlikte yaşama’ aşamasıyla mı yoksa bir ‘çatışmayla’ mı karşı karşıyayız?

İran Dini Lideri Ali Hamaney, 5 Şubat'ta Tahran'da hava kuvvetleri subaylarıyla yaptığı bir toplantı sırasında iki savaş uçağı modeli arasında (AFP)
İran Dini Lideri Ali Hamaney, 5 Şubat'ta Tahran'da hava kuvvetleri subaylarıyla yaptığı bir toplantı sırasında iki savaş uçağı modeli arasında (AFP)
TT

Saddam Hüseyin'in devrilmesi ile 7 Ekim saldırısı arasında İran

İran Dini Lideri Ali Hamaney, 5 Şubat'ta Tahran'da hava kuvvetleri subaylarıyla yaptığı bir toplantı sırasında iki savaş uçağı modeli arasında (AFP)
İran Dini Lideri Ali Hamaney, 5 Şubat'ta Tahran'da hava kuvvetleri subaylarıyla yaptığı bir toplantı sırasında iki savaş uçağı modeli arasında (AFP)

Eli el-Gasifi

Irak'ın işgali ve Saddam Hüseyin rejiminin devrilmesinin üzerinden 21 yıl geçti ve bölge halen uluslararası ve bölgesel güç mücadeleleri, iç çatışmalar, ekonomik ve sosyal krizlerle boğuşuyor. ABD'nin demokrasi vaadi Irak topraklarına erken düştü ve hatta sadece Bağdat'ta değil, çok az istisna dışında tüm bölgede kaosa dönüştü. Kaosun kapılarını çalmadığı ülkeler bile kendilerini korumak ve bölgesel yangının kendilerine sıçramasını önlemek için büyük çaba sarf etmek zorunda kaldı.

ABD'nin Bağdat'ı işgalinden önce Irak ve bölge istikrarlı değildi. Rejimlerin çoğu gerçek bir meşruiyete sahipti ve halklarına güvenlik ve refah sağlamak için çalışıyordu. Üstüne üstlük, bu rejimlerin birçoğu onlarca yıl boyunca iç ve dış bahanelerle baskıya maruz kalmıştı. Aynı şekilde devam etme kabiliyeti sona ermek üzereydi. Özellikle de güvenlik, gıda, eğitim ve sağlık kalemlerinde toplumun tek parti yönetimine teslim edilmesi bu durumu daha da zorlaştırdı. Tüm bu hizmetlerin kalitesindeki farklılıklarla beraber zorlayıcı sosyal sözleşmeler de işin cabasıydı. Sadece bölgedeki değil küresel ölçekteki sosyal ve ekonomik dönüşümler göz önüne alındığında ciddi zorluklarla karşılaşmaya başlanılmıştı.

Ancak, ABD'nin Irak'ı işgali bölgede yeni zorluklar yarattı ve yıkıcı kaosa ve hatta ‘cehenneme’ doğru gidişi hızlandırdı. Tam da bu noktada ABD’liler, sanki tüm bu yıkım bölgede demokrasi, özgürlük ve sosyal adaletin karanlığıyla sona erecek bir geçiş evresiymiş gibi ‘yaratıcı kaos’ teorisini geliştirmeye çalıştılar.

Yeni muhafazakârlar tarafından desteklenen Amerikan bölge projesi Irak'ta çöktü ve yerini İran projesi aldı.

‘Yeni muhafazakârlar’ tarafından desteklenen Amerikan bölge projesi Irak'ta çöktü ve yerini Irak'tan başlayarak İran projesi aldı. ABD’liler Saddam Hüseyin rejimini, düşüşünden sonraki güne ilişkin net bir vizyona sahip olmadan devirdi. Bu durum İran'ın ABD'nin Irak'ı işgalini değerli ve yeri doldurulamaz bir fırsat olarak görmesi ve sonuna kadar kullanması için yeterli oldu.

İran Bağdat'ta patlak verdi ve oradan Şam, Beyrut ve Yemen'e kadar yayıldı, ta ki artık dört Arap ülkesinin başkentlerini kontrol ettiğini söyleyene kadar. Bu, İran etkisinin 2003'ten önce bu ülkelerde mevcut olmadığı anlamına gelmiyor; aradaki fark bu etkinin son yirmi yılda artmış ve kurumsallaşmış olmasıdır. Daha da önemlisi, Tahran nüfuz alanlarını bir kara koridoruyla Akdeniz'e bağlayabilmiştir ki bu İran için mevcut rejimle sınırlı olmayan stratejik ve tarihi bir hedeftir.

FOTO: Liderlerinden birinin 16 Şubat'ta Güney Lübnan'da düzenlenen cenaze törenine katılan Hizbullah üyeleri (EPA)
Liderlerinden birinin 16 Şubat'ta Güney Lübnan'da düzenlenen cenaze törenine katılan Hizbullah üyeleri (EPA)

İran, Bağdat'tan Beyrut'a uzanan güçlü nüfuzu olmasaydı, Arap Baharı olarak adlandırılan sürecin gidişatını, özellikle de Suriye'de bu denli etkileyemezdi. Bu iki başkent arasındaki ‘direniş koridoru’, Suriye'deki rejimin ve Suriye savaşının başından beri onun yanında savaşmaya koşan Hizbullah'ın siyasi, askeri ve mali tedarikini güvence altına almak için yeterliydi. Başka bir deyişle, Suriye'deki rejimin koşa koşa gittiği ‘güvenlik çözümü’ İran destekli bir çözümdü. Aksi takdirde rejim İran'ın desteğinden emin olmasaydı bu kadar güçlü ve hızlı bir şekilde bu çözüme gidemezdi. Hamas, Beşşar Esed'in muhaliflerini destekleyerek farklı bir bahse girdi ama sonunda yaklaşık 10 yıllık bir ‘uzaklaşma’ ve yabancılaşmanın ardından İran'ın kucağına geri döndü.

Beyrut'taki bilgi sahibi Filistinli kaynaklara göre, Hamas’ın Tahran ve ‘direniş ekseni’ ile ilişkilerini yeniden kurma nedenlerinden birinin, askeri cephaneliğini geliştirme ihtiyacı olduğu ifade ediliyor. Hamas'ın bu dönüşü 7 Ekim 2023 olayını anlamanın bir yönünü oluşturmaktadır. Elbette bu durum, İran'ın 7 Ekim saldırısında da -her ne kadar bunu bildiğini inkâr etse de- var olduğunu ve en azından 2003'ten bu yana bölgedeki olaylarda yer aldığını ya da bu tarihten sonra bu olaylardaki varlığının daha güçlü ve etkili hale geldiğini söylemeyi mümkün kılıyor.

Saddam'ın devrilmesi ile Hamas saldırısı arasında neredeyse yirmi yıl geçtiğinden, İran'ın bölgeye yönelik stratejisinde saldırıdan savunmaya doğru bir kayma olduğu söylenebilir.

Ancak Tahran'ın bu inkârı, İran'ın 7 Ekim'den sonraki davranışını anlamada tesadüfi ve önemsiz bir mesele değildir. Aksine bu davranışı anlamada kilit bir faktördür ve bu nedenle bölgede yeni bir İran stratejisi oluşturması temelinde ele alınmalıdır. Aksa Tufanı’ndan bu yana İran'ın doğrudan savaşa girmemeye ve aynı zamanda İsrail'e ve ABD'nin bölgedeki çıkarlarına karşı vekaleten saldırıları desteklemeye dayalı ikili bir strateji benimsediği doğrudur. Ancak 7 Ekim'deki Hamas saldırısını desteklememesi onu ABD'nin Irak'ı işgali sırasındaki pozisyonundan farklı olarak savunma pozisyonuna sokmuştur. Bu işgalin arifesinde, ‘Saddam'ı değiştirmek ve yeni rejimin oluşumuna katılmak için muhalefetle birlikte çalışırken, aynı zamanda ABD işgalini engellemek için Şam'la birlikte çalışmaya’ dayanan ikili bir stratejiye dayalı olarak saldırgan bir pozisyonda konumlanmıştı.

FOTO: Bağdat'ın güneybatısındaki Kerbela kentinde bir caminin yakınından geçen ABD Abrams tankı, 7 Nisan 2003. (Reuters)
Bağdat'ın güneybatısındaki Kerbela kentinde bir caminin yakınından geçen ABD Abrams tankı, 7 Nisan 2003. (Reuters)

Dolayısıyla, Saddam'ın devrilmesi ile Hamas saldırısı arasında yaklaşık yirmi yıllık bir boşluk varken, İran'ın bölgedeki stratejisinde saldırıdan savunmaya doğru bir kayma olduğu söylenebilir. Gerçi İran'ın konumlanışının artık yapısöküme uğratılması gerekiyor. Zira bu konumlanma tamamen savunmaya yönelik değil, savunma ve saldırı arasında gidip geliyor. Ancak tüm bunlar Tahran'ın son yirmi yılda inşa ettiği nüfuz mevzilerinin savunulması çerçevesinde gerçekleşiyor. Bu noktada 2003'ten beri olduğu gibi İran'ın saldırgan bir hamlesiyle karşı karşıya değiliz. Bu durum, 7 Ekim'den bu yana İsrail ile topyekûn savaş çatısı altında kontrollü bir çatışmaya giren İranlı milislerin, özellikle de güney Lübnan'daki Hizbullah ve Yemen'deki Husilerin davranışlarından çıkarılabilir. Irak'taki İran yanlısı gruplara gelince, 28 Ocak'ta Ürdün-Suriye sınırında ABD'ye ait Kule 22’ye yaptıkları saldırının ardından, ABD'nin kendilerine yönelik tepkisinin genişlemesinden ve İran'ın bunu sınırlayacak bir saha gerçekliği yaratmamasından korkarak savaştan erken çekildiler.

Bu da bizi İsrail'in Gazze Şeridi'ne yönelik savaşı bağlamında ABD'nin İran'a yönelik caydırıcılığına getiriyor. İran’ın bölgedeki vekil güçlerinin devam eden saldırıları göz önüne alındığında, ABD’nin caydırıcılığının mutlak olmadığını söyleyebiliriz. Bu durum Tahran'ın saldırıdan savunmaya geçmesine neden oldu. Gerçi bu dönüşümün göstergeleri savaştan önce ortaya çıkmaya başlamıştı. Ancak savaş bunu hızlandırdı ve İran için kaçınılmaz bir seçim haline getirdi. Bu da Tahran yönetiminin savaşın sona ermesinin ardından yeniden saldırıya geçme ihtimaline ilişkin temel bir soruyu gündeme getirdi.

Kesin olan şu ki Tahran yeni döneme bölge ülkeleriyle arasını soğutmaya çalışarak giriyor.

Böyle bir dönüşümün zor olması ve bunun için bölgesel ve uluslararası koşulların mevcut olmaması muhtemeldir. Bu, İran'ın bölgedeki nüfuzundan herhangi bir şey kaybetmeye razı olacağı anlamına gelmiyor, ancak en azından bölge ülkelerine karşı çatışmacı olmamaya çalışacak ve en önemlisi Tahran ile Beyrut arasındaki ‘direniş koridoru’ olmak üzere stratejik bölgesel kazanımlarını savunmaya devam edecektir. ABD ve İsrail ise bu kordioru, güç kullanarak bozmaya ya da kullanışlılığını sınırlandırmaya çalışıyor. Ancak daha da önemlisi, 7 Ekim ABD'yi bölgedeki varlığını azalttığı izleniminin ardından bölgeye ‘geri döndürdü’ ve bu da ABD’lileri bölgeden uzaklaştırmaya çalışan İran için büyük bir meydan okumadır.

Washington ile Tahran arasında yeni bir ‘birlikte yaşama’ aşamasıyla mı yoksa bir ‘çatışmayla’ mı karşı karşıyayız?

Her iki durumda da, iki taraf arasındaki gelecekteki ‘ilişkinin’ dinamiklerini kristalize etmek, kurallarını ve tavanlarını belirlemek zaman alacaktır. Ancak kesin olan şu ki Tahran, tıpkı 21 yıl önce Irak'ta olduğu gibi Gazze'de de ‘ertesi günün’ belirsizliği göz önüne alındığında hatları henüz netleşmeyen yeni bir döneme bölge ülkeleriyle arasını soğutma çabasıyla giriyor. Bunun işaretleri, rejimin mevcut tutumunun Tahran'ın Arap dünyasına açılmaya çalışırken 7 Ekim saldırısını ‘sahiplenmemesiyle’ uyumlu olduğu Suriye'de ve bir Hizbullah güvenlik yetkilisinin kısa süre önce Birleşik Arap Emirlikleri'ni (BAE) ziyaret ettiği Lübnan'da şimdiden görülebilir.

*Bu makale Şarku’l Avsat tarafından Londra merkezli AL Majalla dergisinden çevrilmiştir.



İran'ın vekilleriyle yüzleşmek: Bölgesel rol

Lina Jaradat
Lina Jaradat
TT

İran'ın vekilleriyle yüzleşmek: Bölgesel rol

Lina Jaradat
Lina Jaradat

James Jeffrey

24 Haziran'da dünya Ortadoğu'da farklı bir sahneye uyandı. Ateşkes, Gazze Şeridi hariç, 7 Ekim 2023'te İran’ın vekillerinin başlattığı bölgesel bir çatışmayı, son olarak Tahran'ın kendisinin doğrudan müdahil olmasının akabinde sonlandırdı. Bu çatışma İran ve vekilleri için dolaylı olarak da askeri müttefiki Rusya için ağır bir yenilgiyle sonuçlandı. Savaşın tozu dumanı dağılırken temel bir soru ortaya çıkıyor; nadiren barışı tatmış bir bölgede uzun vadeli istikrarı sağlamak için bu başarıyı nasıl kullanabiliriz? İlk adım İran'ı çevrelemektir, ancak bu çabanın başarısı, ayrıntılarının tam ve derinlemesine anlaşılmasına bağlı.

ABD, daha önceki çatışmalarda olduğu gibi bu çatışmada da bazen başarılı, bazen de etkisi sınırlı kilit bir rol oynadı. Ancak bu rolün, Başkan Trump'ın bu hayati öneme sahip bölgeye olan ilgisini kaybetmesi nedeniyle değil, aksine ABD'nin ne sunabileceği ve nelerden kaçınması gerektiği konusundaki gerçekçi vizyonundan hareketle “savaş sonrası” aşamada değişmesi muhtemel.  Trump'ın siyasi tabanında izolasyonistlerin güçlü varlığı göz önüne alındığında bu kaçınma önemli. İran'a yönelik son saldırıda olduğu gibi, Amerikan taahhütlerinin kısa vadeli, düşük maliyetli ve doğrudan Amerikan vatandaşının çıkarlarıyla bağlantılı olması koşuluyla, bu akımı ikna etmek mümkün.

Bu nedenle bölge ülkeleri, Başkan Trump'ın mayıs ayında Riyad'da yaptığı konuşmada ortaya koyduğu, ABD'nin Ortadoğu politikasının genel çerçevesini ciddiye almalı. ABD, bundan sonra “son çare” rolünü, yani yalnızca kesinlikle gerekli olduğunda ve başka alternatif kalmadığında müdahale eden bir güvenlik garantörü rolünü üstlenmeyi planlıyor. Fordo tesisinin bombalanması bu tür kararlı müdahalelerin açık bir örneğiydi. Daha geniş çerçevede, Trump konuşmasında, bölgenin sorumluluklarını üstlenebilme gücüne güvendiğini, bölgenin birçok krizi kendi başına çözebilecek olgunluğa ulaştığına inandığını dile getirdi.

Bölgesel güçler, bu alanlarda gerçek bir değişim yaratmak için uzun vadeli vizyonlara ve sahadaki detaylara ilişkin kapsamlı bir anlayışa sahip, ABD ise bunlardan yoksun

Bu durum, bölgedeki iki ana taraf olan ABD ve Türkiye'nin de aralarında bulunduğu bölge ülkeleri arasında ideal bir rol dağılımına işaret ediyor; burada İsrail'in özel bir statüye sahip olduğuna işaret edelim. Zira Amerikan güvenlik şemsiyesi, İsrail ile eşgüdüm halinde, İran'ın doğrudan oluşturduğu stratejik tehditlerle mücadeleye odaklanacaktır. Gazze, Lübnan, Irak, Suriye ve Yemen'de İran’ın vekillerinin kalan ağlarıyla mücadeleye gelince, son dönemde Suriye'ye yönelik izlenen politikada da görüldüğü gibi, gayriresmi bir ittifak çerçevesinde bölge devletlerinin sorumluluğunda olduğu varsayılıyor. Bu dağılım iki nedenden dolayı mantıklı görünüyor; birincisi, bu ağların nüfuzunu ve dolayısıyla İran'ın bunlar üzerindeki kontrolünü sınırlamak, en çok bu ağlara ev sahipliği yapan ülkelere komşu olan Arap ülkeleri ve Türkiye’nin menfaatinedir. İkincisi, bölgesel güçler bu alanlarda gerçek bir değişim yaratmak için uzun vadeli vizyonlara ve sahadaki detaylara ilişkin kapsamlı bir anlayışa sahip, ABD ise bunlardan yoksun.

Aşağıda, vekillerin etkisini azaltmayı ve böylece İran'ın gayrimeşru hegemonyasını zayıflatmayı amaçlayan bölgesel katılım için bir “eylem planı” yer almaktadır. Bu plan, ABD'nin doğrudan müdahalesini gerektiren alanları belirliyor. Diğer uluslararası tarafların rolleri ise nispeten sınırlı kalıyor. Zira Avrupa Birliği ve İngiltere genel olarak ABD'nin hedeflerine destek verseler de finansal alan dışında bölgesel güvenliğe katkıları sınırlı olmayı sürdürüyor. Öte yandan Çin ve Rusya'nın, Güvenlik Konseyi'ndeki birkaç sınırlı ve yoğun rol dışında, bölgenin farklı yerlerinde 20 aydır süren operasyonlar boyunca neredeyse hiçbir etkileri olmadı.

Arap ülkeleri arasında, mevcut Filistin liderliğinin Gazze'de ne ölçüde rol üstlenmeye hazır olduğu konusunda görüş ayrılıkları öne çıkıyor. Ancak bölge, eninde sonunda kendisini Ramallah'ın bu bağlamda neler sunabileceğiyle yüzleşmek zorunda bulacaktır

Gazze

BAE ve Mısır, Gazze'deki “ertesi gün” aşaması için Filistin Ulusal Otoritesi, bölgesel organlar ve uluslararası tarafların ortak roller üstlenmesini öngören planlar sundular. Bu planların genel hatları ümit verici görünse de Hamas'ın Gazze’de siyasi kontrolden vazgeçmesini, güç kullanımının başka bir Filistinli oluşuma veya kolektif bir Arap oluşumuna ya da ortak bir oluşuma münhasır olduğunu tanımasını şart koşuyor. Bu şartın sağlanması zor olsa da özellikle İsrail'in, tıpkı Lübnan'da Hizbullah'ın başına gelenlere benzer şekilde, Hamas'ın askeri gücünü yeniden inşa etmesi durumunda müdahale etme hakkını savunacağı düşünüldüğünde, imkânsız değil. Mevcut Filistin liderliğinin Gazze'de rol üstlenmeye ne kadar hazır olduğu konusunda da Arap ülkeleri arasında görüş ayrılıkları öne çıkıyor. Ancak bölge, eninde sonunda kendisini Ramallah'ın bu bağlamda neler sunabileceğiyle yüzleşmek zorunda bulacaktır.

İsrail ile Hamas arasında ateşkes sağlanmasının ardından 23 Ocak 2025'te, yerinden edilen Filistinliler Gazze Şeridi'nin kuzeyindeki Cibaliye'ye geri dönerken, insanlar yıkılan binaların enkazları arasında çadırlar kuruyor (AFP)İsrail ile Hamas arasında ateşkes sağlanmasının ardından 23 Ocak 2025'te, yerinden edilen Filistinliler Gazze Şeridi'nin kuzeyindeki Cibaliye'ye geri dönerken, insanlar yıkılan binaların enkazları arasında çadırlar kuruyor (AFP)

Bu bağlamda ABD’nin rolü çok önemli. ABD, Gazze'deki Hamas kalıntılarına karşı devam eden ve sivil halka büyük zararlar veren savaşı durdurması için mevcut İsrail hükümetine baskı yapabilecek tek taraf olmaya devam ediyor. Başkan Trump'ın İran'a yönelik saldırısının olumlu yan etkilerinden biri de kazandığı güvenilirlik oldu ve bu da ona İsrailliler üzerinde bu hassas konuda etkili baskı uygulayabilme olanağı tanıyor.

Suriye

Genel olarak Türkiye ile ittifak içinde olan önde gelen Arap devletleri takdire şayan bir öncü rol üstlendiler. Ancak Suriye'deki sahne farklı; İran'ın açık nüfuzu önemli ölçüde gerilemiş olsa da Tahran hâlâ çok sayıda Suriyeli tarafla örtülü ilişkilerini sürdürüyor ve nüfuzunu yeniden kazanmak konusunda oldukça istekli olduğunu gösteriyor. Buna karşılık mevcut Suriye rejimi, Esed'in eski müttefiki İran'a karşı açık bir düşmanlık sergiliyor. En büyük meydan okuma, 14 yıldır süren savaş nedeniyle nüfusunun yarısının yerinden edildiği, yüz binlerce kişinin öldürüldüğü ve kapsamlı bir ekonomik çöküş yaşayan yeni Suriye devletinin kırılganlığıdır. Kuzeyde, kuzeydoğuda, batıda ve güneyde yayılan ve merkezi hükümete bağlılıkları şüpheli silahlı grupların yanı sıra, DEAŞ’a bağlı grupların devam eden varlığının gölgesinde kökleşmiş iç ayrışmalar, bu durumu daha da derinleştiriyor.

BM Güvenlik Konseyi'nin 1701 sayılı kararına dayanan 2024 ateşkesi şartları, Lübnan hükümeti ve halkının Hizbullah'ın nüfuzunu azaltmaya yönelik çabalarına hukuki bir zemin sağlıyor

Bölge ülkelerinin öncelikli görevi, özellikle Başkan Trump'ın Suriye'ye yönelik ciddi toparlanma çabalarını engelleyen yaptırımları kaldıran başkanlık kararnamesini yayınlamasının ardından, etkili ekonomik destek sağlamaktır. İkinci görev ise bölgesel pozisyon birliğini korumaktır. Nitekim 2018 yılından itibaren Arap dünyasında Suriye politikası konusunda ortaya çıkan ayrışmalar, Esed rejimine yönelik ortak pozisyonu zayıflatmıştı. Bu durum daha sonra, özellikle de Esed'in Arap Birliği'ne tam dönüşü karşılığında herhangi bir reformda bulunmayı reddetmesinin ardından 2023'te düzeltildi.

Bugün en büyük meydan okuma, Arap devletleri ile Türkiye arasında yalnızca Şam rejimine yönelik değil, aynı zamanda ülkenin geniş bölgelerini kontrol eden silahlı gruplara karşı pozisyonlarda da görüş ayrılığı yaşanması olasılığıdır. Bu bağlamda Arap dünyası ile Türkiye'nin görüş birliği içinde olması zaruri hale geliyor. Burada, iç reform, yönetişim, güvenlik ve dış ilişkiler dosyalarını kapsayan net bir “yapılacaklar listesi” hazırlanması, Arap dünyasının 2021-2024 yılları arasında Esed'e yönelik benimsediği yaklaşıma benzer şekilde, yeni Suriye hükümetine ortak bir çerçeve olarak sunulması öneriliyor.

ABD Başkanı Trump, Suriye dosyasıyla ilgili olarak Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile arasındaki gerginliği azaltmak konusunda arabuluculuk yapabileceğini İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu'ya bildirdi. Bu, mevcut Suriye bağlamında en hassas konulardan birinde gerilimi azaltabilir. Buna paralel olarak ABD, DEAŞ’ı çevrelemeye devam etme konusunda doğrudan çıkar sahibi ve bu da Kürt liderliğindeki Suriye Demokratik Güçleri (SDG) ile sürekli iş birliğini gerektiriyor. Ancak Suriye'deki tablo oldukça karmaşık; zira aynı güçler, Türkiye ile PKK bağlantıları nedeniyle çatışma içinde oldukları bir dönemde, Şam ile kuzeydoğunun merkezi devlete yeniden entegrasyonu konusunda, idari, ekonomik, enerji ve güvenlik konularını da içeren müzakereler yürütüyor.

Dolayısıyla ABD'nin yaptırımları kaldırma sorumluluğunun yanı sıra hâlâ temel bir rolü bulunuyor. Son olarak Washington'un, Golan Tepeleri'nin hukuki statüsü de dahil olmak üzere, Suriye ile İsrail arasında 1974’te varılan anlaşmada yer alan konuları ele almak için hem Suriye hem de Ürdün ile birlikte çalışması gerekiyor.

 İsrail ile Hizbullah arasında ateşkesin yürürlüğe girmesinin ardından, Beyrut'un güney banliyölerindeki hasarlı binaların yakınından geçen araçlar Lübnan, 27 Kasım 2024 (Reuters)İsrail ile Hizbullah arasında ateşkesin yürürlüğe girmesinin ardından, Beyrut'un güney banliyölerindeki hasarlı binaların yakınından geçen araçlar Lübnan, 27 Kasım 2024 (Reuters)

Lübnan

BM Güvenlik Konseyi'nin 1701 sayılı kararına dayanan 2024 ateşkesinin şartları, Lübnan hükümetine ve halkına, “devlet içinde silahlı devlet” olarak Hizbullah'ın nüfuzunu azaltmaya yönelik çabalarına yasal bir zemin sağlıyor. Bu bağlamda, Lübnan'ın karşı karşıya olduğu hukuki zorluklar ve ciddi ekonomik kriz göz önüne alındığında, BM ve uluslararası bağışçılara önemli rol düşüyor. Ancak Arap ülkelerinin de halen en az bunun kadar önemli, finansal destek ve diğer ekonomik yardım biçimlerini sunmak gibi ciddi bir rolü bulunuyor. Bunun ötesinde, bu rol, Lübnan hükümetine Hizbullah'ı dizginleme sözünü yerine getirmesi için baskı yapmak amacıyla siyasi tutumları birleştirmeye kadar uzanıyor. Arap ülkeleri de dahil olmak üzere dış yardımların, silahsızlandırma taahhüdüne, 1701 sayılı kararın uygulanmasına ve ateşkese bağlanması, Lübnan ve bölgede barış ve istikrarın sağlanması için olmazsa olmaz bir unsurdur.

Lübnan örneğinde olduğu gibi Arap ülkelerinin Irak hükümetiyle de tarihi ilişkileri bulunuyor ve bu ilişkiler ekonomik ve diplomatik düzeyde giderek gelişiyor

Arap iş birliğinin etkin koordinasyon gerektiren en önemli alanlarından biri de Lübnan-Suriye ilişkileri. Suriye'nin Hizbullah'a gönderilen silahlar konusunda kaçakçılığı sınırlaması için bölgesel desteğe ihtiyacı var. Zira Şam'daki hükümetin değişmesinden sonra bile, 1701 sayılı kararın açıkça ihlali niteliğindeki silah sevkiyatı girişimleri devam etti. Lübnan ve Suriye'nin Şeba Çiftlikleri konusunda ortak tavır alması da önem taşıyor.

ABD ise Lübnan'da doğrudan önemli bir rol oynamasa da Lübnan ordusuna verdiği sürekli destek, sunduğu diğer yardımların yanı sıra, Güvenlik Konseyi'ndeki daimi üye olarak etkinliği aracılığıyla aktif olmayı sürdürüyor. Buradan hareketle Arap ülkelerinin, İsrail'in ateşkese bağlılığının sağlanması, Lübnan topraklarında halen işgal ettiği mevzilerden güçlerini çekmesi başta olmak üzere, Lübnan’da Washington ile koordinasyon ve iş birliği yapmaları gerekiyor.

Irak

Lübnan örneğinde olduğu gibi Arap ülkelerinin Irak hükümetiyle de tarihi ilişkileri bulunuyor ve bu ilişkiler hem ekonomik hem de diplomatik düzeyde giderek gelişiyor. Ancak Irak sahnesi doğası gereği Lübnan'dakinden farklı. İran'ın Irak'taki nüfuzu, bilhassa Lübnan'daki doğrudan vekili Hizbullah'ın nüfuzuyla karşılaştırıldığında daha güçlü nüfuza sahip siyasi partiler, Haşdi Şabi’ye bağlı milisler aracılığıyla çok daha geniş ve çeşitli. Ancak Lübnan’a göre Irak'ın kırılganlığı daha derin görünüyor. Şarku’l Avsat’ın al Majalla’dan aktardığı analize göre zira Irak İran'a komşu olmasının yanı sıra, onunla yakın enerji bağları da var. Ayrıca Lübnan'dan farklı olarak, vekillerin nüfuzunu sınırlamasını sağlayacak uluslararası hukuki yetkilerden de yoksun. Dünyanın önde gelen petrol üreticilerinden biri olan Irak, İran'ın bölgesel hesaplarında stratejik bir kazanımı temsil ediyor.

Irak liderliğine, Tahran ile angajmanda aşırıya kaçmasının ciddi sonuçlar doğurabileceği hatırlatılmalı; bu durum Kürtleri ayrılığa itebilir ve Sünni Arapları DEAŞ’ın kollarına geri dönmeye teşvik edebilir

Arap ülkeleri, Irak hükümetiyle gelişen diplomatik ve ekonomik ilişkilerini, dolaylı yoldan harekete geçerek, Bağdat'ın karar alma bağımsızlığını desteklemeye katkıda bulunmak için kullanabilirler. Irak liderliğine, Tahran ile angajmanda aşırıya kaçmasının ciddi sonuçlar doğurabileceği hatırlatılmalı; bu durum Kürtleri ayrılığa itebilir ve Sünni Arapları DEAŞ’ın kollarına geri dönmeye teşvik edebilir. Bu iki gelişme sadece Irak'ın değil, tüm bölgenin güvenliği için tehdit oluşturuyor. Bu bağlamda, Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile Bağdat hükümeti arasındaki ilişkilerin yönetilmesi konusunda Türkiye ile iş birliği yapılması en önemli önceliktir.

Irak'taki Amerikan rolüne gelince, giderek azalsa da özellikle enerji sektöründeki ticari anlaşmalar açısından hâlâ büyük önem taşıyor. Buna ilave olarak, DEAŞ’ın geri dönüşünü engellemede oynadığı önemli rolün yanı sıra, son yıllarda biriktirdiği hukuki, mali ve diplomatik mirasla etkisini sürdürüyor. Washington, Arap ülkeleri, Türkiye ve daha geniş ölçüde uluslararası toplum açısından önemli olan sonuç şudur, Irak'ın son 20 yıldır Lübnan ve Yemen'in izlediği yola sapması bölgesel bir felakete yol açacaktır.

Arap devletleri, ABD dahil olmak üzere herhangi bir dış güçle karşılaştırıldığında, İran ve bölgedeki ağlarından beklenen direnişe karşı koymaya en muktedir ülkeler olmaya devam ediyorlar

Yemen

Yemen dosyasında onlarca yıldır hiçbir dış güç gerçek bir atılım sağlayamadı. Buna vekili Husilerin ülkeyi tamamen kontrol altına almasını veya uluslararası alanda meşru olarak tanınmasını sağlayamayan İran da dahil. Husilerle merkezi hükümet arasındaki çatışmanın büyük ölçüde donmuş bir biçimde kalacağı varsayıldığında, Arap devletlerinin meşru hükümete siyasi destek vermeye ve insani yardımları yoğunlaştırmaya odaklanmaları gerekiyor. ABD açısından ise Husiler'in deniz trafiğine yönelik saldırılarını yeniden başlatmaması durumunda, Husiler ile çatışmaya girme konusuna ilgisi sınırlı kalmaya devam edecektir. Konunun karmaşıklığı göz önüne alındığında, sahadaki gelişmeler farklı bir yaklaşımı gerektirmediği sürece, konunun sonraki bir aşamaya bırakılması daha iyi olacaktır.

Arka planda Husiler tarafından ele geçirilen kargo gemisinin yer aldığı sahilde yürüyen bir Husi savaşçısı 5 Aralık 2023 (ABE)Arka planda Husiler tarafından ele geçirilen kargo gemisinin yer aldığı sahilde yürüyen bir Husi savaşçısı 5 Aralık 2023 (ABE)

Sonuç

İran, bölge genelinde geniş bir vekil ağı kurmak için onlarca yıl harcadı ve bu çabasında büyük ölçüde başarılı oldu; bu da Arap dünyasını muazzam bir baskı altına soktu. Dört Arap ülkesi ve Gazze Şeridi halklarının kendi kaderlerini tayin haklarını ellerinden aldı. Bu halklar, çeşitli aşamalarda, ağır insani kayıplar vermelerine neden olan ve tüm bölgenin istikrarsızlaşmasına yol açan savaşlara girmeye zorlandılar. Uzun vadede refah ve barışın hüküm sürdüğü bir Ortadoğu için sadece nükleer ve askeri programlarıyla ilgili olarak değil, aynı zamanda vekalet yoluyla diğer ülkeleri kontrol etme yeteneği açısından da İran'ın nüfuzu azaltılmalıdır. Birkaç nedenden ötürü, Arap ülkeleri, ABD dahil olmak üzere herhangi bir dış güçle karşılaştırıldığında bu görevi yerine getirmeye en muktedir ülkeler olmaya devam ediyorlar. Ancak bu konuda başarıya ulaşmak için, İran ve bölgedeki ağlarından beklenen direnişe karşı ortak bir duruş ve kolektif bir iradeye ihtiyaç vardır.

*Bu analiz Şarku'l Avsat tarafından Londra merkezli al Majalla dergisinden çevrilmiştir.