Eski BM Filistin Raportörü Falk'a göre Gazze'de soykırım, Batı'nın onay ve desteğiyle yapılıyor

Fotoğraf: AA
Fotoğraf: AA
TT

Eski BM Filistin Raportörü Falk'a göre Gazze'de soykırım, Batı'nın onay ve desteğiyle yapılıyor

Fotoğraf: AA
Fotoğraf: AA

Birleşmiş Milletler (BM) Filistin Özel Raportörü olarak 2008-2014 döneminde görev yapan Richard Falk, İsrail'in Gazze'deki soykırımının "Batı'nın liberal demokrasilerinin onayı ve desteğiyle yapıldığını" söyledi.

Princeton Üniversitesi Uluslararası Hukuk Fahri Profesörü Falk, İsrail'in uluslararası hukuk ihlallerini ile aleyhinde süren davalar ve ABD'nin desteği hakkında AA muhabirine değerlendirmelerde bulundu.

Gazze'de 7 Ekim 2023'ten itibaren yaşananların "hem beklendik hem de beklenmedik olduğu" yorumunu yapan Falk, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu'nun başbakan seçilip "İsrail tarihindeki en aşırı sağcı hükümeti" kurmasının bugün yaşananlara kapı araladığını dile getirdi.

Falk, Netanyahu'nun hükümet programında yer alan "Büyük İsrail" planının başta Batı Şeria ve Doğu Kudüs olmak üzere Filistin'in işgal altındaki topraklarını İsrail'e katmayı içerdiğine işaret ederek, "Bu bakımdan, bugün yaşananlar, İsrail-Filistin ilişkilerinin yeni bir aşamasından ziyade bir devamıdır." dedi.

- "Batı'nın liberal demokrasilerinin onayladığı ve desteklediği ilk soykırım"

7 Ekim'den sonra yaşananlar ile öncesi arasındaki değişimin İsrail tarafından halihazırda uygulanmakta olan apartheid sistemi, uluslararası insancıl hukuk ihlalleri ve toplu cezalandırmanın "soykırım" olarak tanımlanabilecek hale dönüşmesi olduğunu dile getiren Falk, "Yaşanan değişim, insanlık tarihindeki en özgün ve somut soykırım örneğinin yaşanmasıdır, çünkü (bu soykırım) gerçek zamanlı olarak kayıtlara geçiyor." diye konuştu.

İsrailli liderlerin açıklamaları ve kullandıkları dilin "soykırım işleme suçu niyetine" dair kanıtlar sunduğunu aktaran Falk, "Bu, Batı'nın liberal demokrasilerinin onayladığı ve desteklediği ilk soykırım olması gerçeğinin vurgulandığı oldukça sıra dışı bir durumdur." değerlendirmesinde bulundu.

- Batı ülkelerine "çifte standart" eleştirisi

Yaşananların sadece Gazze için değil uluslararası hukuk ve demokrasi ile insan haklarını savunan ülkelerin tutumları açısından da "dramatik olduğunu" dile getiren Falk, söz konusu ülkelerin konu Filistin olunca çifte standart uyguladığını kaydetti.

Falk, "Bu çok dramatik bir olay ve jeopolitiğin uluslararası hukuka karşısında daha önemli olduğunun oldukça dramatik bir göstergesi olmaya devam ediyor." ifadesini kullandı.

Richard Falk, İsrail'in en büyük destekçilerinden biri olan ABD'nin, Gazze'de yaşanan insanlık trajedisi hakkındaki söylemlerinde gözlemlenen değişimlerin herhangi bir politika değişimine neden olup olmayacağının İsrail'in bundan sonra atacağı adımlara bağlı olduğunu kaydetti.

- Biden, "ince bir çizgide yürüyor"

Falk, ABD Başkanı ve 5 Kasım'da yapılacak seçimlerde Demokrat Partinin adayı olması beklenen Joe Biden'in İsrail'e verdiği desteğin özellikle ABD'li Müslümanlar arasında rahatsızlığa neden olduğuna dikkati çekti.

Falk, "Biden şu anda, ABD'de kasım ayında ikinci kez başkan olmak için yürüttüğü seçim kampanyası ile Müslüman Amerikan toplulukları da dahil olmak üzere normalde Demokrat olan insanlardan gelen çok sayıda karşı çıkışla karşılaştığı seçim kampanyası sırasında bir tür ince ipte yürüyor." diye konuştu.

Başkanlık seçimlerinin yaklaşması ve Demokrat Partinin en önemli seçmen gruplarından sayılan Müslümanlardan gelen eleştirilerin, Biden yönetiminin söylemlerinin değişmesine neden olduğu değerlendirmesi yapan Falk, öte yandan bu durumun da İsrail yanlısı bağışçıların baskısına yol açtığını söyledi.

- Netanyahu'nun taktiği "daha geniş bir savaş çıkartmak olabilir"

Falk, yakın gelecekte Netanyahu'nun Birleşmiş Milletler (BM) ve ABD ile ilişkileri nasıl dengeleyeceği konusunda ikilemle karşılaşacağı değerlendirmesinde bulunarak, "Filistinlilerin önemli bir bölümünü Mısır ya da Ürdün sınırlarına sürerek onlardan kurtulma ve Hamas'ı Filistin mücadelesinde siyasi bir güç olarak ortadan kaldırmayı başarma politikalarının başarısız olduğu açık." dedi.

Netanyahu'nun İsrail içinde de eleştirilerin odağında olduğunu hatırlatan Falk, "Taktiğinin, dikkatleri Filistinlilere yönelik politikaların başarısızlığından uzaklaştırmak için bölgede daha geniş bir savaş yaratmak olması güçlü bir olasılık." ifadesini kullandı.

Falk, Biden'in İsrail ordusunun 1 Nisan'da Gazze'deki Deyr el-Belah bölgesine düzenlediği ve Dünya Merkez Mutfağının (World Central Kitchen-WCK) 6'sı yabancı biri de Filistinli olmak üzere 7 çalışanın öldüğü saldırıyı desteklemezken, öte yandan İran'a verdiği yanıta desteğini bildirdiğini hatırlatarak, "Bu da neredeyse İsrail'e, çatışmayı genişletme ve İsrail ile işgal altındaki Filistin arasındaki ilişki üzerindeki baskıyı azaltma yönünde bir sinyaldir." değerlendirmesinde bulundu.

- İsrail ve Filistin çatışması dünyayı ikiye ayırdı

Saldırıda ölen WCK çalışanlarının 6'sının İsrail'i destekleyen ülkelerin vatandaşları olduğuna dikkati çeken Falk, İsrail'in bu nedenle uluslararası toplum karşısında imajını değiştirmeye yönelik adımlar atmaya çalıştığını dile getirdi.

Falk, "Dikkat ederseniz, bu olay medyada, Filistinlilerin çok daha ciddi ve büyük bir şekilde mağdur olduğu daha önceki vahşetlerin alamadığı kadar yer buldu. Ve Netanyahu ilk kez yapıldığı iddia edilen hata için özür diledi." diye konuştu.

7 Ekim'in ardından İsrail ve Filistin'i destekleyen ülkeler ve geçmişleri arasında bir bağlantı olduğunu belirten Falk, şunları kaydetti:

İsrail'i destekleyen tüm ülkelerin ya Avrupa'daki eski sömürgeci güçler ya da dünyanın diğer bölgelerindeki yerleşimci sömürgeci beyaz ülkeler, beyazların hakim olduğu ülkeler ve tabii ki ABD ve Kanada olduğunu görürsünüz. Filistinlilerin yanında yer alanların tamamı ise ya dünyanın İslami kesiminden, ya komşu ülkelerden, ya da Güney Afrika ve Nikaragua gibi Küresel Güney'den. Yani çatışmanın jeopolitik bir özelliği var ve bir tarafa Küresel Batı'yı, diğer tarafa da dünyanın geri kalanını koyuyor.

- "BMGK'da veto yetkisine sahip üyeler kendi stratejik çıkarlarını önemsiyor" eleştirisi

Falk, İsrail aleyhine Uluslararası Adalet Divanında süren (UAD) dava ve Uluslararası Ceza Mahkemesinin (UCM) soruşturmasından çıkacak kararlara İsrail’in uymasını beklemenin "naiflik" olacağını söyleyerek, şunları kaydetti:

İsrail'in uluslararası hukuka ve BM kararlarına uymama konusunda uzun yıllara dayanan tutarlı bir sicili var. Ve daha şimdiden BM'ye, UAD ve UCM'ye şikayetler üzerinde yargı yetkisini kullandığı için saldırmıştır. Temelde İsrail'e yönelik bu tür eleştirilerin bir tür antisemitizm olduğunu öne sürüyorlar.

UAD'ın ilan ettiği ihtiyatı tedbir kararlarının İsrail tarafından dikkate alınmadığını ve ABD'nin veto yetkisine sahip olduğu BM Güvenlik Konseyinin de bunları uygulamakta başarısız olduğunu belirten Falk, yaptırım uygulama gücünün BM Güvenlik Konseyine ait olduğunu anımsattı.

Falk, "Veto yetkisine sahip olan Güvenlik Konseyinin beş daimi üyesi, kendi stratejik çıkarlarının UAD'den çıkacak sonuçla çatıştığını gördüklerinde, uluslararası hukuka ve BM'nin açık otoritesine saygı göstermekle tamamen tutarsız olmasına rağmen veto etmekten çekinmezler." eleştirisinde bulundu.

ABD'nin Güney Afrika'nın UAD'de İsrail aleyhine açtığı davanın "hukuki değeri olmadığı ve dikkate alınmaması gerektiği" yönündeki savunmasının UAD yargıçları tarafından desteklenmemesinin önemli bir duruş olduğunu belirten Falk, bunun ABD'nin "jeopolitik taahhütleriyle çeliştiğinde uluslararası hukuku ne kadar küçümsediğini gösterdiğini" sözlerine ekledi.



İran ve müzakereler öncesinde kartları toplama

Fotoğraf: İran Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi (AFP)
Fotoğraf: İran Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi (AFP)
TT

İran ve müzakereler öncesinde kartları toplama

Fotoğraf: İran Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi (AFP)
Fotoğraf: İran Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi (AFP)

Hasan Fahs

Tahran ve Moskova arasında pozisyon ve hedeflerde bir ayrışma veya uzaklaşma olduğunu düşündüren atmosfere ve Rusya'nın ihaneti, İsrail saldırılarına karşı koymak için gerekli desteği sağlamayı reddetmesi nedeniyle İran sokaklarını saran hayal kırıklığı hissine rağmen, iki taraf arasında perde arkasında yaşananlar bu hissin ve görüntüye dayalı tutumların ötesine geçiyor. Zira Tahran'ın düşüşü, her şeyden önce Moskova'yı kuşatma, hatta devirme yolunun artık açık olduğu anlamına geliyor. Bu durum, özellikle Rus mevkidaşı Vladimir Putin'in tutumundan duyduğu derin rahatsızlığı dile getiren Başkan Trump başta olmak üzere, ABD yönetiminin tutumlarındaki tırmandırma ile birlikte netleşmeye başladı. Trump son olarak Washington'un bunların bedelini ödemeyeceğini vurgulayarak, Ukrayna'ya silah sevk etme kararı ile birlikte Rusya'ya yönelik vergileri artırma kararı aldı.

Tahran'ın düşmesi, ikinci olarak, Çin'in Kuşak ve Yol Girişimi’ne trajik bir şekilde son verecek ve Trump'ın Çin'i kuşatma ve ekonomik ve siyasi emellerine nokta koyma hedefini daha gerçekçi ve ulaşılabilir kılacaktır. Zira İran toprakları, Batı Asya’daki kara bağlantısı projesindeki en önemli ve jeo-ekonomik bağlantıyı oluşturuyor. Buradan yola çıkarak, Çin'in Şanghay İşbirliği Örgütü Dışişleri Bakanları Konferansı kapsamında Çin'in başkenti Pekin'de İran Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi ile Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov arasında bir görüşme gerçekleşmesini kolaylaştırma çabası anlaşılabilir. Bu görüşme, Arakçi'nin Çinli mevkidaşı Dışişleri Bakanı Wang Yi ile yaptığı ön görüşmenin akabinde, Çin Devlet Başkanı Şi Jinping ile yaptığı görüşmenin ardından gerçekleşti.

Rus bakanın belirli bir tutum benimsememe konusundaki ısrarı -veya başka bir deyişle, İran-Amerikan nükleer krizi konusunda açık ve net bir tavır beyan etme konusundaki isteksizliği- ile Lavrov'un Rusya'nın barışçıl nükleer enerji hakkı konusunda İran'ın yanında durduğu açıklaması göz önüne alındığında, Lavrov, ülkesinin İran'ın kendi topraklarında zenginleştirme faaliyetlerinde bulunma hakkı talebine ilişkin tutumunu bir şekilde belirsiz bıraktı. Bu durum, Moskova'nın bu ilişkiyi, Washington ile yaşanan krize çözümler ve çıkış yolları sunmak için kullanmasına olanak tanıyor. En azından İran'ın zenginleştirilmiş uranyum stoku ve Rusya'ya nakledilerek İran'ın gelecekteki ihtiyaçlarını karşılamak üzere elektrik üretimi için yakıta dönüştürülmesi olasılığı konusunda.

Ancak, her iki yöndeki bu ikili görüşmeler, yeni bir diplomatik çerçeve oluşturabilir. Söz konusu çerçevenin de 16 Ekim'de, BM Güvenlik Konseyi'nin 2231 sayılı kararının sona ermesinden, 7. Bölüm kapsamında İran'a karşı uluslararası yaptırımların yeniden devreye alınmasına yönelik “tetik mekanizmasının” çökmesinden önceki üç ay boyunca, bir sonraki aşamanın şekillenmesine katkıda bulunması bekleniyor.

Her iki tarafın, yani Amerikalılar ile İranlıların, bu sefer doğrudan müzakere masasına döneceğine şüphe yok. Bu nedenle, her iki taraf da müzakere masasına oturmadan önce gücünü pekiştirecek kartları toplamaya çalışıyor. Washington askeri eyleme başvurmakla tehdit ederken ve askeri seçeneğe geri dönebileceğini deklare ederken, aynı zamanda Güvenlik Konseyi'ne başvurma ve tetik mekanizmasını aktifleştirme hakkına sahip olan Avrupa “troykası”ndaki (üçlüsü) müttefiklerinin nüfuzuna güveniyor.

Buna karşılık, Tahran'ın elindeki seçeneklerden biri, bir ay önce 13 Haziran'da şafak vaktinde düzenlenen saldırıda olduğu gibi hazırlıksız yakalanmamak için olası bir askeri çatışmaya hazırlık seviyesini yükseltmektir. Tahran ayrıca, Avrupa üçlüsünün Washington ile koordinasyon halinde başvurabileceği herhangi bir kararı engellemek için diplomatik seçeneği de aktifleştirecektir. Yani hem Moskova'yı hem de Pekin'i 5 Ağustos'tan önce nükleer anlaşmadan çekildiklerini açıklamaya ikna etmek için çalışması gerekecektir. Bu durumda iki ülke, 2015 anlaşmasına bağlı kalmaları halinde kaybettikleri veto haklarını geri kazanacak, böylece Washington ve üçlünün alabileceği herhangi bir karara karşı bu hakkı kullanabileceklerdir.

Tahran, eşzamanlı füze kabiliyetlerini yeniden değerlendirerek askeri hazırlıklarının seviyesini yükseltiyor ve bu kabiliyetleri müzakere masasında görüşmeye zorlayabilecek herhangi bir baskıyı kabul etmeyi reddediyor. Bununla birlikte bakım ve muharebe kabiliyetleri açısından, gelişmiş SU-35 savaş uçaklarının kendi istediği koşullar altında tedariki konusunda Moskova ile yaşadığı mevcut anlaşmazlığı, ihtiyaçlarını karşılayabilecek Çin savaş uçaklarına yönelerek aşmaya çalışıyor. Zira Çin'in koşulları daha az karmaşık ve daha dinamik. Bu hazırlıklar veya Tahran'ın deyimiyle “parmağını tetikte tutmak”, özellikle de güçlü bir konumda olduğunu hissettiği için diplomatik sürece geri dönmeyi reddettiği anlamına gelmiyor. Eski Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif'in, rejimin ve İran'ın tarihindeki bu kritik anda Dini Lider'in diplomasinin rolü hakkındaki sözlerini tekrarlaması, İran rejiminin diplomatik ve siyasi seçeneği destekleme ve askeri seçeneğe geri dönme ihtimalini savuşturma arzusunun birçok göstergesini taşıyor olabilir. Zarif'in de dediği gibi, Dini Lider diplomatik çabaları İran’ın gücünün temel taşlarından biri olarak nitelendirdi ve bunlara başvurmanın diğer tüm seçeneklerin veya güç yapılarının yokluğu veya kaybı anlamına gelmediğini belirtti. Çünkü “diplomasiyle elde edilebilecek bir şey savaşla elde edilmemelidir ve diplomatik seçenek kesinlikle daha az maliyetlidir.” Bakan Arakçi de tüm temaslarında, Şanghay İşbirliği Örgütü, BRICS ülkeleri ve hatta Avrupa üçlüsündeki mevkidaşlarıyla yaptığı çeşitli toplantı ve istişarelerde bu seçeneğe bağlı kalıyor. Washington ile müzakere masasına dönme olasılığını, Güvenlik Konseyi ve Avrupa üçlüsü tarafından İran nükleer tesislerine yönelik ABD-İsrail ortak saldırısının açıkça kınanmasına ilave olarak, yaptırımların yeniden uygulanması seçeneğinin, yani “tetik mekanizmasının” geri çekilmesi koşuluna bağlıyor. Zira tetik mekanizmasının aktifleştirilmesi “troyka” ülkelerini müzakerelerin dışında bırakabilir. Bu durum da İran'ı Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu ve müfettişleriyle iş birliğini askıya alma kararının ardından tansiyonu daha da yükseltecek adımlar atmaya zorlayabilir.

Arakçi'nin belirgin sert tutumu, İran'ın müzakereler konusunda isteksiz olduğu anlamına gelmiyor. Aksine, İran’ın müzakerelere güçlü bir konumda katılmaya çalıştığını gösteriyor. Çünkü İran, herkese güç ve kudrete sahip olduğunu ve bu gücü kullanabileceğini kanıtladığına, ABD-İsrail saldırısına verdiği yanıtla da bunu gösterdiğine inanıyor. Dolayısıyla, diplomatik fırsat, bu gücü ve elde ettiği başarıları pekiştirmek için en uygun yol ve en etkili mekanizmadır.

*Bu makale Şarku’l Avsat tarafından Independent Arabia’dan çevrilmiştir.