Trump: Başkan olsaydım savaş çıkmazdı

Görev süresi boyunca Suudi Arabistan ile “harika” ilişkilere övgüde bulundu

Cumhuriyetçi aday ve eski ABD Başkanı Donald Trump, Al Arabiya kanalına verdiği röportajda (videodan)
Cumhuriyetçi aday ve eski ABD Başkanı Donald Trump, Al Arabiya kanalına verdiği röportajda (videodan)
TT

Trump: Başkan olsaydım savaş çıkmazdı

Cumhuriyetçi aday ve eski ABD Başkanı Donald Trump, Al Arabiya kanalına verdiği röportajda (videodan)
Cumhuriyetçi aday ve eski ABD Başkanı Donald Trump, Al Arabiya kanalına verdiği röportajda (videodan)

Eski ABD Başkanı ve Cumhuriyetçilerin başkan adayı Donald Trump, ABD başkanı olsaydı Gazze ve Lübnan'daki savaşın yaşanmayacağını söyledi. Trump, Al Arabiya'ya verdiği özel mülakatta, “Eğer ben başkan olsaydım, bu savaş asla başlamazdı ve tüm bu insanlar öldürülmezdi”dedi.  Başkan olsaydı “7 Ekim saldırısının gerçekleşmeyeceğini” yineledi. Şarku’l Avsat’ın röportajdan aktardığına göre Trump, ABD-Suudi ilişkileriyle ilgili olarak, şu anda “iyi” olduğunu, ancak kendi başkanlığı döneminde “harika” olduğunu ve “kelimenin tam anlamıyla harika” olduklarını söyledi.

Trump, “vizyon sahibi” ve “büyük bir adam” olduğunu söylediği İki Kutsal Caminin Emanetçisi Kral Selman bin Abdülaziz ve Veliaht Prens Muhammed bin Selman'a saygı duyduğunu vurguladı.



Tavanı olmayan bir savaş ve sınırları olmayan bir devlet

İsrail güçleri Güney Lübnan sınırına yakın bölgede operasyon yapıyor (AFP)
İsrail güçleri Güney Lübnan sınırına yakın bölgede operasyon yapıyor (AFP)
TT

Tavanı olmayan bir savaş ve sınırları olmayan bir devlet

İsrail güçleri Güney Lübnan sınırına yakın bölgede operasyon yapıyor (AFP)
İsrail güçleri Güney Lübnan sınırına yakın bölgede operasyon yapıyor (AFP)

Mustafa Feki

Evet, İsrail, 20. yüzyılda ortaya çıkan ve insanlığa milletler ve halklar arasındaki bir arada yaşamanın doğası hakkında önemli bir soru sorduran o garip oluşumdur. Uluslararası toplum, İsrail'in on yıllar içinde Filistin'de toprağın asıl sahibi yerli halka yaptıklarının bir benzerine, yalnızca Amerikalı sömürgecilerin ya da genel olarak beyaz adamın Kızılderililere karşı yürüttüğü imha savaşında tanık olmuştu.

İsrail her türlü vahşeti ve saldırganlığı uyguladı, ırkçılığın her türlüsüne başvurdu ve Araplara, insan ırkına yönelik soykırım dışında neredeyse alternatif bir isim bulamadığımız bir yasa dışılık ile davrandı. Bunu yaparken etrafına korku yaymak için her türlü yöntem ve aracı kullandı, geniş anlamıyla terörden bir baskı, taciz ve korkutma yöntemi olarak yararlandı. Karada ve havada her türlü saldırıyı gerçekleştirdi, soğukkanlılıkla çocukları ve kadınları öldürdü, suikastlar düzenlemekten çekinmedi. Dahası uluslararası meşruiyeti aşağılamaya ve çağdaş dünyada yürürlükte olan norm ve kuralları küçümsemeye çalıştı.

İsrail ayrıca uluslararası toplumun en üst düzey yetkilisi olan Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri'ni aşağılamaktan da çekinmiyor çünkü o, uluslararası toplumun ülkeler ve halklar arasındaki ilişkileri denetlemek için kabul ettiği mevzuata uymak istiyor. İsrail gerçekten tavanı olmayan bir savaş yürütüyor ve kan dökerek, cesetleri parçalayarak, kadınlara, çocuklara, yaşlılara saldırarak eşi benzeri görülmemiş bir yolda ilerliyor. Bu yolda hiçbir şey onu caydırmıyor, hiçbir güç kaygılandırmıyor çünkü çağımızın en güçlü kuvveti tarafından, yani Amerika Birleşik Devletleri tarafından destekleniyor. ABD İsrail'i kendisinin ayrılmaz bir parçası, ona bağlı bir oluşum, annesi onu Güvenlik Konseyi'nde Amerikan vetosu dediğimiz şeyle koruyacağı için istediğini yapma ve cezadan kurtulma hakkına sahip şımarık bir evlat olarak görüyor.

Ve işte İsrail de normların ötesine geçiyor ve savaşlarda veya silahlı çatışmalarda yaygın olmayan, ancak kendisinin bunları yapma hakkına sahip olduğuna inandığı yeni davranışlarda bulunuyor. Mısır'da yaygın olan ve sanırım Arap dünyasında da aynı anlamda kullanılan” Çingene kadın, komşularının efendisidir” atasözü, iğrenç suçları, beklenmedik eylemleri ve onu yönetenlerin derinliklerinde saklı intikam arzusuyla İsrail için tam anlamıyla geçerli. Bunlara ilave olarak İsrail, gözle görülür bir şekilde kana susamış ve açıkça insanları öldürmeyi, cesetlerini dahi parçalamayı, şehirleri enkaza, evleri, binaları, okulları ve hastaneleri moloz yığınına dönüştürmeyi, Filistin çevresi içinde nefret ağaçları dikmeyi arzuluyor. Öyle ki, insan, çağımızın tanık olduğu tüm bu İsrail suçlarından sonra gelecekte bir arada yaşamanın nasıl mümkün olacağını merak ediyor. Bu noktada, tam bir tarafsızlık ve tam bir objektiflik ile Ortadoğu'da yaşananlara ve yaşanmakta olanlara ilişkin bazı gözlemlerimi sunmak istiyorum.

Öncelikle İsrail Başbakanı Netanyahu'nun BM'de yaptığı konuşma sırasında sanki evrenin en büyük mimarı Ortadoğu'yu yeniden düzenliyor ve hiçbir zaman kaybolmayan İsrail ajandasına göre ayarlıyormuş gibi yeni bir Ortadoğu haritası sunduğunu görünce pek şaşırmadım. Zira sahte “Fırat'tan Nil'e İsrail Devleti” sloganını yükselten İsrail’in kendisidir. Bu nedenle Filistin halkına karşı işlediği suçlardan sıyrılıp, genişleme emellerinin, insanları ve kiliseler ile camiler dahil her şeyi yok etmeye yönelik çılgın arzusunun gölgesinde, havadan askeri helikopterler, savaş uçakları, karadan zırhlı araçlarla parçalanan suçsuz Lübnan'dan başlayarak komşu ülkelere yöneliyor. Çünkü İsrail'in aşırılığa öncülük eden, sözde Savunma Ordusu'nu hain saldırılara ve sürekli öldürmeye yönlendiren dik başlı bir oğlu var. Geçmişte Arap ülkelerinde, “Kötü komşuya sabret, bir gün ölüm haberini alabilirsin” derlerdi. Ancak İsrail'in suçları çok genişledi ve asla durmadı. Saldırganlığı BM barışı koruma güçlerine bile uzandı. Uluslararası toplumu ve onu temsil eden BM’yi açıkça aşağılayarak barışı koruma güçlerine ateş açtı.

Burada İsrail'in yalnızca Filistin ya da onunla birlikte Lübnan'a yönelik toprak hırsları olmadığını, bu saldırgan devletin ve zorba oluşumun temellerini sağlamlaştırma çabasıyla hayallerinin gerçekten de Ürdün, Suriye ve Irak'a uzandığını iddia edebilirim. Hem de Filistinlilerin meşru haklarının tanınması ve kendi ulusal topraklarında bağımsız devletlerinin kurulması şartıyla, Arapların İsrail Devleti'ni kabul etmenin eşiğine gelmesine rağmen. Ancak İsrail bunu hiç istemiyor, sözde haritasına hizmet etmesi için zaman kazanmak ve sahadaki statükoyu yerleştirmek için kaçamak davranıyor.

Bu nedenle her fırsatı değerlendiriyor ve Savunma Bakanı'nın ifadesiyle, elinin Ortadoğu'da her yere uzanabileceğini söylemek için bahaneler uyduruyor. Savunma Bakanı halkları korkutmaya, yıldırmaya, gözünü korkutmaya, toplumları boyunduruk altına almaya yönelik açıklamalarında bunu hep tekrarlıyor.

İkincisi, devlet ve devrim olarak İran'ın, bölgedeki rolünü gözden geçirmesi gerekiyor. Eğer Filistin davasına içtenlikle destek vermek istiyorsa bunu ancak açık siyasi destekle, ABD, İsrail ve yardımcıları nezdindeki rolünü Filistin’in çıkarlarına hizmet edecek biçimde kullanarak yapabilir. Zira yeni çatışma sahaları ve cepheleri açmak bu bölgesel savaşın kapsamının genişlemesinin ve Arap bağlamında Filistin kimliğini silme girişimlerinin önünü açtı. Bu aynı zamanda zorunlu olarak mezhepsel çekişmeleri kışkırtıyor, Arap ve İslam düzeyinde bölünmeye yol açıyor, Filistin sahnesinde ise yan çatışmalara kapıyı aralıyor.

Gazze Şeridi'nin, Beyrut'un güney banliyösünün, diğer Lübnan ve Filistin bölgelerinin uğradığı yıkım ve tahribatın boyutlarını düşünürsek, İsrail'in hiçbir zaman barış arayışında olmadığını, bir arada yaşamayı kabul etmediğini hemen anlarız. Aksine baskıyla, yıkımla, saldırganlıkla bölgede kalmak istiyor. Öte yandan İran'ın da Arap dünyasının doğu sınırlarında bir Pers devletinin varlığının temellerini atmak için Filistin davasından yararlanan kendi projesi olduğunu görüyoruz. İran diplomasisinin İbrani devletiyle açık rekabet içinde bölgenin tek jandarması olma çabasında olduğuna inanıyorum. İranlılar ve Yahudiler arasındaki Araplarsa, hakikaten kötülük masasındaki yetimler gibi duruyorlar.

Arap bölgesi halkları için İran tehdidinin Siyonist tehdide eşit olduğunu değil, her birinin ajandasının farklı olsa da aynı hedefte buluştuklarını ve aynı yolda ilerlediklerini iddia ediyorum. O hedef de bölge halklarını kontrol altına almak ve onları İsrail veya İran'ın hedefleriyle tutarlı hedeflere yönlendirmek. Geçtiğimiz günlerde, İran'ın son Şahı'nın, ölümünden kısa bir süre önce verdiği, bölgenin geleceği ve ABD'nin İsrail'e mutlak desteği hakkında konuştuğu bir röportajını izledim. Sözleri, devrimci İran'ın kontrolünden önce bir devlet olarak İran’ın önemini teyit ediyordu.

Üçüncüsü, mevcut uluslararası koşulların, yerel ve bölgesel dosyaların iç içe geçmesi, içinde bulunduğumuz durumdan kaçmayı zorlaştırıyor. Filistin halkının ve komşu halkların göğsüne çökmüş sömürgecilik kanseri ile sürekli mücadele olasılığını gelecek nesillerimizin omuzlarına yüklüyor. Savaşların ve askeri çatışmaların tükettiği bölge halklarının artık kendilerini imar ve kalkınmaya adamalarının zamanı geldi. Bu da ancak güçlü bir Arap iradesi ve tehlikelerin herkesi sardığının farkında olan milli bir arzu ile gerçekleşebilir.

Arap Maşrık (Levant) bölgesindeki kan serisi, İsrail düşüncesinde köklü bir değişiklik ve ABD politikasında gerekli ılımlılık olmadığı, İsrail'e karşı mutlak taraflılığının bu bölge halklarına karşı işlenmiş büyük bir suç olduğunun farkına varmadığı sürece durmayacak. Zira Batılı halklar dahil herkes için bu çifte standart politikası aşikâr hale geldi. Nitekim son ziyaretim sırasında Londra sokaklarındaki gösterileri gördüm. On binlerce kişi, nesilleri sömürgecilik, ırkçılık, halkların haklarını çalma ve vatanlarını işgal etme girişimlerinin muazzam baskıları altında yaşayan Arap halklarını desteklemek için sokağa dökülmüşlerdi.

Bu, savaş için bir çıta belirlemeyen, saldırganlığı sınırlamayan, yayılmacı emellerini sahte bir haritayla, yanlış bilgilerle ve bitmek bilmeyen savaşlarla gizleyen garip ve tuhaf bir dosyaya dair bir okumadır.

*Bu makale Şarku'l Avsat tarafından Independent Arabia'dan çevrilmiştir.