Arap Maşrık bölgesine yönelik yeni bir düzenleme olarak İsrail savaşı

ABD'nin İran'a yatırım projesi sona ermiş gibi görünüyor

Lübnan'ın güneyindeki Kafr Kila kasabasını hedef alan bir hava saldırısı sonucu bölgeden dumanlar yükseliyor. (AFP)
Lübnan'ın güneyindeki Kafr Kila kasabasını hedef alan bir hava saldırısı sonucu bölgeden dumanlar yükseliyor. (AFP)
TT

Arap Maşrık bölgesine yönelik yeni bir düzenleme olarak İsrail savaşı

Lübnan'ın güneyindeki Kafr Kila kasabasını hedef alan bir hava saldırısı sonucu bölgeden dumanlar yükseliyor. (AFP)
Lübnan'ın güneyindeki Kafr Kila kasabasını hedef alan bir hava saldırısı sonucu bölgeden dumanlar yükseliyor. (AFP)

Macid Kayali

Aynı anda birden fazla Arap ülkesinin ordularını yenmesi, Arapların (o dönemin retoriğine göre) en önemli iki “milliyetçi” ve “ilerici” olan Mısır ve Suriye rejimlerinin güvenilirliğini birkaç gün içinde zayıflatması ile birlikte, İsrail’in Arap Maşrık (Levant) bölgesindeki konumunu ve işlevsel rolünü pekiştirmesi açısından, Haziran 1967 savaşı, o dönem İsrail'in tarihinde yeni bir gelişme aşamasını temsil ediyordu.

Bu savaş, Soğuk Savaş ve iki kutup, ABD ve Sovyet arasındaki mücadele döneminde, İsrail'in Ortadoğu'daki Batı ve özellikle de ABD çıkarlarını garanti altına almak açısından, istikrar sağlayıcı bir faktör oluşturan güçlü ve caydırıcı bir devlet olarak görülmesiyle sonuçlandı.

Bu nedenle İsrail, o tarihten itibaren Cumhuriyetçi ve Demokrat yönetimleriyle ABD'nin bölgedeki diğer tüm ülkelerden daha fazla güvenilir bir stratejik müttefiki haline geldi. Batı'nın Ortadoğu'daki ürünü, uzantısı olması ve aynı zamanda gücü sebebiyle, Batı için Doğu'da Batı'dan, yani İsrail'den daha iyisi olmayacağı söylendi.

Bu dönemde 1973 Ekim Savaşı ve ardından Mısır'ı İsrail ile çatışma denkleminden çıkaran Camp David Anlaşmaları (1978) gerçekleşti. Yetmişli yılların ortalarında Lübnan'da bir iç savaş patlak verdi ve bu, Suriye'nin müdahalesi, ardından da 1982'de İsrail'in Lübnan'ı işgaliyle sonuçlandı. İsrail işgali de ülkedeki Filistin siyasi ve silahlı varlığının ortadan kaldırılmasıyla sonuçlandı.

Ancak doksanlı yılların başından itibaren Soğuk Savaş kaynaklı çatışmaların ortadan kalkması, Sovyetler Birliği'nin çöküşü ve ABD'nin dünyada tek kutup haline gelmesiyle İsrail’in bu statüsü geriledi veya zayıfladı. Bu, ilk olarak ilk Filistin halk intifadasının (1987-1993) patlak vermesi, ikincisi, Saddam rejiminin Kuveyt'i işgal etmesini engellemedeki başarısızlığı (1990), nedeniyle İsrail'in statüsünün sarsılması ile daha da pekişti. Saddam rejimini ABD doğrudan müttefikleriyle birlikte müdahale ederek Kuveyt’ten çıkardı ve ardından devirdi (2003). Madrid Barış Konferansı (1991) ve ardından Oslo Anlaşması (1993) bu atmosferde düzenlendi.

Dikkatleri çekmeye değer husus, yukarıdaki zikredilenler sonucunda, ABD'nin son 20 yılda Arap Maşrık bölgesini (ve onunla birlikte Yemen'i)  İran rejiminin politikaları için elverişli bir ortama, İsrail'in çekincelerine bakmaksızın onun için bir nüfuz alanına dönüşmeye terk etmesidir.

İran'ın Suriye, Lübnan ve Irak'ta 20 yıl süren hegemonyasından sonra, ABD'nin (ve ardından İsrail'in) İran'a yatırım projesi sona ermiş gibi görünüyor.

Böylece Amerikan ordusu, (daha önce Afganistan'da olduğu gibi) İran rejimiyle iş birliği yaparak Saddam rejimini (2003) devirdi. Ancak ek olarak, Amerikan yönetimi, Irak'ı İran'ın bölgesel kolu olarak faaliyet gösteren milis gruplara teslim etti. ABD’li yönetici Paul Bremer döneminde bununla da yetinmedi ve sadece ordu değil, trafik polisleri dahil olmak üzere tüm devlet kurumlarını feshetti. Irak'ta mezhepçi bir anayasa dayatarak, ülkenin liderlerinin ABD'nin Büyük Şeytan olduğunu açıkça söylediği İran'ın kontrolüne girmesini kolaylaştırdı.

Benzer bir şekilde Amerikalılar (ve elbette İsrailliler) İran'ın Suriye ve ondan önce de Lübnan üzerindeki doğrudan hegemonyasına ve bu bağlamda, Hizbullah'ın ve İran'a bağlı diğer silahlı mezhepçi milis grupların Arap Maşrık ülkelerinde, yani Irak, Suriye ve Lübnan'da nüfuzlarının artmasına göz yumdular. Şimdi, İran'ın Suriye, Lübnan ve Irak'taki 20 yıllık hegemonyasından sonra, ABD'nin (ve ardından İsrail'in) İran'a yatırım projesi sona ermiş gibi görünüyor. Nedeni de ilk olarak, bu ülkeler harap, devlet ve toplum düzeyinde bir çöküş içinde oldukları için misyonunu tamamlayan İran'a artık ihtiyaç kalmadı. İkincisi, İran kendi açısından ABD'nin kendisine hoşgörü gösterdiği ya da sessiz kaldığı bu dönemden gereğinden fazla yararlanmış ya da kazanımlar elde etmiş gibi görünüyor. Görünen o ki yanlış ya da doğru olsun, İran’ın kendi gücü ya da yeteneği, nükleer silaha sahip olma ve füze gücünü geliştirme konusundaki ısrarına, (Ukrayna savaşında Rusya'yı İHA’lar ve füzelerle destekleyerek) Rusya gibi diğer güçlerle birlikte oynamasına, İsrail'in bölgedeki varlığına meydan okumasına karşı ABD’nin tepkisi konusundaki değerlendirmeleri de gereğinden büyüktü. Üçüncüsü, ABD ve İsrail'in İran’ın Irak, Suriye ve Lübnan'daki toplum ve devlet yapılarını zayıflatan politikalarına yönelik yatırımlarının sona ermesindeki, belki de temel faktör, Aksa Tufanı operasyonu (10.7.2023) ile İsrail'i hedef alan güçlü, ani ve benzeri görülmemiş saldırı sonrasında ortaya çıktı. Aksa Tufanı sonrasında (Lübnan'da) Hizbullah, Irak'ta Haşdi Şabi Güçleri, Yemen'de Ensarullah-Husiler “arenalar birliği” ilkesine uygun olarak İsrail’i füzelerle hedef almaya cesaret ettikleri için bu tarihten sonrası artık öncesi gibi değildi. Ne var ki arenalar birliği ilkesi minumum düzeyde devreye sokuldu ve İsrail'in Eylül 2024 ortasından itibaren savaşı Lübnan'a doğru genişletmesinden önce, Gazze'deki Filistinlilere karşı başlattığı ve bir yıl boyunca sürdürdüğü vahşi imha savaşını etkilemedi. Burada belki de Hizbullah'ın Lübnan ve Suriye'de gücünün artması, Husilerin İsrail'e ve özellikle de uluslararası boğazlarda nakliye gemilerine yönelik müdahaleleri, Batı'da ve bilhassa ABD'de, İran'a yatırım dönemini sona erdirmek için bir alarm zili rolü oynadı.

Doksanlı yılların başında, Soğuk Savaş'ın ve iki kutuplu dünyanın ortadan kalkmasıyla birlikte Şimon Peres'ten, İsrail ile Arap ülkeleri arasında bölgesel iş birliği temelleri üzerinde yeni bir Ortadoğu kurulması çağrısı geldi.

Bu, İsrail'in 13 aylık bir süre boyunca Filistin ve Lübnan bedenleri üzerinde acı verici, trajik ve korkunç ameliyatlar gerçekleştirmesine dayanan değişimi açıklıyor. Bunun daha ne kadar süreceğini, Gazze ve Lübnan'dan sonra hangi bölgeleri kapsayacağını, Suriye, Irak ve Yemen'in kaderinin ne olacağını ise kimse bilmiyor. Yukarıdakiler iki gözlem içeriyor; birincisi, son yarım yüzyılda Arap Maşrık bölgesini düzenlemede en önemli rolü oynayan iki bölge ülkesinin İsrail ve İran olduğudur. Bu arada Türkiye, gücüne rağmen (Suriye'ye son dönemde yaptığı ve sınırlı kalan müdahaleler dışında) herhangi bir rol üstlenmek konusunda zayıf kaldı. Bununla birlikte, İran'ın ABD'ye tabi olduğu herhangi bir şekilde anlaşılmadan, tüm bölgesel düzenleme ve dönüşümlerde ABD, gerçek maestro veya gerçek mimardı (Daha fazla bilgi için şu makaleme bakınız; Ortadoğu'yu Yeniden Şekillendirmek - el-Mecelle - 28.09.2024). İkincisi, doksanlı yılların başında, Soğuk Savaş'ın ve iki kutuplu dünyanın ortadan kalkmasıyla birlikte Şimon Peres'ten, İsrail ile Arap ülkeleri arasında ekonomi ve altyapı alanlarında bölgesel iş birliği temelleri üzerinde yeni bir Ortadoğu kurulması çağrısı geldi. Bu iş birliği, Filistinliler için Batı Şeria ve Gazze Şeridi'nde devlet statüsüne sahip bir siyasi varlığın doğuşunu da içeriyordu. Şimdiyse Binyamin Netanyahu, ABD'nin sınırsız desteğiyle yürüttüğü imha savaşı araçlarını kullanarak yeni bir bölgesel düzen kurmayı öneriyor. Filistin halkının siyasi varlığını silme hayalini gerçekleştirmeye çalışıyor. Yani ne bir “Hamastan”, ne de bir “Fethistan” olmadan, devlet olarak adlandırılsa bile aralarında bağ ve sınır olmayan, topraklar, sınır kapıları ve kaynaklar üzerinde kontrolü olmayan kantonlar şeklinde bir özyönetim öneriyor. Bu, Gazze ve Lübnan'a düşen dev bombaların gücü ile yapmaya çalıştıklarının açıklaması olabilir. O da bilhassa müttefiki Donald Trump'ın nehirden denize kadar Filistinlilerden demografik ve siyasi olarak kurtulmak için uygun bir fırsat olarak gördüğü zaferiyle birlikte, Arap Maşrık bölgesinde coğrafi, insani ve siyasi haritaları silme ve değiştirme, İsrail ile çevresi arasında tampon oluşturmaya çalışmaktır. Böylece Netanyahu ister 1948’de Filistinlileri tamamen sürmeyenler, isterse Oslo Anlaşmasını (1993) imzalayıp, Filistinlilerin kendi siyasi oluşumlarını kurmalarını sağlayanlar olsun, seleflerinin hatalarını düzeltmek istiyor.

*Bu makale Şarku'l Avsat tarafından Londra merkezli Al Majalla dergisinden çevrilmiştir.



İran ve müzakereler öncesinde kartları toplama

Fotoğraf: İran Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi (AFP)
Fotoğraf: İran Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi (AFP)
TT

İran ve müzakereler öncesinde kartları toplama

Fotoğraf: İran Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi (AFP)
Fotoğraf: İran Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi (AFP)

Hasan Fahs

Tahran ve Moskova arasında pozisyon ve hedeflerde bir ayrışma veya uzaklaşma olduğunu düşündüren atmosfere ve Rusya'nın ihaneti, İsrail saldırılarına karşı koymak için gerekli desteği sağlamayı reddetmesi nedeniyle İran sokaklarını saran hayal kırıklığı hissine rağmen, iki taraf arasında perde arkasında yaşananlar bu hissin ve görüntüye dayalı tutumların ötesine geçiyor. Zira Tahran'ın düşüşü, her şeyden önce Moskova'yı kuşatma, hatta devirme yolunun artık açık olduğu anlamına geliyor. Bu durum, özellikle Rus mevkidaşı Vladimir Putin'in tutumundan duyduğu derin rahatsızlığı dile getiren Başkan Trump başta olmak üzere, ABD yönetiminin tutumlarındaki tırmandırma ile birlikte netleşmeye başladı. Trump son olarak Washington'un bunların bedelini ödemeyeceğini vurgulayarak, Ukrayna'ya silah sevk etme kararı ile birlikte Rusya'ya yönelik vergileri artırma kararı aldı.

Tahran'ın düşmesi, ikinci olarak, Çin'in Kuşak ve Yol Girişimi’ne trajik bir şekilde son verecek ve Trump'ın Çin'i kuşatma ve ekonomik ve siyasi emellerine nokta koyma hedefini daha gerçekçi ve ulaşılabilir kılacaktır. Zira İran toprakları, Batı Asya’daki kara bağlantısı projesindeki en önemli ve jeo-ekonomik bağlantıyı oluşturuyor. Buradan yola çıkarak, Çin'in Şanghay İşbirliği Örgütü Dışişleri Bakanları Konferansı kapsamında Çin'in başkenti Pekin'de İran Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi ile Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov arasında bir görüşme gerçekleşmesini kolaylaştırma çabası anlaşılabilir. Bu görüşme, Arakçi'nin Çinli mevkidaşı Dışişleri Bakanı Wang Yi ile yaptığı ön görüşmenin akabinde, Çin Devlet Başkanı Şi Jinping ile yaptığı görüşmenin ardından gerçekleşti.

Rus bakanın belirli bir tutum benimsememe konusundaki ısrarı -veya başka bir deyişle, İran-Amerikan nükleer krizi konusunda açık ve net bir tavır beyan etme konusundaki isteksizliği- ile Lavrov'un Rusya'nın barışçıl nükleer enerji hakkı konusunda İran'ın yanında durduğu açıklaması göz önüne alındığında, Lavrov, ülkesinin İran'ın kendi topraklarında zenginleştirme faaliyetlerinde bulunma hakkı talebine ilişkin tutumunu bir şekilde belirsiz bıraktı. Bu durum, Moskova'nın bu ilişkiyi, Washington ile yaşanan krize çözümler ve çıkış yolları sunmak için kullanmasına olanak tanıyor. En azından İran'ın zenginleştirilmiş uranyum stoku ve Rusya'ya nakledilerek İran'ın gelecekteki ihtiyaçlarını karşılamak üzere elektrik üretimi için yakıta dönüştürülmesi olasılığı konusunda.

Ancak, her iki yöndeki bu ikili görüşmeler, yeni bir diplomatik çerçeve oluşturabilir. Söz konusu çerçevenin de 16 Ekim'de, BM Güvenlik Konseyi'nin 2231 sayılı kararının sona ermesinden, 7. Bölüm kapsamında İran'a karşı uluslararası yaptırımların yeniden devreye alınmasına yönelik “tetik mekanizmasının” çökmesinden önceki üç ay boyunca, bir sonraki aşamanın şekillenmesine katkıda bulunması bekleniyor.

Her iki tarafın, yani Amerikalılar ile İranlıların, bu sefer doğrudan müzakere masasına döneceğine şüphe yok. Bu nedenle, her iki taraf da müzakere masasına oturmadan önce gücünü pekiştirecek kartları toplamaya çalışıyor. Washington askeri eyleme başvurmakla tehdit ederken ve askeri seçeneğe geri dönebileceğini deklare ederken, aynı zamanda Güvenlik Konseyi'ne başvurma ve tetik mekanizmasını aktifleştirme hakkına sahip olan Avrupa “troykası”ndaki (üçlüsü) müttefiklerinin nüfuzuna güveniyor.

Buna karşılık, Tahran'ın elindeki seçeneklerden biri, bir ay önce 13 Haziran'da şafak vaktinde düzenlenen saldırıda olduğu gibi hazırlıksız yakalanmamak için olası bir askeri çatışmaya hazırlık seviyesini yükseltmektir. Tahran ayrıca, Avrupa üçlüsünün Washington ile koordinasyon halinde başvurabileceği herhangi bir kararı engellemek için diplomatik seçeneği de aktifleştirecektir. Yani hem Moskova'yı hem de Pekin'i 5 Ağustos'tan önce nükleer anlaşmadan çekildiklerini açıklamaya ikna etmek için çalışması gerekecektir. Bu durumda iki ülke, 2015 anlaşmasına bağlı kalmaları halinde kaybettikleri veto haklarını geri kazanacak, böylece Washington ve üçlünün alabileceği herhangi bir karara karşı bu hakkı kullanabileceklerdir.

Tahran, eşzamanlı füze kabiliyetlerini yeniden değerlendirerek askeri hazırlıklarının seviyesini yükseltiyor ve bu kabiliyetleri müzakere masasında görüşmeye zorlayabilecek herhangi bir baskıyı kabul etmeyi reddediyor. Bununla birlikte bakım ve muharebe kabiliyetleri açısından, gelişmiş SU-35 savaş uçaklarının kendi istediği koşullar altında tedariki konusunda Moskova ile yaşadığı mevcut anlaşmazlığı, ihtiyaçlarını karşılayabilecek Çin savaş uçaklarına yönelerek aşmaya çalışıyor. Zira Çin'in koşulları daha az karmaşık ve daha dinamik. Bu hazırlıklar veya Tahran'ın deyimiyle “parmağını tetikte tutmak”, özellikle de güçlü bir konumda olduğunu hissettiği için diplomatik sürece geri dönmeyi reddettiği anlamına gelmiyor. Eski Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif'in, rejimin ve İran'ın tarihindeki bu kritik anda Dini Lider'in diplomasinin rolü hakkındaki sözlerini tekrarlaması, İran rejiminin diplomatik ve siyasi seçeneği destekleme ve askeri seçeneğe geri dönme ihtimalini savuşturma arzusunun birçok göstergesini taşıyor olabilir. Zarif'in de dediği gibi, Dini Lider diplomatik çabaları İran’ın gücünün temel taşlarından biri olarak nitelendirdi ve bunlara başvurmanın diğer tüm seçeneklerin veya güç yapılarının yokluğu veya kaybı anlamına gelmediğini belirtti. Çünkü “diplomasiyle elde edilebilecek bir şey savaşla elde edilmemelidir ve diplomatik seçenek kesinlikle daha az maliyetlidir.” Bakan Arakçi de tüm temaslarında, Şanghay İşbirliği Örgütü, BRICS ülkeleri ve hatta Avrupa üçlüsündeki mevkidaşlarıyla yaptığı çeşitli toplantı ve istişarelerde bu seçeneğe bağlı kalıyor. Washington ile müzakere masasına dönme olasılığını, Güvenlik Konseyi ve Avrupa üçlüsü tarafından İran nükleer tesislerine yönelik ABD-İsrail ortak saldırısının açıkça kınanmasına ilave olarak, yaptırımların yeniden uygulanması seçeneğinin, yani “tetik mekanizmasının” geri çekilmesi koşuluna bağlıyor. Zira tetik mekanizmasının aktifleştirilmesi “troyka” ülkelerini müzakerelerin dışında bırakabilir. Bu durum da İran'ı Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu ve müfettişleriyle iş birliğini askıya alma kararının ardından tansiyonu daha da yükseltecek adımlar atmaya zorlayabilir.

Arakçi'nin belirgin sert tutumu, İran'ın müzakereler konusunda isteksiz olduğu anlamına gelmiyor. Aksine, İran’ın müzakerelere güçlü bir konumda katılmaya çalıştığını gösteriyor. Çünkü İran, herkese güç ve kudrete sahip olduğunu ve bu gücü kullanabileceğini kanıtladığına, ABD-İsrail saldırısına verdiği yanıtla da bunu gösterdiğine inanıyor. Dolayısıyla, diplomatik fırsat, bu gücü ve elde ettiği başarıları pekiştirmek için en uygun yol ve en etkili mekanizmadır.

*Bu makale Şarku’l Avsat tarafından Independent Arabia’dan çevrilmiştir.