Sudan Savaşı: Londra’daki konferansın başarısızlıkla sonuçlanmasının ardından şimdi ne olacak?

Dünya artık Sudan konusunda gerçeklerle yüzleşiyor.

Fransa Dışişleri Bakanı Jean-Noël Barrot, İngiltere Dışişleri Bakanı David Lammy ve Afrika Birliği (AfB) Siyasi İşler, Barış ve Güvenlik Komiseri Bankole Adeoye Londra'da düzenlenen Sudan konulu barış konferansına katıldılar, 15 Nisan 2025
Fransa Dışişleri Bakanı Jean-Noël Barrot, İngiltere Dışişleri Bakanı David Lammy ve Afrika Birliği (AfB) Siyasi İşler, Barış ve Güvenlik Komiseri Bankole Adeoye Londra'da düzenlenen Sudan konulu barış konferansına katıldılar, 15 Nisan 2025
TT

Sudan Savaşı: Londra’daki konferansın başarısızlıkla sonuçlanmasının ardından şimdi ne olacak?

Fransa Dışişleri Bakanı Jean-Noël Barrot, İngiltere Dışişleri Bakanı David Lammy ve Afrika Birliği (AfB) Siyasi İşler, Barış ve Güvenlik Komiseri Bankole Adeoye Londra'da düzenlenen Sudan konulu barış konferansına katıldılar, 15 Nisan 2025
Fransa Dışişleri Bakanı Jean-Noël Barrot, İngiltere Dışişleri Bakanı David Lammy ve Afrika Birliği (AfB) Siyasi İşler, Barış ve Güvenlik Komiseri Bankole Adeoye Londra'da düzenlenen Sudan konulu barış konferansına katıldılar, 15 Nisan 2025

Emced Ferid et-Tayyib

Sudan'daki yıkıcı savaşın patlak vermesinin ikinci yıldönümünde, İngiltere Dışişleri Bakanlığı'nın ev sahipliğinde Londra'da düzenlenen Sudan konulu konferans, Sudan kriziyle nasıl başa çıkılacağı konusunda uluslararası aktörler arasındaki derin görüş ayrılıklarını ortaya koydu. Sudan hükümeti ve Hızlı Destek Kuvvetleri’nin (HDK) katılmadığı konferansta, uluslararası katılımcılar tarafından üzerinde mutabık kalınan bir sonuç bildirgesinin yayınlanamaması bu görüş ayrılıklarının en bariz göstergesiydi.

Sudan’daki savaş üçüncü yılına girerken insani, siyasi ve güvenlik riskleri artmaya devam ediyor. Uluslararası toplum ise Sudan kriziyle etkin ve gerçekçi bir şekilde başa çıkmak için ortak bir stratejiye ulaşıyor.

Sudan'a yönelik uluslararası yaklaşımlardaki temel sorun, Sudan ordusu ile HDK arasında sahte bir ‘eşdeğerlik’ benimsenmesinden kaynaklanıyor. Bu yaklaşım sadece analitik açıdan hatalı değil, ahlaki açıdan da kabul edilemez. HDK, Sudan devletinin bir kurumu olan Sudan ordusuyla eşit düzeyde meşru bir siyasi veya askeri aktör olarak ele alınamaz. Bunun yanında uluslararası aktörler, Ekim 2021 darbesinden bu yana hükümetin gayrimeşru olduğunu savunarak, Sudan ordusunu Sudan hükümetinden ayrı ve bağımsız bir varlık olarak ele almakta ısrar ediyor. Ancak Sudan ordusu, Sudan devletinin önemli bir parçası ve ona hükümetten ayrı muamele etmek, siyasi alanı daha da askerileştirme riski taşıdığı da bir gerçek. Bu durum, tamamen askeri bir hükümete doğru kayma riskini artırmakta, demokratikleşme beklentilerini engellemekte ve otoriter yolları güçlendirmektedir.

Londra konferansındaki çıkmaza HDK'nın Kuzey Darfur'un yönetim şehri ve Sudan ordusunun Darfur bölgesindeki son kalesi olan el-Faşir'e sadece on beş kilometre uzaklıktaki Zemzem Mülteci Kampı’na yaptığı son saldırı eşlik etti. Tanıklara göre 11 Nisan 2025 tarihinde HDK üyeleri kampı ele geçirerek etnik temelli katliamlar ve insani yardım çalışanlarına yönelik saha infazları gerçekleştirdi. Bu infazlar arasında, kampta faaliyet gösteren son tıbbi klinik olan Uluslararası Mülteci Örgütü (IRO) kliniğinden dokuz sağlık personeli de bulunuyordu. Tüm bu zulümler, HDK tarafından el-Faşir şehri ve çevresindeki Zemzem ve Ebu Şuk gibi mülteci kamplarına bir yıldan uzun süredir uygulanan ve insani durumu daha da kötüleştiren kuşatmanın ardından meydana geldi.

Geçtiğimiz yılın ağustos ayında Zemzem Mülteci Kampı’ndaki gıda güvensizliği boyutunun, Entegre Gıda Güvenliği Aşama Sınıflandırması’nın (IPC) 5. aşaması olan ‘felaket/kıtlık’ seviyesinde olduğu ilan edildi.

Sınır Tanımayan Doktorlar (MSF) mülteci kampında her iki saatte bir en az bir çocuğun açlık veya hastalık nedeniyle hayatını kaybettiğini bildirdi.

Londra'daki konferansa katılan birçok ülkenin temsilcileri için HDK ile normalleşmeyi öneren ya da onu uluslararası arenada tanınan Sudan hükümeti ile eşit konuma getiren her metin danışıklı dövüş kokuyor. Bu durum, Lancaster Sarayı'nda gerçekleşen konferansa katılımın, diplomatik inceliklerin ötesinde daha derin ikilemleri ve anlaşmazlıkları gizlediğini yansıtıyordu. Bazı bölge devletlerinin HDK'ya -süregelen silah sevkiyatları ve altyapıya saldırmak için kullanılan insansız hava araçları (İHA) da dahil olmak üzere- askeri ve lojistik destek sağlamaya devam etmesi çok çeşitli uluslararası diplomatik ve siyasi çevreler tarafından kabul edilemez hale geldi. Başta Temsilci Sarah Jacobs ve Senatör Chris Van Hollen olmak üzere ABD Kongresi'nin bazı üyeleri bu desteğin altını özellikle çizdi. Bu desteğin Sudan'da devam eden savaşın ana nedeni olduğu vurgulandı.

Sudan ordusunun sicili suistimallerden arınmış değil, ancak bağımsız sayısal izleme raporları HDK milisleri ile aralarındaki büyük farkı ortaya koyuyor.

Ancak bölge ülkeleri için en tehlikeli gelişme, HDK'nın 2025 şubatında Nairobi'de diğer güçlerle birlikte Darfur merkezli Sudan hükümetine paralel bir hükümet kurmak için anlaşmasıdır.  Bu gelişme, milislerin el-Faşir’i ele geçirme çabalarının artmasını açıklarken, Sudan'ın bölünme ihtimalini arttırma tehdidi yaratıyor. Bu da diğer uluslararası aktörlerden çok yakın komşularını etkileyen jeopolitik bir risk ve savaşın uzamasına katkıda bulunan yeni bir gerçeklik yaratacak.

Konferans sırasında binlerce Sudanlı, uluslararası etkileşimin kendisini reddetmek için değil, daha ziyade Sudan'da devam eden çatışmayı körüklemekle suçlanan bazı ülkelerin katılımına itiraz etmek için konferansın gerçekleştiği binanın önünde protesto gösterileri düzenledi. Ancak bu protestolar, bazı Batılı diplomatların halkın öfkesinin gerçek bir ifadesinden ziyade Sudan hükümetinin resmî açıklamalarında yer alan görüşlerinin bir uzantısı olarak değerlendirerek, bu protestoları küçümsemeleri nedeniyle dikkate değer bir ilgisizlikle karşılandı. Oysa bunlar halkın öfkesinin gerçek bir ifadesi bile değildi. Bu durum, Sudan’daki gerçekliği kasıtlı olarak inkâr etmeye devam eden ve Sudanlıların iradesini ve ülkelerinin kaderini belirleme ve egemenliğini koruma konusundaki doğal haklarını görmezden gelen Batı'nın yanlış hesaplarını açıkça ortaya koyuyor.

cdfgrthy
HDK'nın 15 Nisan'da Kuzey Darfur'daki Zemzem Mülteci Kampı’na saldırmasının ardından etraftaki Sudanlı kadın ve çocuklar (Reuters)

Bu dinamik, Batılı aktörlerin ve uluslararası kuruluşların Sudan ihtilafını ele alma yaklaşımlarını sürekli olarak zayıflatan derin ve sistematik bir analitik başarısızlığı ortaya koyuyor. Bu aktörlerin değerlendirmeleri, çatışmayı ulusal bir trajediden ziyade kaybedilen siyasi gücü yeniden kazanmanın bir aracı olarak gören ve Batılı diplomatik çevrelerle yakın bağları olan dar bir Sudanlı elit çevresinin siyasi isteklerine bağlı kalıyor. Bu özlemler, Sudan'daki çatışmanın, Sudan ordusu ve HDK arasında sahte ve yapay bir denklik tezini desteklemeye çalışan bir uluslararası analiz merceği yarattı.

Bu yaklaşımın temel metodolojik kusuru inatçı katılığından kaynaklanıyor. Sürekli ortaya çıkan gerçeklere kayıtsız kalıyor ve kendisiyle çelişen kanıtlar artmasına rağmen değişmiyor. Uluslararası aktörler, ortaya çıkan gerçeklere uyum sağlamak yerine, gerçekler gözden düşse bile, dogmatizmin sınırlarında dolaşan ideolojik bir hararetle ilk değerlendirmelerine bağlı kaldılar. Bu bilişsel önyargı, sadece Sudan hükümeti arasında değil, Sudan halkı arasında da dış müdahalelere karşı bir şüphecilik iklimine yol açtı. Daha da önemlisi, yabancı aktörlerin çatışmanın gerçeklerine hitap eden müdahaleler tasarlama kabiliyetlerini zayıflatıyor. Bu çabaların analitik temeli en başından kusurlu ve milyonlarca Sudanlının yaşadığı gerçeklikten tamamen farklı olan çarpıtılmış bir gerçeklik algısına dayanıyor. Verimsiz ve etkisiz bir uluslararası angajman döngüsünü sürdürüyor.

Sudan ordusu ihlallere bulaşmamış değil. Ancak bağımsız nicel izleme raporları, Sudan ordusunun HDK ile arasındaki büyük farkı ortaya koyuyor. Silahlı Çatışma Konumu ve Olay Verileri Projesi'nin (ACLED) 2024 yılında HDK'ya atfedilen yaklaşık bin 300 olaya karşılık, Sudan ordusunun sivil kayıpların yaşandığı yaklaşık 200 olaydan sorumlu olduğunu bildirdi.

HDK gerçek bir terör kampanyası yürütürken, destekçileri olası bir baskıya karşı koruyucu gibi davranıyor.

Uluslararası toplumun Sudan'a yönelik mevcut tutumu, Batılı güçlerin Bosna hükümeti ile Sırp milisler arasında sistematik etnik temizlik ve soykırım uygulandığına dair açık kanıtlara rağmen sahte bir eşdeğerlik politikası benimsediği, Bosna Hersek savaşının ilk günlerindeki tutumuyla çarpıcı bir benzerlik taşıyor.

Uluslararası aktörler tüm taraflara eşit derecede suçlu muamelesi yaparak zulmü durdurmak için kararlı ve gerçekçi müdahaleyi engelledi, Sudan'dakine benzer bir denklik yanılsaması yaratarak savaş suçlularını meşrulaştırdı ve başta Srebrenitsa Soykırımı olmak üzere zulümlerin kontrolsüz bir şekilde devam etmesine izin verdi. Bu ahlaki kararsızlık sadece failleri cesaretlendirmekle kalmadı, nihayetinde müdahaleyi daha maliyetli ve karmaşık hale getirdi. Yıllar süren önlenebilir acılar, NATO’nun hava saldırıları ve Dayton Anlaşmaları’nın imzalanmasıyla sona erdi. Bu olay, açık bir saldırganlık karşısında diplomatik tarafsızlığın, dünyanın bir daha asla müsamaha göstermemeye yemin ettiği suçları nasıl mümkün kılabileceğine dair çarpıcı bir ders niteliğindeydi. Yine de 2023 yılında HDK tarafından Masalitlere karşı etnik temizlik gerçekleştirmesi, kısa bir süre önce Zemzem Mülteci Kampı’na saldırması ve bunlar arasında sayısız sistematik zulümde bulunmasından sonra bile, dünya halen kayıtsız kalmaya devam ediyor.

Bu dengesizlik, bilginin ve alternatif anlatıların silah haline getirilmesi ve bir savaş aracı olarak kullanılmasıyla körüklendi. Bunun belki de en belirgin tezahürü, bu savaşı Müslüman Kardeşler (İhvan-ı Müslimin) ve radikal İslamcılara karşı bir savaş olarak göstermeye çalışan medya kampanyasıdır. Kıtlık ve soykırım Darfur bölgesini kasıp kavururken, Müslüman Kardeşler'in HDK saflarındaki ve üst düzey lideri arasındaki köklü varlığı görmezden geliniyor. Radikal İslamcılık hayaleti, uluslararası toplumun dikkatini işlenen zulümlerden uzaklaştırmak ve HDK'ya verilmeye devam eden dış desteği meşrulaştırmak amacıyla stratejik bir sis perdesi olarak kullanılıyor. Bu anlatı, Batı'yı radikal siyasal İslamcılığın ve terörizm hayaletinin Sudan'da yeniden ortaya çıkması konusunda korkutmayı amaçlarken, HDK'nın toplu katliam, etnik şiddet, cinsel kölelik ve sivil altyapının tahribatı gibi sistematik terör eylemleri gerçekleştirdiği gerçeğini görmezden geliyor. İronik olan ise HDK gerçek anlamda terör estirirken, destekçilerinin potansiyel bir terör kampanyasına karşı koruyucuymuş gibi davranması. Gerçeğin bu şekilde kasıtlı olarak çarpıtılması sadece uluslararası toplumu yanıltmakla kalmıyor, aynı zamanda soykırımın 'terörle mücadele' gibi yanıltıcı bir söylemin arkasına gizlenmesine de olanak sağlıyor.

dfgtrhy
Sudan Egemenlik Konseyi Başkanı ve Ordu Komutanı Abdulfettah el-Burhan Port Sudan'daki savaş kurbanlarının ailelerine destek için bir girişim başlattı, 26 Nisan 2025 (AFP)

Bu anlatının, özellikle de milislerin destekçileriyle ilişkili Sudanlı politikacılar arasında yaygın bir şekilde desteklenmesi sadece mantığa aykırı olmakla kalmıyor, aynı zamanda medya etkisinin ve stratejik mesajlaşmanın meşruiyet üretmek için ne ölçüde silah haline getirildiğini de ortaya koyuyor. Medya üzerindeki hegemonya ile dikkatlice gizlenen bu çelişkiler, Batı'nın Sudan krizine ilişkin algılarını derinden çarpıtırken, politik tepkilerinin tutarlılığını ve güvenilirliğini zayıflattı. Böyle bir atmosferde dış aktörlerin sahadaki gerçekleri doğrulamak için çabalarını iki katına çıkarmaları gerekiyor.

Dahası, Batılı politika çevreleri, eski Başbakan Abdullah Hamduk liderliğindeki Tekaddum İttifakı’nı kurup finanse ederek, Sudan'da müdahaleleri için tercih edilen bir ortak olarak kontrollü bir siyasi koalisyon oluşturmaya ve finanse etmeye çalıştı. Bu yaklaşım, saflarında HDK sempatizanları olduğuna dair açıkça yapılan uyarılara rağmen devam etti.

Sonuç ise tahmin edilebilir ve yıkıcıydı. Önemli miktarda mali ve uluslararası destek ve siyasi meşruiyet elde eden Tekaddum İttifakı bölündü ve yerini ‘Kuruluş’ adında yeni bir siyasi oluşuma bıraktı. Bu oluşum, mevcut çatışmadaki en ciddi zulümlerden sorumlu olan aynı milislerle paralel bir hükümet kurmak amacıyla HDK ile açık bir siyasi ve askeri ittifak ilan etti. Batı'nın sivil tarafı güçlendirme bayrağı altında bu sonucu desteklemesi, sahadaki açık sinyalleri görmezden gelmeyi seçen uluslararası aktörlerin bilgeliği ve stratejisi hakkında acil yanıt bekleyen soru işaretlerini ortaya koydu. Daha da önemlisi, bu durum nasıl düzeltilebilir?

Dünya şimdi Sudan’la ilgili bir gerçeklik anıyla karşı karşıya. Sudan ordusu ve HDK arasındaki yapay, sahte ‘denkliğe’, hesap verebilirliği baltalayan ve soykırım ve savaş suçları işleyen suçluları ne barışı garanti eden ne de istikrarı yeniden tesis eden siyasi vaatlerle ödüllendiren bir yaklaşıma tutunmaya devam mı edecek? Yoksa stratejisini, dış mihraklar veya vekillerle yapılan müzakerelerle değil, egemen ve sürdürülebilir bir barış isteyen sıradan Sudanlıların istekleriyle uyumlu olacak şekilde yeniden mi düzenleyecek?

Londra konferansının başarısızlığı, kısmi tedbirlerin sınırlarını gözler önüne serdi. Dünya, HDK gibi aktörlere ve onların dışarıdan destekçilerine hesap sormayarak suç işlemeye devam etmelerine izin veren kısa vadeli çözümler peşinde koşmaya devam etmekle, Sudan halkının refahına öncelik veren ilkeli, gerçeklere dayalı bir politikaya bağlı kalmak arasında seçim yapmalı. BM sürdürülebilir kalkınmayı, gelecek nesillerin kendi ihtiyaçlarını karşılayabilmelerini tehlikeye atmadan bugünün ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik çabalar olarak tanımlıyor. Sudan'da sürdürülebilir barışın sağlanması da ‘barışı gelecekte riske atmadan şimdi sağlamak’ şeklindeki benzer bir düşünce yapısını gerektiriyor. Sudan'da sürdürülebilir barış, basmakalıp açıklamalarla ya da kapalı kapılar ardında yapılan güç simsarlıklarıyla sağlanamaz. Bunun için kimin savaş suçu işlediğine dair sarsılmaz bir dürüstlük, milisler tarafından gerçekleştirilen zulümlerin kategorik olarak reddedilmesi ve en çok acı çekenlerin sesleriyle gerçek bir dayanışma içinde olunması gerekir.



Bölgesel güç dengeleri

 İsrail, ilk kez içeride derin bir darbe aldı ve iç hedefler benzeri görülmemiş şekilde vuruldu (AFP
İsrail, ilk kez içeride derin bir darbe aldı ve iç hedefler benzeri görülmemiş şekilde vuruldu (AFP
TT

Bölgesel güç dengeleri

 İsrail, ilk kez içeride derin bir darbe aldı ve iç hedefler benzeri görülmemiş şekilde vuruldu (AFP
İsrail, ilk kez içeride derin bir darbe aldı ve iç hedefler benzeri görülmemiş şekilde vuruldu (AFP

Mustafa Feki

Ortadoğu, Doğu Akdeniz ve Arap Körfezi, son zamanlarda karşılaştıkları krizlerin büyüklüğünü önemli ölçüde vurgulayan benzeri görülmemiş ve zor koşullar yaşadı. Bu krizler, yalnızca sınırlı bir bölgesel sorun olmaktan çıkıp büyük bir uluslararası sorun haline geldiler.

Bölgedeki kanlı diziyle başlarsak, ki bu nihayetinde Filistin topraklarının İsrail tarafından vahşice işgal edilmesinin beklenen bir sonucu gibi görünüyor, 7 Ekim 2023 tarihinin işgalin dirençli Filistin halkına her düzeyde uyguladığı baskının otomatik ve doğal bir sonucu olduğunu hemen fark ederiz. Söz konusu baskı, şiddet döngüsünün genişlemesine ve Gazze'nin mevcut koşulları altında yaşanmaz bir alana dönüşmesine yol açtı. Öldürülmemesi gereken on binlerce çocuk, kadın ve sivili içeren şehit kafileleri her gün birbirini takip ediyor. Karşı karşıya kaldıkları katliamlar hem kardeşlerinden hem de dostlarından hiçbir insani yardım veya destek alamadan katlandıkları zor yaşam koşulları unutulamaz.

Son İran-İsrail çatışmasındaki ateşkesin, Gazze'deki acı verici duruma olumlu bir yansıması olabilir, ne var ki İsrail'in uzlaşmazlığı ve Netanyahu modelinin sabah akşam yaydığı nefret dolu söylemlerin temsil ettiği güç despotluğu, acıların devam edeceğinin, güven ve barış kıyısından hâlâ uzak olunduğunun en iyi kanıtı.

Belki okuyucuyla birlikte ülkelerin ağırlıklarını, gerçekleşen dönüşümlerin doğasını ve bazı tarafların ağırlıkları açısından bölgesel borsa üzerindeki etkilerini düşünebilir ve aşağıdaki kanıtları gözlemleyebiliriz:

İlk olarak, bir yandan Lübnan'da Hizbullah'ın başına gelenlere, diğer yandan Suriye'de yaşananlara bakıldığında, İran toplamda kaybeden gibi görünüyor. Tahran, Esed ailesinin yönetimi boyunca sadakatini sürdüren itaatkar bir müttefikini kaybetti. Buna ilaveten, ABD'nin tam desteğiyle İsrail, İran'ın nükleer projesinin temellerini büyük ölçüde yok etti. İran ayrıca siyasi yaşamının, askeri mevkilerinin ve bilimsel uzmanlıklarının en ön saflarından onlarca şehit verdi.

Burada, İran'ın direndiğini ve inkar edilmesi zor birçok güçlü karşılık verdiğini dolaylı olarak kabul etmeliyiz. İsrail'e gönderdiği füze ve insansız hava araçlarının, on binlerce sakinini İran saldırılarından kaçmak için sığınaklara yönelmeye zorladığını itiraf etmeliyiz. Ancak, bu elbette, İsrail Hava Kuvvetleri'nin İran'ın kalelerini vurması, İran içindeki bir dizi önemli ekonomik ve askeri konumda hayati öneme sahip arterleri hedef almasıyla kıyaslanamaz.

ABD Başkanı Donald Trump, başlangıcından itibaren İran-İsrail çatışmasının baş vaftiz babası rolünü oynadı. Gelişmelerin ayrıntılarına doğrudan kişisel olarak müdahale etti. Öyle ki hem İran hem de İsrail tarafı kazandıklarını iddia ettikleri bir zafer veya rakiplerine karşı sağladıklarını iddia ettikleri bir üstünlükle gururlanarak savaştan çıktılar. Her halükarda durum ve medyatik gelişmeler alanı yorumlara açık, tüm tarafların bakış açılarının kabul edilmesine olanak tanıyor. Zira silahlı çatışmalar geride bir kazanan bırakmaz, aksine kayıp ve zararları tüm taraflara dağıtır.

Burada, İran nükleer programının geçici bir süreliğine de olsa çökertilmesinin, Netanyahu için gurur duyacağı yanıltıcı bir zafer olduğuna dikkat etmeliyiz. Bu zafer, onu siyasi durumunu ve İsrail hükümetinin başkanı olarak konumunu güçlendirebilecek bir erken genel seçim çağrısında bulunmaya itebilir. Tahran ve Tel Aviv arasında yaklaşık iki hafta süren bu askeri çatışma hakkında ne söylenirse söylensin, İsrail'in imajına bir çizik atıldığını, her koşulda etkilendiğini dürüstçe belirtmeliyiz. İran, bölgedeki en büyük askeri cephaneliğe karşı mücadelede kahramanlıktan veya cesaretten yoksun olmayan bir duruş sergiledi. İsrail'e verilen Amerikan desteği, o savaşta gerçek belirleyici faktördü, kimsenin itiraz edemeyeceği ve olaylar tarafından gölgede bırakılmış gibi görünen bir kriterdi. Zira İsrail ilk kez içeride derin bir darbe aldı, iç hedefler benzeri görülmemiş bir şekilde vuruldu. Şarku’l Avsat’ın Independent Arabia’dan aktardığı analize göre bu da yenilmez ordu efsanesinin ve son on yıllarda yarattığımız büyük putun ne sandığımız kadar sağlam ne de hayal ettiğimiz kadar güçlü olmadığını teyit etti.

İkincisi; eğer şimdi uzun bir geçmişe ve geniş topraklara sahip bir İslam devleti olarak İran'dan bahsedeceksek, kendisinin üstünden atlanması zor birkaç hatasını kaydetmeliyiz. Bunların ilki, arenalar birliği dediğimiz şey ve son kırk yıldır komşu ülkelerde onlar aracılığıyla savaştığı çeşitli kollardır. Lübnan'daki Hizbullah ile başlayıp Suriye ve Irak'tan geçerek Yemen'deki Ensarullah-Husi grubuna kadar uzanan bu kollar, kanlı çatışmaların ve tekrarlanan çekişmelerin bir tarafı olarak kendini dayattı. Böylece İran Batı'nın, Batı Asya, Arap Yarımadası, Arap Körfez bölgesi ve hatta Kuzey Afrika'daki Araplar, Türkler, Kürtler ve diğer etnik gruplara karşı kullandığı bir korkuluğa dönüştü.

İran'ın benimsediği kollar inşa etme politikası, İran'da İslam Devrimi'nin patlak vermesi ve Şah'ın Şubat 1979'da devrilmesi ile başlayan geniş çaplı bir kaosa yol açtı. Ama iş bununla bitmedi. İran, Arap Körfez bölgesindeki Amerikan hedeflerini vurmaya çalışarak ve Katar hava sahasını ihlal ederek de büyük bir hata yaptı. İlave olarak, İran'ın hatalarına sık sık tahammül eden, işlerine karışmasını ve yanlışlarını görmezden gelen Körfez'de de tahribat yaratmaya çalıştı. İşleri daha da kötüleştiren ise İran parlamentosunun, bu hayati bölgede dünya petrol nakliyatının yüzde 20'sinin geçtiği, büyük öneme sahip bir ticaret ve deniz yolu olan Hürmüz Boğazı'nı kapatma kararı almasıydı.

İran'ın son eylemleriyle Körfez’in duygularını geçici de olsa kendisine karşı yabancılaştırarak kaybettiğine şüphe yok. Oysa Körfez ülkeleri, Maşrık (Levant) ülkeleri, Mısır ve diğerleri, İsrail'in İran'a yönelik saldırganlığını en başından kınadılar. Tahran, düşman listesine geçici de olsa başka ülkeler eklemek yerine dostlarının desteğini almaya çalışmalıydı.

Bu nedenle, İran'ın çok şey kaybettiğine, yalnızca Beyaz Saray'daki güçlü adamın, Tahran ve Tel Aviv arasındaki savaşı sona erdirme başarısını kendisine nispet etmeye çalışan Donald Trump'ın göreceli, geçici memnuniyetini elde ettiğine inanıyorum. Trump daha önce de Pakistan ve Hindistan arasındaki ateşkesi kendisine mal etmişti. Buna bir de ABD’nin Tahran'daki rejimi devirmeye çalışmadığını, bunun yerine yalnızca İran nükleer projesini yok etmeyi ve onu en azından gelecekte aciz hale getirmeyi amaçladığını defalarca dile getirenin de o olduğunu eklemeliyiz.

Üçüncüsü; nükleer programını kaybeden İran'ın, siyasi rejiminin devamı ve onu zayıflatma girişimlerini durdurma konusunda geçici bir kabul kazandığı açıkça ortaya çıktı. İran’ın artık sona eren bu çatışmada en önemli ve en öne çıkan devlet olduğuna şüphe yok. Ancak, Trump'ın gözdesi Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki Türk tarafını da göz ardı etmemeliyiz. Türkiye'nin bir Avrupa-Asya, Akdeniz ve Ortadoğu ülkesi, NATO'nun aktif bir üyesi, bölgede ve genel olarak güç denkleminde hem İsrail hem de İran ile birlikte hesaba katılması gereken bir güç olduğunu aklımızda tutmalıyız. Türkiye de Suriye'de yaptıkları ve Körfez'de elde ettikleri sayesinde ve ayrıca ABD’nin bölgedeki politikalarından duyduğu memnuniyet sayesinde yaşananlardan kazançlı çıktı.

Güç dengesinin, Körfez ülkelerinin de şu ana kadar kazandığını gösterdiğine inanıyorum, çünkü İran tarihsel olarak dost bir ülke ancak onlarla ilişkileri varlığı inkar edilemez veya görmezden gelinemez endişelerden yoksun değil. Biz Araplar olarak, İranlı ve Türk komşularımızın, akıllardan hiç çıkmayan adil Arap davası, yani tüm sonuçları, tarihsel gelişmeleri ve onu çevreleyen koşullarıyla Filistin davası için kalıcı bir çözüme ulaşmada aktif oyuncular olmalarını umut ediyoruz.

*Bu analiz Şarku’l Avsat tarafından Independent Arabia’dan çevrilmiştir.