Elie Kuseyfi
ABD’nin Katar'ın başkenti Doha'da İsrail'in hedeflerine ulaşamadığı görünen saldırısına ilişkin tutumunu özetleyecek olursak Washington'ın bölgedeki müttefiklerinden Doha'da yaşananları önemsiz bir olay olarak görmelerini ve ABD Dışişleri Bakanı Marco Rubio'nun da söylediği gibi, herkesin istediği barışı sağlamak için asıl meselenin Hamas'ın ortadan kaldırılması olduğunu düşünmelerini istediğini söyleyebiliriz. Rubio yaptığı açıklamada, “Herkesin sadece geçtiğimiz hafta Doha'da olanlara değil, bundan sonra olacaklara da odaklanmasını sağlamaya çalışıyoruz” diye ekledi.
Donald Trump yönetiminin zihninde Hamas'ın ortadan kaldırılması, Gazze'de ertesi gün olacaklarla veya her zamankinden daha uzak olan barış süreciyle ilgili değil, daha çok Binyamin Netanyahu'nun kendisi ve belki de tek başına üstlendiğini iddia ettiği tüm Ortadoğu'yu değiştirme görevine bağlı. Aslında, Netanyahu’nun gündemini ABD yönetimine dayatmaya çalışıp çalışmadığı ya da onunla aynı fikirde olup olmadığı bir yana, her iki tarafın da Ortadoğu'yu değiştirme konusunda hemfikir olduğu açık, ancak aralarında temel bir fark var; tıpkı yaklaşık bir yıl önce, kendisi ile bir önceki ABD Başkanı Joe Biden yönetimi arasındaki gerilimin doruk noktasında, BM Genel Kurul toplantılarında söylediği gibi Netanyahu, bu sürecin lideri olarak hareket ediyor ve görevi tek başına üstleniyor. Şimdi Netanyahu, Trump'ın ikinci döneminde daha fazla hareket özgürlüğüne sahip olduğunu hissediyor ve Trump'ın, ihanete uğradığını hisseden Katar'ın konumunu anlamaya çalışsa da Doha'ya saldırdıktan sonra İsrail'in yanında yer alması şaşırtıcı değildi.
Ancak, Ortadoğu’nun Washington için bir öncelik olmadığı, ya da en azından bölgedeki bazılarının inandığı kadar öncelikli olmadığını belirtmekte fayda var. ABD Başkanı Donald Trump'ın ülkesinin önceliklerini yeniden düzenlediği doğru. Örneğin Washington’daki ‘derin devlete’ karşı intikam alma arzusu onun için bir öncelik gibi görünüyordu, ardından Rusya-Ukrayna savaşını sona erdirmek ana hedefi gibi görünüyordu. Trump, Joe Biden yerine kendisi başkan olsaydı bu savaşın 24 saat içinde sona ereceğini vaat etmiş ve savaşın bu kadar uzamayacağını söylemişti. Ancak, Demokrat Partili Biden yönetiminin önceliklerinin başında gelen Çin’in yükselişini kontrol altında tutmanın, Cumhuriyetçi Trump için de en önemli öncelik olmaya devam ettiği ve bu önceliğin köklü bir Amerikan ‘doktrini’ haline geldiği de bir gerçek.
Doha'ya yapılan saldırı, ABD’nin bu bölgeye yönelik herhangi bir stratejisinin İsrail stratejisinden bağımsız olarak var olmasının düşünülemez olduğunu ortaya koydu.
Burada soru değişiyor: Washington, bölgenin kontrolünü İsrail'e devrederek, kendi çıkarları doğrultusunda yeniden şekillendirmesi için mi yoksa Washington’ın diğer haritalar ve dosyalarla meşgul olması, Binyamin Netanyahu’nun bölgesel stratejisini kabul etmediği anlamına mı geliyor? Bu iki soruyu yanıtlamanın zorluğu, İsrail'in Washington'ın sonuçlarına katlanabileceği sürece uygun gördüğü her şeyi yapmaya hazır olduğu varsayımıyla, bölgesel savaşın hem ABD hem de İsrail tarafından nasıl yönetileceğini hayal etmekten bizi alıkoymuyor. Aynı durum İsrail’in Doha'ya saldırısı için de geçerli. Zira Netanyahu, belki de Trump ile koordineli olarak, Washington'ın ABD'nin müttefikine yönelik saldırının sonuçlarını kontrol altına alabileceğini, hatta bundan fayda sağlayabileceğini değerlendirmişti.
Donald Trump, Doha'da İsrail'i tekrar hedef almayacağına söz verdiğine göre Netanyahu'nun Trump'ın sözünü bozması, oyunlarının sınırlarını aşmaması için çok zor olacak. Ancak Doha'ya yapılan saldırı, ABD’nin bu bölgeye yönelik herhangi bir stratejisinin İsrail stratejisinden bağımsız olarak var olmasının düşünülemez olduğunu ortaya koydu. Diğer bir deyişle, Washington'ın ‘bölgesel barış’ arayışı, barış vizyonunun sadece güç yoluyla gerçekleşebileceğine inanan Trump’ın yönetiminin İsrail'in Filistin topraklarında veya bölgenin tamamında bu barışın temellerini sarsabileceği görüşüyle çelişmiyor. Bu da bölge ülkeleri için en ciddi zorluk. Çünkü Washington'ın İsrail'e tanıdığı manevra alanı, tarihte eşi benzeri görülmemiş bir durum.
İsrail, 5 Haziran 1967'de başlayan Altı Gün Savaşı'ndan sonra ortaya çıkan ve ‘geri çekilme’ sonrasında savaştan çekilen orduların yerine kendisine karşı silahlı örgütlerin ortaya çıkmasına neden olan durumu ortadan kaldırdı ya da ortadan kaldırmaya çok yaklaştığını söyleyebiliriz.
Öte yandan, İsrail'in teknoloji, istihbarat ve askeri alanlardaki üstünlüğü, geçtiğimiz haziran ayında İsrail ile İran arasında 12 gün süren savaşla pekiştirilen bölgedeki güç dengesine dair hiçbir şüpheye yer bırakmıyor. Ancak İsrail’in bu üstünlüğünün İsrail için bir bedeli var. İsrail, özellikle Gazze Şeridi'nde, Hamas'a karşı ‘tam zafer’ sloganı altında bataklığa batmaya devam eden ve çıkış stratejisi görünmeyen açık bir savaşa girdi ve bataklığa batmaya devam ediyor. Bu zafer, artık Gazze'yi Gazzelilerin başına yıkmaktan veya onları zorla sürmekten başka bir anlam ifade etmiyor. Ancak Gazzelilerin topraklarına bağlılığı ve Mısır'ın onların yerinden edilmesine izin vermemesi göz önüne alındığında, onları nereye sürebilir ki?
Aynı durum İsrail'in dünya genelindeki imajı için de geçerli. BM müfettişlerinin salı günü, 2023 yılının ekim ayından bu yana İsrail’in Filistinlileri yok etmek amacıyla Gazze'de soykırım gerçekleştirdiği yönünde bir açıklamada bulunması burada büyük önem taşıyor. BM, Avrupa Birliği (AB) ülkelerinden 25 oy olmak üzere 142 oyla, geçtiğimiz temmuz ayında Suudi Arabistan ve Fransa'nın ortak girişimi ile kabul edilen ‘Filistin Sorununun Barışçıl Çözümü ve İki Devletli Çözümün Uygulanması Hakkında New York Deklarasyonu’nu destekleyen bir kararı kabul etti.
Bu karar, BM Güvenlik Konseyi'nde (BMGK) ABD tarafından veto edilebilir. Ancak bu gelişme aynı zamanda geç de olsa, İsrail'in Filistinlilere yönelik saldırganlığına karşı küresel tepkinin önemli bir değişim geçirdiğinin bir kanıtı. Bu değişim geri döndürülemez ve İsrail ile İsraillilerin dünya genelinde karşılaşacakları gelecekteki zorlukların önünü açıyor. Bu zorlukların işaretleri Batı sokaklarında şimdiden görülmeye başladı. Ancak, uluslararası arenada Şarku’l Avsat’ın Al Majalla’dan aktardığı analize göre İsrail'e yönelik bu algı değişikliği İsrail'in saldırganlığına karşı koymak için gerekli araçları ve daha da önemlisi dünyayı anlamak için gerekli araçları anlamada Arap dünyasında da bir değişiklikle birlikte gerçekleşmeli.
İsrail, 5 Haziran 1967'de başlayan Altı Gün Savaşı'ndan sonra ortaya çıkan ve ‘Nekse’ (Toprak Kaybetme Günü) sonrasında savaştan çekilen orduların yerine kendisine karşı silahlı örgütlerin ortaya çıkmasına neden olan durumu ortadan kaldırdı ya da ortadan kaldırmaya çok yaklaştığını söyleyebiliriz. Ancak 1973'teki Ekim Savaşı geçici bir istisna oluşturdu ve bir daha tekrarlanmadı. Filistin’in efsanevi lideri Yaser Arafat'ın, mevcut bölgesel ve uluslararası güç dengesi göz önüne alındığında silahlı mücadelenin bir geleceği olmadığını erkenden fark ettiği ve bu yüzden Oslo Anlaşmaları seçeneğini tercih ettiği şüphe götürmez bir gerçek. Ancak, Arafat’ın bu riske girmenin karşılığını alıp alamadığı bir yana, Oslo Anlaşmalarına sadece İzak Rabin suikastı ve ardından anlaşmanın içeriden baltalanması ile İsrail'den tepki gelmedi. Aynı zamanda İran'ın da tepkisi vardı. Tahran, ‘direniş ekseni’ bayrağı altında Gazze ve Lübnan'da, ardından Suriye, Irak ve Yemen'de milis ağını destekledi ve Şam'ı ‘bağlantı noktası’ olarak kullandı.
7 Ekim 2023'ten bu yana bölgede yaşananlar, bölgesel manzarayı ve onu yöneten gerçek güç dengesini yeniden değerlendirmeyi gerektiriyor.
Şimdi, İsrail'in 7 Ekim 2023 tarihinden beri sürdürdüğü bölgesel savaşın üzerinden iki yıl geçerken bu savaşın, 1967 yılında Nekse sonrasında ortaya çıkan duruma İsrail'in verdiği kapsamlı bir yanıt vermek ve amacının, yoluna çıkan tüm milis yapıları ortadan kaldırmak ve eğer İsrail-Amerika planının Tahran'a bu desteğin bedelini rejimini devirerek ödetmeye dayandığını göz ardı edersek İran rejimini bu yapılara destek vermeyi bırakmaya zorlamak olduğundan giderek daha fazla emin olunmaya başlanıyor.
Bu yüzden İsrail'in bölgede sürdürdüğü savaşın dayattığı bölgesel denklem, İran'ı vekilleri olmadan içine çekerek, balistik füze sistemi ile ilgili bölgesel davranışında ve nükleer ve savunma politikalarında köklü bir değişime zorlayacak mı, yoksa nihayetinde rejimin devrilmesine yol açacak mı? sorusu yanıt bekliyor. Tüm bu olasılıklar, bölge için, özellikle de savaşın Hizbullah'ın temel yeteneklerini yok ettiği Lübnan için önemli sonuçlar doğuruyor. Hizbullah, İran’dan kendisine silah ulaşmasını sağlayan bir köprü görevi gören Beşşar Esed rejiminin düşüşünden sonra bile, sanki eski haline dönebilecekmiş gibi davranıyor.
Ancak, tüm bu olasılıklara bakılmaksızın, 7 Ekim 2023 tarihinden bu yana bölgede yaşananlar ve yaşanmakta olanlar, İran ve onun vekilleri tarafından yaratılan kafa karışıklığından uzaklaşarak, bölgesel manzarayı ve onu yöneten gerçek güç dengesini yeniden okumayı gerektiriyor. İsrail ordusuna karşı bir ordu olarak Filistin veya Lübnan direnişini inşa etme deneyimi feci bir şekilde başarısız oldu. Eğer ilgili taraflar toplu olarak intihar etmeyi düşünmezse bunun tekrarlanması beklenmiyor. 1967'de Nekse ile sona eren süreç, mevcut bölgesel ve ulusal koşullarda tekrarlanamazken aynı şekilde 7 Ekim 2023'te sona eren süreç de tekrarlanamaz. Ancak, 7 Ekim 2023 tarihinde İsrail'in dünyadaki imajındaki değişim açısından başlayan süreç, savaşın sona ermesiyle bitmeyecek. Daha yüksek bir hızda başlayacak ve ‘yeni İsrail’e yönelik yeni küresel bilince ayak uyduran yeni bir Arap bilinci oluşturacak olan siyasi, diplomatik, medyatik ve entelektüel bir mücadelede yatırım yapılabilir ve ilerletilebilir.