Hepsi emperyalist. Biçimleri ne kadar farklı olursa olsun, bir emperyalist ile diğeri arasında hiçbir fark yok. “Küresel Güney”deki güçler arasında pratikte var olmayan bir şey, yani “iyi” ve “kötü” emperyalizmler arasındaki ayrım üzerine süregelen tartışma anlamsız. Küçük ve orta ölçekli ülkelerin emperyalistler arasındaki oyunda artık bir role sahip olmalarına gelince, bu geçmişte mümkün olmayan bir ayrıcalık. Emperyalizmler arasındaki nüfuz, pazar ve tesis yarışına gelince, bu eski yarışın yeni araçlarla devamı niteliğinde.
Resim göründüğü kadar basit değil. 19. yüzyıl ve öncesindeki emperyalizmler 20. yüzyılda sona erdi ve 21. yüzyılda ya da en azından bu yüzyılda 19. yüzyıl politikalarına geri döndüler. Bazıları askeri güç ve aynı eski formülle geri döndü. Diğerleri ise teknoloji, yapay zekâ ve finansal gücü kullanarak yeni bir formda geri döndü.
Ölümünden yıllar önce, Mısırlı solcu düşünür Semir Emin, ABD, Fransa, Almanya, İngiltere ve Japonya'nın ulusal emperyalizmlerine alternatif olarak ABD, Avrupa Birliği (AB) ve Japonya’dan oluşan “kolektif emperyalizm” hakkında bir makale yazmıştı. Emin, her şeyin tek bir ülkede değil “dünyada üretildiği”, sanayinin birçok ülkeden gelen parça ve malzemelere dayandığı “küreselleşmiş bir üretim”den bahsediyordu. “Egemen ekonomik oligarşi, kolektif emperyalizm üçlüsündeki egemen tekellerle aynı saftadır” diyordu.
Yakın zamanda ise Alasdair Roberts, “Süper Güçler: 21. Yüzyılın İmparatorlukları” başlıklı bir kitap yayınladı. Kitabında Rusya'ya atıfta bulunmadan, dört modern süper gücün “Çin, Hindistan, ABD ve AB” olduğunu belirtiyor. 2050 yılına kadar dünya nüfusunun yüzde 40'ının bu dört ülkede yaşayacağını öngörüyor. Bunların “imparatorluk olmayabileceğini ama emperyal sorumlulukları olduğunu ve tarihte bu kadar ağır bir yük taşıyan rejimler” olmadığını öne sürüyor.
Devlet Başkanı Vladimir Putin'in ülkesinin “emperyal emelleri” olmadığı iddiasını kabul edersek, o zaman soru şudur: 700 bin Rus askeri Ukrayna'da ne yapıyor? Çin Devlet Başkanı Şi Cinping, ülkesine ve Rusya'ya “Küresel Güney ülkelerini birleştirme” görevini veriyorsa, bu göreve ne ad vereceğiz? Bu, ikili Amerikan ve Avrupa emperyalizmi karşısında ikili küresel Güney emperyalizminin liderliğinden başka bir şey midir? Portekizlilerin, İspanyolların, Hollandalıların ve Belçikalıların imparatorluk dönemlerine duydukları özlemi atlatıp atlatmadıklarını kesin olarak belirlemek zor. Ancak İngilizlerin, Fransızların, Japonların ve Almanların imparatorlukların yokluğuna uyum sağlayamadıklarını söylemek kolay. Ruslar, Çinliler ve Amerikalılar ise açıkça emperyalizmi uyguluyorlar.
Gürcistan'ın bazı kısımlarını, Kırım'ı ve Ukrayna'nın dört bölgesini işgal eden Rusya, önünde “kutsal bir görev” olduğunu belirtiyor: Rusya liderliğindeki Avrasya projesini hayata geçirmek. Başkan Jimmy Carter'ın Ulusal Güvenlik Danışmanı Profesör Zbigniew Brzezinski, “Rusya, Ukrayna olmadan imparatorluk olmaktan çıkar” diye yazmıştı. Şarku’l Avsat’ın Independent Arabia’dan aktardığı analize göre Kont Nikolay Troçki’nin temelini attığı ve bugün Putin'in ilham kaynağı olduğu söylenen Aleksandr Dugin tarafından da benimsenen Avrasyacılık, jeopolitik ve ideolojik bir projedir. Dugin’e göre “Dört kara medeniyeti -Çin, Rusya, Hindistan ve İran- geçmişte İngiltere ve Fransa, günümüzde ise ABD olmak üzere üç deniz, aristokrat ve Atlantik medeniyetiyle ebedi bir çatışma içindedir.”
Çin, emperyal emellerini “Kuşak ve Yol” projesi aracılığıyla gerçekleştiriyor. Altyapıya odaklanıyor gibi görünen bu proje kapsamında şimdiye kadar 150'den fazla ülkeyle anlaşmalar imzalandı. Bunun en basit örneği, Çin'in şu anda Afrika ve Asya'da çok sayıda limanda faaliyet göstermesidir; bunların en önemlileri Angola'daki Cayo, Sri Lanka'daki Hambantota, Ekvator Ginesi'ndeki Bana, Pakistan'daki Gwadar, Kamerun'daki Kribi, Kamboçya'daki Ream, Pasifik Okyanusu'ndaki Espiritu Adası'ndaki Luganville, Mozambik'teki Nacala ve Moritanya'daki Nuakşot limanlarıdır.
ABD ise ikili emperyalizm uyguluyor; dünya genelindeki 800 askeri üssünün yanı sıra, dolar üzerinden bir ekonomik ve finansal hakimiyeti bulunuyor. Harvard Üniversitesi Avrupa Çalışmaları Profesörü Timothy Garton Ash'e göre AB ise “imparatorluk sonrası bir imparatorluk”tur. Nasıl mı? “O, tek bir milletin egemenliğinde olmayan, hukukla yönetilen, aynı zamanda liberal ve bilhassa Putin'in Ukrayna'yı işgal ederek Rus İmparatorluğu'nu yeniden kurma girişiminden sonra, otoriter olan bir Avrupa imparatorluğu”dur.
Dahası Garton Ash, “Avrupa'nın yeni imparatorluk türlerine karşı koymak için liberal bir imparatorluk üretmesi ve çöken Rus imparatorluğunun geri dönmesini ve bir Çin imparatorluğunu önlemek için Amerikan imparatorluğuyla stratejik ortaklık kurması gerektiğine” inanıyor. Bu, Çin ve Rusya'nın “sınırsız ortaklık” çerçevesinde planladığının tam aksidir. Tarihçi Gerund Snade'in dediği gibi, ABD ise “NATO aracılığıyla davet üzerine bir imparatorluktur.” Yale Üniversitesi’nden tarihçi Timothy Snyder’e gelince “Özgürlüğe Giden Yol” adlı kitabında, AB ile Putin yönetimindeki Rusya arasındaki çatışmanın “entegrasyon veya imparatorluk” arasında bir seçim olduğunu belirtiyor. Ancak entegrasyon bir devletin sonu değil, gelişmiş bir süreçtir.
Şi'nin “Çin Rüyası” sloganı, Amerikan başkanlarının “Tepe üstündeki şehir” ve “Vazgeçilmez bir devlet” sloganları, Putin'in Çarlık Rusyası dışişleri bakanı Aleksandr Gorçakov'dan ödünç aldığı “Rusya öfkelenmez, hazırlanır” sloganı ve Narendra Modi'nin Hindistan'daki “Vishvaguru” yani “dünyanın öğretmeni” sloganı arasında, küçük devletler büyük güçler arasında önemli roller oynuyor. “21. Yüzyılın İmparatorlukları” kitabına göre, “Büyük güçler, geniş toprakları ve çeşitli halkları yöneten hem imparatorluk hem de devlet unsurlarına sahip melez oluşumlardır.”
Brookings Enstitüsü'nden Robert Kagan'ın “hegemonya emperyalizmden farklıdır, çünkü hegemonya başkalarının nüfuz altına girmeye zorlanmasıdır; emperyalizm ise bir amaç veya hedeften ziyade bir koşul veya durumdur” şeklindeki açıklamasını kabul etmek zor. Hegemonya, emperyalizmin yalnızca yumuşak bir biçimidir. Emperyalizm ise biçimi ne olursa olsun, halklara karşı acımasızdır. “Dünya devleti”ne gelince bu, sağlam bir siyasi gerçekliğe toslayan filozofların hayalidir. “Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” toplumu ise Marksizm adına yöneten 70 yıllık bir iktidarın ardından doğmadı, aksine sonunda çöken totaliter bir sistemde doğdu.
Sorun şu ki, Robert Tucker'ın “emperyalizmin cazibesi” dediği şey, özgürlüğün cazibesinden daha güçlü olmaya devam ediyor. Rus düşünür Aleksandr Yakovlov'un dediği gibi, emperyalizm “şaşırtıcı bir şekilde büyüyor ancak o kadar çelişkilerle dolu ki, 70 Karl Marx bile onu analiz edemez.”
*Bu analiz Şarku'l Avsat tarafından Independent Arabia'dan çevrilmiştir.