Issız ormanlardan puslu kasabalara: Untamed tadında 7 dizi

Eğer yayına girer girmez listeleri altüst eden Untamed'i beğendiyseniz, size iyi bir haberimiz var: Harika önerilerle sizi yeni yolculuklara çıkarmaya geldik

Yıllar boyu Avustralya yapımı dizi ve filmlerinde rol alan Eric Bana, Hollywood'un dikkatini Kara Şahin Düştü'deki (Black Hawk Down) performansı ve Hulk'ta canlandırdığı Bruce Banner karakteriyle çekmişti (Netflix)
Yıllar boyu Avustralya yapımı dizi ve filmlerinde rol alan Eric Bana, Hollywood'un dikkatini Kara Şahin Düştü'deki (Black Hawk Down) performansı ve Hulk'ta canlandırdığı Bruce Banner karakteriyle çekmişti (Netflix)
TT

Issız ormanlardan puslu kasabalara: Untamed tadında 7 dizi

Yıllar boyu Avustralya yapımı dizi ve filmlerinde rol alan Eric Bana, Hollywood'un dikkatini Kara Şahin Düştü'deki (Black Hawk Down) performansı ve Hulk'ta canlandırdığı Bruce Banner karakteriyle çekmişti (Netflix)
Yıllar boyu Avustralya yapımı dizi ve filmlerinde rol alan Eric Bana, Hollywood'un dikkatini Kara Şahin Düştü'deki (Black Hawk Down) performansı ve Hulk'ta canlandırdığı Bruce Banner karakteriyle çekmişti (Netflix)

Netflix'in son dönemdeki sürpriz hitlerinden Untamed, yayına girmesinden sadece birkaç gün sonra hem ABD hem de dünya genelinde bir numaraya yerleşti. Eric Bana'nın hayat verdiği federal ajan Kyle Turner, Yosemite Ulusal Parkı'nın sisli patikalarında sadece bir cinayetin değil, kendi karanlığının da izini sürüyor. 6 bölümlük mini dizi, ağır ağır kurulan yapısı, etkileyici görselliği ve içe işleyen duygusal yoğunluğuyla izleyicileri sarstı. Tam da bu sebeple herkesin aklında aynı soru dönüyor:

Bunun gibi başka ne izleyebilirim?

İz bırakan performanslar, yalnızlık duygusunu iliklere işleyen doğa manzaraları ve içsel çöküşlerle örülü bir suç hikayesi arıyorsanız, doğru yerdesiniz. Untamed'i sadece bir polisiye değil, aynı zamanda bir karakter incelemesi olarak sevdiyseniz, bu listede kendinize yeni bir yolculuk bulacaksınız. 

Elbette True Detective, Mindhunter, Broadchurch ya da Sherlock gibi klasikleşmiş yapımları bilerek dışarıda bıraktık. Çünkü bu liste, daha az konuşulan ama aynı yoğunlukta iz bırakan, aynı türden yaraları kanatan dizilere odaklanıyor.

Ormanın sessizliğinde gömülü sırlar, küçük kasabalara sinmiş suskunluklar ve adaletin peşinde tükenen ruhlar burada da karşınıza çıkacak. Bazı diziler size suçun soğuk yüzünü, bazıları ise insan doğasının en kırılgan noktalarını gösterecek. Untamed sizi duygusal olarak darmadağın ettiyse, bu diziler de sizi kolay kolay bırakmayacak. Her biri kendi yalnız evreninde sessizce çığlık atan karakterlerle dolu. Hazırsanız, çantanıza biraz sabır, biraz da cesaret koyun. Çünkü bu 7 dizi, sizi ıssız vadilerde, karanlık sokaklarda ya da karla örtülü ormanlarda kaybolmaya ve belki de kendinizi bulmaya çağırıyor.

Mare of Easttown

Untamed, Yosemite'nin vahşi doğasında bir ölümün izini sürerken Mare of Easttown, Amerika taşrasının dar sokaklarında yankılanan başka bir trajediyi ele alıyor. Bu kez çevremizi dev ağaçlar değil, gri gökyüzü ve suskun komşular sarıyor. Her iki dizinin merkezinde de kayıpla baş etmeye çalışan, içine kapanık ve yaralı bir dedektif var.

cdfgrthy
Fotoğraf: HBO

Çağımızın tartışmasız en etkileyici oyuncularından Kate Winslet'ın canlandırdığı Mare, Eric Bana'nın oynadığı Kyle gibi geçmişin gölgesinde yaşıyor. İkisi de yalnız, ikisi de öfkeli ama yine de adaletin izini sürmekten vazgeçmiyor. Mare of Easttown'un küçük kasaba sıkışmışlığı, Untamed'in doğayla çevrili izolasyon hissiyle aynı boğucu atmosferi yaratıyor. Suç sadece bir olay değil, karakterlerin içindeki boşlukların, bastırılmış acıların da dışavurumu.

Her iki dizi de ipuçlarını yavaş yavaş sunarken, karakterlerini katman katman açıyor ve daha insani bir boyuta taşıyor. Yas, ihanet, annelik, dostluk... Bu dizilerde tüm bu temalar cinayet kadar sarsıcı. Görsel olarak sade, anlatım olarak yoğun bir yapısı var Mare of Easttown'un. Son bölüm geldiğinde, sadece gizem çözülmüyor; karakterler de içten içe çözülüyor. Untamed sizi duygusal olarak yakaladıysa, Mare'in hikayesi de o duygudan kolay kolay bırakmayacak.

Nereden izlenir: HBO Max
IMDb: 8.4

Dept Q

Yosemite'nin büyüleyici ama ürkütücü doğasına hayran kaldıysanız, sıradaki önerimiz sizi bu kez Edinburgh’un sisli sokaklarına götürüyor.

Burada da merkezde, geçmişin yükünü taşıyan, içine kapanık, insanlarla arası pek iyi olmayan ama işine gelince gözünü budaktan sakınmayan bir karakter var. Untamed'de Eric Bana'nın canlandırdığı Kyle Turner karakteri gibi Carl Morck da hem travmayla hem sistemle mücadele ediyor. Her ikisi de, çözüldükçe daha da karmaşık hale gelen bir ölüm vakasının peşinden sürükleniyor.

cdfvghy
Fotoğraf: Netflix

Dept. Q'da orman yok ama karanlık var; hem dışarıda hem de karakterlerin içinde. Her vaka, hem suçla hem kurumların çürümüşlüğüyle hesaplaşma fırsatı sunuyor. Untamed'deki "doğaya karşı insan" teması burada şehirle insan arasındaki soğukluğu andırıyor. Her iki dizide de yalnızlık, içe dönüş ve adalet duygusu başrolde.

Matthew Goode'un nefis performansıyla hayat verdiği Carl'ın, yer altındaki penceresiz ve izbe bir depoya gönderilmesi de tıpkı Untamed'deki izole konum gibi, yaklaşan bir yüzleşmenin habercisi. Her iki yapım da suçun ötesinde kaybı, yas tutmayı ve kabullenmeyi araştırıyor. Dept. Q, temposunu ağırdan alıyor belki ama karakter derinliğiyle sizi uzun süre etkisi altında bırakıyor. Eğer Untamed sizi içine çektiyse, Dept Q'daki çözülememiş vakanın da sizi saracağından şüpheniz olmasın. 

Nereden izlenir: Netflix
IMDb: 8.2

Sharp Objects 

Sharp Objects, tıpkı Untamed gibi, cinayeti bir çıkış noktası olarak kullanıyor, asıl odağını ise travmanın ve bastırılmış geçmişin izlerini ortaya çıkarmaya yöneltiyor. Gillian Flynn'in etkileyici romanından başarıyla uyarlanan bu çarpıcı mini dizi, bir suçu değil, bir kadının zihnini merkeze alan karanlık bir yolculuğu anlatıyor. Amy Adams, gazeteci Camille Preaker rolünde unutulmaz bir performans sergiliyor; karakterinin acılarını adeta bedeninde taşıyor.

fgrthyu7
Fotoğraf: HBO

Camille, iki genç kızın ölümünü araştırmak üzere memleketine dönerken, izleyici de onunla birlikte gömülü anıların ve boğucu aile ilişkilerinin içine çekiliyor. Untamed nasıl Yosemite'nin vahşi doğasında insan ruhunun çatlaklarını gösteriyorsa, Sharp Objects de Missouri'nin puslu sıcaklarında geçmişin boğucu havasını solutuyor. Her iki dizide de cinayet bir son değil, bir başlangıç.

Camille'in iPod'undan yükselen Led Zeppelin klasikleri sadece fon müziği değil; kaybettiği Alice'le arasında kurduğu duygusal köprünün yankısı. Yönetmen Jean-Marc Vallée'nin övgü toplayan müzik tercihleri, Led Zeppelin'in duygusal yükünü Camille'in travmasıyla iç içe geçiriyor ve karakterin iç dünyasını adeta notalara döküyor.

Dizi, kadınların maruz kaldığı sistematik baskıyı ve bastırılmış öfkeyi şiirsel ama rahatsız edici bir dille yansıtıyor. Camille'in annesiyle toksik ilişkisi, karakterin iç dünyasını olduğu kadar kasabanın karanlık yüzünü de açığa çıkarıyor. Görsel dili, keskin kurgusu ve katmanlı yapısıyla sabır isteyen ama ödülünü fazlasıyla veren bir hikaye sunuyor.

Eğer Untamed'in yavaş yavaş büyüyen melankolisini sevdiyseniz, Sharp Objects'in derinleşen yaralarla örülü atmosferi sizi aynı şekilde içine çekecek. Ve bu kez, çözümden çok hatırlamak can yakacak.

Nereden izlenir: HBO Max
IMDb: 8.0

The Sinner

The Sinner, suçun neden işlendiğini sorgulayan karanlık bir psikolojik drama; Untamed gibi, suçun arkasında gizlenen sessiz yaralara odaklanıyor. Bill Pullman'ın ustalıkla canlandırdığı Dedektif Ambrose'un araştırdığı her vaka sadece bir katilin değil, bastırılmış travmaların da hikayesi. Dizi, suçun görünen yüzüne değil, onun merkezindeki çöküşe odaklanıyor.

dsfgthy
Fotoğraf: USA Network

The Sinner'daki cinayetler, Untamed'deki gibi doğanın ortasında değilse bile iç dünyaların en karanlık köşelerinde saklanıyor. Eric Bana'nın canlandırdığı federal ajan gibi Ambrose da sessiz, yorgun ama inatla direnen bir dedektif. Çözmeye çalıştıkları cinayetler kadar kendilerini de anlamaya uğraşıyorlar. Her iki dizi de izleyiciyi suçun estetik sunumundan uzaklaştırıp, neden-sonuç ilişkilerinin karanlık köşelerine sürüklüyor.

Küçük kasabalar, bastırılmış geçmişler ve sinsice büyüyen gerilim duygusu iki dizinin de ortak dili. The Sinner, sade ama derin anlatısıyla, görsel olarak da izleyiciyi kasvetli ve solgun bir dünyaya davet ediyor. Sezonlar ilerledikçe odak suçtan uzaklaşıyor, insan ruhunun katmanları bir bir açığa çıkıyor. Tıpkı Untamed gibi, The Sinner da çözümden çok yüzleşmeye odaklanıyor. Ve sanki kulağımıza fısıldıyor: En derin sırlar, çoğu zaman en sessiz karakterlerin içinde saklıdır.

Nereden izlenir: Netflix
IMDb: 7.8

Cardinal 

Kanadalı yazar Giles Blunt'ın romanlarından uyarlanan Cardinal, suçun soğuk yüzünü Algonquin Bay'in buz tutmuş coğrafyasında anlatıyor. Billy Campbell'ın hayat verdiği dedektif John Cardinal, geçmişin hayaletleriyle bugünün cinayetleri arasında sıkışıp kalmış bir adam. Tıpkı Untamed'deki Kyle Turner gibi, Cardinal da hem kayıplarla hem çöküşün ağırlığını omuzlarında taşıyan bir dedektif.

gbhyj
Fotoğraf: CTV

Yeni ortağı Lise Delorme'la yürüttüğü soruşturmalar, hem mesleki sınırları hem de duygusal dengeleri zorluyor. Hikayeye sinen gerilim, yalnızca cinayetlerin değil, karakterlerin bastırılmış duygularının da izini sürüyor. Cardinal, yavaş ilerleyen ama derinlikli anlatımıyla sabırlı izleyicisini ödüllendiren bir yapım.

Untamed nasıl Yosemite'nin vahşi doğasında kırık ruhları keşfe çıkıyorsa, Cardinal da Ontario'nun beyaz sessizliğinde benzer bir yolculuk sunuyor. Dizinin görsel dili, yalnızlık ve çaresizlik duygusunu neredeyse teninize dokunan bir soğukluk gibi hissettiriyor. Karine Vanasse ve Campbell'ın güçlü performansları, hikayeye duygusal bir yoğunluk kazandırıyor.

İhanet, kefaret ve zamanla yarış temaları her iki dizinin de kalbinde atıyor. Ve Untamed'de olduğu gibi, asıl gerilim "Katil kim?" sorusundan değil, geçmişle yüzleşme cesaretinden besleniyor. Eğer melankolik bir atmosferde, karakter derinliği yüksek bir suç öyküsü arıyorsanız, Cardinal tam da o buz tutmuş yolun sonundaki adres.

Nereden izlenir: Tivibu
IMDb: 7.8

Ballard

Michael Connelly'nin romanlarından uyarlanan Ballard, çözülmemiş cinayetlerin izini süren, sert ama kırılgan bir dedektifin hikayesi. LAPD'nin yeni kurulan biriminin başına geçen Renée Ballard, adaletin zaman aşımına yenilmesine izin vermeyen bir karakter. Bosch ve Bosch: Legacy evreninden doğan bu yan dizi, suçla iç içe geçmiş şehir dokusunu mercek altına alıyor.

Tıpkı Untamed'de olduğu gibi, geçmişin karanlık gölgeleri bugünün adımlarını şekillendiriyor. Ballard'ın çözmeye çalıştığı her dava, hem toplumun derin çatlaklarını hem de bireysel travmaların izlerini gün yüzüne çıkarıyor. Maggie Q, karakterine olağanüstü bir karizma ve derinlik katıyor; güçlü, dirençli ama bir o kadar da insani.

dcfrgthy
Fotoğraf: Amazon Prime Video

Untamed'deki Turner gibi Ballard da sadece suçları değil, sistemin sessiz adaletsizliklerini de açığa çıkarmaya çalışıyor. İkisinin yolculuğunda da dış tehditler kadar içsel hesaplaşmalar belirleyici rol oynuyor.

Dizi, cinayet masası prosedürlerine dayanan yapısını duygusal yoğunlukla harmanlıyor ve klasik polisiye kalıplarına yeni bir soluk getiriyor. Şehirde geçen hikaye örgüsü, Untamed'in doğada kurduğu yalnızlık hissine başka bir cepheden karşılık veriyor. Ballard, hem temposu hem oyunculuğu hem de adalet tutkusuyla yılın en etkileyici polisiye dramalarından biri.

Nereden izlenir: Amazon Prime Video
IMDb: 7.7

İyi Bir Kızın Cinayet Rehberi (A Good Girl's Guide to Murder)

Holly Jackson'ın çok satan romanından uyarlanan İyi Bir Kızın Cinayet Rehberi, ilk bakışta sıradan bir gençlik dizisi gibi dursa da karanlık ve zekice örülmüş karanlık bir suç hikayesi sunuyor. Dizinin merkezinde, derslerinde her zaman parlak olan ama gerçek adaletin peşine sınıf dışında düşen Pip Fitz-Amobi var. Tıpkı Untamed'de Kyle Turner gibi Pip de kendi içgüdülerine güvenerek çoktan kapanmış bir dosyayı yeniden açıyor.

scdfrgth
Fotoğraf: Netflix

Küçük bir kasaba, yarım kalmış bir cinayet ve sessizliğe gömülmüş sırlarla örülü bu hikaye, izleyicisini ilk bölümden itibaren avucunun içine alıyor. Pip'in adım adım sürdürdüğü arayış, yalnızca suçun değil, kendi kimliğinin de izini sürmesiyle derinleşiyor. Emma Myers, canlandırdığı karaktere hem merak hem kırılganlık hem de direnç katıyor; tıpkı Eric Bana'nın Untamed'de yaptığı gibi.

Her iki dizide de gerilim, sadece suçun çözümüne değil, karakterlerin yüzleşmek zorunda kaldığı karanlık geçmişe dayanıyor. Küçük kasaba atmosferi, görünürdeki sakinliğin altındaki çürümüşlüğü yavaş yavaş açığa çıkarıyor.

İyi Bir Kızın Cinayet Rehberi, sosyal medya çağında genç bir kadının adalet arayışını anlatırken, tempolu ve katmanlı bir anlatı kuruyor. Cinayeti çözmek bile bazen büyümekten daha kolay olabilir; dizi tam da bu kırılgan çelişkiyle ilgileniyor. Eğer Untamed'in sade ama sert gerçekliğini sevdiyseniz, Pip'in kararlılığı ve kasabanın bastırılmış sırları da sizi kolayca içine çekecektir.

Nereden izlenir: Netflix
IMDb: 6.8


Netflix, Stranger Things'in finalini sinemalarda gösterecek

Fotoğraf: Netflix
Fotoğraf: Netflix
TT

Netflix, Stranger Things'in finalini sinemalarda gösterecek

Fotoğraf: Netflix
Fotoğraf: Netflix

Stranger Things'in yaklaşan finali Netflix dışında da izlenebilecek.

Matt Duffer ve Ross Duffer tarafından yaratılan Stranger Things, 1980'lerde Indiana'daki kurgusal Hawkins kasabasında geçiyor ve psikokinetik yeteneklere sahip genç bir kızın, Dünya'yla Upside Down diye bilinen alternatif bir boyut arasında geçit açmasının ardından kasaba sakinlerinin hikayesini konu alıyor.

Netflix'in sevilen bilimkurgu dizisinin 5. sezonu (aynı zamanda son sezonu) 8 bölümden oluşacak ve ilk 4 bölümü kapsayan birinci kısım 26 Kasım'da yayımlanacak. Sonraki üç bölümü içeren ikinci kısım da Noel Günü gösterime girecek. The Rightside Up adlı final bölümü ise yılbaşı gecesi platformda paylaşılacak.

Ancak Netflix'in yaptığı duyuruya göre dizinin finali 31 Aralık'ta ABD Doğu Saatiyle 20.00'den (TSİ 1 Ocak saat 03.00) 1 Ocak 2026'ya kadar 350'den fazla sinema salonunda da izleyiciyle buluşacak. Hangi sinema salonlarında gösterileceği daha sonra duyurulacak.

İlk kez bir Netflix dizisinin bir bölümü büyük ekranda izlenebilecek.

cdfg
Dizinin yaratıcıları daha önce final bölümünün sinemalarda izlenebilmesinin hoşlarına gideceğini söylemişti (Netflix)

Bu duyurudan bir hafta önce Duffer kardeşler Variety'ye verdikleri bir röportajda, iki saatlik bölümün sinema salonlarında mümkün olan en yüksek kalitede gösterilmesinden ne kadar heyecan duyacaklarını itiraf etmişti. 

Matt, "İnsanlar ses ve görüntüye ne kadar zaman ve emek harcandığını deneyimleyemiyor ve düşük kalitede izliyorlar" demişti. 

Daha da önemlisi, bunu hayranlarla birlikte deneyimleme imkanı sunuyor.

Ross, "Harika olurdu" diye onaylamıştı. 

Çünkü hayranlar diğer hayranlarla birlikte orada oturup bunu ortak bir deneyim olarak yaşayabilir; inanılmaz olurdu.

Duffer kardeşler ayrıca 5. sezonun prömiyerinden önce, hayranların favori karakterlerinden birinin dizide yer almayacağını açıklamıştı.

Hayranlar, Joseph Quinn'in sevilen karakteri Eddie Munson'ın, 4. sezon finalinde Upside Down'ın Demobat'leri tarafından öldürüldükten sonra geri dönme ihtimali hakkında yıllardır spekülasyon yapıyor.

Ancak Quinn röportajlarda olası bir geri dönüşün sinyalini verirken, dizinin ortak yaratıcıları Duffer kardeşler aylarca bu soruyu geçiştirdikten sonra nihayet son sözü söyledi.

Matt, Empire'a verdiği son röportajda, "Joe Quinn'in insanlarla böyle oynaması hoşuma gidiyor!" dedi. 

Ama hayır, o öldü.

Matt "Joe zaten o kadar meşgul ki, herkes geri dönmeyeceğini bilmeli. O zamandan beri 5 film falan çekti! Ne zaman gelip Stranger Things'i çekmeye vakti olacak ki?" diye ekledi.

Hayır, ne yazık ki, huzur içinde yatsın. O tamamen toprağın altında.

Independent Türkçe


Uzaylı arayışında büyük umut vaat eden "Süper Dünya" keşfedildi

(Kaliforniya Üniversitesi Irvine kampüsü illüstrasyonu)
(Kaliforniya Üniversitesi Irvine kampüsü illüstrasyonu)
TT

Uzaylı arayışında büyük umut vaat eden "Süper Dünya" keşfedildi

(Kaliforniya Üniversitesi Irvine kampüsü illüstrasyonu)
(Kaliforniya Üniversitesi Irvine kampüsü illüstrasyonu)

Araştırmacılar, yeni keşfedilen bir "Süper Dünya"nın nihayet uzaylı yaşamına dair kanıt elde etmemizi sağlayabileceğini söylüyor.

GJ 251 c diye adlandırılan, 20 ışık yılından daha kısa mesafedeki gezegenin, bizimki gibi kayalık ancak çok daha büyük gezegenleri içeren "Süper Dünya" grubunda yer aldığı düşünülüyor. Bu gezegenlerin, evrende uzaylı yaşamı bulma ihtimalimizin en yüksek olduğu gökcisimleri olduğu tahmin ediliyor.

Dahası "Goldilocks Bölgesi"nde yer alan GJ 251 c, Güneş'ine ne çok yakın ne de çok uzak olduğu için yüzeyinde sıvı su barındırabilir. Bilim insanları bu hassas noktadaki diğer gezegenleri arayan Habitable-Zone Planet Finder (Yaşanabilir Bölgedeki Gezegen Kaşifi) araştırmasında gezegeni tespit etti.

Araştırmacılar, gezegenin uzaylı yaşam arayışında bulduğumuz en heyecan verici olasılıklardan biri olabileceğine inanıyor.

Bilim insanları bu gezegeni, çok çeşitli teleskoplardan toplanan 20 yılı aşkın veriyi kullanarak ve gezegenin ana yıldızının "yalpalama" hareketini arayarak saptadı. Bu hafif hareket, yörüngedeki bir gezegenin yerçekiminden kaynaklanıyor.

İlk olarak verileri, o sistemde yer aldığını zaten bildikleri GJ 251 b adlı gezegeni daha iyi anlamak için kullandılar. Ancak daha detaylı incelemeler, bu yıldız sisteminde çok daha büyük kütleli başka bir gezegenin varlığına işaret ederken, daha sonra orada olduğu doğrulandı.

Araştırmacılar gezegeni doğrudan gözlemleyemiyor. Ancak gelecekteki teleskopların, bu dünyayı doğrudan görebilmesi için için yeterli güç sağlayacağını umuyorlar.

Pensilvanya Eyalet Üniversitesi'nden yeni makalenin ortak yazarı Suvrath Mahadevan, "GJ 251 c'de atmosfer veya yaşam olduğunu henüz doğrulayamasak da gezegen gelecekteki keşifler için umut verici bir hedef teşkil ediyor" diyor.

Heyecan verici bir keşif yaptık ancak bu gezegen hakkında öğrenilecek daha çok şey var.

Çalışma, The Astronomical Journal'da yayımlanan "Discovery of a nearby Habitable Zone Super-Earth Candidate Amenable to Direct Imaging" (Doğrudan Görüntülemeye Uygun Yaşanabilir Bölgedeki Yakın Bir Süper Dünya Adayının Keşfi) adlı yeni bir makalede anlatılıyor.

Independent Türkçe


Filmekimi 2025: Bir festival, 5 film, 5 deneyim

Sundance Film Festivali'nde prömiyer yapan ve büyük ilgi gören Üzgünüm, Bebeğim'de 31 yaşındaki Eva Victor'a (sağda) Naomi Ackie (solda) eşlik ediyor (A24)
Sundance Film Festivali'nde prömiyer yapan ve büyük ilgi gören Üzgünüm, Bebeğim'de 31 yaşındaki Eva Victor'a (sağda) Naomi Ackie (solda) eşlik ediyor (A24)
TT

Filmekimi 2025: Bir festival, 5 film, 5 deneyim

Sundance Film Festivali'nde prömiyer yapan ve büyük ilgi gören Üzgünüm, Bebeğim'de 31 yaşındaki Eva Victor'a (sağda) Naomi Ackie (solda) eşlik ediyor (A24)
Sundance Film Festivali'nde prömiyer yapan ve büyük ilgi gören Üzgünüm, Bebeğim'de 31 yaşındaki Eva Victor'a (sağda) Naomi Ackie (solda) eşlik ediyor (A24)

Her sonbahar olduğu gibi bu yıl da hava serinleyip yapraklar kendini rüzgara bıraktığında, aklıma ilk düşen şey sinema salonlarının karanlığı oluyor. Filmekimi, mevsimin hüznünü beyazperdede buluşturan bir ritüel, bir kent geleneği artık. Her film, yeni bir hikayenin, yeni bir duygunun kapısını aralıyor. Yıllardır ekim takviminde sabit bir yer tutan festival, sezonun en çok konuşulan filmlerini sinemaseverlerle buluşturuyor. Şehrin temposundan bir adım uzaklaşıp başka hayatlara karışmanın, başka dünyalara sığınmanın mevsimi bu.

Filmekimi artık yalnızca İstanbul'la sınırlı değil; festivalin renkli atmosferi bu sonbaharda 4 şehre yayıldı. Festival 9 - 12 Ekim'de Ankara'da, 16 - 19 Ekim'de ise Eskişehir'deki sinemaseverlerle buluştu. Şimdiyse 23 - 26 Ekim'de İzmir, Filmekimi'nin son durağı olarak festival coşkusunu yaşıyor. 

Bu yılın programında Cannes, Venedik ve Karlovy Vary gibi büyük festivallerden ödüllerle dönen ve dakikalarca ayakta alkışlanan filmler, Filmekimi kapsamında sinemaseverlerle buluştu. Ari Aster, Paolo Sorrentino, Jim Jarmusch, Yorgos Lanthimos ve Guillermo del Toro'nun yeni yapımları da bu yılki seçkiyi iyice parlattı.

Bu yılki Filmekimi benim için her zamanki gibi heyecanla, biraz da telaşla geçti. Her yıl olduğu gibi bu kez de bazı filmlerin biletlerini saniyelerle kaçırdım. Festivalin Paribu Art'taki basın buluşmasının ardından Jim Jarmusch'un Altın Palmiyeli filmi Baba Anne Kız Kardeş Erkek Kardeş'i (Father Mother Sister Brother) izleyecek olmanın heyecanı günlerce sürdü. Bazı günler arka arkaya iki seansa koştum; birinde beklediğimi bulamadım, diğerinde ise ummadığım kadar etkilendim. Salon çıkışlarında kulağımda yankılanan replikler, kalabalığın uğultusuna karıştı. Tüm bunlar Filmekimi'nin benim için neden özel olduğunu bir kez daha hatırlattı. Yine aynı duyguyla düşünüyorum: Festival deneyimi sadece filmleri değil, izleme halinin kendisini de sevdiriyor insana.

Seçkideki onlarca yapım arasında kimi beni hayal kırıklığına uğrattı, kimi ise uzun süre etkisinden çıkamadığım sahnelerle hafızama kazındı. İşte salon ışıkları yandığında zihnimde en çok yer eden, bu yılın Filmekimi'nden kalan filmler...

Başka Yolu Yok (Eojjeolsuga eobsda)

Son anda açılan ek seans sayesinde izleme şansı bulduğum Başka Yolu Yok, Filmekimi'ndeki en güçlü deneyimim oldu. Park Chan-wook'un bu kez kara komedinin sınırlarında gezinen yeni filmi, işsizlik, hırs ve sınıfsal kaygılarla örülü modern bir kabusa dönüşüyor. Açılış sahnesindeki mükemmel aile tablosu, gökyüzü kadar yapay bir huzurun önsözü gibi; birkaç dakika içinde o düzenin altındaki çürümeyi hissettiriyor. Squid Game'in meşhur kötüsü Lee Byung-hun'un canlandırdığı Man-su, 25 yılını verdiği işinden kovulunca, varlığını sürdürmekle insanlığını korumak arasında sıkışan bir anti-kahramana dönüşüyor.

Film, Donald E. Westlake'in The Ax adlı romanından uyarlanmış olsa da Park'ın imzasını taşıyan görsel zarafet ve kara mizah anlayışıyla bambaşka bir kimliğe bürünüyor. "Başka yolu yok" sözü, hem bireysel hem toplumsal çürümenin bahanesine dönüşürken, yönetmen kapitalizmin şiddetini sakin bir banliyö dekorunun ortasında ustalıkla sergiliyor. Park, katliamı bile mizahın içinden anlatırken asıl dehşeti sistemin görünmez acımasızlığında arıyor.

cdf
(CJ Entertainment)

Lee Byung-hun'un performansı, çaresizlikle yozlaşma arasındaki ince çizgide ilerleyen karakterine derin bir insani boyut kazandırıyor. Her plan, her renk, her çerçeve, Park'ın bilinçli biçimde kurduğu estetik düzenin bir parçası. Hatta banliyölerin sıradanlığı bile göz kamaştırıcı biçimde stilize edilmiş. Filmin temposu zaman zaman absürtlüğe yaklaşsa da alt metin daima keskin: Sistem insanı öğütüyor, bireyse bunu "mantıklı" bulmak için bahaneler üretiyor.

Son sahnede, tüm bu kanlı farsın ardında kalan ironi uzun süre zihnimde dönüp durdu. Başka Yolu Yok, Park Chan-wook'un filmografisinde belki en "sessiz" ama en yakıcı filmlerinden biri. Burada şiddet ani bir patlama değil, mizahın ve gündelik hayatın içine sinmiş, sessiz bir çürüme gibi işleniyor. Film dışarıdan daha sakin, görsel olarak daha sade görünüyor ama içeriğinde çok daha yakıcı bir gerçeklik var: Ekonomik sistemin insanı yavaş yavaş yok etmesi, kendini koruma içgüdüsüyle şiddeti meşrulaştırması.

Başka Yolu Yok, bir işten çıkarılmanın ölüm kalım meselesine dönüştüğü, komik olduğu kadar ürkütücü bir dünyanın aynası...

Üzgünüm, Bebeğim (Sorry, Baby)

Filmekimi'nde izlediğim filmler arasında beni en çok sarsan Üzgünüm, Bebeğim oldu. Üstelik yanlışlıkla başka sinemaya gidip seansı kaçırma tehlikesiyle karşı karşıyaydım. Ya filmi kaçırmayı kabullenecek ya da 12 dakika içinde diğer sinemada olacaktım. Tereddütsüz ikincisini seçtim, salona vardığımda kan ter içindeydim ama buna değeceğinden de emindim. Eva Victor'un yazıp yönettiği ve başrolünü üstlendiği film, insanın travmanın ardından kendi ayakları üzerinde durmasının ne denli zor olduğunu mizah, kırılganlık, samimiyet ve sıcaklıkla anlatıyor.

Agnes'in, bir üniversite hocasının istismarına uğradıktan sonra aynı okulda ders vermeye devam etmesi, hikayeye hem acı hem ironi yüklüyor. Victor, yaşananları asla doğrudan göstermiyor; bunun yerine olayın yankılarını Agnes'in yüzünde, beden dilinde ve sessizliklerinde işliyor. Bu tercih, filmi bir "olay" anlatısından çıkarıp, travmayla yaşamanın gündelik ağırlığına çeviriyor.

zxasd
(A24)

Naomi Ackie'nin hayat verdiği Lydie karakteriyle kurulan dostluk, anlatının kalbi gibi. İki kadının birbirini hem kırık hem güçlü yanlarından tanıması filmi ayakta tutuyor. Lucas Hedges'in sade ama dokunaklı performansı, Victor'un hikayesine ince bir umut hattı ekliyor. Film boyunca mizah, ağrının yanına usulca ilişiyor; bazen gülmek, hayatta kalmanın tek yolu gibi.

Üzgünüm, Bebeğim, kahkahayla kederin sınırını ustalıkla tutturuyor. Sadeliğiyle izleyicisini yakalarken sahiciliğiyle içinize işliyor. Victor'un yerinde başka biri olsa, kolay yolu seçip izleyicinin elinden mendilini düşürmeyeceği bir melodram çıkarabilirdi. O ise Fleabag'in alaycılığını, Greta Gerwig'in Frances Ha'sındaki içsel kırılganlığı hatırlatan bir ton yakalamayı tercih ederek filminin kaderini belirledi. 

Final sahnesinde Victor, "özür dileme" eylemini bir tür kabullenmeye, sessiz bir barışa dönüştürüyor. Ve izleyiciler olarak o an farkına varıyoruz: Bazı yaralar asla tamamen kapanmıyor ama bazen bir film, bir dost eli kadar iyi gelebiliyor.
 

Mavi Ay (Blue Moon)

Benim için bu yılki Filmekimi'nin açılışını uzun zamandır merak ettiği Mavi Ay yaptı. Festivalin ilk seansında izlediğim, Richard Linklater imzalı bu film, tek bir gecenin içine sığdırılmış bir hayat hikayesi anlatıyor. Broadway'in unutulmuş dahilerinden Lorenz Hart'ı merkeze alan bu yapım, sanatla yalnızlık arasındaki ince çizgide geziniyor. Ethan Hawke'un olağanüstü performansıysa, filmi duygusal olarak taşıyan en güçlü damar.

df
(Sony Pictures Classics)

Hawke, Hart'ı bir efsaneden çok, kırılgan bir insan olarak canlandırıyor. Onun alkolle, bastırılmış arzularla, mesleki kıskançlıkla ve unutulma korkusuyla mücadelesini öyle incelikle yansıtıyor ki, oyunculuk bir "rol yapma" eylemi olmaktan çıkıyor, neredeyse karakterin ruh halinin, geçmişinin ve yaralarının izini süren, içsel bir analiz haline geliyor. Özellikle Oklahoma! galasının ertesi gecesinde, eski partneri Richard Rodgers'ın zaferini uzaktan izlerken yüzündeki ifadede, gururun, utancın ve özlemin tüm tonları görülüyor.

Linklater, hikayeyi tek bir mekanda, Sardi's Bar'da kurarken, zamanı genişletmeyi başarıyor. Klasik bir biyografiden çok, bir ruhun portresini çiziyor adeta. Kamera, Hart'ın iç dünyasını dışa vururken Hawke'un beden diline sessiz bir saygıyla yaklaşıyor; her jest, her nefes, bir sönüşün sessizliğini taşıyor.

Filmdeki melankoli, geçmişle bugünün birbirine karıştığı o içki dolu saatlerde yoğunlaşıyor. Margaret Qualley'nin genç Elizabeth rolü, Hart'ın gençliğe ve masumiyete duyduğu ulaşılmaz özlemin simgesi gibi. Andrew Scott'ın canlandırdığı Rodgers ise soğukkanlı bir başarı maskesiyle Hart'ın trajedisini daha da keskinleştiriyor.

Mavi Ay, bir sanatçının başarıdan düşüşe, dostluktan yalnızlığa savruluşunu anlatırken asla melodrama kapılmıyor. Hawke'un ölçülü oyunu ve Linklater'ın dingin anlatımı, filmi bir ağıt kadar zarif, bir caz parçası kadar akışkan kılıyor. Bana sinemanın neden hâlâ duygulara en doğrudan dokunan sanat olduğunu hatırlattı; hüzünle, incelikle, Ethan Hawke'un gözlerindeki o sessiz parlaklıkla.

Özel Hayat (Vie privée)

Filmekimi'nde düşük beklentiyle (Jodie Foster için) girip yüzümde tatlı bir şaşkınlıkla çıktığım film oldu Özel Hayat. Rebecca Zlotowski'nin yönetmenliğinde Jodie Foster, Paris'te yaşayan Amerikalı psikiyatrist Lilian Steiner rolünde. Foster'ın Fransızca ve İngilizce arasında doğal bir geçişle kurduğu ifade dengesi, karakterin kimlik karmaşasına içkin bir tını yaratıyor. Lilian'ın bir hastasının ölümünü cinayet sanmasıyla başlayan hikaye, kısa sürede bir dedektiflik macerasından çok, bir ruh çözülüşüne dönüşüyor. Zlotowski, Hitchcockvari gerilimi Fransız sinemasının zarif ironisiyle harmanlarken, Foster bu labirentin merkezine sinir, mizah ve hüznü aynı anda yerleştiriyor.

sdefr
(Ad Vitam)

Lilian'ın bastırılmış suçluluk duygusu, film boyunca hem mesleki hem annelik rolüyle hesaplaşmasına dönüşüyor. Bir yandan geçmişteki hatalarıyla yüzleşirken, bir yandan da hipnoz seanslarında kelimenin tam anlamıyla kendi bilinçaltına iniş yapıyor. Zlotowski burada Hitchcock klasiği Ölüm Korkusu'na (Vertigo) selam çakan spiral merdivenlerle, izleyiciyi karakterin zihinsel karmaşasına davet ediyor. Film her zaman tutarlı bir ton yakalayamasa da Foster'ın enerjisi hikayeyi sürekli ayakta tutuyor. True Detective: Night Country'deki sert polisinden sonra bu kadar gevşemiş, mizahla karışık bir tedirginliği bu denli keyifli oynaması izleyiciler için ender görülen bir cevher gibi.

Daniel Auteuil'le paylaştıkları sahnelerdeyse aralarındaki bağ, filmi neredeyse bir "yeniden birleşme komedisine" dönüştürüyor. Zlotowski'nin senaryosu yer yer saçmalığın sınırına dayansa da ikilinin kimyası, filmi hep insani bir düzleme çekiyor. Film, terapinin başarısının gerçekten bir "çözüm bulmak" mı yoksa insanı biraz olsun anlayabilmek mi olduğuna dair ince sorular bırakıyor.

Son kertede Özel Hayat, bir cinayeti değil, bir kadının zihnindeki düğümleri çözme hikayesi. Jodie Foster'ın Fransızca konuşurken kazandığı özgürlük hissi, çok sık şahit olmadığımız bir oyunculuk enerjisi yayıyor. Belki mükemmel bir film değil ama tıpkı kahramanı gibi, dağınıklığının içinde son derece canlı bir kalbe sahip Özel Hayat.

Alpha

Julia Ducournau, Raw'daki içsel açlığı ve Cannes'dan Altın Palmiye'yle döndüğü Titane'daki metalik öfkeyi geride bırakıp bu kez "taş kesilen" bir dünyaya bakıyor. Alpha, AIDS salgını döneminde geçen bir ergenlik hikayesi ama aynı zamanda bir yas, suçluluk ve dönüşüm filmi. Henüz 13 yaşındaki Alpha'nın koluna kirli bir iğneyle kazınan "A" harfi, sadece adının ve hastalığın değil, toplumun da damgası haline geliyor. Ducournau yine bedenin sınırlarını zorluyor; damarlar, iğneler, yaralar ve mermerleşen deriler bu kez hem acının hem de direnişin simgesi. Fakat bu görsel cesaretin altında film, yer yer temalarının ağırlığına yeniliyor; aynı anda yas, bağımlılık, annelik ve salgın alegorisini taşıyamıyor.

xsdfrg
(Diaphana Distribution)

Tahar Rahim'in kemikleriyle oynadığı, Golshifteh Farahani'nin öfkeyle titrettiği sahnelerde film neredeyse bir aile trajedisine dönüşüyor. Ducournau'nun kamerası, bu kez kan ve metal yerine mermeri, ölümün yavaş dönüşümünü izliyor. Ruben Impens'in görüntüleriyle kurulan o gri, tozlu evren; hem büyüleyici hem de boğucu. Zaman çizgisi sürekli kayıyor, geçmişle hayal birbirine karışıyor; izleyici olarak biz de Alpha'nın zihnindeki çatlaklara hapsoluyoruz. Film ilerledikçe anlam değil, duygu yoğunluğu kalıyor, bir şey çözülmüyor ama içimizde yankılanıyor.

Evet, Alpha fazlasıyla iddialı, dağınık, kusurlu ve yer yer kendi estetiğinin ağırlığı altında eziliyor. Ama yine de Ducournau'nun sineması gibi rahatsız ediyor, nefes aldırmıyor ve hafızalara işliyor. Salondan çıkarken ne düşüneceğimi tam olarak bilemiyordum, belki de tam olarak bunu istiyor film: Taş kesilmeden önceki son hissi hatırlatmak.

Independent Türkçe