İnsanların çoğunun vücudunda habersiz bir şekilde bulunan bir virüs

İnsanların çoğunun vücudunda habersiz bir şekilde bulunan bir virüs
TT

İnsanların çoğunun vücudunda habersiz bir şekilde bulunan bir virüs

İnsanların çoğunun vücudunda habersiz bir şekilde bulunan bir virüs

ABD nüfusunun yarısından fazlasının 40 yaşına kadar CMV (Sitomegalovirüs) ile enfekte olacak olmasına ve bu virüsün dünya çapında yaygın olmasına rağmen, çok az kişi bu virüsün ismini duymuştur.

CMV, ömür boyu vücutta yaşayan uçuk ve su çiçeği virüsleri ile aynı aileden geliyor.

Çoğu çocuk ve yetişkin, ilk enfeksiyonla birlikte çok hafif semptom gösteriyor veya hiç göstermiyor.

Genellikle sağlıklı bir bağışıklık sistemi CMV’yi kontrol altında tutabiliyor, böylece enfekte kişi hastalanmıyor ve hatta virüsün vücutlarında yaşadığını bile anlamıyor. Peki çoğu insanın herhangi bir yaşta CMV’den rahatsızlanma olasılığı düşükse, bu virüsü anlamak neden bu kadar önemli? UMass Chan Tıp Fakültesi Tıp ve Pediatri Doçenti olan Laura Gibson “Bir bulaşıcı hastalık uzmanı ve immünolog olarak, 20 yıllık kariyerimin çoğunda bu soruya odaklandım. Bunun ana nedenlerinden biri, CMV’nin ebeveynlerdeki diğer virüslerin aksine hamilelik sırasında anneden fetüse geçebilmesidir. Konjenital sitomegalovirüs yani cCMV, en yaygın doğum öncesi enfeksiyondur aynı zamanda da en büyük bulaşıcı doğum kusuru sebebidir” ifadelerini kullandı. ABD’de genel olarak her yıl 20 bin ila 30 bin bebek (yaklaşık her 200 bebekten biri) cCMV ile doğuyor. Bu bebeklerin yaklaşık yüzde 20’si işitme kaybı veya serebral palsi gibi kalıcı nörogelişimsel sorunlarla dünyaya geliyor. Gebeliğin sonraki dönemlerine kıyasla, ilk üç aylık dönemdeki cCMV enfeksiyonu, bağışıklık sistemi ve beyin gibi organlar gelişmekte olduğu için ölü doğu5’m veya ciddi etkiler açısından en yüksek riski taşıyor. cCMV oranları, ırka ve diğer demografik faktörlere göre büyük ölçüde değişiklik gösteriyor, siyahi ve çok ırklı çocukların enfekte olma olasılığı, diğer gruplara göre iki kat fazla oluyor. Ayrıca, The Conversationdan alıntı yapan Science Alert adlı bilimsel siteye göre, siyahi ve Kızılderili bebeklerin beyaz bebeklere kıyasla CMV’den ölüm riski daha yüksek olarak kaydediliyor.

Gibson diğer, sağlık hizmeti sağlayıcılarının bazı testleri yorumlamalarının zor olabileceğini belirtti. Zira test, ebeveynde CMV enfeksiyonu olup olmadığı hakkında bilgi sağlar, ancak fetal bulaşma riskini veya ciddi semptomlarına yönelik yeterli bir belirti göstermez. Aynı zamanda normal bir hamilelikten doğan sağlıklı bir kişinin doğum öncesi taraması genellikle yararlı bilgiler sağlamaz. Çünkü, hamileliklerinden önce veya daha önce pozitif veya negatif test yapıp yapmadıklarına bakılmaksızın, herkesin cCMV’li bir bebeği olabilir. Bununla birlikte daha hassas testler mevcut olsa bile, şu anda Gıda ve İlaç İdaresi (FDA) tarafından fetal CMV enfeksiyonu riskini azaltmak için onaylanmış herhangi bir tıbbi müdahale bulunmuyor. Gibson “CMV’ye karşı iki haftada bir yapılan antikorların, gebelikte veya ilk üç aylık dönemde hastalığın fetüste geçmesini azalttığı görülüyor. Ancak CMV nadiren hamileliğin erken döneminde teşhis ediliyor” ifadelerini kullandı.

Gibson, araştırmacıların şu anda ‘Valasiklovir’ ilacını, hastalığın fetüse bulaşmasını önlemek için potansiyel bir tedavi olarak değerlendirdiklerini belirtiyor. İlaç, en yaygın olarak hamilelik sırasında genital herpes’i önlemek veya tedavi etmek için kullanılıyor.

Genel olarak valasiklovir, insanların hamileyken alamadıkları diğer CMV ilaçları kadar etkili olmuyor. Bu nedenle hamile kadınlar için önemli yan etkilere neden olabilen fetal CMV enfeksiyonu riskini azaltmak için çok daha yüksek bir doza ihtiyaç oluyor. Ancak CMV profilaksisi için valasiklovir kullanımı ABD’de bir standart olmamasına ve etkinliği ile ilgili araştırmalar hala sınırlı kalmasına rağmen dünyanın bazı yerlerinde bu amaçla kullanılıyor.

Bu nedenle çocuklar potansiyel olarak ciddi birçok durum için testlere tabi tutuluyor. Yeni doğanlar için bir CMV testi bulunuyor ve birçok çalışma CMV’nin erken teşhisinin faydalarını destekliyor. Ancak bazı doğum merkezleri erken CMV testi sağlarken, çoğu ABD eyaleti yeni doğanların CMV testini zorunlu tutmuyor.

Diğer yandan, çoğu insanın CMV’yi duymadığını ve hamilelik sırasında buna yakalanma şansını azaltmak için neler yapabileceklerinin farkında olmadığını belirtmek gerekiyor. Pek çok yetişkin bu virüsle enfeksiyon için ana risk faktörlerinden birine sıklıkla maruz kalırken, enfeksiyon çocuklar arasında kolayca yayılıyor.

Sağlıklı görünen çocukların enfeksiyondan haftalar hatta aylar sonra tükürüklerinde ve idrarlarında CMV tespit edilebiliyor. Çocuklu kadınlar açısından bebeği dudaklarından öpmek yerine kafasından öpmek, yiyecek ve diğer kapları kimseyle paylaşmamak ve sık sık el yıkamak gibi basit davranış değişiklikleri CMV enfeksiyonu riskini önemli ölçüde azaltabiliyor.



Bitki bazlı beslenmenin yeni faydaları keşfedildi

Fotoğraf: Unsplash
Fotoğraf: Unsplash
TT

Bitki bazlı beslenmenin yeni faydaları keşfedildi

Fotoğraf: Unsplash
Fotoğraf: Unsplash

Yeni bir araştırmaya göre, meyve, sebze, kuruyemiş ve baklagiller açısından zengin bir bitki bazlı diyete geçiş, hipertansiyon hastalarında kalp hastalıklarını önlemeye ve hatta tersine geriletmeye yardımcı olabilir.

Yüksek tansiyon, koroner mikrovasküler disfonksiyon (CMD) olarak bilinen bir kalp hastalığı türü için önemli bir risk faktörü. Kalp dokusuna kan akışını düzenleyen küçük kan damarları hasar gördüğünde ortaya çıkıyor. Hasarlı kan damarı hücreleri kasılarak kan akışını engelliyor ve göğüs ağrısına neden oluyor.

CMD, sık göğüs ağrısına, hastaneye yatışa, kalp yetmezliğine ve hatta ölüme neden olabiliyor. Kadınları erkeklerden daha şiddetli etkiliyor.

ABD'deki Georgia Eyalet Üniversitesi'nden araştırmacılar, mevcut tedavi seçeneklerinin yalnızca kısmen etkili olduğunu ve hastaların hastaneye yatıştan sonra bile kötü sonuçlar almaya devam ettiğini söylüyor.

Journal of the American Heart Association adlı akademik dergide yayımlanan son çalışmanın yazarlarından Rami S. Najjar, araştırmacıların hastalığın tedavisinde beslenmenin rolünü incelediğini ve "bitki bazlı beslenmenin hipertansif sıçanlarda hem CMD gelişimini önlediğini hem de mevcut CMD'yi tersine çevirdiğini, bunun da klinik uygulamalarla örtüştüğünü" bulduğunu söyledi.

İlginç bir şekilde, bitki bazlı beslenmenin CMD'deki faydalı etkileri, hipertansiyonun devam etmesine rağmen ortaya çıktı ve bu da beslenmenin kalbin küçük kan damarları üzerinde hedefli bir etkiye sahip olduğunu gösteriyor.

Araştırmacılar bu faydanın, hipertansiyonun zararlı etkilerini ortadan kaldırarak kan damarı hücrelerinin işlevini iyileştirmesinden kaynaklandığını düşünüyor.

Bitki bazlı beslenme, sıçanlarda kan damarlarının işlevini düzelterek tekrar normal şekilde genişlemelerini sağlıyor gibi görünüyor.

Araştırmacılar, insanlar için bu diyetin her gün bir fincan siyah fasulye, bir büyük kırmızı dolmalık biber, bir buçuk fincan Brüksel lahanası, iki limon, bir orta boy tatlı patates, bir buçuk fincan ceviz ve bir fincan yaban mersini anlamına geldiğini söylüyor.

Diyetin CMD tedavisine katkı sunabileceğini gösteren ilk çalışmalardan biri olan bu araştırma, insan klinik deneylerinin önünü açtı.

Araştırmacılar, dişi hipertansif sıçanları 6 ay boyunca bitkisel gıda içermeyen bir "kontrol diyeti" veya yüzde 28 oranında meyve, kuruyemiş, sebze ve baklagil içeren bir bitki bazlı diyetle besledi.

Diyetler tüm besin maddeleri açısından eşleştirildiğinden, bilinen tek fark bitki bazlı diyetin yüksek antioksidan içeriğiydi.

6 ay sonra kontrol diyetindeki sıçanlar, CMD oluştuktan sonra tedavisi için bitki bazlı diyete geçirildi.

Araştırmacılar, klinikte insanlarda kullanılan kalp damarı akımını ölçme yöntemiyle sıçanlardaki CMD'yi değerlendirdi ve kalp MR'ı da çektiler.

Araştırmacılar daha sonra kalpten alınan izole kan damarı hücrelerini değerlendirerek işlevlerini ve kalp dokusundaki hasar göstergelerini inceledi. Bitki bazlı bir diyetin hipertansif sıçanlarda "CMD gelişimini önlediği ve mevcut CMD'yi tersine çevirdiği" sonucuna vardılar.

Independent Türkçe


Kronik ağrı çekenlerde, hipertansiyona daha sık rastlandığı belirlendi

200 binden fazla yetişkin üzerinde yapılan bir analiz, kronik ağrı çeken kişilerin, kalp hastalığı ve felçte risk faktörü olan yüksek tansiyon geliştirme olasılığının daha yüksek olduğunu gösterdi (Unsplash)
200 binden fazla yetişkin üzerinde yapılan bir analiz, kronik ağrı çeken kişilerin, kalp hastalığı ve felçte risk faktörü olan yüksek tansiyon geliştirme olasılığının daha yüksek olduğunu gösterdi (Unsplash)
TT

Kronik ağrı çekenlerde, hipertansiyona daha sık rastlandığı belirlendi

200 binden fazla yetişkin üzerinde yapılan bir analiz, kronik ağrı çeken kişilerin, kalp hastalığı ve felçte risk faktörü olan yüksek tansiyon geliştirme olasılığının daha yüksek olduğunu gösterdi (Unsplash)
200 binden fazla yetişkin üzerinde yapılan bir analiz, kronik ağrı çeken kişilerin, kalp hastalığı ve felçte risk faktörü olan yüksek tansiyon geliştirme olasılığının daha yüksek olduğunu gösterdi (Unsplash)

Dünyada milyonlarca insan, genellikle depresyon, anksiyete ve diğer ruhsal ve fiziksel sağlık sorunlarına yol açan ve yaşam kalitesini ciddi biçimde düşüren bir rahatsızlık olan kronik ağrıyla yaşıyor.

Doktorlar, kronik ağrı yaşayan yetişkinlerde hipertansiyon riskinin arttığı ve kronik ağrının yol açtığı depresyonun da buna katkıda bulunan bir faktör olabileceği uyarısı yapıyor.

Glasgow Üniversitesi'nden Dr. Jill Pell, 200 binden fazla Britanyalı yetişkinin sağlık verilerinin analiz edilmesinin ardından yaptığı açıklamada, "Ağrı ne kadar yaygınsa hipertansiyon riski de o kadar artıyor" diyor.

Bulgular, ağrısı olan kişilerde depresyonun erken teşhis ve tedavisinin, yüksek tansiyon görülme riskini azaltmaya katkı sağlayabileceğine işaret ediyor.

Ancak tek muhtemel neden depresyon değildi. Doktorlar, ağrıyla ilişkili olabilecek veya olmayabilecek kronik iltihaplanmanın da rol oynadığını belirtiyor.

Şişlik veya acıya duyarlılığa yol açabilen iltihaplanma, vücudu hastalıktan veya yaralanmadan koruyan normal bir tepkiyken kronik iltihaplanma, vücutta istilacı bakteri veya yara olmamasına rağmen vücudun tepki vermeye devam etmesi durumunda ortaya çıkıyor ve zararlı olabiliyor.

Kronik iltihaplanmanın kanser, demans ve diğer kronik hastalıklara yol açtığı gösterildi.

Pell hem iltihaplanma hem de depresyonun yüksek tansiyon riskini artırdığı bilinmesine rağmen daha önceki hiçbir çalışmada, ağrı ve yüksek tansiyon arasındaki bağlantının iltihaplanma ve depresyon tarafından ne ölçüde etkilendiğinin incelenmediğini söylüyor.

Ekibinin bulguları, kronik ağrı, depresyon, yüksek tansiyon ve iltihaplanma arasındaki bağlantıları gösteren onlarca yıllık önceki araştırmalara dayanıyor. Washington DC'deki araştırmacılar 2011'de, "iyi hissetme" hormonu diye bilinen dopamin eksikliğinin tansiyonu yükseltebileceğini keşfetmişti.

Johns Hopkins Medicine'ın 375'ten fazla çalışmayı incelediği 2025 tarihli bir araştırması, kronik ağrı çeken yetişkinlerin yüzde 40'ının "klinik açıdan önemli düzeyde depresyon ve anksiyete" yaşadığını ortaya koymuştu. 2001'e kadar uzanan çalışmalarsa iltihaplanmayla yüksek tansiyon arasında bir ilişki olduğunu bulmuştu.

Amerikalı yetişkinlerin yaklaşık yarısı (120 milyon kişi) kalp hastalığı, felç ve böbrek hastalığında yaygın bir risk faktörü olan yüksek tansiyondan muzdarip. Her yıl 910 binden fazla kişinin hayatını kaybetmesine yol açan kalp hastalığı, ülkenin en önde gelen ölüm nedeni.

Yüksek tansiyon ve iltihaplanma riskini azaltmak için gece en az 7 saat uyumak, meyve ve sebze açısından zengin bir beslenme düzenini takip etmek ve günde en az 30 dakika orta yoğunlukta egzersiz yapmak gerekiyor. Bu egzersizler hızlı yürüyüş veya hafif koşu olabilir.

Aktif kalmak da önemli bir tavsiye. Kronik sırt ağrısı çeken 16 milyon Amerikalı için günde 100 dakika yürümenin fayda sağladığı kanıtlandı.

Independent Türkçe


Vücutta D vitamini eksikliğinin en belirgin 6 belirtisi

D vitamini eksikliği, özellikle vücutta bu vitaminin ciddi düzeyde düşük olması durumunda depresyon belirtilerinin ortaya çıkmasına neden olabilir (Piksel)
D vitamini eksikliği, özellikle vücutta bu vitaminin ciddi düzeyde düşük olması durumunda depresyon belirtilerinin ortaya çıkmasına neden olabilir (Piksel)
TT

Vücutta D vitamini eksikliğinin en belirgin 6 belirtisi

D vitamini eksikliği, özellikle vücutta bu vitaminin ciddi düzeyde düşük olması durumunda depresyon belirtilerinin ortaya çıkmasına neden olabilir (Piksel)
D vitamini eksikliği, özellikle vücutta bu vitaminin ciddi düzeyde düşük olması durumunda depresyon belirtilerinin ortaya çıkmasına neden olabilir (Piksel)

D vitamini, insan sağlığı için temel bir unsurdur. Enerji üretimine yardımcı olur, bağışıklığı güçlendirir, ruh halini düzenler ve kemik ile kas sağlığı için hayati bir rol oynar. Güneşten ve bazı yiyeceklerden alınabilse de, D vitamini eksikliği yaygındır ve genellikle sessizce ilerler. Eksiklik, çoğu kişinin fark etmediği bazı önemli belirtilerle kendini gösterebilir. İşte en belirgin altı belirti:

1- Yorgunluk ve genel halsizlik

Sürekli yorgunluk, D vitamini eksikliğinin en yaygın belirtilerinden biridir.  Şarku’l Avsat’ın Verywell Health’tan aktardığı habere göre  D vitamini hücrelerin enerji üretmesine yardımcı olur; seviyeleri düştüğünde kişi iyi uyusa bile sürekli yorgun hisseder. Ayrıca eksiklik, uyku kalitesini etkileyerek gündüzleri uyanıklık ve enerji düşüklüğüne yol açabilir.

2- Ruh hali değişiklikleri

D vitamini, ruh halini düzenleyen nörotransmitterlerle doğrudan ilişkilidir. Eksikliği, sinirlilik, kaygı ve stres gibi belirgin ruh hali değişikliklerine neden olabilir. Araştırmalar, D vitamininin rahatlık ve mutluluk hissiyle bağlantılı serotonin seviyelerini artırdığını göstermektedir.

3- Depresyon

D vitamini eksikliği, özellikle ciddi seviyelerde, depresyon belirtilerine yol açabilir. Bu vitamin, beyindeki kimyasal dengenin korunmasında önemli bir rol oynar ve yetersiz güneş ışığı ile D vitamini eksikliği, mevsimsel depresyon gibi psikolojik sorunlarla ilişkilendirilebilir.

4- Kaygı, uyku hali veya halsizlik

D vitamini eksikliği, uyku kalitesini ve dinlenmeyi etkileyerek gündüz aşırı uyku hali yaratabilir. Ayrıca eksiklik, nörolojik dengenin bozulmasına bağlı tekrarlayan kaygıya ve genel enerji düşüklüğüne yol açabilir.

5-Saç dökülmesi

D vitamini eksikliği hızlı ve açıklanamayan saç dökülmesine yol açabilir. Ciddi eksiklik, saç foliküllerinin zayıflamasına ve yeni saç büyümesinin yavaşlamasına neden olabilir; bazı durumlarda alopesi (saç dökülmesi) ile ilişkilendirilebilir.

6-Fazla kilodan kurtulmada zorluk

Araştırmalar, D vitamini eksikliği ile kilo kontrolü arasında bir bağlantı olduğunu göstermektedir. Eksiklik, metabolizmayı yavaşlatarak yağ yakımını engelleyebilir ve kilo vermeyi zorlaştırabilir; iyi bir beslenme ve fiziksel aktiviteye rağmen açıklanamayan kilo artışına yol açabilir.