Diktatörlüğün tahribatı ile demokrasinin kargaşası arasında…

Irak ekonomisi petrol gelirlerine dayanmasına rağmen halen işsiz pek çok gencine iş imkânı sağlayamıyor. (AFP)
Irak ekonomisi petrol gelirlerine dayanmasına rağmen halen işsiz pek çok gencine iş imkânı sağlayamıyor. (AFP)
TT

Diktatörlüğün tahribatı ile demokrasinin kargaşası arasında…

Irak ekonomisi petrol gelirlerine dayanmasına rağmen halen işsiz pek çok gencine iş imkânı sağlayamıyor. (AFP)
Irak ekonomisi petrol gelirlerine dayanmasına rağmen halen işsiz pek çok gencine iş imkânı sağlayamıyor. (AFP)

İyad el-Anber

Bu makalenin başlığını, tatilini Bağdat, Beyrut ve Şam arasında geçiren medya arkadaşım Reema Naisseh (Rima Naise) ile aramda geçen bir sohbet üzerine seçtim. Sohbetimiz, şairlerin şiirlerinde ve tarihçilerin hikâyelerinde okuduğumuz özelliklerini kaybetmeye başlayan bu başkentlerin uğradığı yıkım ve kargaşa hakkındaydı. Sonuç olarak mağdur olmuş ülkelerimizde diktatörlüğün tahribatı ile demokrasinin kargaşası arasında hiçbir fark yok.

Ülkelerimizin ardı ardına yaşadığı felaketleri, geçmişe duyulan özlemi ve geçmişin günümüzdeki bozuk durumla kıyaslanmasını gözlemleyen ve takip eden her kişi şu sonuca varabilir: Ülkeleri yok etme stratejilerinin en iyi uzmanları bir araya gelip de ülkelerimize karşı bir komplo planı geliştirseydi yıkım, hasar ve çöküş; mecazen ‘seçim’ diye tabir edilen kitlesel toplantılarla gelen ve bazıları da iktidarı askerî darbelerle ele geçirip orada kalan siyasetçilerimizin ve yöneticilerimizin ortaya koyduğu kadar olmazdı. Peki, yönetici sınıfın başarısızlığı ve yolsuzluğu olmasaydı bu hüzünlü yıkım ve kargaşa anlatımına varacağımız kimsenin aklına gelir miydi?!

Görünüşe bakılırsa geçen yüzyılda ülkelerimizi geri kalmış, Üçüncü Dünya ve Güney dünyası, sonra da başarısız veya kırılgan ülkeler olarak tarif etmekle meşgul uluslararası kuruluşlar ve araştırma merkezleri, gerçeklerden kaçınıyor ve ‘ülkelerimizdeki’ hâkim siyasi tabaka yüzünden gerçekleşen yıkımın, tahribatın ve felaketlerin boyutunu görmezden geliyordu. Bu yüzden, felakete uğramış ülkeler için kriterler belirlemekle başlamak doğru olacaktır. Ülkelerimizin bu ülkelerin başında yer alacağına kuşku yok.

Vatanların ve vatandaşların başına gelen saçma savaşlara ve bunların getirdiği yıkımlara rağmen siyasi liderlerimiz, ataerkil yönetimler rolünü oynamaktan vazgeçmediler. Bu yönetimler, toplumlarımızın geri kalmasının ve üreten değil de tüketen tembel toplumlara dönüşmesinin temel sebebiydi, halen de öyle. Alman filozof Immanuel Kant’ın tarifiyle siyasetçilerimiz şöyle:

“Bu vasiler, insanoğullarının büyük bir kısmının kendi özgürlükleri meselesini yalnızca zahmetli değil, aynı zamanda tehlikeli bir iş olarak gördüklerine dikkat ediyor. Bunu pekiştirmek için de sözlerini her zaman, bir rehber ve vasi olmadan tek başlarına bir işe kalkıştıklarında insanları kuşatan tehlikelere odaklıyorlar.”

Bunun için felaket liderleri, iktidar dönemlerine, insanın her türlü varlığını, özgürlüğünü ve şahsiyetini ortadan kaldıran totaliter ideolojilerin propagandasını yaparak başladılar ve böylece inanç ve düşüncenin koruyucuları ve toplumun çıkarlarını belirleyen kişiler oldular. Siyasetten yalnızca, başarısızlıklarını ve kötü yönetimlerini komplo teorisiyle gerekçelendirmeyi öğrendiler.   

Modern devletin dayandığı siyasi uygulamaların tüm başlıklarının içeriğini boşaltmaya çalıştılar. Nitekim ülkelerimizde vatandaşlar; eğer liderler ülkenin ve halkın kaderine hükmediyor ve devletin en yüksek mevkilerinde kimin olup olmayacağına onlar karar veriyorsa o zaman seçimin ne işe yaradığını sorguluyor! Liderlerin ve siyasi partilerin ülke yönetimindeki başarısını veya başarısızlığını ölçmek için değilse şayet, seçimlerin ne anlamı var? Yöneticilerin, görevlerini yerine getirmemeleri halinde sorgulanıp hesap verebilir olmalarının esası değilse seçimler ne işe yarar?!

Çağdaş siyasi tarihimize dair kitaplarda gurur duyduğumuz, sömürgecilikten kurtuluşun sembolü ve bağımsızlık yolunda dökülen kanın meyvesi olan ‘ulus devlet’ adlandırmasının bile bugün geçerliliği sorgulanır oldu! ‘Birbiri ardına gelen felaketler’ hariç herhangi bir başarı kaydedemeyen yöneticilerin başarısızlık biriktirdikleri onlarca yıl…

Halklarımızın, hayatta kalma uğrunda özgürlüklerini ve bağımsızlıklarını feda eder hale gelmesine bakarak, yöneticilerimiz yüzünden yaşadığı felaketin boyutunu tahmin edebilirsiniz. Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un 2020 yılındaki Beyrut Limanı felaketinden sonra Lübnan’a gerçekleştirdiği ziyaret esnasında bazı Lübnanlıların Fransız mandasının geri gelmesini talep ettiği sloganlar da bunun göstergesidir!

Lübnan’a dair haberleri takip edenler, Taif Anlaşması’nın yabancı ülkelerin himayesiyle getirdiği çözümlerin, devletle ilgili anlaşmazlık krizinin bir çözümü değil, durumun sakinleşmesi için bir garanti olduğundan emin olurlar. Zira anlaşmanın yabancı hami ülkelerinin hedefi; kendilerini grup liderleri olarak tanıtan, vatandaşların çoğunun yaşam standardını güvence altına alan bir devlet ve ekonomi inşa etmek yerine devleti ve ekonomisini yutup, kurumlarını paylaşan ve parti oligarşisiyle bağlantılı bir mafya ekonomisi kurmayı başaran taraflar arasında iktidar paylaşımını temin etmekti. Bu noktadaki acı verici gülünç gerçek ise pek çok Lübnanlının halen, çözümlerin dışarının himayesiyle geleceğine güvenmesidir.

Savaşlar, siyasi değişimler ve hükümet sisteminde geçiş gibi krizler yaşayan hiçbir ulus, devletin ve kurumlarının yeniden inşa edilmesi sorumluluğunu üstlenen ve siyasi meşruiyetin işlevsel rolünü derinleştirmeye çalışan yönetici bir siyasi tabaka olmadan başarılı olmamıştır.

Suriye’ye gelince… Kriz hattına giren bölgesel ülkeler ve büyük uluslararası güçler, ardında binlerce ölü, yakılıp yıkılmış şehirler ve yerinden edilmiş bir halk bırakan savaştan sonra artık Esed rejiminin iktidarda kalması ya da ortadan kalkmasıyla ilgilenmiyor! Konu, Suriye çatışması meselesinde iç içe geçmiş bölgesel ve uluslararası güçlerin etkinlik alanlarının ve kaosun nasıl idare edileceğine geldi. Bu yüzden rejimi değiştirmeye yönelik tüm bahisleri boşa çıkınca siyasi muhalefet güçleri, Suriye ikileminin çözüm denkleminin dışında kaldılar.

Savaşlar, siyasi değişim ve hükümet sisteminde geçiş gibi krizler yaşayan uluslardan hiçbiri, devletin ve kurumlarının yeniden inşa edilmesi sorumluluğunu üstlenen ve siyasi meşruiyetin işlevsel rolünü sağlamlaştırmaya çalışan yönetici bir siyasi sınıf olmadan başarılı olamamıştır. ABD’li siyaset bilimci Gabriel Almond bunu, toplum ile devlet arasında etkileşime dayalı iletişimin her uzvunda var olan, böylece siyasi sistemin eylem yeterliliğini ve zorluklar karşısında metanetini sağlayan bir ruha benzetir.

vfaeb
Lübnanlı protestocular, 22 Kasım 2019’da Lübnan’ın başkenti Beyrut’taki Şehitler Meydanı’nda Arapça ‘Devrim/Vatan İçin’ yazan yumruk şeklindeki bir figürün etrafında toplandı. (AFP)

Ülkelerimizdeki yönetici siyasi güçlerin görevi, kamuoyunun zihninde devlet fikrini pekiştirmek iken onlar, işlevi iktidar ve nüfuz alanları ile ekonomik kaynakları siyasi liderler ile çevreleri arasında paylaştırmak olan bir yönetim sistemi kurmaya heves ettiler. Böylece bu liderler, siyasi kitleler arasındaki farklılıkları ve ayrılıkları derinleştirdiler ve siyasi lidere, iktidar partisine ya da siyasi akıma bağlılık vatana bağlılığın bir alternatifi haline geldi. Hâkim siyasi oligarşiler, devletle bağlantı kurma fikrini tamamen ortadan kaldırdı ve vatandaşları, görevi siyasi liderin ya da zorunlu liderin partisiyle zenginleşmek olan bir müşteri kitlesine dönüştürdü. Bunun sonucunda siyasi kamuoyu bölündü ve bu bölünme, ‘onlara’ karşı ‘biz’ başlığını taşımaya başladı. Bir vatandaş olarak haklarını ve özgürlüğünü talep eden herkes de dış gündemleri dile getirdiği gerekçesiyle hain ilan ediliyor. Siyasi sahne, siyasi sistemlerinin demokratik ve yönetimdeki meşruiyetlerinin de periyodik seçimlere dayalı olduğunu iddia eden ülkelerde bile birbirine karşıt (siyaset-silah) ikilikleri bir araya getiriyor.

Trajedimiz, artık gençlik içeremeyen vatanlarla ilgili. Belki de bu konu, devletin başarısızlığının ve kalkınma ve istikrar hedeflerine ulaşmadaki acizliğinin en tehlikeli göstergelerinden biri. En karmaşık çelişki ise bu başarısızlık ve acizlik göstergelerinin, siyasi tabaka bu konuda bir sorumluluk hissetmeksizin birikmeye başlamasıdır. Siyasi tabakası halen saçmalığı, kargaşayı, cumhurbaşkanı seçimlerini aksatmayı ve ‘işleyen hükümet’ unvanını bırakmayı tercih eden Lübnan’a bakın.

Ekonomisi petrol gelirlerine dayalı olmasına rağmen Irak halen işsiz pek çok gencine iş fırsatı sağlayamıyor. Hükümetin ve siyasi tabakanın görevi, işsizlik oranlarını azaltmak için bir strateji belirlemek yerine takipçilerinin ayrıcalıklarını pekiştirmek ve çevresini ve seçim kitlesini ödüllendirmek haline geldi. Sonuç olarak Irak’ta elimizde iki toplumsal tabaka peyda oldu. Birincisi; petrol gelirlerinden elde edilen maaşlarla yaşayan, sosyal gözetim hibesi kapsamındakiler ve memurlar. İkincisi de bu lidere veya şu partiye siyasi bağlılıkla yaşayan asalaklar.

Ekonomisi petrol gelirlerine dayalı olmasına rağmen Irak halen işsiz pek çok gencine iş fırsatı sağlayamıyor. Hükümetin ve siyasi tabakanın görevi, işsizlik oranlarını azaltmak için bir strateji belirlemek yerine takipçilerinin ayrıcalıklarını pekiştirmek ve çevresini ve seçim kitlesini ödüllendirmek haline geldi.

Ülkelerimiz artık yurtlarımız değil. Buralarda insanlar, vatandaşlık vasfı kazanmak yerine, siyasetçilerin hesaplarında bir sayıya dönüşüyor. İnsan; onu özgürleştirmek yerine köleleştiren sefil ideolojik çekişmelere ve projelere hizmet ederek bir şehitlik projesine dönüştü. Vatanlar, siyasi oligarşilerin liderinin konu başlıklarına indirgenip, vatandan ve onun menfaatinden bile daha kutsal başlıklara dönüştüğünde vatana bağlılığın ölçütü, liderin şahsiyetinde erimek ve onun fotoğraflarını yol kenarlarına ve evlerin girişine asmak olur.

Siyasilerin ahmaklıkları yüzünden savaşların çoğaldığı ülkelerimizde vatandaşlık haklarına ancak bir şehit olarak öldükten sonra erişebilirsiniz! Yaşayan vatandaşların haklarını savunmak bırakılır ve tüm sloganlar, ‘şehitlerin kanına vefa’ başlığına dönüşür.

Ülkelerimizi yönetenler, onlara tâbi ve itaatkâr olmamızı istiyorlar. Öyle ya, düşman pusuda bizi ve servetlerimizi gözetliyor ve ülkelerimizi yok etmek istiyor. Liderlerimiz her gün, düşmanlarımızın bize karşı kurduğu komplolardan bahsedip duruyor. Bununla birlikte bu komplolar, hedeflerine ulaşabiliyor. Görünen o ki bu komplo projelerinin hayata geçmesine katkı sağlayan da siyasi liderlerin siyasi ahmaklıkları.

İnsanın seçimi; varlığını ve insanlığını ortadan kaldıran totaliter rejimlere boyun eğmek ile milislerin ve siyasi mafyaların hüküm sürdüğü kaotik bir siyasi gerçeklikte yaşamak arasında sınırlı olunca, vatanların sembolizminden geriye ne kalır? Bu durumda kargaşa ile diktatörlük arasında tercih hakkı sunulanların dili, İmam Ali bin Ebu Talib’in söylediğini söyler:

Hiçbir ülke sana diğerinden daha uygun değildir,

Ülkelerin en hayırlısı seni taşıyandır.

Şairin, “Bana zulmetse de ülkem kıymetlimdir/Bana cimrilik etse de ailem değerlimdir” dizeleri de refah içinde yaşayanların ve sloganlar atarak dolaşanların dilinden düşmeyen romantik sözlere dönüştü. Bu noktada en doğru tarifi Ebu Hayyan et-Tevhidî yapıyor:

“Gariplerin en garibi öz yurdunda garip olandır.”

*Bu makale Şarku’l Avsat tarafından Londra merkezli Al-Majalla dergisinden çevrildi.



Lübnan: İsrail saldırısında hayatını kaybedenleri anmak için Ayn el-Hilve Kampı’nda grev

TT

Lübnan: İsrail saldırısında hayatını kaybedenleri anmak için Ayn el-Hilve Kampı’nda grev

Lübnan: İsrail saldırısında hayatını kaybedenleri anmak için Ayn el-Hilve Kampı’nda grev

Lübnan'ın güneyinde bulunan Sayda şehrinin güneyindeki Ayn el-Hilve Filistin Mülteci Kampı’nda, İsrail'in işlediği ‘katliamı’ kınamak için genel grev düzenlendi.

Sayda'daki devlet okulları ve özel okullar, Ayn el-Hilve Filistin Mülteci Kampı’na düzenlenen İsrail saldırısının kurbanlarını anmak için bugün kapılarını kapattı.

zsxde
Ayn el-Hilve Filistin Mülteci Kampı yakınlarındaki bir okul, dün akşam Sayda kentinde İsrail hava saldırısı sonucu çok sayıda kişinin hayatını kaybetmesi üzerine kapatıldı. (Reuters)

İsrail hava saldırısı, kampın alt caddesindeki Halid bin Velid Camii’nin yakınında bulunan bir spor sahasını hedef aldı. Saldırı sırasında sahada çok sayıda genç erkek ve çocuk bulunuyordu. Saldırıda 14 kişi hayatını kaybetti, 28 kişi yaralandı; yaralılar Sayda kentindeki hastanelere kaldırıldı.

İsrail ordusu tarafından yapılan açıklamada, “Lübnan'ın güneyindeki bir Hamas eğitim kampında çalışan militanları hedef aldık” denildi.

Açıklamada, “Hamas militanları, Ayn el-Hilve Filistin Mülteci Kampı’nda hedef alınan kampı eğitim ve rehabilitasyon amaçlı kullanıyordu” ifadesi yer aldı.

sdf
Lübnan'ın güneyindeki Sayda'da bulunan Ayn el-Hilve Filistin Mülteci Kampı’nda kapalı dükkanların arasında yürüyen insanlar (Reuters)

Aynı bağlamda, Lübnan’ın doğusundaki Baalbek kentinde bazı okullar ve iş yerleri sabah saatlerinde kapılarını açmadı. Bu adım, dün eş-Şaravne bölgesinde aranan kişilerle yaşanan çatışmada iki askerin hayatını kaybetmesi ve üç askerin yaralanması üzerine Lübnan ordusuyla dayanışma amacıyla atıldı.

scd
Lübnan'ın güneyindeki Sayda'da bulunan Ayn el-Hilve Filistin Mülteci Kampı’nda dükkanlar kapandı. (Reuters)

Lübnan, İsrail'i 27 Kasım'da ABD ve Fransa'nın arabuluculuğunda varılan ateşkes anlaşmasını ihlal etmekle suçluyor. Lübnan, İsrail'in kendi topraklarında hava saldırıları düzenleyerek ve askerlerini bölgede tutarak anlaşmayı ihlal ettiğini iddia ederken, İsrail ise Hizbullah'ı askeri gücünü yeniden inşa etmekle suçluyor.


İsrail’de 7 Ekim saldırısını soruşturan hükümet komisyonunun yetkilerini aşırı sağcı bakanlar belirleyecek

İsrail’in aşırı sağcı Ulusal Güvenlik Bakanı Itamar Ben-Gvir ve Maliye Bakanı Bezalel Smotrich, Knesset'teki bir oturumda (Reuters - Arşiv)
İsrail’in aşırı sağcı Ulusal Güvenlik Bakanı Itamar Ben-Gvir ve Maliye Bakanı Bezalel Smotrich, Knesset'teki bir oturumda (Reuters - Arşiv)
TT

İsrail’de 7 Ekim saldırısını soruşturan hükümet komisyonunun yetkilerini aşırı sağcı bakanlar belirleyecek

İsrail’in aşırı sağcı Ulusal Güvenlik Bakanı Itamar Ben-Gvir ve Maliye Bakanı Bezalel Smotrich, Knesset'teki bir oturumda (Reuters - Arşiv)
İsrail’in aşırı sağcı Ulusal Güvenlik Bakanı Itamar Ben-Gvir ve Maliye Bakanı Bezalel Smotrich, Knesset'teki bir oturumda (Reuters - Arşiv)

İsrail Kabine Sekreteri Yossi Fuchs dün yaptığı açıklamada, iktidardaki Likud Partisi’nden Adalet Bakanı Yariv Levin’in, Hamas’ın 7 Ekim 2023 tarihindeki saldırısıyla ilgili başarısızlıkları soruşturmakla görevli tartışmalı hükümet komisyonunun yetki alanını belirlemek üzere bir bakanlar komisyonuna başkanlık edeceğini duyurdu. Bu karar, hükümetin muhalifleri tarafından sert şekilde eleştirildi.

Fuchs, hükümet üyelerine gönderdiği mektupta, komisyonda Maliye Bakanı Bezalel Smotrich, Ulusal Güvenlik Bakanı Itamar Ben-Gvir’in yanı sıra Smotrich’in lideri olduğu Dini Siyonizm Partisi’nden Yerleşim ve Ulusal Görevler Bakanı Orit Strook ve Ben-Gvir liderliğindeki Otzma Yehudit (Yahudi Gücü) Partisi’nden Miras Bakanı Amihay Eliyahu’nun yer alacağını belirtti.

Komisyon, Adalet Bakanı Levin’in Likud Partisi’nden meslektaşları da dahil olacak. Bunlar arasında Tarım Bakanı Avi Dichter, Bilim ve Teknoloji Bakanı Gila Gamliel, Diaspora İşleri Bakanı Amichai Shikli ve Dışişleri Bakanı Gideon Sa'ar liderliğindeki Yeni Umut partisinden Maliye Bakanı Ze'ev Elkin yer alıyor.

İsrail gazetesi The Times of Israel'e göre bakanlar komisyonuna, 7 Ekim’i soruşturan komisyonun görev tanımı, araştırılacak konular ve zaman çerçevesi dahil olmak üzere tavsiyelerini hükümete sunması için 45 gün süre verilecek.

Elkin dışında komisyondaki tüm bakanlar, Hamas liderliğinde binlerce unsurun Gazze çevresindeki yerleşim yerlerine saldırarak yaklaşık bin 200 kişiyi öldürdüğü ve 251 kişiyi rehin aldığı 7 Ekim saldırısı sırasında görevdeydiler.

Başbakan Binyamin Netanyahu'ye eleştirenler, Hamas saldırısında hayatını kaybedenlerin aileleri de dahil olmak üzere, saldırı öncesinde, sırasında ve sonrasında yaşanan siyasi ve istihbarat alanlarındaki başarısızlıkları araştırmak üzere resmi bir komisyon kurulmasını talep ediyorlar. Kamuoyu yoklamaları, İsraillilerin büyük çoğunluğunun saldırıyla ilgili resmi bir soruşturma komisyonu kurulmasını desteklediğini gösteriyor, ancak Netanyahu, komisyonun kurulmasının yargı tarafından belirleneceği gerekçesiyle bunu reddediyor. Netanyahu liderliğindeki mevcut hükümeti, yargı reformu yoluyla yargıyı zayıflatmaya çalışıyor.

İsrail hükümeti geçtiğimiz pazar günü ‘mümkün olan en geniş halk desteğiyle2 kendi özel soruşturma komisyonunu kurmak için oylama yaptı.

Fuchs’un açıklamasına yanıt olarak, diğer muhalefet yetkilileriyle birlikte hükümetin soruşturmasını reddeden ana muhalefet lideri Yair Lapid, bakanların ‘soruşturmayı yürütmek için ahlaki veya yasal yetkiye sahip olmadıklarını’ söyledi.

Bazı komisyon üyelerini de eleştiren Lapid, önce komisyon başkanı Levin'e, 7 Ekim'den önce ‘güvenliğin ihmal edilmesinin’ nedeninin onun yargı reformu olduğunu söylediğini hatırlattı, ardından ‘Gazze'ye nükleer bomba atılmasını öneren’ Miras Bakanı Eliyahu'ya eleştirilerde bulunan Lapid, Strook’u “İsrail ordusunu, rehinelerin bulunduğu bölgelerde, bu onların hayatını tehlikeye atsa bile savaşmaya çağırdı” diyerek eleştirdi. Son olarak Smotrich'e değinen Lapid, “(Smotrich) çocukları aç bırakmanın haklı ve etik olduğunu açıkladı” dedi ve Ben Gvir'in, ‘rehinelerin istismara uğramasına neden olduğunu’ söyledi.

Tüm bu kişilerin Netanyahu'nun kendisini aklamak ve 7 Ekim olayının sorumluluğundan kurtulmak için atadığı bakanlar olduğunu söyleyen Lapid, “Bu işe yaramayacak” diye ekledi.


Gazze İstikrar Gücü... Görevi belirsiz ve uygulanabilirliği koşullara bağlı

Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi üyeleri, Gazze Şeridi'nde istikrarı korumak için uluslararası güce yetki veren ABD tasarısını oyladı. (DPA)
Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi üyeleri, Gazze Şeridi'nde istikrarı korumak için uluslararası güce yetki veren ABD tasarısını oyladı. (DPA)
TT

Gazze İstikrar Gücü... Görevi belirsiz ve uygulanabilirliği koşullara bağlı

Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi üyeleri, Gazze Şeridi'nde istikrarı korumak için uluslararası güce yetki veren ABD tasarısını oyladı. (DPA)
Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi üyeleri, Gazze Şeridi'nde istikrarı korumak için uluslararası güce yetki veren ABD tasarısını oyladı. (DPA)

Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi’nin, ABD Başkanı Donald Trump’ın Gazze Şeridi’ne yönelik barış planını onaylaması, bölgeye uluslararası istikrar güçlerinin gönderilmesinin önünü açtı. Karar, Arap ve resmi Filistin makamları tarafından desteklenirken, Hamas başta olmak üzere bazı Filistinli gruplar çekincelerini korudu.

Hamas ve diğer Filistinli grupların çekinceleri, söz konusu güçlerin rolü ve özellikle Gazze Şeridi’nde silahsızlandırma görevini üstlenme olasılığıyla ilgili. İsrail ise bu sürecin hızla uygulanmasını talep ediyor. Şarku’l Avsat’a konuşan uzmanlar, güçlerin rolünün, ABD Başkanı Donald Trump’ın başkanlığında kurulacak Barış Konseyi ile netleşeceğini, bu süreçte BM’nin herhangi bir denetiminin bulunmayacağını belirtti. Uzmanlar, “Silahsızlandırma krizi öncelikle siyasi uzlaşı ve bölgesel katılım gerektiriyor; böylece güçlerin gelecekteki rolüne dair herhangi bir kararın güvenilirliği ve uygulanabilirliği sağlanabilir” ifadelerini kullandı.

Güçlerin rolü

BM Güvenlik Konseyi, 13 üyenin onayı ve Rusya ile Çin’in çekimser kalmasıyla, ABD tarafından sunulan ve Gazze Şeridi’ne ‘geçici bir uluslararası istikrar gücü’ gönderilmesine izin veren karar tasarısını kabul etti.

gt
Gazze şehrine düzenlenen İsrail hava saldırısında yıkılan bir evin enkazından ceset çıkaran Filistinliler (Arşiv – AFP)

BM Güvenlik Konseyi, Barış Konseyi’nin kurulmasını da memnuniyetle karşıladı. Konsey, ‘uluslararası hukuki kişiliğe sahip geçici bir idari organ’ olarak tanımlandı ve Gazze Şeridi’nin yeniden inşasına yönelik kapsamlı plan çerçevesinde çalışma yapacak, finansmanı koordine edecek bir yapı olarak öngörüldü. Konseyin, Filistin Yönetimi reform programını tatmin edici biçimde tamamlamasının ardından Gazze Şeridi’nde kontrolü yeniden sağlayabilmesi hedefleniyor.

Karar, Barış Konseyi ile iş birliği yapan üye devletlere ve Barış Konseyi’ne, Gazze Şeridi’nde istikrarı sağlamak üzere ‘Barış Konseyi tarafından kabul edilen geçici uluslararası bir güç oluşturma’ yetkisi veriyor. Bu güç, katılımcı ülkeler tarafından sağlanan askerlerden oluşacak, Mısır ve İsrail ile yakın iş birliği ve danışma içinde faaliyet gösterecek. Ayrıca, uluslararası hukuk ve insani hukuk çerçevesinde gerekli tüm tedbirleri alma yetkisine sahip olacak.

Karara göre uluslararası güç, Barış Konseyi’ne ateşkesin uygulanmasını izleme ve kapsamlı planın hedeflerini gerçekleştirmek için gerekli düzenlemeleri yapmada destek sağlayacak.

Şarku’l Avsat’ın AFP ve Reuters’tan aktardığı son karar tasarısı, istikrar gücünün İsrail, Mısır ve yeni eğitilmiş Filistin polisi ile iş birliği içinde sınır bölgelerini güvence altına almak ve Gazze’de silahsızlandırmayı sağlamakla görevlendirileceğini; bunun içinde silahların imha edilmesi ve askeri altyapının yok edilmesi gibi görevlerin de bulunduğunu ortaya koyuyor.

xscdfgt
Gazze Şeridi'nin orta kesiminde bulunan Deyr el-Balah'ın batısındaki yerinden edilmiş Filistinliler (AFP)

Mısırlı askeri uzman Semir Ragıb, BM kararının onaylandığını ancak güçlerin rolünü detaylı biçimde açıklamadığını söyledi. Ragıb, bunun, gücün BM tarafından doğrudan denetlenmeyeceği anlamına geldiğini belirterek, ilerleyen dönemde bu önemli detayların açıklanmasının tüm endişeleri netleştireceğini ifade etti.

Amerikalı strateji uzmanı Irina Tsukerman ise Gazze’de görevlendirilen istikrar güçlerinin, geçici bir güvenlik mekanizması olarak tasarlandığını söyledi. Tsukerman’a göre bu güçlerin rolü sadece devriye gezmek veya düzeni sağlamakla sınırlı değil; aynı zamanda insani yardım, yeniden inşa ve yönetim reformlarının uygulanabilmesi için gerekli koşulları hazırlamak.

Tsukerman, bu gücün amacının ‘silahlı grupların hemen müdahale edemeyeceği bir ortamda teknokrat bir yönetimin çalışabilmesi için zaman ve alan sağlamak’ olduğunu vurguladı.

Çelişkiler

Güçlerin silahsızlandırma konusundaki rolüne ilişkin tartışmalar devam ederken, Hamas, karar tasarısının kabul edilmesinin ardından yaptığı açıklamada, “Karar, Gazze Şeridi üzerinde uluslararası vesayet mekanizması dayatmaktadır; bu, halkımız ve güçlerimiz ile gruplarımız tarafından reddedilmektedir” ifadelerini kullandı.

Hamas tarafından yapılan açıklamada, “Uluslararası gücün Gazze’deki görevleri, özellikle direnişin silahsızlandırılması, gücün tarafsızlığını ortadan kaldırmakta ve onu işgal lehine çatışmanın bir tarafı haline getirmektedir” denildi.

Aynı şekilde, İslami Cihad Hareketi de dün ABD kararını reddettiğini duyurdu. Hareket, uluslararası bir gücün Filistinli grupları silahsızlandırma görevini üstlenmesinin, onu tarafsızlıktan çıkarıp İsrail’in gündemini uygulayan bir ortak haline getireceğini belirtti. Ayrıca, Filistinlilerin ‘işgale karşı her türlü meşru direniş hakkının’ uluslararası hukuk tarafından garanti edildiğini ve grupların silahlarının bu hakkı güvence altına aldığını vurguladı.

Buna karşılık İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun ofisi, Trump’ın Gazze planını memnuniyetle karşıladı ve planın bölgeye ‘barış ve refah’ getireceğini belirtti. Ofis, sosyal medya platformu X’te yaptığı açıklamada, “Başkan Trump’ın planının barış ve refah getireceğine inanıyoruz; çünkü plan, silahsızlandırmayı, Gazze’nin askeri kapasitesinin ortadan kaldırılmasını ve bölgede aşırılıkların kökünün kazınmasını öngörüyor” ifadelerini kullandı.

Semir Ragıb, İsrail’in karara karşı çıkmasına rağmen özellikle istikrar güçleri maddesine odaklandığını belirterek, bunun temel yükümlülüklerden kaçış niteliği taşıdığını ve en başta Gazze’den tam çekilmenin ertelendiğini ifade etti. Ragıb, Hamas ve İslami Cihad’ın itirazının ise anlaşmayı tamamen reddetmekten değil, silahsızlandırma konusuna karşı durmaktan kaynaklandığını ve silahsızlandırmanın önceden sağlanacak uzlaşılarla yürütülmesi gerektiğini vurguladı; aksi takdirde güçlerin rolü Filistinlilerle çatışmaya dönüşebilir.

Tsukerman ise gücün rolünü iki yönlü olarak değerlendiriyor: “Güç, güvenilir, kapsayıcı ve bölgesel destekle birlikte çalışırsa yeniden inşa ve siyasi normalleşme için bir nefes alanı sağlayabilir.”

Çözümün bölgesel katılımda yattığını belirten Tsukerman, “Bölgesel katılım yoksa, gücün meşruiyeti çöker, uygulanması aksar ve Hamas’ın etkisi güçlenir. Böylece görev, Filistin egemenliğine köprü olmak yerine dış kontrolün simgesi haline gelir. Bölgesel katılım bir lüks değil, zorunluluktur. Yoksa görev hedeflerine ulaşmakta zorlanır ve anlaşmanın özü zayıflar” dedi.