Irak’ın eski Başbakanı İyad Allavi, Şarku'l Avsat'a konuştu: Saddam rejiminin ‘baltasıyla’ suikast girişimine uğradım

Allavi, Şarku'l Avsat'a Baas Partisi ile olan yolculuğunu, Saddam’ı ve işgal sonrası Irak’ı anlattı. (2)

TT

Irak’ın eski Başbakanı İyad Allavi, Şarku'l Avsat'a konuştu: Saddam rejiminin ‘baltasıyla’ suikast girişimine uğradım

Irak’ın eski Başbakanı İyad Allavi.
Irak’ın eski Başbakanı İyad Allavi.

Iraklı iki genç, 1970’li yıllarda Saddam Hüseyin’den ve onun ölüm güvenlik servisinden kaçmak için Irak'ı terk etti. Bu iki gençten biri, Saddam Hüseyin’in, kökünü kazımaya ant içtiği Dava Partisi’nin üyesi olan Nuri el-Maliki’ydi. İkinci isim ise Saddam'ın Cumhurbaşkanı Ahmed Hasan el-Bekir'in himayesinde Baas Partisi’nin tüm eklemlerini zorla kontrol altına almaya devam etmesi karşısında dehşete düşen Baas Partisi üyesi İyad Allavi idi. Maliki ve Allavi, daha sonra ABD’nin Irak’ı işgalinin ardından ülkelerinde karşı karşıya gelecekti.

Nuri el-Maliki’nin başbakan olduğu 2010 yılında Başbakanlık Ofisi’nde kendisiyle faydalı bir görüşme gerçekleştirdim. Başbakanlık ofisinden ayrıldıktan sonra, Saddam sonrası Irak'ın, bulunduğu konumu öylece bırakıp gitmeyecek, hatta sadece silah zoruyla ayrılacak güçlü bir adam yetiştirdiği hissine kapıldım. Beni etkileyen ise Saddam’ın idam kararını imzalayan bu adamın, cellatların evinin yakınlarına taşıdığı Saddam’ın cenazesinin önünde durmasıydı. Maliki, kendisiyle gerçekleştirdiğim bir röportajda şunları söyledi:

​Ben Saddam'ın idam edilmesini istemiyordum. Çünkü bu onun kurtuluşu olacaktı.İşlediği suçlardan dolayı idama mahkum edilmesi onun için az bile.

der
Saddam ve rejiminde görev yapan üyelerin yargılandığı mahkemeden bir kare (Getty Images)

Diktatörlere örnek olacak şekilde aşağılanmış ve hakarete uğramış bir tutsak olarak kalması gerekirdi. Ama halk ve şehit aileleri onun idam edilmesini istedi. İdam edildikten sonra cenazesini bazı kardeşlerimin zorlayıcı ısrarıyla gördüm. Yarım dakika kadar naaşının önünde durdum ve ona ‘Seni idam etmenin ne faydası var? Bu, şehitleri ve yok ettiğin vatanı geri getirebilecek mi?’ dedim.”

O yıl Irak, yeni hükümetin kurulmasıyla ilgili uzun süren bir kriz yaşadı. Maliki ikinci kez başbakan olmak istiyor ve eski başbakan Allavi, genel seçimlerin sonuçları çerçevesinde kendisinin bu yetkiye sahip olduğunu söylüyordu. Tam sekiz ay süren düelloyu İran'ın Maliki'ye verdiği açık destek ve ABD yönetiminin İran'ı yatıştırma konusundaki kararlılığı gibi birkaç nedenden ötürü Maliki kazandı. Bunun yanında Allavi, İran Devrim Muhafızları Örgütü’nün (DMO) yurtdışı kolu Kudüs Gücü Komutanı General Kasım Süleymani'nin kendisine verdiği tavsiyelere uymadı. Ayrıca Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esed ve Kuveyt Emiri Sabah el-Ahmed el-Cabir es-Sabah’ın İran'a gitmesi tavsiyelerini de dinlemedi. Allavi, başbakanlık görevini almak için dış güçlere el açmayı reddetti.

Şarku’l Avsat’a verdiği röportajda, bahsi geçen liderlerle yaptığı görüşmelerde neler olduğunu anlatan Allavi, dönemin ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden hakkında kullandığı sert ifadelerle Maliki'yi başbakanlık koltuğunda tutmak için yaptıklarını aktardı.

Laik Arap çizgisi

Irak’ın işgalinde İran’ın ABD ile birlikte rol oynadığını düşünen Allavi, İran’ın Irak’ın siyasetine yön verme hakkını tanımayı reddederek ‘Iraklı laik Arap’ çizgisini bozmadı. Aradan yıllar geçti ve Allavi, başbakanlık ve cumhurbaşkanı yardımcılığı görevlerini üstlenmesine, Temsilciler Meclisi’ndeki büyük bir parti bloğunun liderliğini yapmasına rağmen, İran'ı bir kez bile ziyaret etmedi. ABD ve İran dahil olmak üzere diğer ülkelerin Irak'ın iç işlerine müdahalelerini açıkça eleştirmekten çekinmedi.

xscd
Allavi, Saddam rejimi tarafından Londra'da suikast girişimine uğradı, ancak ABD’nin Irak’ı işgalinden sonra ülkesine döndü ve önemli siyasi roller oynadı (Getty Images)

Eğer işler 4 Şubat 1978 tarihinde Londra'da sabaha karşı Bağdat’ın efendisinin istediği gibi gitseydi, bu röportajı yapıp tüm bu soruları soramayacaktım. O gece Irak istihbaratı, Saddam’ın Baas Partisi’nden istifa ederek Irak'taki değişimi dışarıda aramaya başlayan İyad Allavi'nin öldürülmesi emrini yerine getirdi.

Suikast girişimi

Allavi'ye, halen vücudunda izlerini taşıdığı o suikast girişimini sordum. Buradan sonrasını onun ağzından dinleyelim:

Suikast girişiminden önce çok sayıda tehdit aldım.1974 yılında tüm görevlerimi devrettim ve 1975 yılında Baas Partisi'nden tamamen ayrıldım. 1975 yılında gerek Araplar düzeyinde gerek Irak düzeyinde gerekse ulusal düzeyde işlerin rayından sapmaya başladığını görenler olarak adını bile koymadan, gizlice Ulusal Mutabakat Partisi'nin temellerini attık. Tehditler ve provokasyonlar, bir çok kirli oyunlar 1975'ten 1978'e yılına kadar devam etti.

Bana Londra'ya adının Cihad el-Duleymi olduğu söyleyen bir kişiyi gönderdiler. Bu kişi beni aradı ve acilen görüşmek istediğini söyledi. Arkadaşlarımız ve kardeşlerimiz aracılığıyla 13 kişiye suikast düzenleneceği bilgisini aldık. Listede benimle birlikte Talib Şebib, (1963 yılında Baasçıların iktidarı ele geçirmesine öncülük eden) Hazım Cevad, Tahsin Mualla, Hamid es-Sayig ve birkaç kişi daha yer alıyordu. Cihad ed-Duleymi, bana ‘Yanına geliyorum’ dedi. Ancak kendisini tanımıyordum ve bulunduğu yere gitmemeye dikkat ettim. Oteldeydi ama çok ısrarcı davrandı. Bu yüzden önemli bir meselesi olduğunu düşündüm. Suikast girişiminden bir ay önce bana (Londra'nın batısındaki) Earl's Court'ta kaldığı otelin adını verdi. Onu otelin karşısındaki ankesörlü telefondan aradım, içeride olduğunu söyledi. Ona ‘Yarım saat sonra yanında olacağım. Ama toplantıya geç kalamam’ dedim.

Tuhaf konu

Oteli inceledim, herhangi bir şüpheli hareketliliğe rastlamadım. Sonra onunla bir araya geldim. Tuhaf bir konu açtı. Tanımadığım biri bana darbeden bahsediyordu. Bana, ‘Ben seni önemseyen, seni tanıyan ve sana saygı duyan insanlar tarafından gönderildim. İçlerinden biri (rahmetli) Said Sabit adında büyük bir misyonerdi’ dedi. Ona benden ne istediklerini sordum. Partiyle ilişkisi olan ve kendileriyle iş birliği yapmak isteyen Baasçılar aradıklarını söyledi. Ona, ‘Bu benim gibi yabancıya söyleyeceğin bir şey mi? Git ve parti içinden işleri ayarla!’ dedim. Konuyu dağıtmak için böyle söylemiştim. Ona son söz olarak ‘Size verebilecek bir şeyim yok ve kimseye komplo kurmaya hazır değilim. Artık sadece tıp alanında çalışıyorum’ dedim.

xfrg
Saddam, rejiminin üst düzey yetkilileriyle düzenlenen toplantı. (Getty Images)

Talib Şebib'i aradım, Hazım Cevad da yanındaydı. Hazım (Cevad) bana, ‘Aynısı benim de başıma geldi. Konuyu Irak büyükelçisine veya Baas Partisi yetkilisine bildirmek gerekiyor’ dedi. Bunun üzerine ‘O masum biri, onu nasıl ihbar edebilirim? Milyonda bir ihtimalle bile masum olsa, onu nasıl ihbar edebilirim? Hiç tanımadığım biri bana darbeyi anlatmaya geldi’ dedim.

Baas Partisi’nde görevliyken Emniyet ve İstihbarat Teşkilatı'na getirdiğim bir arkadaşımızı aradım. Adı Nizar ve kendisi şu an Kanada'da siyasi mülteci olarak yaşıyor. Nizar’a, istihbarat servisinin bana birini gönderip göndermediğini teyit edip edemeyeceğini sordum. ‘Bunun benim için öğrenir misin?’ dedim. Malum büyük bir gizlilik içinde çalışıyorduk.

Cihad ed-Duleymi

10 gün sonra beni aradı ve istihbarat servisinin kendisini bana ‘Cihad ed-Duleymi’ olarak tanıtan ve gerçek adını unuttuğunu belirttiği bir kişiyi gönderdiğini söyledi. Bana misilleme yapılmasını beklesem de bu açıklama karşısında şaşırmıştım. Yakın dostlarımdan biriyle konuştum ve Baas Partisi’nin organizasyon görevlisiyle bir otelin kafesinde buluşmasını istedim. Bunun için Gloucester Oteli'ni seçtim. Buluştuk ve ona darbeden söz öden bir kişinin yanıma geldiğini, adını ve özellikleri ile ilgi bilgi vermek istediğimi söyledim. Adının Cihad olduğunu söylediğini ve esmer biri olduğunu belirttim. Görevli gülümsedi ve bana ‘Doktor, bize haber vermekte geç kaldınız’ dedi. Ben de ona ‘Ben partiden ayrıldım, devlet memuru değilim, doktor olarak çalışıyorum’ dedim. Bundan tam bir ay sonra suikast girişimi gerçekleşti.

 

1978 yılının 3 Şubat’ı 4 Şubat’a bağlayan gecesi, (Londra'nın güneybatısındaki) Surrey'de Epsom denilen bölgede, rahmetli olan ilk eşimin yanında kalıyordum. Eşim suikast girişimi sırasında ağır yaralandı. Gece hastanede çalışıyordum, sonra Kürt arkadaşlarımın daveti üzerine siyaset konuşmaya başladık. Gece yarısı eve geldim, yorgundum. Sokağın ışıklarının içeri girmesi için perdeleri biraz yüksek tutuyordum. Sabaha karşı 03:00 civarı bir ses duydum, gözlerimi açtım ve yatağımın yanında bir hayalet gördüm. Önce rüya gördüğümü sandım. Ama bana doğru gelen bir şeyin parladığını gördüğümde kendi kendime bunun bir rüya olmadığını söyledim. Hayalet bir anda bacağıma vurdu. Bacağımın içine sanki ateş girmiş gibi hissettim. Sağ dizim artık hareket edemiyordu. Ellerime darbeler aldım, göğsüme çiviler batıyordu. Başımdan ılık bir su aktığını hissettim. Ne oluyordu? Bu olay yaklaşık iki üç dakika kadar devam etti. Sonra eşim ışığı açtı ve karşısında gördüğü bu uzun boylu ve işinde uzman olduğu anlaşılan kişiye panik ve o anki refleksle saldırdı. (Allavi saldırganın tam adını söylese de biz adının baş harfleri olan M.A.C. kısaltmasını kullanmakla yetineceğiz) Saldırgan eliyle eşimin iki dişini kırdı. Ben de saldırganın elindeki tabarı (Irak’ta baltaya verilen isim) tutarak kullanmasını engellemeye çalıştım. Boğuşmaya devam ettik.

Ilık su

Ancak hissettiğim ılık suyun başıma aldığım darbeden dolayı kan olduğunu anladım. Ben bu (sol) dizimin üzerindeyken, sağ bacağımın kemikleri dışarıya çıkmıştı. Bunun sayesinde hayatta kaldım. Eşim için korktum. Tabarı geri almayı başardıktan sonra eşimin koluna vurdu. Kolu, sadece derisi tutuyordu. Saldırgan uzun boylu olduğu için eşime zıplamasını ve sağlam olan koluyla boynuna yapışmasını söyledim. Ben dizimin üzerinde oturduğum için tabar başıma yakın duruyordu. Eşim dediğimi yaptı, ben de tabarı tutup elinden almayı başardım ve bacağına vurdum. Bu şekilde 10-12 dakika mücadele ettik. Sonra kaçmak için odanın kapısına yöneldi. Ben de arkasından sürünerek gittim. Karıma geride kalmasını söyledim. Banyoya ulaştım, oradan aldığım bir şişe parfümü ona fırlattım. Ölüp ölmediğimi görmek için bana baktı. Odanın zemini ve duvarları kanla kaplıydı. Bana döner dönmez meselenin siyasi olduğunu anladım. Ona lanetler okuyarak, ‘Seni İbnu’l Keza (hakaret ifadesi) bunu korkak olduğun için yaptın. Eğer Allah yaşamama izin verirse, senin ve Saddam'ın gözlerini oyacağım ama eğer ölürsem, birileri intikamımı alacaktır’ dedim. Sonra öleceğimi düşündüğünden başını çevirdi ve gitti. Belinde silah olan başka bir kişinin daha olduğunu fark ettim.

Allavi ve eşinin hastaneye götürülmeleri ve tedavi süreci

Saldırgan gittikten sonra, sürünerek telefona gittim ve hastaneyi aradım. Onlara eşimle birlikte ciddi şekilde yaralandığımızı, sağ kalıp kalmayacağımızı bilmediğimi ve bize yapılan saldırıyı polise ihbar etmeleri gerektiğini söyledim. Bize ambulans gönderdiler. Evimiz eşimin çalıştığı hastaneye yakındı. Beş dakikadan az bir sürede hem polis hem de ambulans geldi. Bizi hemen hastaneye götürdüler, iki ayrı odaya aldılar. Bana, misafir bir cerrahın gelip ameliyatımı gerçekleştireceğini, ancak o gelinceye kadar ilk müdahaleyi yapacaklarını söylediler. Onlara, kuzenim gelene kadar hiçbir şey yapmamalarını söyledim. Onu aramaları için numarasını verdim. Kuzenimin evi hastaneye yakındı. Bana, ‘Şimdi kuzeninin sırası mı?’ dediler. Ben de ‘Evet, onu çağırın’ dedim. Daha sonra Irak'ta Sağlık Bakanlığı da yapan kuzenim Cafer Allavi’yi çağırdılar, karısı ve kız kardeşiyle birlikte geldi. Ona ey Cafer, Salah Şebib'i, Tahsin Maala'yı ve Hamid es-Sayig’i ara ve onlara saldırıya uğradığımı ve isimlerinin suikast listesinde olduğunu söyle. ‘İyad’ın yaşayıp yaşamayacağımı bilmiyoruz ama siz dikkatli olun’ de dedim. Bana ‘Şimdi bunun sırası mı? Hemen ameliyathaneye git’ dedi. Ben de ‘Git, onları ara ve sonra bana geri dön’ dedim.

Üzgün yüzler

Ameliyattan sonra beni yoğun bakım odasına aldılar ve benimle kimseyi görüştürmediler. Hatta ailemin bile beni ziyaret etmesini engellediler. Beyin kanamasından korktukları için beni üç gün gözlem altında tuttular. Allah'a şükür beyin kanaması olmadı. Daha sonra beni normal bir odaya aldılar. Herkesin yüzünde hüzün gördüm. Ailem ve arkadaşlarım endişeliydiler ve korkuyorlardı. Eşimin öldüğünü sandım. Onlara, Hayırdır inşallah? Bizim yürüdüğümüz yol bu. Saddam da bizimle bu şekilde uğraşmaya karar verdi, ne yapabiliriz?’ dedim.

Bu arada bir polis gelip bana davanın siyasi olduğunu ve Scotland Yard'ın Terörle Mücadele Bölümü Başkanı Jim Neville ve asistanı Warnock'un olayla ilgili soruşturma için geleceğini söyledi. Polise ne olduğunu sordum, o da bana ‘Sana söylemediler mi?’ diye sordu. Kimsenin bana bir şey söylemediğini söyledim. Polis, ‘Öldürüldüğünden emin olmak için gizlice hastanenin morguna sızdılar ve oradaki cesetleri incelediler. Çalışanlar sabaha karşı morga bir ceset getirirken, kendilerine doğru gelen ayak seslerini duyup kaçmışlar’ dedi. Ölüp ölmediğimi kontrol etmek için gizlice hastane morguna girmişler. Terörle Mücadele Bölümü polislerinin silahlı koruması altında bir ay boyunca hastanede tedavi gördüm. Birkaç ameliyat daha oldum. Bir ay sonra polis birkaç siville birlikte yanıma gelip bana Irak'ta iktidarı ele geçirmek için komplo kurup kurmadığımı sordu. Polis yoğun soruşturmalar yürüttü. Saldırganı bacağından vurduğum için kan izlerini ve düşürdüğü saati buldular. Bu saate Irak’ta rastlansa da İngiltere’de yoktu. Saat, Irak Cumhuriyet Sarayı için özel olarak Japonya'da yaptırılmıştı. Polis çalışmalarını titizlikle yürütüyordu, parmak izleri aldılar.

Polisler bana, beni burada koruyamayacaklarını, başka bir hastaneye gitmem gerektiğini söylediler. Gerçek kimliğimizi yalnızca başhekimin ve tedavimizi yapan doktorun bilmesi gerektiğini, başkalarına Lübnanlı olduğumuzu ve Lübnan'daki iç savaşta yaralandığımızı söylememizi istediler. Güvendiğim bir arkadaşım vardı. Bana Londra dışında başka bir hastane bulmasını istedim. Beni Gloucestershire'daki bir hastaneye götürdüler ve orada üç ameliyat geçirdim. Sadece tedavimi yapan doktor ve başhekim kim olduğumu biliyordu. Diğer herkese Lübnanlı olduğumu ve savaşta yaralandığımı söyledim.

Üst üste ameliyatlar geçirdim. Tedavim bir buçuk yıl sürdü. Birkaç ameliyatın ardından fizik tedavi gördüm. Eşim başlarda sinir krizi geçirdi. Daha sonra kansere yakalanıp vefat etti, Allah rahmet eylesin.

Barzan, Paris’ten arayıp alay etti

Failler Fransa'ya kaçmayı başarmış, oradan da Irak'a dönmüşlerdi. Elbette sahte pasaportlarla, bazen de diplomatik pasaportlarla seyahat ediyorlardı. En dikkat çekici olansa Barzan İbrahim et-Tikriti’nin (Saddam'ın üvey kardeşi) operasyonu yönetmek üzere Paris'e gelmiş olmasıydı.

fht
Barzan İbrahim et-Tikriti.

Irak meselelerini yakından takip eden bir İngiliz gazeteci, Scotland Yard'a Barzan'ın bu amaçla Paris'te olduğunu bildirdi. Barzan, saldırı gecesi Bağdat'taki kardeşim İmad'ı sabaha karşı saat iki sularında arayarak ‘Doktor ne durumda?’ diye sormuş. Kardeşim de iyi olduğumu söyleyince Barzan histerik bir şekilde gülmeye başlayıp ‘Selam söyle’ diyerek telefonu kapatmış. Bu telefon görüşmesi kardeşimi endişelendirince ertesi gün benimle konuşmaya çalışmış ama başaramamış. Daha sonra kuzenim ona düşüp bacağımı kırdığımı ve onunla iki gün sonra konuşabileceğimi söylemiş.

Can sıkıcı ve yorucu bir dönem

Bir yılımı hastanede geçirdim, eve gidemedim. Hastanede çalışamadım. Yakınlarımın evine gittim. Boş evlerde kaldım. Aslında sıkıcı ve yorucu bir dönemdi.”

Allavi'ye ikinci saldırganın onu neden vurmadığını sordum. Bu sorunun üzerine şöyle devam etti:

Kan kaybından öleceğimi sandılar. Oda tamamen kan içindeydi. İngiltere’deki bir televizyon kanalı suçlarla ilgili bir program yapıyordu. Televizyonda bana yapılan suikast girişimiyle ilgili bir bölüm yayınlandı. Baltanın ve kanlı duvarların resimlerini gösterdiler. Saldırı şubat ayında gerçekleşti. Hava çok soğuktu. Polis evin tüm ısıtma sistemlerini kapatmıştı, fakat havalar ısınınca borular patladı ve evdeki her şey sular altında kaldı. Tek bir kağıt parçası bile kalmadı. Bütün bunlar televizyon ekranlarında gösterildi. Bu ciddi bir cinayet girişimiydi ve sonradan öğrendiğime göre onlara çok pahalıya mal oldu.

Tuzak kuran tuzağa düştü

Saddam rejiminin düşmesi ve Bağdat'a dönmemizin ardından M.A.C’nin Türkiye'de olduğu haberini aldım. Iraklı bir istihbaratçı yanıma gelip ‘Size resmi gösterilse onu tanıyabilir misiniz?’ dedi. Ben de ‘Evet, tanırım’ dedim. Bana resmini gösterdi ve onu hemen tanıdım. Onun nerede olduğunu sordum. Türkiye’de olduğunu ve başta ben olmak üzere Kuzey Irak’tan gelip giden Iraklı muhalifleri takip etmek ve onlara suikast düzenlemek üzere Irak istihbaratı tarafından görevlendirildiğini söyledi.

Türkiye ile temasa geçtik. Bize ‘Siz idam ediyorsunuz, öldürüyorsunuz, onu size teslim etmeyeceğiz’ dediler. Daha sonra ABD’liler gelip bana ‘Sana suikast girişiminde bulunan kişinin resmini göstersek onu tanır mısın?’ dediler. ‘Evet’ dedim. Bana fotoğrafını gösterdiler ve onu tanıdım. Sonra Türkiye'de olduğunu söylediler. Türk hükümetiyle iletişime geçip onu bize teslim etmelerini istediler. Sonra Türk hükümetinden M.A.C’den başka bir vize alması için geri dönmesini istemesini talep ettiler. M.A.C’nin bu vize için Irak’a girmesi ve Duhok'un Zaho ilçesindeki İbrahim Halil Sınır Kapısı’ndan çıkış yapması yeterliydi. Sadece sınırı geçip Türkiye'ye döndüğünde beş yıllık vize verileceği söylendi. Mesut Barzani liderliğindeki Peşmerge'ye bağlı Asayiş (istihbarat teşkilatı) unsurları da sınır kapısında konuşluydu.

ABD’liler benden M.A.C’yi görmemi istediler ama öfkeme yenik düşüp ona bir şey yapmamak için bu öneriyi reddettim. Şahsi şikayetimden vazgeçtiğimi söyledim ama kamu davası açıldı.”

Saddam Hüseyin'in boynuna ilmeğin geçirildiği 30 Aralık 2006 tarihinden bugüne uzun bir zaman geçmiş olmasına rağmen Saddam Hüseyin meselesine yaklaşmak hala oldukça zor. Saddam’ın ister sarayda otursun ister mezarda yatsın bir provokatör olduğu gerçeği değişmiyor. Kurbanları ve düşmanları çok olsa da destekçilerinin sayısı da az değil. Irak'ta zaman, yaralara merhem olmak bir yana bir de üstüne tuz basıyor. Saddam'ın adaletsiz uygulamalarının bedelini ödeyenlerin, Saddam’ın ABD’nin Irak’ı işgaline karşı direnişe liderlik ettiğini ve kamu parasıyla ilişkilerinde dürüst olduğunu okumaları kolay olmasa gerek. Saddam’ın destekçileri, onun çizdiği imajın, ülkesini ve bölgesini kana bulayan zalim hükümdar el-Battaş'tan farklı olmadığını kabul etmekte zorlanıyor olmalılar. Ama gazeteciliğin en keyifli anı, bazı bölgelere ve bu bölgelerin sakinlerinin kaderine damgasını vuran zalimlerin geriye bıraktığı korlara ve bazı dönemlerin közlerine yaklaşmaktır.

Bundan birkaç ay önce bir Arap ülkesinin başkentinde bir Iraklıyla tanıştım. Irak’ın eski Cumhurbaşkanı Saddam Hüseyin’le ‘iş ilişkisi ve sevgi bağı’ olduğunu ve bu sebeple yüzlerce kez görüştüklerini söyledi. Can güvenliği nedeniyle kimliğini açıklamak istemediğinden dolayı özür diledi. Ancak benim dikkatimi en çok çekense rejimin düşmesinden sonra da Saddam Hüseyin ile iki kez görüştüğünü söylemesiydi. Bu görüşmelerden ilkini, rejimin düşmesinden iki gün sonra 11 Nisan 2003'te Felluce eteklerinde, ikincisi ise 19 Temmuz 2003’te ABD ordusunun kontrolündeki Bağdat'ta gerçekleştiğini açıkladı.



İsrail güçleri Batı Şeria'da Filistinli bir çocuğu öldürdü

Batı Şeria'da askeri operasyon sırasında İsrail askerleri (AFP)
Batı Şeria'da askeri operasyon sırasında İsrail askerleri (AFP)
TT

İsrail güçleri Batı Şeria'da Filistinli bir çocuğu öldürdü

Batı Şeria'da askeri operasyon sırasında İsrail askerleri (AFP)
Batı Şeria'da askeri operasyon sırasında İsrail askerleri (AFP)

Filistin Sağlık Bakanlığı, İsrail ordusunun dün Beytüllahim'in güneydoğusundaki Tuqu' kasabasında düzenlediği bir baskın sırasında 16 yaşındaki bir Filistinli çocuğu vurarak öldürdüğünü açıkladı. Bu olay, İsrail işgali altındaki Batı Şeria'da son dönemde yaşanan şiddet dalgasındaki son olaylardan biri oldu.

Resmi Filistin haber ajansı WAFA, Tuqu' kasaba meclisi başkanının, İsrail güçlerinin dün gece kasaba merkezinde toplanıp "ayrım gözetmeksizin" ateş açmasının ardından çocuğun vurulduğunu söylediğini belirtti.

Ajans, ordunun Ammar Yasir Sabah adlı çocuğu göğsünden gerçek mermiyle vurduğunu ve çocuğun hastaneye kaldırıldığını, ancak hayatını kaybettiğini ifade etti.

Batı Şeria'da şiddet bu yıl ve Ekim 2023'te başlayan iki yıllık Gazze Şeridi savaşından bu yana tırmanmıştır. İsrail yerleşimcilerinin Filistinlilere yönelik saldırıları keskin bir şekilde artarken, ordu hareket özgürlüğüne yönelik kısıtlamaları sıkılaştırdı ve birçok şehirde büyük çaplı baskınlar düzenledi. Birleşmiş Milletler'e göre 7 Ekim 2023 ile 14 Kasım 2025 tarihleri ​​arasında Batı Şeria'da 1000'den fazla Filistinli öldürüldü.

 İsrail askerleri, Batı Şeria'daki Ramallah yakınlarındaki el-Amari mülteci kampına düzenlenen askeri baskın sırasında mevzi alıyor (AFP)İsrail askerleri, Batı Şeria'daki Ramallah yakınlarındaki el-Amari mülteci kampına düzenlenen askeri baskın sırasında mevzi alıyor (AFP)

Aynı dönemde Batı Şeria'da 59 İsrailli öldürüldü. Şarku’l Avsat’ın Resmi Filistin verilerinden aktardığına  göre bu yıl Batı Şeria'da, İsrail güçleri tarafından öldürülenler arasında 53 Filistinli çocuk da bulunuyor.

Batı Şeria'da yaklaşık 2,7 milyon Filistinli, İsrail askeri işgali altında sınırlı bir özerklik içinde yaşıyor. Yüz binlerce İsrailli de buraya yerleşmiş durumda.

Uluslararası toplumun büyük çoğunluğu, İsrail'in 1967 savaşında ele geçirdiği topraklara inşa edilen yerleşimleri yasadışı olarak kabul ediyor ve BM Güvenlik Konseyi'nin çeşitli kararları, İsrail'i tüm yerleşim faaliyetlerini durdurmaya çağırdı. İsrail, yerleşimlerin yasadışı olduğunu reddediyor ve toprakla olan dini ve tarihi bağlarını gerekçe gösteriyor. İsrail güçleri mülteci kamplarını boşaltarak binlerce Filistinliyi evlerinden zorla çıkardı ve Batı Şeria'daki bazı şehirlerde on yıllardır varlığını sürdürüyor. İnsan Hakları İzleme Örgütü, geçen kasım ayında İsrail'i Batı Şeria'daki zorla tahliyeler olarak nitelendirdiği eylemler nedeniyle savaş suçları ve insanlığa karşı suçlar işlemekle suçladı.


Barrack, Netanyahu’yu Gazze’de Türkiye’nin rolünü kabul etmeye ikna etmeye çalışıyor

ABD'nin Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack ile İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu arasında Pazartesi günü gerçekleşen görüşmeden bir kare (İsrail hükümeti)
ABD'nin Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack ile İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu arasında Pazartesi günü gerçekleşen görüşmeden bir kare (İsrail hükümeti)
TT

Barrack, Netanyahu’yu Gazze’de Türkiye’nin rolünü kabul etmeye ikna etmeye çalışıyor

ABD'nin Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack ile İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu arasında Pazartesi günü gerçekleşen görüşmeden bir kare (İsrail hükümeti)
ABD'nin Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack ile İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu arasında Pazartesi günü gerçekleşen görüşmeden bir kare (İsrail hükümeti)

İsrail basınında yer alan haberlerde, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun, ABD Başkanı Donald Trump’ın Suriye Özel Temsilcisi ve Ankara Büyükelçisi Tom Barrack ile pazartesi günü Kudüs’te yaptığı görüşmede, Trump yönetiminden “sert ve özel mesajlar” aldığı belirtildi. Görüşmenin, ay sonunda Florida’da yapılması planlanan ABD-İsrail zirvesi öncesinde gerçekleştiği aktarıldı. Barrack-Netanyahu görüşmesinin ana gündem maddelerinin Gazze, Suriye ve Trump’la yapılacak buluşma olduğu kaydedildi.

Gazze’de “kabul edilemez” açıklamalar

Gazze dosyasında, Ekim ayında başlayan kırılgan ateşkesin ikinci aşamasına geçilmesi ele alınırken, Yedioth Ahronoth gazetesi Barrack’ın, Netanyahu’nun Türkiye’nin rolüne ilişkin kaygılarını gidermeye çalıştığını ve Türkiye’nin Gazze’de kurulması öngörülen uluslararası güce katılmasına ikna etmeye çalıştığını yazdı. Haberde, Barrack’ın Türkiye’nin Hamas üzerinde en fazla etkiye sahip ülke olduğunu ve silahsızlanma konusunda Hamas’ı ikna edebilecek en güçlü aktör konumunda bulunduğunu vurguladığı belirtildi.

frt
Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Şarm el-Şeyh Ortadoğu Barış Bildirgesi'ni imzalarken (Türkiye Cumhurbaşkanlığı)

Şarku’l Avsat’ın Yedioth Ahronoth’tan aktardığı habere göre Barrack, Türkiye’nin Trump planını imzaladığını ve Hamas adına silahların teslimini içeren maddeye taahhüt verdiğini Netanyahu’ya hatırlattı. Türkiye’nin katılımının, şu aşamada çekimser olan birçok ülkeyi de uluslararası güce katılmaya teşvik edeceğini savundu.

Haberde, Barrack’ın “Türkiye’nin dışlanmasının diğer ülkelerin de geri adım atmasına yol açtığını, Başkan Trump’ın bu planın başarısız olmasına izin vermeyeceğini” söylediği aktarıldı. Ayrıca Netanyahu’nun “Hamas’ın silah bırakacağına güvenmediği” yönündeki açıklamalarının ve İsrail’in bunu zorla sağlayabileceğine dair ifadelerinin “kabul edilemez” olduğu ve planı tehdit ettiği uyarısında bulunduğu kaydedildi.

Bu bilgiler, İsrail Kanal 12 televizyonunun aktardıklarıyla da örtüştü. Kanal 12, Beyaz Saray’ın Netanyahu’ya “özel ve sert” bir mesaj gönderdiğini ve Hamas’ın üst düzey askeri isimlerinden Raid Saad’ın öldürülmesinin, Trump arabuluculuğunda varılan ateşkes anlaşmasının ihlali olarak görüldüğünü bildirdi.

Kanal ayrıca, Gazze savaşını sona erdirmeyi amaçlayan anlaşmanın ikinci aşamasına geçiş konusundaki görüş ayrılıkları ve İsrail’in bölgedeki genel politikaları nedeniyle Trump yönetimi ile Netanyahu hükümeti arasında artan bir gerilim yaşandığını aktardı.

ABD’li iki yetkili, Dışişleri Bakanı Marco Rubio, Beyaz Saray Özel Temsilcisi Steve Witkoff ve Başkan Trump’ın damadı Jared Kushner’in Netanyahu’nun tutumundan “son derece rahatsız” olduğunu söyledi. Üst düzey bir ABD’li yetkiliye göre Netanyahu’ya verilen net mesajda şu ifadelere yer verildi: “Eğer itibarını zedelemek ve anlaşmalara uymayan bir lider olarak görünmek istiyorsan bu senin tercihin. Ancak Trump’ın arabuluculuğunda sağlanan Gazze anlaşmasının itibarını zedelemene izin vermeyiz.”

Batı Şeria ve bölgesel gerilim

Batı Şeria konusunda da Beyaz Saray’ın, Yahudi yerleşimcilerin Filistinlilere yönelik şiddetinden ve “Arap dünyasında provokasyon olarak algılanan” İsrail adımlarından giderek daha fazla endişe duyduğu belirtildi. ABD’li bir yetkili, Washington’un Netanyahu’dan İsrail’in güvenliğini tehlikeye atmasını değil, İbrahim (Abraham) Anlaşmaları’nın genişletilmesine zarar verecek adımlardan kaçınmasını istediğini söyledi.

Aynı yetkili, Netanyahu’nun son iki yılda uluslararası alanda giderek yalnızlaştığını savunarak, “Mısır Cumhurbaşkanı Abdülfettah es-Sisi’nin neden onunla görüşmeyi reddettiğini ve Abraham Anlaşmaları’nın üzerinden beş yıl geçmesine rağmen neden BAE’ye davet edilmediğini kendisine sorması gerekir” dedi. Yetkili, Netanyahu’nun tansiyonu düşürmeye hazır olmaması halinde Washington’un Abraham Anlaşmaları’nı genişletme çabalarına zaman ayırmayacağını da ifade etti.

Beyaz Saray’da Netanyahu’ya öfke

Trump’ın, son dönemde Netanyahu’nun sert eleştirilerine maruz kalan Barrack’ı Kudüs’e göndermesi dikkat çekti. Netanyahu, Barrack için “Amerika’daki Türk büyükelçisi gibi davranıyor” ifadesini kullanmıştı. Barrack’ın İsrail demokrasisine ilişkin sözleri de Netanyahu’nun tepkisini çekmiş, Barrack bu açıklamalar için özür dilemişti.

Yedioth Ahronoth yazarı Nahum Barnea, ABD’li kaynaklara dayandırdığı yazısında, Washington’un Netanyahu’nun Trump’ın barış planını hayata geçirme konusunda samimi olmadığı ve İsrail’in sürekli savaş halinde kalması için çaba gösterdiği kanaatine vardığını yazdı. Barnea, Beyaz Saray’da Netanyahu’ya yönelik sert ve ağır ifadeler kullanıldığını, bunların bir kısmının doğrudan Netanyahu’ya da iletilmiş olabileceğini belirtti.

Suriye’de “kırmızı çizgiler”

İsrail basınına göre Barrack, Netanyahu’ya Suriye konusunda da “kırmızı çizgiler” iletti. Trump yönetiminin, Suriye Cumhurbaşkanı Ahmed eş-Şara’yı Washington’un bir müttefiki olarak gördüğü ve ülkenin istikrarı için desteklenmesi gerektiği görüşünde olduğu aktarıldı. ABD’nin, İsrail’in yoğun askeri operasyonlarının Suriye’de yönetimin çökmesine yol açmasından endişe duyduğu ve güvenlik anlaşmasına varılmasını istediği belirtildi.

Lübnan konusunda ise Trump’ın, İsrail’in Hizbullah’a karşı sınırlı baskıyı sürdürmesini desteklediği, ancak geniş çaplı bir savaşa onay vermediği ifade edildi.

İsrailli analistler, Netanyahu’nun Barrack’ın tüm taleplerini reddetmeyeceğini, ancak kesin taahhütlerden kaçınarak Trump’la 29 Aralık’ta Florida’da yapacağı görüşmenin önünü açmaya çalıştığını öne sürdü. Buna karşın Netanyahu’nun, Barrack’ın ofisine ulaşmasından hemen önce Suriye’ye hava saldırısı düzenlenmesi talimatı vererek bağımsız hareket ettiği mesajını da vermekten geri durmadığı kaydedildi.

vgt
ABD'nin Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack ve İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu Pazartesi günü bir araya geldi (İsrail hükümeti)

Türkiye’ye mesaj olarak yorumlanan bir adımda ise Netanyahu’nun, Yunanistan Başbakanı ve Kıbrıs Rum Yönetimi lideriyle üçlü bir zirve düzenleme kararı aldığı belirtildi. İsrail’de bu toplantı, Türkiye’ye yönelik doğrudan siyasi mesaj olarak değerlendirildi. Barrack ise görüşme sonrasında, temasların “bölgesel barış ve istikrarı hedefleyen yapıcı bir diyalog” olduğunu söyledi.


Müslüman Kardeşler Teşkilatı ve cevaplamak istemediğimiz sorular

Görsel: Axel Rangel García
Görsel: Axel Rangel García
TT

Müslüman Kardeşler Teşkilatı ve cevaplamak istemediğimiz sorular

Görsel: Axel Rangel García
Görsel: Axel Rangel García

Hüsam İtani

ABD Başkanı Donald Trump’ın yardımcılarını Mısır, Lübnan ve Ürdün'deki Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nı (İhvan-ı Müslimin) ‘terör örgütü’ olarak tanımlamayı düşünmelerini çağırması, şu an dünyanın dört bir yanında aranan ve çok az müttefiki kalan Müslüman Kardeşler Teşkilatı’na karşı büyük bir zafer olarak görüldü.

Trump tarafından 25 Kasım'da imzalanan ve yönetimindeki yetkililere, gerekli gördükleri takdirde 45 gün içinde yaptırım uygulayabilme hakkı veren başkanlık kararnamesi, Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nın tarihini, fikirlerini ve uygulamalarını yeniden gündeme getirdi.

Ancak, son zamanlarda yayınlanan yazılar ve incelemelerin önemli bir kısmı, Müslüman Kardeşler Teşkilatı, liderleri, politikaları ve yüzlerce mecrada dolaşımda olan hikayeleri hakkında halihazırda bilinenlerin yanında, teşkilatın kökleri ve faaliyet gösterdikleri ülkelerdeki yetkililerle ve onların desteğini kazanmak isteyen ve kendi çıkarları için harekete geçirmek istedikleri uluslararası güçlerle olan ilişkilerini anlatmakla yetiniyor.

Trump'ın açıklamasından sonra yayınlanan makalelerin çoğunda, olayın yüzeyinden biraz daha derine inen soruları yanıtlamaktan kaçınılması üzücü. Haberler beş soruyu (kim, ne zaman, neden, nasıl, nerede?/5N1K) geçerli haber olarak kabul edilecekse, bize ulaşan makalelerde gördüklerimiz, akademik araştırma veya belgesel çalışma olmaktan çok haber olmayı bile tenezzül etmiyor. Bunun nedeni, Müslüman Kardeşler Teşkilatı karşıtlığını ifade etmenin, ona karşı olumsuz tutumun nedenlerini açıklamaktan daha ağır basmasıdır.

Bu yüzden Müslüman Kardeşler Teşkilatı, söz konusu makalelere göre Arap ve Müslüman toplumlara karşı kötü niyetli olan, İslam dini istismarının arkasına gizlenen, Arap ve İslam ülkelerinde ilerleme, kalkınma ve modernite ile ilgili ne varsa baltalamaya çalışan, daha önce bilinmeyen sosyal politikalar ve ritüeller icat eden, belirsiz motiflere ve uluslararası güçlere sahip bir grup insan olarak kalıyor. Bu güç, geçmiş yüzyılların karanlığından ortaya çıkmış ve Batı, Doğu veya en çok para ödeyenin hizmetinde iktidarı ele geçirmeyi amaçlıyor.

İslam dini ve siyaset arasındaki ilişki, İslam dininin kendisi kadar eskidir. Din, siyasi bilincin en eski biçimlerinden biridir ve başlangıcından bu yana örgütsel ve siyasi ifadelerini bulmuştur.

erfg
Hükümet karşıtı bir miting sırasında bir Kur'an-ı Kerim nüshasını havaya kaldıran bir gösterici, 4 Mayıs 2005 (AFP)

Bu teşhis, her ne kadar popüler de olsa, aynı zamanda eksik olduğunu da söyleyebiliriz. Zira bir yandan bazı gerçekleri, diğer yandan bazı siyasi propagandaları içeriyor. Tıpkı Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nın kendini Müslümanların kurtarıcısı olarak göstererek, Müslüman halkların yaşadığı tüm krizlerin panzehrinin, İslam dininin kendi yorumlamaları ve siyasi uygulamalarında yattığını savunması gibi. İslam çözümün ta kendisidir ve İslam ümmetinin yükselişi ve yeniden şahlanışı, iç ve dış tiranlardan kurtuluşu için doğru yol İslam'da, daha doğrusu onların İslam anlayışında yatmaktadır. Bunun çok genel bir ifade olduğunu söylemeye gerek yok. Çünkü İslam ümmetinden bahsetmek, ülkelere, halklara, dillere, mezheplere, inançlara ve sınıflara yayılmış, kategorize edilemeyen ve tek bir siyasi-dini ideoloji altında toplanamayan bir milyardan fazla Müslüman'ın çeşitliliğini hesaba katmaz. Müslüman halklar ve uluslar İslam inancının temellerini paylaşsalar bile, etnik ve kültürel farklılıkları ile çeşitli tarihsel deneyimleri Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nın İslam dünyası vizyonuna indirgenemez.

İslam dinin siyasallaşması

Arap ülkelerinde değil, tüm dünyada İslam dinin siyasallaştıran ilk hareketin Müslüman Kardeşler olduğu ve ona mevcut otoriteden bağımsız bir liderlik hiyerarşisine göre işleyen grup olarak modern bir örgütsel yapı kazandırdığı yönünde yaygın bir inanç hakim. Bu iddia dikkatle incelenmeli. Öte yandan, İslam ve siyaset arasındaki ilişki İslam'ın kendisi kadar eskidir. Din, siyasi bilincin en eski biçimlerinden biridir ve başlangıcından bu yana örgütsel ve siyasi ifadelerini bulmuştur. İsmaililer, İbadiler, Karmatiler ve diğerleri gibi gruplar, temelde iktidardaki otoritelere karşı siyasi muhalefet güçleriydi ve kendilerini Pers'ten Fas'ın en batısına kadar uzanan misyoner ağları halinde örgütlemişlerdi.

Cezayir ve Fas'ta Fransızlar tarafından tarım arazilerinin müsadere edilmesini kolaylaştırmak amacıyla şeriat mahkemelerini ve dini vakıfları ortadan kaldırmak için yürütülen sistematik çalışmalar, şiddetli kırsal ayaklanmalara yol açtı.

Fransa’nın 1798 yılında Mısır’a gerçekleştirdiği askeri sefer, çok yönlü bir kültürel şok yarattı. Memlükler ve ardından Türklerin işgali nedeniyle uzun süredir siyasetten çekilmiş olan sivil toplum örgütlerini ve onların askeri ve mali aygıtlarını tüm kamusal alana geri döndürerek, faaliyetlerine yeniden başlamalarını ve Müslüman olmayan yabancı işgalcilere karşı tavır almalarını sağladı. Örneğin, El-Ezher'in Mısır'daki siyasi rolünün yeniden başlaması, o dönemde geleneksel düşünce yapısının cevaplaması zor sorular ortaya atan Fransız seferine kadar uzanabilir. Belki de El-Ezher öğrencisi Süleyman el-Halebi, Fransız seferinin komutanı General Jean-Baptiste Kléber’e suikast düzenleyerek yabancı zorluklarla başa çıkmanın bir yolunu gösterdi.

‘Neden?’ sorusuna cevap bulmaya çalışırken ikinci faktör, 1857 yılında Hindistan'da yaşanan isyanın acımasızca bastırılmasına kadar uzanabilir. İsyana karşı İngilizlerin verdiği yanıtta on binlerce kişi hayatını kaybetmiş olsa da bunların arasında hem Hindular hem de Müslümanlar vardı. Müslümanlar, İngilizlerin Hindistan'da doğrudan yönetimini (Britanya Rajı) kurmasının ve yüzyıllar süren çöküşün ardından son nefesini veren Babür İmparatorluğu'nun geriye kalan sembolik varlığını ortadan kaldırmasının ardından en büyük yenilgiyi yaşayanların kendileri olduğunu düşündüler. Müslüman Hintler, İngilizlere açıkça ve kolayca devredilen iktidara ve yüzlerce yıl boyunca Müslüman Babürler ve diğer milletler tarafından kuzey ve güney Hindistan'da (örneğin Malabar ve çevresinde) uygulanan ve çoğu İslam hukukundan türetilen yasaları değiştirme çabalarına verdikleri tepkilerden biri, Diyobend Medresesi'nin kurulmasıydı. Bu medrese, İngiliz sömürgeciliğiyle mücadele etmek için Hanefi-Maturidi fıkhına dayalı bir İslam projesi oluşturmayı ve bunu daha sonraki bir siyasi projenin teorik giriş kısmı olarak benimsemeyi kendine görev edindi.

Bunun yanında Fransızların Cezayir ve Fas'ta şeriat mahkemelerini ve dini vakıfları ortadan kaldırmak için sistematik olarak yürüttükleri çalışmalar, mülkiyet kayıtlarının imha edilmesi, toprak sahiplerinin uzaklaştırılması ve daha sonra ‘Kara Ayaklar’ olarak bilinen Fransız yerleşimcilerin getirilmesi yoluyla tarım arazilerinin müsadere edilmesinin önünü açtı. Faslı filozof Abdullah Laroui’nin ‘Fas Tarihinin Özeti’ adlı kitabına göre bu durum, Cezayir'de şiddetli kırsal ayaklanmalara yol açtı. Bu ayaklanmaların başında, Fas'ın kuzeyinde Emir Abdulkadir el-Cezairi'nin devrimi ve Fas genelinde ‘Mahzen’ (Fas'a özgü bir yönetim sistemi) ile çatışması geliyor.

Ayrıca, Abdullah Al-Aroui'nin "Fas Tarihinin Özeti" adlı kitabında anlattığı gibi, Fransızların Cezayir ve Fas'ta Şeriat mahkemelerini ve vakıflarını ortadan kaldırmak, mülkiyet kayıtlarını yok etmek, sahiplerini arazilerinden uzaklaştırmak ve Fransız yerleşimcileri (daha sonra "Kara Ayaklılar" olarak bilinenler) getirmek suretiyle tarım arazilerine el koymanın yolunu açmak için yürüttükleri sistematik çalışmalar, Cezayir'de belki de en ünlüsü Emir Abdülkadir el-Cezayiri'nin devrimi olan şiddetli kırsal ayaklanmalara ve Fas'ın kuzeyinde de "Makhzen" ile genel olarak bir çatışmaya yol açmıştır.

dc
Kahire'nin merkezindeki Tahrir Meydanı'nda toplanan Mısırlı protestocular, 19 Kasım 2011 (AFP)

Birinci Dünya Savaşı’nın ardından Haşimilerin İngilizler tarafından kandırılması, İngiltere’nin Haşimilere verdiği bir Arap krallığı kurma sözünü yerine getirmemesi ve 1920 yılında Fransız kuvvetleri Suriye'ye girip Kral 1. Faysal’ı devirdiğinde onları terk etmesi; Bu olaylar, bölge halkları arasında sömürge güçlerine karşı güvensizlik duygularını pekiştiren, misilleme ve kendini yeniden değerlendirme yolları aramaya iten faktörler arasında yer aldı ve onları büyük bir sıçrama yapmaya itti.

Buna, İslam halifeliğini yeniden canlandırma çabaları ve Mısır’da Sultan Fuad'ın (daha sonra Kral Fuad) halife unvanına hak kazandığını ilan etme çabaları eşlik etti.

Mısır şehirlerinde dini eğitim almamış, sosyal eğitim almış grupların ortaya çıkmasının Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nın yükselişinin ana faktörlerinden biri olduğunu düşünürsek, belki de çok da yanılmamış oluruz.

Bu olaylar ve diğerleri, Napolyon’un Mısır seferi ile örneklendirilebileceğimiz Batı modernliğine ve İngilizlerin Hindistan ve Kuzey Afrika’daki baskıları ile örneklendirilebilir Batı sömürgeciliğine karşı düşmanlık gibi çeşitli ilkeler üzerine inşa edilen siyasal veya aktivist İslam’ın ortaya çıkmasının arka planını oluşturdu. Her iki düşmanlık da İslam’ı bir din ve kimlik olarak hedef aldı. Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti örneğinde olduğu gibi, halifeliğin yerini alan sivil devlet de şiddetle reddedildi. Bu düşmanlık faktörleri bir araya gelerek, dini kimlik ya da Batı milliyetçiliği ve sol ideolojiler yoluyla her türlü kurtarıcıya hazır bir zemin oluşturdu. Bununla birlikte siyasal İslam'ın kurulmasının, Mısır ve Ortadoğu'da komünist ve milliyetçi partilerin ortaya çıkmasıyla aynı zamana denk gelmesi tesadüf değildi. O dönem, gerçeklikle başa çıkmak için niteliksel olarak yeni yolların aranmasını gerektiriyordu. 

Bu bağlamda, medeniyet ya da sömürgecilik gibi Batı'nın meydan okumalarına verilen yanıtların, o dönemde İslam dini düşüncesi açısından en gelişmiş iki ülkeden gelmesi şaşırtıcı olmadı. Bunlar Hindistan (Deybandi Medresesi ve onu izleyen hareketler, bunların bazıları Hindistan'ın bağımsızlığı için ardından Pakistan'da Müslüman bir devletin kurulması için verilen mücadelede yer aldı) ve Mısır'dı. Mısır'da El-Ezher, direnişin ilk aşamalarında öncü bir rol oynadı ve ardından İmam Muhammed Abdu ile modernleşmenin gerekliliklerine yanıt vermeye çalıştı.

Müslüman toplumların dönüşümü

Bu arada Mısır toplumu, Batı'ya gönderilen Mısırlı heyetler, müfredat değişiklikleri, geleneksel medreselerin yerine devlet okullarının kurulması ve okullarda zorunlu dersler olarak dil ve dinin yanı sıra modern seküler bilimlerin yaygınlaşmasıyla, İslam dünyasındaki diğer toplumlardan önce yeni eğitim yaklaşımlarını benimsemişti. Bu değişiklikler, Mısır toplumunda derin bir etki bırakmadan geçmedi. Mısır toplumu, sanayileşmenin başlangıcına ve Batı kültür ürünlerinin akınına tanık oldu. Şarku'l Avsat'ın al Majalla'dan aktardığı analize göre ayrıca 19. yüzyılın ortalarından sonlarına kadar Avrupa milliyetçi fikirlerinden etkilenen ve İngiliz sömürgeciliğine karşı duygular besleyen eğitimli kentli sınıfların ortaya çıkışına da şahitlik etti.

dfv
Hasan el-Benna (AFP)

Mısır şehirlerinde dini eğitim almamış, sosyal eğitimli grupların ortaya çıkmasını Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nın yükselişinin ana faktörlerinden biri olarak değerlendirirsek, belki de çok da yanılmayız. Bu eğitimli kişiler, modern bilgiye sahip seçkin bir grup olarak ülkelerindeki durum hakkında fikirlerini ifade etme hakkına sahip olduklarına inanıyorlardı ve aynı zamanda İslam dininin kendi saflarında en açık şekilde ifade ettiği kimlikten ayrılmak istemiyorlardı.

Bilindiği üzere Mısırlı yazar Taha Hüseyin'in yazdığı ‘Cahiliye Şiiri Üzerine’ adlı kitabı, İslam öncesi (Cahiliye) dönemi şiirinden günümüze ulaşanları sorgulaması tartışma yaratmış, ardından Mısır kültürünün Arap-İslam kültüründen çok Helenistik-Roma medeniyetinin bir parçası olduğunu öne sürerek Batı kültürüne entegrasyon çağrısında bulunmasıyla kopardığı fırtınalar, Hüseyin’in ‘Mısır’da Kültürün Geleceği’ adlı kitabında da yer almıştı. Ancak bu fırtınalar Mısır'ın sadece Arap kimliğini değil, İslam kimliğini de vurgulamıştı.

Kültür ve siyasetin Arap yönü, daha sonraki aşamalarda İslam'dan ayrı olarak ortaya çıktı. Aynı durum, Ali Abdurrazık’ın ‘İslamda İktidarın Temelleri’ kitabına yöneltilen sert eleştiriler için de geçerli. Bazıları bu kitabı, 20. yüzyıla ait olması gereken bir ülkede İslam dininin siyasi iktidarı yönetme yeteneğini inkar eden bir eser olarak görüyor. Abdurrazık, dinin devletten ayrılması, dinin ibadetle sınırlı kalması ve siyasete karışmaması gerektiğini ve artık hiçbir gerekçesi kalmayan halifeliğin yeniden canlandırılmasının imkansız olduğunu savunmuştu. Burada, aktivist İslam olgusunun ortaya çıkışının ‘nasıl’ yönünü ele alıyoruz.

Aslında, Ali Abdül Abdurrazık’ın İslam tarihinden örnekler ve argümanlarla ortaya koyduğu ve desteklediği görüş, dini her şeyin –iktidar, siyaset, devlet ve bilim– ayrılmaz bir parçası haline getirmeyi ve sıradan insan yaşamının herhangi bir yönünden ayırmayı imkansız kılmayı amaçlayan çağrılarla çelişmektedir.

Seyyid Kutub'un fikirlerinin şiddet teorisinde oynadığı önemli rol hakkında çok sayıda makale olsa da şiddete başvurma ve şiddet kullanma, Hasan el-Benna'nın görüşlerinde de mevcut.

Bu görüşün, İmam Mehdi'nin gelişi beklenirken siyasi rol konusunda ikilemde olan bazı İranlı Şii çevrelerinde memnuniyetle karşılandığını belirtmek gerekir. Müslüman Kardeşler Teşkilatı, ‘Velayet-i Fakih’ doktrininin savunucuları gibi hukukçulara genel ve mutlak otorite hakkı verme noktasına kadar gitmemiş olsalar da vaat edilen halifeliği kurmanın bir yolu olarak İslami çizgideki siyasi örgütlerin iktidara gelme rolüne ilişkin teorik bir çözüm sunmuşlardı. Müslüman Kardeşler teorisyenlerinin birçok yazısının, daha sonra İran Devrimi'nin sembol isimleri haline gelen kişiler tarafından Farsçaya çevrildiği herkesçe biliniyor. (Müslüman Kardeşler'in İran Devrimi üzerindeki etkisini küçümseyen Valid Nasr'ın ‘Şii Uyanış’ adlı kitabına bakabilirsiniz. Nasr’ın kitabı, Müslüman Kardeşler'in önemini vurgulayan başka bir araştırmacı olan Olivier Roy'un görüşüyle zıtlık oluşturuyor.)

dwf
New York'taki Dünya Ticaret Merkezi'nin güney kulesi alevler içinde kaldığı anlar, 11 Eylül 2001 (Reuters)

Durum ne olursa olsun, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde ortaya çıkan, dini olmayan eğitim almış ama yine de siyasi bir kimlik ve dünyadaki tüm olayları anlamak için bir çerçeve olarak İslam dinine bağlı kalan kentli orta sınıf, Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nın toplumda ilerleme kaydetme ve siyasi temsil için bir yol buldu. El-Ezher'in kıdemli alimlerinin, Hasan el-Benna'nın mesajını aralarında yayma girişimlerini hoş karşılamadıkları doğru, ancak başta ‘Nahvu'n-Nur’ olmak üzere kaleme aldığı ‘Risaleler’ aracılığıyla, Müslüman topluluğun üyeleri arasındaki eğitim ve ilişkileri kapsayan ve Batı medeniyetini radikal bir şekilde reddeden, ancak Batı ülkeleri İslam'ı siyasi otorite olarak kabul ederse onlarla ilişkileri kabul eden ‘karşıt bir toplum’ inşa etme vizyonunu ortaya koydu.

Şiddetin temeli ve gerekçesi

Hasan el-Benna, önce Mısır'da, ardından Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nın yayıldığı diğer Müslüman ülkelerde, taşkilat ile iktidardaki siyasi otoriteler arasında bir çelişki yarattı. İslam dininin yaşamın tüm yönlerini kapsadığı iddiası eğer uygulanırsa, Müslüman Kardeşlerin merkezinde olmak istediği nüfuz alanı dışındaki herhangi bir faaliyete yer bırakmaz. Bu, salt bir fıkıh görüşü değil, en yüksek siyasi otoriteye geçmeden önce toplumda ve kurumlarında mümkün olduğunca fazla güç ele geçirmeyi amaçlayan mekanizmanın nasıl kurulacağına dair radikal bir tutum. Buradan hareketle, Müslüman Kardeşlerin suikasttan eğitimli ve silahlı grupların oluşturulmasına kadar her türlü şiddet eylemine dayalı konumunu inşa ettiği arka planı tartışabiliriz. Seyyid Kutub'un fikirlerinin şiddet teorisinde oynadığı merkezi rol hakkında çok sayıda makalenin kaleme alınmış olsa da şiddete başvurma ve şiddet kullanma, Hasan el-Benna'nın görüşlerinde de mevcut. Ancak Seyyid Kutub, şiddet kullanımının kapsamını genişletti ve buradan yola çıkarak en radikal gruplar, sadece ‘kafir’ devlete karşı savaşmakla kalmayıp, ‘cahil’ topluma da saldırma yönünde vizyonlarını geliştirdi. Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nın belki de kentsel varlıkları nedeniyle, sosyal farklılıkların daha katı ve belirgin olduğu kırsal alanlarda yayılan İslamcı veya cihatçı gruplar gibi diğer güçlere göre şiddet kullanımında daha temkinli davrandığının söylenmesi gerekiyor. El Kaide ve ardından DAEŞ’ın ortaya çıkışıyla din adına acımasız şiddetin zirvesine ulaşıldı. El Kaide ve DEAŞ’ın 11 Eylül 2001 saldırıları, DEAŞ’ın İslam devleti kurma çabaları sırasında yaptığı gibi köleliğin ve köle ticaretinin yeniden canlandırılması gibi terör eylemlerini küresel sahneye taşıyan diğer tüm örgütlerden ayrıldığı da söylenmeli.

g4tg
Tulkerim'de Hamas'ın kuruluşunun yıl dönümü töreninde Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nın kurucusu Hasan el-Benna'nın resimlerini ellerinde tutan Hamas destekçileri, 14 Aralık 2014 (AFP)

Öte yandan, Müslüman Kardeşler Teşkilatı ve benzeri grupların iktidardaki hükümetlerle ateşkes dönemlerinde faaliyet gösterdikleri bağlamları burada hatırlamakta fayda var. Söz konusu gruplar, birçok büyük meslek sendikasında, özellikle bilimsel uzmanlık alanlarıyla uğraşanlarda (doktorlar, mühendisler vb.) liderlik pozisyonlarına yükselmiş, ‘bilim ve inanç’ ya da ‘Kuran'daki bilimsel mucizeler’ adlarıyla bilinen kavramlar aracılığıyla bilim ve teknolojiye ilişkin yanlış bir algı yaymayı başarmışlardır.

Müslüman Kardeşler Teşkilatı, yetkililerle yaşadığı zulüm ve kanlı çatışmalara rağmen, neden neredeyse 100 yıldır yok olmadı?

Ancak en önemli faktör, tutarlı ve istikrarlı olmayan siyasi otoritelerle olan ilişkilerden ziyade fırsatçılık ve fırsatları değerlendirmeye yakın bir ilişkiydi. Müslüman Kardeşler, belirli koşullarda taktiksel ilerleme kaydetmesini sağlayan projelere katılmayı kabul ediyordu. Örneğin, 1970'lerin ilk yarısında Mısır Cumhurbaşkanı Enver Sedat'ın solcu üniversite öğrencilerine karşı başlattığı kampanyaya katılarak, Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nı solculara darbe vurmak için kullanmıştı. Daha sonra iktidarla ilişkiler bozuldu, ancak Hüsnü Mübarek döneminde yeniden düzeldi. Bu düzelme ‘25 Ocak Devrimi’ne kadar sürdü. Ancak Müslüman Kardeşler, ‘Öfke Cuması’ gerçekleşene kadar devrime katılmakta geç kalmıştı.

Dolayısıyla bu fenomenin yükselişi veya düşüşüyle ilgili birçok soru işareti var. Bunlar genellikle cevaplamaktan kaçındığımız sorular. Çünkü bunların mevcut durum ve onun örneğin, iktidar ve iktidara erişim sorunu, iktidarı talep etmenin meşruiyeti, din ve siyasetle ilişkisi, devletle/otoriteyle bütünleşmesi veya ayrılması gibi parametreleriyle bağlantılı olduğunu biliyoruz.

Bu yüzden yaklaşımlarımızı Müslüman Kardeşler ve diğerlerinin çelişkilerini araştırmakla sınırlıyoruz ve sorunların yüzeyinde ve bunlardan kaynaklanan siyasi ve sosyal çıkmazlarda küçük çizikler atmaktan öteye geçmek istemiyoruz. Müslüman Kardeşler Teşkilatı, yetkililerle yaşadığı zulüm ve kanlı çatışmalara rağmen, neredeyse 100 yıldır neden yok olmadı? Burada dışarıdan destek ve finansman aldıklarını hatırlamak yeterli olmaz. Çünkü aynı zamanda belirli koşullarda iktidarı ele geçirmeleri için teşvik edildiklerini de hatırlamak gerekir. Birçok güç benzer şekilde destek aldıktan sonra başarısız oldu ve ortadan kayboldu. Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nı, ulaşması imkânsız bir şeyi isteyen sosyal grubun ifadesi olarak görmek daha yararlı olacaktır. Çünkü ne zaman siyasi söylemine dini meşruiyet kazandırmak ve iktidarı ele geçirebilecek bir çoğunluğa dönüşmek istese başarısız oluyor. Bu kısır döngü, belirli aşamalarda devletin ve toplumun yapısını ve içindeki herkesi yok etme çabalarına dönüşen krizlere yol açtı.

Bu satırlarda gazeteciliğin temelindeki 5N1K sorularını yanıtlamamış olabiliriz, fakat bunları anlamsız sözlerle yanıtlamaktan kaçınmaktansa bilinçli bir şekilde ele almayı tercih ediyoruz.

*Bu analiz Şarku’l Avsat tarafından Londra merkezli al Majalla dergisinden çevrilmiştir.