Hamas raporunun tam metni: "Aksa Tufanı'nı neden yaptık"

Örgüt, sivilleri hedef almadığını, sivillerin çoğunun İsrail ordusunun ve polisinin şaşkınlığı sonucu İsrail polisi ve askeri tarafından öldürüldüğünü iddia etti

İslami Direniş Örgütü (kısaca Hamas) aralarında ABD ve Birleşik Krallık'ın da yer aldığı ülkelerce terör örgütü olarak kabul ediliyor. Çin ve Rusya'nın yanı sıra aralarında Türkiye'nin de yer aldığı nüfusu müslüman çoğunluklu ülkeler ve Birleşmiş Milletler ise Hamas'ı terör örgütü olarak değerlendirmiyor (Reuters)
İslami Direniş Örgütü (kısaca Hamas) aralarında ABD ve Birleşik Krallık'ın da yer aldığı ülkelerce terör örgütü olarak kabul ediliyor. Çin ve Rusya'nın yanı sıra aralarında Türkiye'nin de yer aldığı nüfusu müslüman çoğunluklu ülkeler ve Birleşmiş Milletler ise Hamas'ı terör örgütü olarak değerlendirmiyor (Reuters)
TT

Hamas raporunun tam metni: "Aksa Tufanı'nı neden yaptık"

İslami Direniş Örgütü (kısaca Hamas) aralarında ABD ve Birleşik Krallık'ın da yer aldığı ülkelerce terör örgütü olarak kabul ediliyor. Çin ve Rusya'nın yanı sıra aralarında Türkiye'nin de yer aldığı nüfusu müslüman çoğunluklu ülkeler ve Birleşmiş Milletler ise Hamas'ı terör örgütü olarak değerlendirmiyor (Reuters)
İslami Direniş Örgütü (kısaca Hamas) aralarında ABD ve Birleşik Krallık'ın da yer aldığı ülkelerce terör örgütü olarak kabul ediliyor. Çin ve Rusya'nın yanı sıra aralarında Türkiye'nin de yer aldığı nüfusu müslüman çoğunluklu ülkeler ve Birleşmiş Milletler ise Hamas'ı terör örgütü olarak değerlendirmiyor (Reuters)

Hamas, 7 Ekim 2023'te İsrail'e karşı düzenlediği "Aksa Tufanı" operasyonuna ilişkin bir rapor yayımladı.

"Aksa Tufanı'nı neden yaptık" başlığını taşıyan 17 sayfalık raporda, 7 Ekim'de neler yaşandığı, operasyonun neden yapıldığı ve Filistin meselesiyle bağlantısına yer verildi.

İsrail'in iddialarını çürütme ve gerçekleri ortaya çıkarma amacıyla hazırlandığı iddia edilen raporda, Aksa Tufanı'nın, "İsrail'in, Filistin davasını tasfiye etme, toprakları ele geçirme ve Yahudileştirme, Mescid-i Aksa ve kutsal mekanlar üzerinde tam olarak hakimiyet kurma planlarına karşı koymak için atılmış gerekli bir adım ve doğal bir tepki olduğu" öne sürüldü.

Raporda, "Aksa Tufanı"nın ayrıca, "Gazze Şeridi'ndeki ablukanın kaldırılmasının yanı sıra, işgalden kurtulma, ulusal hakların yeniden tesisi, bağımsızlık ve kendi kaderini tayin hakkının elde edilmesi ve başkenti Kudüs olan Filistin devletinin kurulması yolunda atılmış doğal bir adım olduğu" öne sürüldü.

İşte, Ortadoğu ve Dünya siyasetinde yeni bir sayfa açan Gazze Savaşı'na neden olan operasyon hakkındaki 17 sayfalık raporun tam metni:

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla

Sadık Filistin halkımız,
Arap ve İslam ülkeleri;

Dünyanın dört bir yanındaki özgür halklar ve özgürlük, adalet ve insan onurunu savunanlar,

İsrail'in Gazze Şeridi ve Batı Şeria'ya yönelik devam eden saldırganlığı ışığında; halkımız bağımsızlık, onur ve şimdiye kadarki en uzun süreli işgalden kurtulma mücadelesini sürdürürken, İsrail cinayet makinesi ve saldırganlığına karşı en iyi cesaret ve kahramanlık örneklerini sergiliyor. Halkımıza ve dünyanın özgür halklarına 7 Ekim'de yaşananların gerçekliğini, ardındaki nedenleri, Filistin davasıyla ilgili genel bağlamını açıklamak, İsrail'in iddialarını çürütmek ve gerçekleri bir perspektife oturtmak istiyoruz.

Bir: Neden Aksa Tufanı Operasyonu?

1- Filistin halkının işgale ve sömürgeciliğe karşı mücadelesi 7 Ekim'de değil, 30 yıllık Britanya sömürgeciliği ve 75 yıllık Siyonist işgal de dahil 105 yıl önce başlamıştır. 1918’de Filistin halkı, Filistin topraklarının yüzde 98,5'ine sahipti ve topraklarındaki nüfusun yüzde 92'sini temsil ediyordu. Britanyalı sömürge yetkilileri ve Siyonist Hareket arasındaki koordinasyonla kitlesel göç operasyonlarıyla Filistin'e getirilen Yahudiler, tarihi Filistin topraklarında Siyonist Varlığın ilan edildiği 1948’e kadar Filistin topraklarının en fazla yüzde 6'sının kontrolünü ele geçirmeyi ve nüfusun yüzde 31'ini oluşturmayı başardılar. O dönemde Filistin halkının kendi kaderini belirleme hakkı elinden alınmış ve Siyonist çeteler Filistin halkına karşı onları topraklarından ve bölgelerinden sürmeyi amaçlayan bir etnik temizlik operasyonuna girişmiştir. Sonuç olarak, Siyonist çeteler Filistin halkının yüzde 57'sini sürdükleri Filistin topraklarının yüzde 77'sinin kontrolünü zorla ele geçirmiş, 500'den fazla Filistin köyüyle kasabasını yok etmiş, Filistinlilere karşı düzinelerce katliam gerçekleştirmiş ve bunların hepsi 1948'de Siyonist Varlığın kurulmasıyla sonuçlanmıştır. Dahası, İsrail güçleri saldırganlığın devamı olarak 1967'de Filistin'in çevresindeki Arap topraklarının yanı sıra Batı Şeria, Gazze Şeridi ve Kudüs de dahil olmak üzere Filistin'in geri kalanını işgal etmiştir.

2- Bu uzun onlarca yıl boyunca Filistin halkı her türlü baskıya, adaletsizliğe, temel haklarının gasp edilmesine ve apartheid politikalarına maruz kalmıştır. Örneğin Gazze Şeridi, 2007'den bu yana dünyanın en büyük açık hava hapishanesine dönüştüren 17 yıllık boğucu bir ablukadan muzdaripti. Gazze'deki Filistin halkı ayrıca, hepsi de "İsrail"in suçlu taraf olduğu 5 yıkıcı savaşın\saldırının acısını çekti. Gazze halkı 2018’de da İsrail ablukasını, sefalet içindeki insani koşullarını barışçıl bir şekilde protesto etmek ve yurtlarına geri dönüş haklarını talep etmek üzere Büyük Dönüş Yürüyüşü gösterilerini başlatmıştı. Ancak İsrail işgal güçleri bu protestolara acımasız bir güçle karşılık vermiş ve birkaç ay içinde 360 Filistinli öldürülmüş, 5 binden fazlası çocuk olmak üzere 19 bin kişi de yaralanmıştı.

3- Resmi rakamlara göre, (Ocak 2000’le Eylül 2023) arasındaki dönemde İsrail işgali 11 bin 299 Filistinliyi öldürdü ve büyük çoğunluğu sivil olan 156 bin 768 kişiyi yaraladı. Ne yazık ki, ABD yönetimi ve müttefikleri Filistin halkının son yıllarda çektiği acılara aldırış etmemiş fakat İsrail saldırganlığına kılıf hazırlamıştır. Sadece 7 Ekim'de öldürülen İsrailli askerlere ağıt yaktılar, ne olduğuna dair gerçeği araştırmadılar ve İsrailli sivillerin hedef alındığı iddiasını kınarken yanlış bir şekilde İsrail söyleminin arkasında yürüdüler. ABD yönetimi, İsrail işgalinin Filistinli sivillere yönelik katliamlarına ve Gazze Şeridi'ne yönelik acımasız saldırısına mali ve askeri destek sağlamış ve ABD yetkilileri hâlâ İsrail işgal güçlerinin Gazze'de işlediği toplu katliamları görmezden gelmeye devam etmektedir.

4- İsrail'in ihlalleri ve vahşetini, Uluslararası Af Örgütü ve İnsan Hakları İzleme Örgütü de dahil birçok BM kuruluşu ve uluslararası insan hakları grubu hatta İsrailli insan hakları grupları da belgelemiştir. Ancak, bu raporlar ve tanıklıklar görmezden gelindi ve İsrail işgali henüz sorumlu tutulmadı. Örneğin, 29 Ekim 2021'de İsrail'in BM Büyükelçisi Gilad Erdan, Genel Kurul'da yaptığı bir konuşma sırasında BM İnsan Hakları Konseyi için hazırlanan bir raporu yırtarak BM sistemine hakaret etti ve kürsüden ayrılmadan önce raporu çöp kutusuna attı. Buna rağmen bir sonraki yıl (2022) BM Genel Kurulu Başkan Yardımcılığı görevine atandı.

5- ABD yönetimi ve Batılı müttefikleri İsrail'e her zaman hukukun üstünde bir devlet muamelesi yapmış; işgali uzatmak ve Filistin halkına baskı uygulamak için gerekli kılıfı sağlamış, ayrıca "İsrail"in bu durumu daha fazla Filistin toprağına el koymak ve kutsal mekanlarını Yahudileştirmek için kullanmasına izin vermiştir. BM'nin son 75 yılda Filistin halkı lehine 900'den fazla karar çıkarmış olmasına rağmen "İsrail" bu kararların hiçbirine uymayı reddetti ve ABD VETO'su, "İsrail'in" politikalarına ve ihlallerine yönelik herhangi bir kınamayı önlemek için BM Güvenlik Konseyi'nde her zaman hazır bulundu. Bu nedenle ABD ve diğer batılı ülkeleri İsrail işgaliyle işlenen suçlarda ve Filistin halkının çektiği acıların devam etmesinde suç ortağı ve işbirlikçi olarak görüyoruz.

6-  "Barışçıl çözüm süreci"ne gelince. 1993’te Filistin Kurtuluş Örgütü’yle (FKÖ) imzalanan Oslo Anlaşmaları, Batı Şeria ve Gazze Şeridi'nde bağımsız bir Filistin devletinin kurulmasını öngörmesine rağmen "İsrail", işgal altındaki Batı Şeria ve Kudüs'te geniş çaplı bir yerleşim alanları inşası ve Filistin topraklarının Yahudileştirilmesi kampanyasıyla Filistin devletinin kurulmasına yönelik her türlü olasılığı sistematik olarak yok etti. Barış sürecinin destekçileri 30 yıl sonra bir çıkmaza girdiklerini ve bu sürecin Filistin halkı üzerinde yıkıcı sonuçları olduğunu anladı.

İsrailli yetkililer, bir Filistin devletinin kurulmasını kesinlikle reddettiklerini çeşitli vesilelerle doğrulamıştır. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, Aksa Tufanı Operasyonu'ndan sadece bir ay önce, Batı Şeria ve Gazze de dahil Ürdün Nehri'nden Akdeniz'e kadar uzanan "İsrail"i tasvir eden sözümona bir "Yeni Ortadoğu" haritası sundu. Tüm dünya (BM Genel Kurulu'nun) kürsüdeki Netanyahu’nun Filistin halkının haklarına yönelik kibir ve cehalet dolu konuşması karşısında sessiz kaldı.

Saldırının hemen ardından Gazze'yi bombalamaya başlayan İsrail, şehrin kuzeyini 4 günde bu hale getirdi (Reuters)
Saldırının hemen ardından Gazze'yi bombalamaya başlayan İsrail, şehrin kuzeyini 4 günde bu hale getirdi (Reuters)

7-  75 yıllık acımasız işgal ve zulmün ardından, kurtuluş ve halkımıza dönüş için yapılan tüm girişimlerin başarısız olmasının yanı sıra sözümona barış sürecinin feci sonuçlarından sonra dünya Filistin halkından aşağıdakilere karşılık olarak ne yapmasını bekliyordu?

İsrail'in kutsal Mescid-i Aksa'yı Yahudileştirme planları, zamansal ve mekansal bölme girişimleri ve İsrailli yerleşimcilerin kutsal camiye yönelik saldırılarının yoğunlaşması.

Batı Şeria ve Kudüs'ün tamamını sözümona "İsrail egemenliğine" katma yolunda fiilen adımlar atan radikal sağcı İsrail hükümetinin uygulamaları, Filistinlilerin evlerinden ve yaşadıkları bölgelerden sürülmesine yönelik resmi İsrail planlarının ortasında yer alması.

İsrail hapishanelerindeki binlerce Filistinli tutuklu, İsrail'in faşist bakanı Itamar Ben-Gvir'in doğrudan gözetimi altında temel haklarından mahrum bırakılmanın yanı sıra saldırı ve aşağılamalara maruz kalması.

Gazze Şeridi'ne 17 yıldır uygulanan haksız hava, deniz ve kara ablukası.

İsrail yerleşimlerinin Batı Şeria'da eşi benzeri görülmemiş bir düzeyde yayılmasının yanı sıra yerleşimciler tarafından Filistinlilerle mülklerine karşı her gün uygulanan şiddet.

Mülteci kamplarında ve diğer bölgelerde zor koşullar altında yaşayan ve 75 yıl önce sürüldükleri topraklarına geri dönmek isteyen 7 milyon Filistinli.

Uluslararası toplumun başarısızlığı ve süper güçlerin suç ortaklığı bir Filistin devletinin kurulmasını engellemesi.

Tüm bunlardan sonra Filistin halkından ne bekleniyordu? Beklemeye devam etmek ve aciz BM'ye güvenmeye devam etmek! Ya da Filistin halkını, topraklarını, haklarını ve kutsallarını savunmak için inisiyatif alması; savunma eyleminin uluslararası yasalarda, normlarda ve sözleşmelerde yer alan bir hak olduğunu bilmesi.

Yukarıdakilerden hareketle, 7 Ekim'deki Aksa Tufanı Operasyonu, İsrail'in Filistin halkına ve davasına yönelik tüm komplolarına karşı koymak için gerekli bir adım ve normal bir yanıttı. Bu, İsrail işgalinden kurtulma, Filistinlilerin haklarını geri alma ve dünyadaki tüm halkların yaptığı gibi kurtuluş ve bağımsızlık yolunda savunma amaçlı bir eylemdi.

İki: Aksa Tufanı Operasyonu'nda yaşananlar ve İsrail'in iddialarına verilen yanıtlar 

İslami Direniş Hareketi - Hamas olarak, 7 Ekim'de gerçekleştirilen Aksa Tufanı Operasyonu ve yankılarıyla ilgili İsrail'in uydurma suçlamalar ve iddiaları karşısında aşağıdaki hususları açıklığa kavuşturuyoruz:

1- Aksa Tufanı Operasyonu 7 Ekim'de İsrail askeri mevzilerini hedef aldı ve düşman askerlerini tutuklayarak İsrail hapishanelerinde tutulan binlerce Filistinlinin esir takası anlaşması yoluyla serbest bırakılması için İsrailli yetkililere baskı yapmayı amaçladı. Bu nedenle operasyon, İsrail ordusunun Gazze Tümeni'ni, Gazze çevresindeki İsrail yerleşimlerinin yakınında konuşlanmış İsrail askeri tesislerini yok etmeye odaklandı.

2- Sivillere, özellikle de çocuklara, kadınlara ve yaşlılara zarar vermekten kaçınmak Kassam Tugayları'nın tüm savaşçıları için dini ve ahlaki bir taahhüttür. Filistin direnişinin operasyon sırasında tamamen disiplinli ve İslami değerlere bağlı olduğunu, Filistinli savaşçıların sadece işgal askerlerini ve halkımıza karşı silah taşıyanları hedef aldığını yineliyoruz. Aynı zamanda Filistinli savaşçılar, direnişte hassas silahların kullanılmamasına rağmen sivillere zarar vermekten kaçınmaya özen göstermiştir. Ayrıca, sivillerin hedef alındığı herhangi bir durum olduysa da bu kazara ve işgal güçleriyle çatışma sırasında gerçekleşmiştir.

Hamas Hareketi kurulduğu 1987’den bu yana sivillere zarar vermekten kaçınmayı taahhüt etmiştir. Siyonist suçlu Baruch Goldstein'ın 1994’te işgal altındaki El-Halil şehrinde bulunan İbrahim Camii'nde ibadet eden Filistinlilere yönelik bir katliam gerçekleştirmesinin ardından Hamas Hareketi, tüm tarafların sivillerin zarar görmesini engellemek için bir girişim başlattığını duyurmuş ancak İsrail işgali bunu reddetmiş hatta bu konuda herhangi bir yorumda bulunmamıştır. Hamas Hareketi de bu tür çağrıları birkaç kez tekrarladı ancak Filistinli sivilleri kasıtlı olarak hedef almaya ve öldürmeye devam eden İsrail işgali tarafından gözardı edildi.

3- İsrail güvenlik ve askeri sisteminin hızla çökmesi ve Gazze’yle sınır bölgelerinde yaşanan kaos nedeniyle Aksa Tufanı Operasyonu'nun uygulanması sırasında bazı hatalar yaşanmış olabilir.

Pek çok kişinin tanıklık ettiği üzere Hamas Hareketi, Gazze'de tutulan tüm sivillere olumlu ve nazik bir şekilde yaklaşmış ve saldırının ilk günlerinden itibaren onları serbest bırakmaya çalışmıştır. Bir hafta süren insani ateşkes sırasında da böyle olmuş, Filistinli kadın ve çocukların İsrail hapishanelerinden salıverilmesi karşılığında bu siviller serbest bırakılmıştır.

İsrail ordusunun, Gazze Şeridi'ne 7 Ekim 2023'ten bu yana sürdürdüğü saldırılarla 11 bin çocuğu öldürdüğü açıklandı (AFP)
İsrail ordusunun, Gazze Şeridi'ne 7 Ekim 2023'ten bu yana sürdürdüğü saldırılarla 11 bin çocuğu öldürdüğü açıklandı (AFP)

4-  İşgalci İsrail'in 7 Ekim'de Kassam Tugayları'nın İsrailli sivilleri hedef aldığına dair ortaya attığı iddialar tamamen yalan ve uydurmadan başka bir şey değildir. Bu iddiaların kaynağı İsrail’in resmi söylemidir ve hiçbir bağımsız kaynak bunlardan herhangi birini kanıtlamamıştır. İsrail’in resmi söyleminin her zaman Filistin direnişini şeytanlaştırmaya çalıştığı ve aynı zamanda Gazze'ye yönelik acımasız saldırısını meşrulaştırdığı bilinen bir gerçektir.

İşte İsrail'in iddialarına karşı çıkan bazı ayrıntılar:

O gün (7 Ekim) çekilen videolar ve daha sonra serbest bırakılan İsraillilerin kendi ifadeleri, Kassam Tugayları savaşçılarının sivilleri hedef almadığını ve birçok İsraillinin kendi ordusu ve polisi tarafından yaşadıkları karışıklık nedeniyle öldürüldüğünü gösterdi.

Filistinli savaşçıların "40 bebeğin kafasını kestiği" yalanı da kesin bir şekilde çürütülmüş hatta İsrail kaynakları da bunu reddetmiştir. Batılı medya kuruluşlarının birçoğu ne yazık ki bu iddiayı benimsemiş ve desteklemiştir.

Filistinli savaşçıların İsrailli kadınlara tecavüz ettiği iddiası Hamas Hareketi tamamen reddetmiştir. Mondoweiss haber sitesinin 1 Aralık 2023 tarihli haberinde, Hamas üyelerinin 7 Ekim'de gerçekleştirdiği iddia edilen "toplu tecavüz" olayına ilişkin herhangi bir kanıt bulunmadığı ve İsrail'in bu iddiayı "Gazze'deki soykırımı körüklemek için" kullandığı belirtildi.

İsrail'in Yedioth Ahronoth gazetesinin 10 Ekim ve Haaretz gazetesinin 18 Kasım tarihli iki haberine göre, Gazze yakınlarında düzenlenen ve 364 İsrailli sivilin hayatını kaybettiği Nova Müzik Festivalinde bulunanlar başta olmak üzere çok sayıda İsrailli sivil İsrail askeri helikopteri tarafından öldürüldü. Her iki haberde de Hamas savaşçılarının festivalden habersiz o alana ulaştığı ve İsrail helikopterinin hem Hamas savaşçılarına hem de festivale katılanlara ateş açtığı belirtiliyor. Yedioth Ahronoth ayrıca İsrail ordusunun Gazze'den daha fazla içeri sızmayı önlemek ve herhangi bir İsraillinin Filistinli savaşçılar tarafından tutuklanmasını önlemek için Gazze Şeridi'ni çevreleyen bölgelerde 300'den fazla hedefi vurduğunu söyledi.

Diğer İsraillilerin ifadeleri, İsrail ordusunun baskınlarının ve askerlerinin operasyonlarının birçok İsrailli esiri ve onları esir alanları öldürdüğünü doğruladı. İsrail işgal ordusu, Filistin direnişiyle esir takası yapmaktan kaçınmak için "ölü bir sivil rehine veya asker, canlı ele geçirilmesinden daha iyidir" diyen İsrail ordusunun kötü şöhretli "Hannibal Direktifi"nin açık bir uygulaması olarak, Filistinli savaşçıların ve İsraillilerin içinde bulunduğu İsrail yerleşimlerindeki evleri bombaladı.

Dahası, işgal yetkilileri öldürülen asker ve sivillerin sayısını 1400'den 1200'e düşürdü. Bu düzeltme, 200 yanmış cesedin öldürülen Filistinli savaşçılara ait olduğunu ve İsrailli cesetlerle karıştığını tespit ettikten sonra yapıldı. Bu da Filistinli savaşçıları öldürenin İsraillileri de öldüren kişi olduğu anlamına gelmektedir zira 7 Ekim'de İsrail bölgelerini öldüren, yakan ve yok eden askeri uçakların sadece İsrail ordusuna ait olduğu bilinmektedir.

İsrail'in Gazze'de 60'a yakın İsrailli esirin ölümüne yol açan ağır hava saldırıları da İsrail işgalinin Gazze'deki kendi esirlerinin hayatını önemsemediğini kanıtlamaktadır.

5- Ayrıca, Gazze çevresindeki yerleşim yerlerinde yaşayan İsrailli yerleşimcilerin bir kısmının silahlı olduğu ve 7 Ekim'de Filistinli savaşçılarla çatıştıkları da bir gerçektir. Bu yerleşimciler sivil olarak kayıtlara geçerken, gerçekte İsrail ordusunun yanında savaşan silahlı kişilerdi.

6- İsrailli sivillerden bahsederken, zorunlu askerliğin 18 yaşın üzerindeki (erkekler 32 ay, kadınlar da 24 ay askerlik yapıyor) tüm İsrailliler için geçerli olduğu ve herkesin silah taşıyıp kullanabildiği bilinmelidir. Bu, İsrail'in "silahlı halk" güvenlik teorisine dayanmaktadır ve İsrail varlığını "ülkesi olan bir orduya" dönüştürmüştür.

Hamas'ın kontrolündeki Gazze Şeridi'nden İsrail'in Aşkelon kentine roket saldırısından bir görüntü (Reuters)
Hamas'ın kontrolündeki Gazze Şeridi'nden İsrail'in Aşkelon kentine roket saldırısından bir görüntü (Reuters)

7- Sivillerin acımasızca öldürülmesi İsrail varlığının sistematik bir yaklaşımıdır ve Filistin halkını aşağılamak için kullanılan araçlardan biridir. Gazze'de Filistinlilerin kitlesel olarak öldürülmesi bu yaklaşımın açık bir kanıtıdır.

8- Al Jazeera haber kanalı bir belgeselde, İsrail'in Gazze'ye saldırdığı bir ay içinde Gazze'de öldürülen Filistinli çocukların günlük ortalamasının 136 olduğunu, Ukrayna'da (Rusya-Ukrayna savaşı sırasında) öldürülen çocukların ortalamasının da her gün bir çocuk olduğunu belirtti.

9- İsrail'in saldırganlığını savunanlar olaylara objektif bir şekilde bakmak yerine Hamas savaşçılarına saldırırken siviller arasında da kayıplar olacağını söyleyerek İsrail'in Filistinlilere yönelik kitlesel öldürme eylemini haklı çıkarmaya çalışıyorlar. Ancak 7 Ekim'deki Aksa Tufanı olayı söz konusu olduğunda böyle bir varsayıma başvurmuyorlar.

10- Herhangi bir adil ve bağımsız soruşturmanın, anlattıklarımızın doğruluğunu kanıtlayacağından ve İsrail tarafındaki yalan ve yanıltıcı bilgilerin boyutunu ortaya koyacağından eminiz. Buna İsrail'in Gazze'deki hastanelerle ilgili yaptığı, Filistin direnişinin buraları komuta merkezi olarak kullandığı yönündeki iddiaları da dahildir; bu iddia kanıtlanmamış ve birçok batılı basın kuruluşunun raporlarıyla yalanlanmıştır.

Üç: Şeffaf bir uluslararası soruşturmaya doğru 

1- Filistin, Uluslararası Ceza Mahkemesi'ne (UCM) üye bir devlettir ve 2015’te Roma Statüsü'ne taraf olmuştur. Filistin, kendi topraklarında İsrail'in işlediği savaş suçlarının soruşturulmasını talep ettiğinde, İsrail'in uzlaşmazlığı, reddi ve UCM'ye başvurdukları için Filistinlileri cezalandırma tehditleriyle karşılaşmıştır. Ayrıca, adalet değerlerini savunduklarını iddia eden büyük güçlerin tamamen işgal söyleminin yanında yer aldığını ve Filistinlilerin uluslararası adalet sistemindeki hamlelerine karşı durduğunu belirtmek de talihsiz bir durumdur. Bu güçler "İsrail"i bir devlet olarak hukukun üstünde tutmak ve sorumluluktan ve hesap vermekten kaçmasını sağlamak istemektedir.

2- Başta ABD yönetimi, Almanya, Kanada ve Birleşik Krallık olmak üzere bu ülkelere, eğer iddia ettikleri gibi adaletin yerini bulmasını istiyorlarsa, işgal altındaki Filistin'de işlenen tüm suçların soruşturulma sürecine desteklerini açıklamaları ve uluslararası mahkemelerin görevlerini etkili bir şekilde yerine getirmelerine tam destek vermeleri çağrısında bulunuyoruz.

3- Bu ülkelerin adaletin yanında duracaklarına dair şüphelerimiz olmasına rağmen UCM Savcısı ve ekibini, durumu uzaktan gözlemlemek ya da İsrail'in kısıtlamalarına tabi olmak yerine, orada işlenen suç ve ihlalleri incelemek üzere derhal ve acilen işgal altındaki Filistin'e gelmeye çağırıyoruz. 

4- Aralık 2022'de BM Genel Kurulu, "İsrail'in" Filistin topraklarındaki yasadışı işgalinin hukuki sonuçları hakkında Uluslararası Adalet Divanı'ndan (UAD) görüş isteyen bir önergeyi onayladığında, "İsrail'i" destekleyen (birkaç) ülke, yaklaşık 100 ülkenin onayladığı bu adımı reddettiklerini açıkladı. Halkımız (ve onların hukuk ve hak grupları) İsrailli savaş suçlularına karşı Avrupa ülkelerinin mahkemeleri önünde (evrensel yargı yetkisi sistemi aracılığıyla) kovuşturma başlatmaya çalıştığında, Avrupa rejimleri İsrailli savaş suçlularının serbest kalması lehine bu girişimleri engelledi.

5- 7 Ekim olayları daha geniş bir bağlama oturtulmalı ve günümüzde sömürgeciliğe ve işgale karşı verilen tüm mücadele örnekleri hatırlanmalıdır. Bu mücadele deneyimleri, işgal altındaki halkın, işgalcinin uyguladığı baskıya eşdeğer bir karşılık vereceğini göstermektedir.

6- Filistin halkı ve dünyanın dört bir yanındaki halklar, İsrail söylemini destekleyen bu hükümetlerin kör önyargılarını haklı çıkarmak ve İsrail suçlarını örtbas etmek için uyguladıkları yalanlarla aldatmacanın boyutunun farkında. Bu ülkeler, çatışmanın temel nedenlerinin işgal ve Filistin halkının kendi topraklarında onurlu bir şekilde yaşama hakkının reddedilmesi olduğunu bilmektedir. Bu ülkeler Gazze'deki milyonlarca Filistinli üzerindeki haksız ablukanın devamına ve İsrail hapishanelerinde temel haklarının çoğunlukla reddedildiği koşullar altında tutulan binlerce Filistinli tutukluya karşı hiçbir ilgi göstermemektedir.

7- İsrail'in işlediği suçları ve katliamları reddettiklerini dile getirmek, Filistin halkının haklarına ve haklı davalarına desteklerini göstermek için dünyanın tüm başkentlerinde ve şehirlerinde toplanan tüm dinlerden, etnik kökenlerden ve çevrelerden gelen dünyanın özgür insanlarını selamlıyoruz.

Dört: Dünyaya bir hatırlatma, Hamas kimdir?

1- İslami Direniş Hareketi "Hamas" Filistinli bir İslami ulusal kurtuluş ve direniş hareketidir. Amacı Filistin'i özgürleştirmek ve Siyonist projeye karşı koymaktır. İlkelerini, hedeflerini ve araçlarını belirleyen referans çerçevesi İslam'dır. Hamas, herhangi bir insanın milliyetçilik, dini veya mezhepsel gerekçelerle zulmedilmesini ya da haklarının baltalanmasını reddeder.

2- Hamas, çatışmasının dinlerinden dolayı Yahudilerle değil Siyonist projeyle olduğunu doğrular. Hamas, Yahudilere karşı Yahudi oldukları için değil, Filistin'i işgal eden Siyonistlere karşı mücadele etmektedir. Oysa Yahudiliği ve Yahudileri sürekli olarak kendi sömürgeci projeleri ve yasadışı varlıklarıyla özdeşleştirenler Siyonistlerdir.

3-  Filistin halkı her zaman zulme, adaletsizliğe ve kim tarafından yapılırsa yapılsın sivillere yönelik katliamlara karşı durmuştur. Dini ve ahlaki değerlerimize dayanarak, Yahudilerin Nazi Almanyası tarafından maruz bırakıldıkları şeye net bir şekilde karşı çıktık. Burada, Yahudi sorununun özünde bir Avrupa sorunu olduğunu, Arap ve İslam toplumuysa (tarih boyunca) Yahudi halkı ve diğer inanç ve etnik kökenlerden halklar için güvenli bir sığınak olduğunu hatırlatıyoruz. Arap ve İslam toplumu bir arada yaşama, kültürel etkileşim ve dini özgürlükler için bir örnek teşkil etmiştir. Mevcut çatışma Siyonistlerin saldırgan tutumundan ve Batılı sömürgeci güçlerle ittifakından kaynaklanmaktadır; bu nedenle, Filistin'deki halkımıza yönelik baskıyı meşrulaştırmak için Avrupa'daki Yahudilerin çektikleri acılarının kullanılmasını reddediyoruz.

9 Ekim'de Gazze'den İsrail'e atılan roketlerin görüntüsü (Reuters)
9 Ekim'de Gazze'den İsrail'e atılan roketlerin görüntüsü (Reuters)

4- Uluslararası yasa ve normlara göre Hamas Hareketi, net hedefleri ve misyonu olan bir ulusal kurtuluş hareketidir. İşgale karşı direnme meşruiyetini Filistinlilerin kendini savunma, özgürleştirme ve kendi kaderini belirleme hakkından almaktadır. Hamas, İsrail işgaliyle mücadelesini ve direnişini her zaman işgal altındaki Filistin topraklarıyla sınırlamak istemiştir ancak İsrail işgali buna uymamış ve Filistin dışındaki Filistinlilere karşı katliam ve cinayetler işlemiştir.

5- İşgale karşı silahlı direniş de dahil her türlü yöntemle direnmenin; tüm normlar, semavi dinler, Cenevre Sözleşmeleri ve onun birinci ek protokolü de dahil uluslararası yasalar ve ilgili BM kararları, örneğin BM Genel Kurulu'nun 22 Kasım 1974 tarihli 29. oturumunda kabul edilen ve Filistin halkının kendi kaderlerini belirleme ve "sürüldükleri, yerlerinden edildikleri ve köklerinden koparıldıkları evlerine ve mülklerine" geri dönme hakkı da dahil Filistin'deki devredilemez haklarını teyit eden 3236 sayılı Genel Kurul Kararı tarafından meşrulaştırılmış bir hak olduğunu vurguluyoruz.

6- Kararlı Filistin halkı ve direnişi, en uzun ve acımasız sömürgeci işgale karşı topraklarını ve ulusal haklarını savunmak için kahramanca bir savaş yürütüyor. Filistin halkı, çoğu çocuk ve kadın olmak üzere Filistinli sivillere karşı iğrenç katliamlar gerçekleştiren eşi benzeri görülmemiş bir İsrail saldırganlığıyla karşı karşıya. Gazze'ye yönelik saldırı sırasında İsrail işgali, Gazze'deki halkımızı gıda, su, ilaç ve yakıttan mahrum bıraktı ve onları basitçe tüm yaşam unsurlarından yoksun bıraktı. Bu arada İsrail savaş uçakları, Filistin halkını Gazze'den sürmeyi amaçlayan etnik temizliğin açık bir işareti olarak okul, üniversite, camii, kilise ve hastaneler de dahil olmak üzere Gazze'nin tüm altyapıları ve kamu binalarını vahşice vurdu. Ancak İsrail işgalinin destekçileri halkımıza karşı soykırımın devam etmesini sağlamaktan başka bir şey yapmadı.

7- İsrail işgalinin Filistin halkına yönelik zulmünü haklı göstermek için "meşru müdafaa" bahanesini kullanması bir yalan, aldatma ve gerçekleri ters yüz etme sürecidir. İsrail varlığının işlediği suçları ve işgali savunma hakkı yoktur ancak Filistin halkının işgalciyi, işgale son vermeye zorlama hakkı vardır. 2004’te Uluslararası Adalet Divanı (UAD), "İşgal Altındaki Filistin Topraklarında Duvar İnşasının Hukuki Sonuçları"yla ilgili davada, acımasız işgalci güç "İsrail'in" Filistin topraklarında böyle bir duvar inşa etmek için meşru müdafaa hakkına dayanamayacağını belirten bir danışma görüşü vermiştir. Ayrıca, Gazze uluslararası hukuka göre hâlâ işgal altında bir topraktır, dolayısıyla Gazze'ye yönelik saldırının gerekçeleri temelsizdir ve meşru müdafaa fikrinin özünden yoksun olduğu gibi hukuki ehliyetten de yoksundur.

Beş: Neye ihtiyaç var?

İşgal,  başka türlü tanımlansa da adlandırılsa da işgaldir ve halkların iradesini kırmak ve onları ezmeye devam etmek için bir araç olmaya devam etmektedir. Öte yandan, tarih boyunca halkların ve ulusların işgalden ve sömürgecilikten kurtulmak için yaşadıkları deneyimleri, direnişin stratejik bir yaklaşım olduğunu, özgürleşmenin ve işgali sona erdirmenin tek yolu olduğunu doğrulamaktadır. Mücadele, direniş ya da fedakarlık göstermeden işgalden kurtulan bir ulus var mıdır?

İnsani, etik ve hukuki zorunluluklar tüm dünya ülkelerinin Filistin halkının direnişini desteklemesini, ona karşı komplo kurmamasını gerektirmektedir. İşgal suçlarına ve saldırganlığa karşı çıkmalı, Filistin halkının topraklarını özgürleştirme ve dünyadaki tüm halklar gibi kendi kaderini belirleme hakkını kullanma mücadelesini desteklemelidirler. Buna dayanarak aşağıdaki çağrıda bulunuyoruz:

1- İsrail'in Gazze'ye yönelik saldırısının, tüm Gazze halkına karşı işlediği suçların ve etnik temizliğin derhal durdurulması, geçişlerin açılması ve yeniden yapılanma araçları da dahil insani yardımların Gazze'ye girişine izin verilmesi.

2- İsrail işgalini Filistin halkına yaşattığı acılardan dolayı yasal olarak sorumlu tutulması ve sivillere, altyapıya, hastanelere, eğitim tesislerine, camilere ve kiliselere karşı işlenen suçlardan dolayı yargılanması.

3- İsrail işgali karşısında Filistin direnişinin uluslararası hukuk ve normlar çerçevesinde meşru bir hak olarak mümkün olan tüm olanaklara desteklenmesi.

4- Dünyanın dört bir yanındaki özgür halkları, özellikle de sömürgeleştirilmiş ve Filistin halkının çektiği acıların farkında olan ulusları, İsrail işgalini destekleyen güçler/ülkelerin benimsediği çifte standart politikalara karşı ciddi ve etkili tutumlar almaya çağırıyoruz. Bu ulusları Filistin halkıyla küresel bir dayanışma hareketi başlatmaya, adalet ve eşitlik değerlerini, halkların özgürlük ve onur içinde yaşama hakkını vurgulamaya çağırıyoruz.

14 Ekim 2023'te Londra'da düzenlenen "Filistin İçin Yürüyüş" (AFP)
14 Ekim 2023'te Londra'da düzenlenen "Filistin İçin Yürüyüş" (AFP)

5- Başta ABD, İngiltere ve Fransa olmak üzere süper güçler, Siyonist varlığa hesap verme yükümlülüğünden muafiyet sağlamayı ve ona hukukun üstünde bir ülke muamelesi yapmayı bırakmalıdır. Bu ülkelerin adaletsiz davranışları, İsrail işgalinin 75 yıl boyunca Filistin halkına, topraklarına ve kutsallarına karşı en ağır suçları işlemesine olanak sağlamıştır. Dünyanın dört bir yanındaki ülkeleri, bugün ve her zamankinden daha fazla, uluslararası hukuka ve işgalin sona erdirilmesi çağrısında bulunan ilgili BM kararlarına karşı sorumluluklarını yerine getirmeye çağırıyoruz.

6- Gazze'nin geleceğine karar vermeyi amaçlayan ve sadece işgali uzatmaya hizmet eden her türlü uluslararası veya İsrail projesini net bir şekilde reddediyoruz. Filistin halkının kendi geleceğini belirleme ve iç işlerini düzenleme kapasitesine sahip olduğunu dolayısıyla da dünyadaki hiçbir tarafın Filistin halkına herhangi bir vesayet biçimi dayatma ya da onlar adına karar verme hakkına sahip olmadığını vurguluyoruz.

7- İsrail'in özellikle 1948'de işgal edilen topraklarda ve Batı Şeria'da Filistinlilere yönelik yeni bir sürgün dalgası (veya yeni bir Nakba) yaratma girişimlerine karşı durulması çağrısında bulunuyoruz. Sina'ya, Ürdün'e ya da başka bir yere sürülme olmayacağını ve Filistinlilere yönelik herhangi bir yer değiştirme söz konusu olacaksa bunun, BM'nin birçok kararında da teyit edildiği üzere, 1948'de sürüldükleri evlerine ve bölgelerine yönelik olacağını vurguluyoruz.

8- İşgal sona erene kadar dünya çapında halk baskısını sürdürmeye çağırıyoruz; İsrail varlığıyla normalleşme girişimlerine karşı durmaya, İsrail işgaline ve destekçilerine karşı kapsamlı bir boykot çağrısında bulunuyoruz.

Independent Türkçe



Yeni coğrafya ve eski siyaset arasında Arap Maşrık bölgesi

Beyrut'un havadan bir fotoğrafı (Reuters)
Beyrut'un havadan bir fotoğrafı (Reuters)
TT

Yeni coğrafya ve eski siyaset arasında Arap Maşrık bölgesi

Beyrut'un havadan bir fotoğrafı (Reuters)
Beyrut'un havadan bir fotoğrafı (Reuters)

Elie el-Kasifi

Geçtiğimiz hafta bölgedeki statüko ilgili belki de en önemli açıklama, ABD Özel Temsilcisi Tom Barrack'ın 1916 Sykes-Picot Anlaşması ile Arap Maşrık (Levant) bölgesi için çizilen sınırların İsrail için hiçbir şey ifade etmediğini söylemesiydi. Bu, Tel Aviv’in en azından kısa ve orta vadede, gerçekleştirilebilir bir İsrail projesinden ziyade, bölgedeki bazı taraflar için siyasi bir propaganda aracı haline gelen “Büyük İsrail” vizyonunu gerçekleştirmek üzere olduğu sonucuna hemen varmayı gerektirmiyor. Elbette, yüz veya iki yüz yıl sonraki jeopolitik durumu tahmin etmeye dayanan herhangi bir analiz, en hafif tabirle, yanlış ve kesinlikten uzaktır. Ancak aynı zamanda, Batı Şeria başta olmak üzere Filistin toprakları ile başlayan, mevcut İsrail yayılmacı projesinin ciddiyeti de küçümsenemez.

İsrail hükümetinin, Filistin devletini tanımaya hazır Batılı ülkelerin sayısı arttıkça, zamanla yarışırcasına bölge üzerinde İsrail egemenliğini tesis etmeyi görüşmek üzere salı günü toplanmasının ardından, Batı Şeria’da ilhak süreci yeni ve daha tehlikeli yollara sapıyor. Gazze Şeridi'ne gelince, İsrail'in Gazze şehrini işgal etme planı, İsrail’in bu yayılmacı projesinden ve ABD'nin sızdırılan planından ayrı düşünülemez. Söz konusu plan, sakinlerini yerinden ettikten sonra Gazze’yi on yıl boyunca yönetmeyi ve Donald Trump'ın “Ortadoğu Rivierası” vizyonuna benzeyen devasa bir yatırım projesine dönüştürmeyi içeriyor. Suriye'de de durum pek farklı değil; İsrail, ABD sponsorluğunda yürütülen Suriye-İsrail görüşmelerine rağmen, yeni Suriye yönetimine doğrudan meydan okuyarak saldırılarını sürdürüyor. Aynı meydan okuma, özellikle Suriye'deki bölgesel nüfuz haritası nedeniyle İsrail ile arasındaki gerginliğin yüksek olduğu Türkiye için de geçerli.

Şarku’l Avsat Al Majalla’dan aktardığı analize göre İsrail'in beş sınır noktasını işgal ettiği Lübnan'a gelince, İsrail şu anda bu sınır noktalarından çekilmeye hazır değil ve bu çekilmenin başlangıcını Hizbullah'ın silahlarını Lübnan Silahlı Kuvvetleri'ne teslim etmesine bağlıyor. Hizbullah’ın silahsızlandırılmasıysa, Lübnan'da bu konudaki iç uzlaşının başarısız olması, Amerikan arabuluculuğunun, Lübnan ve İsrail arasında kasım ayında varılan dolaylı ateşkesi pekiştirme müzakerelerinde “bir adıma karşılık bir adım” ilkesini tesis edememesiyle giderek daha karmaşık ve silahsızlandırmadan uzak bir hal alıyor. Oysa Barrack, Lübnan hükümetinin 7 Ağustos'ta ateşkes anlaşmasının uygulanması ile bağlantılı Amerikan belgesinin hedeflerini onaylamasının ardından, İsrail'e Lübnan'a doğru bir adım atması için baskı yapma sözü vermişti. Lübnan ve İsrail arasındaki ateşkes anlaşması, Hizbullah'ın silahlarını bu yıl sonu olarak belirlenen süre içinde Lübnan Silahlı Kuvvetleri'ne teslim etmesini öngörüyordu ve hükümet de bunu onayladı.

Olayların tarihsel arka planının, özellikle ana aktörlerin çıkarları çatıştığında, güncel etkileri olabileceğini akılda tutmak önemlidir

Ancak bu son tarihe uyulamayacak gibi görünüyor ve bu da konuyu daha fazla belirsizliğe ve Hizbullah ile Lübnan'a karşı yeni bir İsrail savaşı tehlikesine açık hale getiriyor. Geçen hafta İsrail'den dönen ABD Özel Temsilcisi, İsrail'in karşılık olarak bir adım atacağına dair hiçbir vaat taşımıyordu. Aksine, İsrail'in, Lübnan Ordusu'nun güneyde ve Lübnan'ın geri kalanında Hizbullah'ın silahlarını toplama yeteneğine bağlı olarak, beş bölgeden kademeli olarak çekilmeye hazır olduğunu vurguladı. Ürdün de, İsrail'in bu yayılmacı projesinin sonuçlarından muaf değil. Bunun birinci nedeni, Batı Şeria'daki Filistinlilerin Ürdün'e göç ettirilmesi riski, ikincisi de Trump yönetiminin Tel Aviv'e Batı Şeria'nın ilhakı yerine “boş” olan Ürdün Vadisi'ni ilhak etmesini önerdiğine dair Amerikan sızıntılarıdır.

Tüm bunlar, Arap Maşrık bölgesini İsrail'in yayılmacı projesi tarafından tehdit edilen tek bir coğrafya olarak görmeyi gerektiriyor. Bu, öncelikle, bir Filistin devletinin engellenmesinin bu projenin merkezinde yer aldığı anlamına geliyor; ancak proje bununla sınırlı değil, zira bu devletin engellenmesi, Maşrık coğrafyasının tamamının İsrail çıkarları doğrultusunda ve Amerikan desteğiyle değişikliğe ve “ilhak ile bölünmeye” açık hale gelmesi anlamına geliyor. İsrail'in Sykes-Picot Anlaşması'nı devirmesi konusunda ne şaşkınlık ne de kınama ifade eden Barrack'ın açıklamasının önemi de buradan geliyor. Bu, Washington'un İsrail'e bu anlaşma kapsamında çizilen sınırları ihlal etmeme konusunda kırmızı çizgiler çizmediği anlamına geliyor. Yine bundan, İsrail'in genişlemelerinin geçici önlemler olmadığı, aksine bölgesel düzeyde farklı, tahmin edilemez ve bölgedeki yeni statükoya ilişkin nihai bölgesel-uluslararası müzakerelere konu olabilecek bir coğrafi durumun habercisi olduğu anlaşılıyor. Ancak pratikte Barrack, eski statükoyu savunabilecek yerel, bölgesel veya uluslararası bir güç henüz ortaya çıkmazken, en azından İsrail açısından, önceki statükonun çöktüğünü deklare etmiş oldu.

dfrgt
ABD'nin Lübnan Özel Temsilcisi Thomas Barrack, Beyrut, 22 Temmuz 2025 (Reuters)

Burada yalnızca bölgesel bir meseleyle değil, aynı zamanda sadece düşmanlar değil, müttefikler arasındaki angajman kurallarını da hesaba katarsak uluslararası bir meseleyle karşı karşıyayız. Bu temelde, Ukrayna meselesi ve ticaret meseleleri (vb.) konusundaki mevcut Avrupa-ABD çatışmasının bölgeye de sıçraması muhtemel, ki bu transatlantik çatışmanın ortasında ortaya çıkan Filistin devletinin tanınması konusundaki anlaşmazlık ile zaten sıçramış durumda. Bu meselenin tarihsel arka planı, Amerikalıların bölgedeki Batı sömürgeciliğinin temellerini, özellikle Fransızlar ve İngilizlerden miras aldıkları göz önüne alındığında göz ardı edilemez. Mevcut sınırları çizenler onlar değildi. Dolayısıyla bu sınırlar, Amerikan çıkarlarına hizmet ettiği sürece değiştirilemeyecek sömürgeci mirasının bir parçası değil. Kaldı ki Amerikan politikalarında veya genel olarak Batı politikalarında böyle sabitelerin olmadığı gerçeğini de hesaba katmak gerekir. Ancak, olayların tarihsel arka planının, özellikle de şu anda ABD ve Avrupa arasında olduğu gibi, ana aktörlerin çıkarları çatıştığında, güncel etkileri olabileceğini akılda tutmak önemlidir. Ancak tüm bunlardan önemlisi, Barrack'ın tutumu genel Amerikan tutumunu yansıtmasa da, bölgeye yönelik sabit bir Amerikan stratejisinin olmadığını gösteriyor. Aksine, koşullara ve fırsatlara dayalı dinamik bir strateji söz konusu. Bu, ABD'nin İsrail'e yeşil ışık yakmasını, ancak aynı zamanda Washington'un Tel Aviv'in politikalarının bölgedeki genel çıkarlarını tehdit edebileceğini hissettiği belirli anlarda da kırmızı ışık yakmasını açıklıyor. Bunlar da bir tür müttefikler arasındaki angajman kurallarıdır, ancak ABD ve İsrail arasında dünya çapında özel ve benzersiz olan bir türdür. Bu nedenle, bazen Tel Aviv'in bölgede Amerikan politikalarını uyguladığı veya iki ülkenin bölgeye yönelik politikalarındaki farklılıkları tespit etmenin zor, hatta çok zor olduğu görülüyor, özellikle de Donald Trump döneminde.

Şu ana kadar, eski dil ve eski çatışmalar, tek işlevi bu çatışmaları ve dili canlı tutmak ve devam ettirmek olan modası geçmiş silahlarla birlikte hâlâ geçerli

Bu nedenle, Maşrık bölgesinde tüm ülkelerini kapsayan yeni ve farklı bir statüko ile karşı karşıyayız. Bu durum, İsrail ile Güney Suriye, Güney Lübnan veya Batı Ürdün’deki sınır bölgeleriyle sınırlı değil; Filistin topraklarından ise bahsetmeye bile gerek yok. Aksine, etkileri bu ülkelerin içlerini de kapsayacak; zira İsrail ile sınırlardaki değişiklikler, 7 Ekim 2023'ten sonraki savaşların bölgede ortaya çıkardığı yeni güç dengesini yansıtıyor. Dolayısıyla İsrail, bu tarihten önce olanla sonrasının aynı olmaması gerektiğinde ısrar ediyor. Bir başka deyişle, Amerikan desteği ve himayesiyle, önceki durumu üreten tüm sebep ve faktörleri ortadan kaldırmaya çalışıyor. Ancak, konu yalnızca siyasi ve güvenlik boyutlarıyla sınırlı değil; ekonomik çöküş yaşayan ülkelerdeki farklı ekonomik durumu da kapsıyor. Örneğin, Güney Lübnan'ı ele alırsak, Trump'ın oradaki ekonomik bölge planı, şu ana kadar teorik olarak, ülkenin ekonomik ve finansal merkezini unutulmuş ve ihmal edilmiş başkent Beyrut'tan güneydeki sınır bölgesine kaydırıyor. Bu, önceki sınırları neredeyse geçersiz kılacak ve böylece eski siyasi ve ekonomik durumu da neredeyse geçersiz kılacak şekilde, bölgenin ekonomik ve siyasi coğrafyasının yeniden çizilmesinden başka bir şey değil. Gazze Şeridi'nin “ertesi gün”ünden ise bahsetmeye bile gerek yok; zira Gazze’deki ertesi gün büyük meydan okumalar içeriyor, fakat bölgede vaat edilen yeni statükonun can damarını da oluşturuyor. Gazze Şeridi, Washington'un oradan bölgenin tüm işlerini yönetebileceği en büyük Amerikan kolonisine dönüştürülecek. Bu arada, birçok Lübnanlı, Lübnan ile ilgili “ertesi gün” vizyonunu, ülkede bölgedeki en büyük Amerikan büyükelçiliği inşa edildiğinden, ülkelerinin bölgedeki Amerikan varlığının merkezi olacağı varsayımına dayandırıyor.

defrt
Suriyeliler, başkentin muhalif savaşçılar tarafından ele geçirilmesinin ardından Suriye'ye dönmek için, Beyrut'un doğusundaki Mesna Sınır Kapısına doğru yürüyorlar, 8 Aralık 2024 (AFP)

Tüm bunların ışığında, (büyük ekonomik zorluklara ve siyasi meydan okumalara rağmen istikrarlı bir durumda olan Ürdün hariç) Maşrık'ın dağılmış ve çökmüş ülkelerinin iç iradesinin, yaşanan değişimleri, vaat edilen ve bölgede bu kez tamamen Amerikan kimliğini taşıyacak Batı sömürgeciliğinin yeni bir dönemini temsil edecek “yeniden inşa”yı etkileme kabiliyetleri konusundaki temel soru öne çıkıyor. Bu yeni dönem, Batı Avrupa'nın Maşrık, özellikle de Lübnan'daki son nüfuz alanlarının tasfiyesini ve Rusya ile Çin'in Maşrık’tan nispeten uzak tutulmasını da içeriyor. Savaşlar, müdahaleler, krizler ve bazıları sömürgecilik veya Siyonist proje ile mücadele bahanesiyle yönetilen rejimler tarafından ezilen bu irade, toplumlarını avlamış ve siyaseti öldürmüştür. Bu sadece Suriye'yi değil, aynı zamanda onlarca yıldır Suriye'deki Esed rejiminin söylemleri ve İran'ın yayılmacı projesi tarafından yönetilen Lübnan'ı da kapsamaktadır. Diğer nedenlerin yanı sıra bu durum, siyasi bir çöl yarattı ve güç dengelerini dikkate alan, ancak ortaya çıkan değişimlere göre ulusal çıkarları yeniden tanımlayabilen yeni bir dille alternatif bir söylem üretebilecek, değişimlere ayak uydurabilecek ciddi bir siyasi canlılığı öldürdü. Şu ana kadar, eski dil ve eski çatışmalar, tek işlevi bu çatışmaları ve dili canlı tutmak ve devam ettirmek olan modası geçmiş silahlarla birlikte hâlâ geçerli.


Smotrich, Netanyahu'ya Batı Şeria'daki tüm açık alanlar üzerinde egemenliği genişletme kararı alma çağrısında bulundu

İsrail işgal ordusunun buldozerleri, işgal altındaki Batı Şeria'nın Ramallah kentindeki bir köyde Filistinlilerin evlerini yıktı. (AFP)
İsrail işgal ordusunun buldozerleri, işgal altındaki Batı Şeria'nın Ramallah kentindeki bir köyde Filistinlilerin evlerini yıktı. (AFP)
TT

Smotrich, Netanyahu'ya Batı Şeria'daki tüm açık alanlar üzerinde egemenliği genişletme kararı alma çağrısında bulundu

İsrail işgal ordusunun buldozerleri, işgal altındaki Batı Şeria'nın Ramallah kentindeki bir köyde Filistinlilerin evlerini yıktı. (AFP)
İsrail işgal ordusunun buldozerleri, işgal altındaki Batı Şeria'nın Ramallah kentindeki bir köyde Filistinlilerin evlerini yıktı. (AFP)

Aşırı sağcı İsrail Maliye Bakanı Bezalel Smotrich, Başbakan Binyamin Netanyahu'dan bir hükümet toplantısı düzenleyerek, Batı Şeria'daki tüm açık alanlar üzerinde egemenliği genişletme kararı almasını istedi.

Şarku’l Avsat’ın İsrail medyasından aktardığına göre Smotrich bugün yaptığı açıklamada, “Aramızda hiçbir zaman bir Arap devleti olmadı ve olmayacak” dedi. Smotrich, Filistin Yönetimi'ni ‘başını kaldırmaması’ konusunda uyardı, aksi takdirde İsrail'in ‘Hamas'ı yok ettiği gibi Filistin Yönetimi'ni de yok etmek zorunda kalabileceğini’ söyledi.

Smotrich, Netanyahu'ya gönderdiği mesajda şu ifadeleri kullandı: “Hükümet toplantısı düzenleyin, tarihi bir karar alın ve Batı Şeria'daki tüm açık alanlar üzerinde egemenlik kurun... Bunu yaparsanız, tarihe büyük bir lider olarak geçeceksiniz.”

fgthy
İsrail'in aşırı sağcı Maliye Bakanı Bezalel Smotrich, Batı Şeria'daki Ma'ale Adumim yerleşiminin genişlemesini gösteren bir harita gösteriyor. (Arşiv – AFP)

Buna yanıt olarak Hamas liderlerinden Abdulhakim Hanini, Smotrich'in açıklamalarını İsrail hükümetinin ‘Gazze Şeridi'nde soykırım gerçekleştiren ve Batı Şeria'da ilhak ve yerinden etme politikası izleyen’ yaklaşımının kanıtı olarak nitelendirdi.

Hanini yaptığı açıklamada, İsrail tarafının planlarının ‘iddia edilen güvenliği sağlamayacağını, aksine daha fazla zorluk ve çatışmaya yol açacağını’ vurguladı.

dfvgthyu
Batı Şeria'nın El Halil kentinde yerleşimcilerin haftalık gezisi sırasında konuşlanan İsrail askerleri (Reuters)

Hanini, uluslararası topluma ‘uluslararası hukuk ve normları hiçe sayan ve Filistin davasını ortadan kaldırmayı amaçlayan’ İsrail politikalarına karşı kararlı bir tavır sergilemesi çağrısında bulundu.


Gazze ve el-Faşir'de açlığın silah olarak kullanılması ve uluslararası sistemdeki aşınmanın belirtileri

Gazze Şeridi'ndeki Filistinlilerin, Han Yunus'ta zaten yetersiz olan gıdayı paylaşmak için her gün çektikleri acı, 1 Eylül 2025 (AP)
Gazze Şeridi'ndeki Filistinlilerin, Han Yunus'ta zaten yetersiz olan gıdayı paylaşmak için her gün çektikleri acı, 1 Eylül 2025 (AP)
TT

Gazze ve el-Faşir'de açlığın silah olarak kullanılması ve uluslararası sistemdeki aşınmanın belirtileri

Gazze Şeridi'ndeki Filistinlilerin, Han Yunus'ta zaten yetersiz olan gıdayı paylaşmak için her gün çektikleri acı, 1 Eylül 2025 (AP)
Gazze Şeridi'ndeki Filistinlilerin, Han Yunus'ta zaten yetersiz olan gıdayı paylaşmak için her gün çektikleri acı, 1 Eylül 2025 (AP)

Emced Ferid et-Tayyib

Kıtlık, doğal kuraklık veya kaynak sıkıntısının bir sonucu olmaktan çok, siyasi tercihlerin bir yansımasıdır. Nobel Ekonomi Ödülü sahibi Hint ekonomist ve filozof Amartya Kumar Sen, 1970'lerde yoksulluk ve kıtlık üzerine yaptığı öncü çalışmasında bunu kanıtlanmıştır. Sen, kıtlığın gıda yetersizliğinden değil, gıdaya erişimin olmayışından kaynaklandığını savunmuştur. Bu gerçek, bugün açlığın kasıtlı olarak bir savaş silahı olarak kullanıldığı Gazze Şeridi ve el-Faşer'de (Sudan) en çarpıcı şekilde görülüyor.

İki paralel durumla karşı karşıyayız. Bir yandan Gazze'de iki milyondan fazla insan İsrail'in uyguladığı abluka nedeniyle sistematik açlığa maruz bırakılırken Kuzey Darfur'daki el-Faşir'de de benzer bir durum yaşanıyor. El-Faşir’de Hızlı Destek Kuvvetleri (HDK) milisleri, geçtiğimiz yılın mayıs ayından bu yana bir milyon sivile abluka uyguluyor ve bölgedeki soykırım trajik bir şekilde tekrarlanıyor.

Her iki sahne de uluslararası sistemdeki derin bir kusuru; sessizlik, suç ortaklığı ve celladı kurbanla eşdeğer gören sahte tarafsızlığı ortaya koyuyor. Gazze ve el-Faşir'de her gün yaşanan trajediler, uluslararası toplumdan daha ilkeli ve etik bir ilgi ve taraflar arasındaki resmi tarafsızlığın sahte rahatlığının ötesine geçerek bu krizlerin gerçekliğini ele alan acil bir müdahale talep ediyor. Dünya, açlığın silah olarak kullanılmasına göz yummamalı, aksi takdirde bunun devam etmesinde suç ortağı olur.

Açlığın kanlı tarihi

Açlık, soykırım savaşlarında faşizmin her zaman tercih ettiği bir silah olmuştur. İnsanlık tarihi, yapay kıtlığın ne doğal bir felaket ne de çatışmanın tesadüfi bir sonucu olduğunu, aksine toplulukların iradesini kırmak ve onları aşağılamak ve yavaş yavaş ölümle boyun eğdirmek için kasıtlı olarak kullanılan bir araç olduğunu doğrulayan kanlı bölümlerle doludur.

Şarku’l Avsat’ın Al Majalla’dan aktardığı analize göre Ukrayna'dan Gazze'ye, Etiyopya'dan Darfur'a kadar, aynı model farklı şekillerde tekrarlanıyor, ancak yaşamın en temel ihtiyacı olan gıdanın, siyasi ve askeri boyunduruk altına alma aracına dönüşmesi gibi ortak bir nokta var.

Ukrayna, 1930'larda Stalin'in tarımsal ürünlere el koyma politikalarını uygulamaya koymasıyla milyonlarca insanın ‘Holodomor’ adlı kıtlık sırasında hayatını kaybetmesine neden olan en korkunç açlık olaylarından birine tanık oldu. Bu kıtlık, bir kuraklığın ya da gıda yetersizliğinin bir sonucu değil, tüm bir toplumu yok etmek ve iradesini kırmak için kasıtlı olarak kullanılan bir silahtı.

Gazze ve el-Faşir'de yaşanan benzer krizler münferit olaylar değil, İkinci Dünya Savaşı sonrası uluslararası sistemdeki daha geniş çaplı bir aşınmanın belirtileridir. Uluslararası insani hukuk kurallarına aykırı şekilde zorunlu açlık, bir baskı aracı olarak kullanılıyor.

Naziler, 1941 ile 1944 yılları arasında Leningrad Kuşatması sırasında şehre 872 gün boyunca boğucu bir abluka uyguladılar ve bu süre zarfında bir milyondan fazla insan açlıktan ve soğuktan öldü. Amaç sadece askeri değildi, aynı zamanda yavaş yavaş kitlesel ölüm yoluyla kasıtlı olarak boyun eğdirmekti.

Etiyopya'da 1970'li ve 1980'li yıllarda, Tigray bölgesinde yardımların engellendiği ve zorla yerinden edilmelerin gerçekleştirildiği bir dönemde kıtlık bir savaş silahı olarak kullanıldı. Dünyanın vicdanını sızlatan korkunç görüntüler doğanın bir sonucu değil, sistematik bir politikanın yansımasıydı. Son on yılda Suriye'de dünya, sivillerin hayatta kalmak için ot yemek zorunda kaldıkları Guta ve Humus kuşatmalarına tanık oldu. Kuşatma tesadüfi değildi, açlığı bir baskı silahına dönüştürmek için kasıtlı olarak uygulanan bir hamleydi. Gazze ve el-Faşir'de, geçmişten günümüze uzanan bu olaylar münferit olaylar değil, açlığı siyasi bir silah olarak kullanan tek bir karanlık zincirin halkalarıdır.

Gazze ve devam eden Filistin trajedisi

Gazze'deki trajedi, Filistinlilerin hayatlarını yerinden edilme, yoksunluk ve acı çekmenin kısır döngüsüne dönüştüren, uzun süredir devam eden Ortadoğu krizinin merkezinde yer alıyor. Uluslararası Gıda Güvenliği Sınıflandırması (IPC), Hamas'ın 7 Ekim 2023'teki saldırıları ve ardından İsrail'in geniş çaplı askeri müdahalesinden, geçtiğimiz ağustos ayına Gazze'nin gıda felaketi ölçeğinde resmi olarak beşinci ve en yüksek aşırı kıtlık aşamasına girdiğini duyurdu.

Bu durum bir kaza ya da öngörülemeyen koşulların sonucu değil, İsrail'in kasıtlı politikasının bir sonucudur. Uluslararası Af Örgütü (UAÖ) ve Birleşmiş Milletler (BM) uzmanlarının raporları, yardımların girişine getirilen kısıtlamaların, tarımsal altyapı ve su şebekelerinin tahrip edilmesiyle birleşerek, topluluğun gıda sağlama kapasitesinin sistematik olarak çökmesine nasıl yol açtığını açıkça ortaya koyuyor. Antropolog Alex de Waal, Gazze'nin ‘toplumunun artık kendini besleyemeyecek bir noktaya geldiği’ uyarısında bulunarak, İsrail'i gelecek nesiller boyunca iyileşmeyecek derin yaralar bırakacak ‘soykırım amaçlı açlık’ suçlamasıyla itham etti.

BM Genel Sekreteri António Guterres, Gazze’deki durumu ‘insan yapımı bir felaket’ olarak nitelendirdi, ancak açıklamasında bunun arkasında kimin olduğunu belirtmekten kaçındı ve genel siyasi taleplerle sınırlı kaldı. Bu talepler daha geniş kapsamlı çatışma bağlamında geçerli olabilir, ancak açıklamanın temel konusunu, yani yapay kıtlığın ötesine geçiyor. Bu ihmal, açıklamanın ifadesindeki bir eksiklik olmakla kalmayıp, trajediyi siyasi bir açıklamaya indirgeyerek açlık suçunun doğrudan sorumluluğundan dikkatleri başka yöne çekmesi nedeniyle daha geniş kapsamlı bir ahlaki kusuru da yansıtıyor. Böylece açlık, meşru bir savaş silahı olarak normalleşiyor ve failleri, siyasi araçlarla cezadan kaçınmanın ya da yaptıklarını haklı göstermenin bir yolunu buluyor. Ancak, çatışmanın karmaşıklığı ve siyasi ve askeri incelikleri ne olursa olsun, yadsınamaz bir gerçek var. Gazze'de her gün açlıktan ölen çocuklar, ateşkes müzakerelerinin veya esir takası anlaşmalarının sonuç vermesini bekleme lüksüne sahip değiller.

İsrail'in gıda ve ilaç girişine getirdiği kısıtlamalar, güvenlik endişeleri veya misilleme amaçlı gerekçelerle haklı göstermeye çabalasa da bu kabul edilemez. Bu kısıtlamalar sadece uluslararası insani hukuku ihlal etmekle kalmaz, aynı zamanda açlığı kabul edilebilir bir savaş silahı olarak meşrulaştırır, cezasızlığı uzatır ve dünyanın ahlaki vicdanını oluşturması gereken haysiyet ve adalet ilkelerini temelden sarsar.

El-Faşir kuşatması ve soykırım tehdidi

Aynı zamanda, dünyanın başka bir köşesinde, Sudan'ın Kuzey Darfur eyaletinin başkenti El Faşir’de de benzer bir trajedi yaşanıyor. Sudan ordusu, 2023 yılının nisan ayından bu yana HDK'ya karşı şiddetli bir savaş yürütüyor. Bu savaş, Sudan genelinde milyonlarca sivili yerinden etti ve el-Faşir'i boğucu bir kıtlığın yaşandığı bir bölgeye dönüştürdü. IPC, kıtlığın şehirde ve Zemzem ve Ebu Şuuk gibi yakınlardaki yerinden edilmiş kamplarda 1,5 milyondan fazla insana kadar uzanabileceği uyarısında bulundu.

HDK milisleri geçtiğimiz yılın mayıs ayından bu yana el-Faşir'i tamamen kuşatma altında tutuyor. El-Faşir'e giden yolları kapatan milisler, konvoyları yağmaladı ve insani yardımın şehre ulaşmasını engelledi. 2003-2008 yılları arasında yaşanan soykırımın izlerini hala taşıyan Darfur, yeni bir açlık sahnesine dönüştü. Çaresiz aileler hayatta kalmak için hayvan yemi yemek zorunda kalırken, çocuklar acımasız bombardıman altında şiddetli yetersiz beslenme nedeniyle hayatını kaybediyor.

rgty
El-Faşir’de acil gıda yardımını bekleyen Sudanlı kadınlar, 11 Ağustos 2025 (AFP)

Cancavid milislerinin mirasçısı olan HDK üyeleri, açlığı sistematik olarak bir silah olarak kullanıyor.

ABD, bu eylemleri soykırım olarak sınıflandırırken bu durum uluslararası toplumun Darfur'da daha önce başarısızlığa uğramasını hatırlatıyor. Buna rağmen HDK hakkındaki suçlamaları reddediyor ve savaşının devrik Ömer el-Beşir rejiminin kalıntılarını reform etme girişimi olduğunu iddia ediyor. Ancak sivillere karşı sistematik faşist ihlallerin kanıtları, bu iddiaların gerçeği yansıtmadığını ortaya koyuyor.

Silahlı Çatışma Konum ve Olay Verileri Projesi'nden (ACLED) alınan veriler, 2024 yılı sonlarına kadar Sudan'da sivillere yönelik şiddet eylemlerinin yüzde 77'sinin HDK tarafından gerçekleştirildiğini, Sudan ordusu dahil olmak üzere geri kalan tarafların ise çok daha küçük bir paya sahip olduğunu gösteriyor. 2025 yılında da aynı güçler aynı yaklaşımı sürdürdü. Bağımsız kuruluş Insights'ın raporuna göre yalnızca temmuz ayında 765 sivil öldürüldü ve bu suçların yüzde 88'i HDK’ye atfedildi.

Felaketin bariz nedenleri ve sorumluları olmasına rağmen, uluslararası toplum bu sorunu etkili bir şekilde ele almayı başaramadı.

Felaketin nedenleri ve sorumluları açıkça ortada olmasına rağmen, uluslararası toplum bu sorunu etkili bir şekilde ele almayı başaramadı.

BM Genel Sekreteri António Guterres geçtiğimiz haziran ayında El-Faşir'e yardım ulaştırılmasını kolaylaştırmak için yedi günlük bir insani ateşkes önerdi. Sudan hükümeti, Sudan Egemenlik Konseyi Başkanı Abdulfettah el-Burhan'ın doğrudan onayıyla Guterres'in önerisini en üst düzeyde kabul etti. Buna karşın HDK öneriyi reddetti ve El-Faşir'de sivilleri doğrudan hedef alan saldırılarına devam etti.

Sudan Başbakanı, 18 Ağustos'ta BM Güvenlik Konseyi'ne (BMGK) bir mektup göndererek BM’den El-Faşir'deki acıları hafifletmek ve kötüleşen insani felaketi ele almak için acil önlemler almasını istedi. Mektubunda, orada yaşananların ‘sadece bir insani kriz değil, aynı zamanda BM için ahlaki bir sınav’ olduğunu vurguladı. Başbakan bu sözleriyle, uluslararası kuruluşun El Fasher'deki trajediye karşı sessizliğini veya bariz yetersizliğini haklı çıkarmak için kullanabileceği her türlü mazereti ortadan kaldırdı.

Öte yandan jeopolitik karışıklıklar El-Faşir'deki durumu daha da karmaşık hale getiriyor. Çünkü dış destek milislerin cezasız bir şekilde faaliyet göstermesine olanak tanıyor ve milisler, hesap vermekten kaçınmak için destekçilerinin uluslararası nüfuzunu kullanıyor. BM Uzmanlar Heyeti ve ABD hükümetinin Kongre'ye sunduğu brifingler de dahil olmak üzere çok sayıda rapor, dış güçlerin milislere silah sağladığını ve bunun da milislerin yaygın suçlar işlemesine olanak tanıdığını belgeledi. Sudan'ın Uluslararası Adalet Divanı (UAD) nezdindeki girişimleri de bu desteğin milislerin silahlandırılmasıyla sınırlı olmadığını, aynı zamanda gerçek hesap verebilirliği engelleyen siyasi iş birliğini de içerdiğini gösterdi. Birleşik Krallık gibi diğer uluslararası güçler de bu dış desteğe yönelik eleştirileri örtbas etmeye veya bastırmaya çalışarak milislerin cezasız kalmasına katkıda bulundu. Dış destekçilere karşı çıkma konusunda gösterilen bu küresel isteksizlik, Sudan krizini iktidar mücadelelerinde bir pazarlık kozu haline getirmiş ve insani trajediyi uzattı.

Uluslararası gizli anlaşma ve dünyanın karşı karşıya olduğu ahlaki sınav

Gazze ve el-Faşir'de yaşanan benzer krizler münferit olaylar değil, İkinci Dünya Savaşı sonrası uluslararası sistemdeki daha geniş çaplı bir aşınmanın belirtileridir. Uluslararası insani hukuk kurallarına aykırı şekilde zorunlu açlık, bir baskı aracı olarak kullanılıyor ve güvenlik ve siyasi gerekçeler, zulmü meşrulaştırmak için öne sürülüyor.  Her iki durumda da faşist benzeri otoriterlik ölüm makinesini besliyor. Bu krizlerin çözümü için yeni kınamalar değil, somut adımlar atılması gerekiyor. Bunları görmezden gelmek pasif bir davranış değil, felaketle sonuçlanacak bir suç ortaklığı, ahlaki sorumluluğun terk edilmesi ve gerçekliğin dehşetine göz yummak olur.

1- ‘Koruma sorumluluğu’ ilkesi: Sivilleri yok olmaktan korumak için ahlaki bir yükümlülük olarak yeniden tanımlanmalı ve onu sadece askeri müdahaleyle eşanlamlı olarak gören entelektüel hapishaneden kurtarılmalı. Bu ilke, orijinal etik ve pratik özüne geri döndürülmeli. İnsanları yok olmaktan korumak, yalnızca askeri müdahale veya siyasi hesaplamalarla ilişkili bir slogan değildir.

2- Gıda ve ilaç temini artık ertelenebilir bir seçenek değil. Uluslararası toplum, yardım ulaştırmak için mevcut tüm pratik araçları kullanmalı. Gazze ve El-Faşir'de insani yardımı havadan atmak artık son çare değil, sivil hayatları kurtarmak için mevcut tek seçenektir. Bu önlem, daha önce başarıyla gerçekleştirilen operasyonlara (Berlin hava köprüsü, Nuba Dağları ve Güney Sudan'daki operasyonlar) dayanıyor.

dı8o9
Sudan ordusundan bir asker, Hartum'da HDK ile cephe hattını izliyor (AFP)

Ahlaki tarafsızlık yanılsaması yıkılmalı. Failleri ve kurbanları eşit muamele etmek tarafsızlık değil, tehlikeli bir suç ortaklığıdır.

3- Yardımın engellenmesini kınamak yeterli değil. Sorumlular, ister yerel aktörler ister milislere silah veya siyasi koruma sağlayan dış destekçiler olsun, isimleri açıklanmalı, kamuoyunda kınanmalı ve uluslararası hukuk çerçevesinde hesap vermeli.

4- Hesap verebilirlik temel öneme sahip olmalı. Açlık, soykırıma eşdeğer kasıtlı bir silahtır ve bunu ikincil bir sorun olarak ele almak, cezasızlığı meşrulaştırır. Uluslararası toplum, Gazze'deki politikaları için İsrail'e ve Sudan'daki HDK ve destekçilerine işledikleri suçların sorumluluğunu açıkça yüklemeli.

5- “Ahlaki tarafsızlık” yanılsaması yıkılmalı. Failleri ve mağdurları eşit muamele etmek tarafsızlık değil, tehlikeli bir suç ortaklığıdır. Failler ve mağdurlar arasındaki ayrımı ortadan kaldıran sahte bir ahlaki eşitliğe teslim olmak, cezasızlığı meşrulaştırmak ve tarafsızlığı suç ortaklığına dönüştürmekle eşdeğerdir.

Kayıtsızlık ve ihmal, kötülüğün en geniş inkübatörleri ve en tehlikeli tezahürleridir. Amartya Kumar Sen'in dediği gibi, kıtlık doğal bir kaçınılmazlık değil, politik bir yapıdır. Siyasi kararların yarattıkları, karşıt siyasi kararlarla ortadan kaldırılabilir. Ancak bunun ilk şartı tanıma, daha derin koşul ise eylemdir. Gazze ve El-Faşir'deki trajediler sadece iki ayrı felaket değil, aynı zamanda eğer dünya insanlığını yeniden keşfetmezse açlığın 21’inci yüzyılda savaşın baskın silahı haline geleceği, uluslararası sistem tamamen çökeceği, insani değerler anlamlarını yitireceği ve nadiren eyleme geçirilen retorik süslemelere dönüşeceğine dair son bir uyarıya dönüşecek.