Suriyeli Dürzi lider, Suveyda konusunda Kongre üyeleriyle görüşüyor

El-Belus, Şarku'l Avsat'a konuştu: Bir tarafın kararı tek başına alması, eyalette kaos ve kan dökülmesine yol açtı

Suriye Savunma Bakanı Murhaf Ebu Kasra, Şeyh Leys Vahid el-Belus'un başkanlık ettiği Ricalu’l Kerame (Onurlu Adamlar) Hareketi heyetinden bir tablo aldı. (SANA)
Suriye Savunma Bakanı Murhaf Ebu Kasra, Şeyh Leys Vahid el-Belus'un başkanlık ettiği Ricalu’l Kerame (Onurlu Adamlar) Hareketi heyetinden bir tablo aldı. (SANA)
TT

Suriyeli Dürzi lider, Suveyda konusunda Kongre üyeleriyle görüşüyor

Suriye Savunma Bakanı Murhaf Ebu Kasra, Şeyh Leys Vahid el-Belus'un başkanlık ettiği Ricalu’l Kerame (Onurlu Adamlar) Hareketi heyetinden bir tablo aldı. (SANA)
Suriye Savunma Bakanı Murhaf Ebu Kasra, Şeyh Leys Vahid el-Belus'un başkanlık ettiği Ricalu’l Kerame (Onurlu Adamlar) Hareketi heyetinden bir tablo aldı. (SANA)

Suriye'nin güneyindeki Suveyda vilayetinin ruhani liderlerinden biri olan ve Mudafetu’l Kerame olarak bilinen silahlı grupları yöneten Şeyh Leys el-Belus, Dürzi çoğunluğun yaşadığı vilayetteki kanlı olayların nedeninin, bir tarafın mezhebin kararlarını ele geçirip diğerlerini dışlaması olduğunu söyledi. Bu açıklama, yüzlerce kişinin öldüğü kanlı olayların yaşandığı vilayette neler olup bittiğini öğrenmek isteyen ABD Senatosu Dış İlişkiler Komitesi ile yapılan görüşmeler sırasında geldi. Görüşmede ayrıca ‘sorumluluğun kimde olduğu’ konusu da ele alındı.

El-Belus, Şarku’l Avsat’a yaptığı açıklamada, görüşmelerin ABD Senatosu Dış İlişkiler Komitesi (Komite Başkanı Senatör James Risch'in ofisi ve Komite üyesi Senatör Jeanne Shaheen) ile Zoom uygulaması üzerinden gerçekleştirildiğini ve toplantıyı Dr. Bakr Ghbeis'in yönettiğini belirtti.

Bu ayın başlarında, karşılıklı kaçırma olayları nedeniyle Suveyda'da Dürzi mezhebi mensupları ile yerel Sünni bedevi aşiretleri arasında şiddetli çatışmalar ve kanlı olaylar çıktı. Suriye hükümeti, nüfuzunu yaymak ve çatışmayı sona erdirmek için müdahale etti ve güvenlik güçlerini vilayetin kırsal bölgelerine ve Suveyda şehrine konuşlandırmaya çalıştı. Ancak bu girişim, Dürzi mezhebinin ruhani lideri Şeyh Hikmet el-Hicri ve yerel silahlı gruplar tarafından reddedildi ve iki taraf arasında şiddetli çatışmalar çıktı. İsrail de bu çatışmalara müdahale ederek, Dürzi mezhebini korumak için hareket ettiği iddiasıyla, eyaletteki hükümet güçlerini, Dera'daki birkaç bölgeyi, Genelkurmay Başkanlığı binasını ve Şam'daki Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nın çevresini hedef aldı.

ergt
Esed rejiminin güvenlik güçlerinin 2015 yılında Meşayihu'l Kerame lideri Şeyh Vahid el-Belus'u öldürmesinin ardından Mayıs 2020'de Şeyhu’l Kerame Güçleri Hareketi kuruldu.

Dürzi lider, görüşmelerin Suveyda vilayeti hakkında, özellikle insani ve güvenlik durumu ile toplumun farklı kesimleri arasında devam eden çatışmanın etkileri hakkında olduğunu açıkladı. El-Belus, “Konuşmamızda, dökülen kanın her türlüsünün kabul edilemez olduğunu vurguladık. Sivillerin korunması ve kaos ve anarşinin sona erdirilmesi gerektiğini ifade ettik. Suveyda'daki her insanın yaşam ve onur hakkını korumak ve ihlalleri belgelemek için bağımsız bir insan hakları komitesi kurulmasını talep ettik” ifadelerini kullandı.

sfert
2015 yılında suikasta kurban giden Leys el-Belus'un babası Şeyh Vahid el-Belus'un mezarının kutsallığının ihlal edildiğine dair fotoğraflardan biri

El-Belus sözlerini şöyle sürdürdü: “Bölge halkından, uydurma hikayeler ve kafa karıştırıcı raporlardan uzak, olup bitenlerin gerçeğini doğrudan duymak istediler. Odak noktaları, sorumluluğu kimin üstlendiği, halkın taleplerinin ne olduğu ve insani ve siyasi açıdan istikrarı nasıl destekleyebilecekleri idi. Onlara durumun medyada gösterildiği gibi olmadığını, bir tarafın mezhebin kararlarını ele geçirdiğini ve diğerlerini dışladığını, bunun da kaos ve kan dökülmesine yol açtığını açıkladık ve onlara açıkça şunu söyledik: Biz kimsenin ajanı değiliz, biz onurlu insanlarız ve Suriye'ye duyduğumuz özenle Suveyda'ya da özen gösteriyoruz.”

“Tehditlere rağmen Suveyda'yı terk etmedim”

El-Belus, ‘kritik günlerde Suveyda'yı terk etmediğini ve her zaman doğrudan ya da insanları korumak için sessizce çalışan vatanseverlerle günlük iletişim yoluyla hazır olduğunu’ vurguladı. El-Belus, “Eğer yoktumsa, bunun amacı koordinasyon ve koruma içindi; kaçmak için değil. Birçok kişi benim tutumumu biliyor; onurumdan ödün vermediğimi biliyor” dedi.

Şarku’l Avsat el-Belus'a Suveyda olayları sırasında hayatının tehlikede olup olmadığını ve bu tehlikenin nereden geldiğini sordu. O da şöyle cevap verdi: “Evet, belirli bir anda, bazı nüfuzlu kişilerin çıkarlarının tehdit edildiğini fark etmesiyle açık bir tehdit ortaya çıktı. Çetelerle bağlantılı silahlı gruplardan, bunların kime bağlı olduğunu ve kararlarını nereden aldıklarını bildiğimiz gruplardan doğrudan ve dolaylı tehditler aldım. Evlerimizi soyup yakmışlar, mülklerimize saldırmışlar, şehit babam Şeyh Ebu Fahd Vahid el-Belus'un mezarını tahrip etmişler ve misafirhanesini yakmışlar.”

El-Belus sözlerini şöyle bitirdi: “Ben buradayım. Topraklarımızdan ve onurumuzdan vazgeçmeyeceğiz. Halkımıza acı gerçeği açıklamaya çalışacağız. İnsanlar gerçeği duydu ve kimin fitne çıkarmak istediğini, kimin onlara umut vermek istediğini anladı. Suveyda benim evim. Onu asla terk etmeyeceğim.”

Captagon kalıntıları ve tüccarları

Dr. Ghbeis, X platformundaki hesabı üzerinden, yaptığı görüşmelerle ilgili iki paylaşımında, toplantı sırasında tartışmanın, küçük bir grup tarafından Dürzi mezhebinin savaş ve barış kararının ele geçirilmesi üzerine odaklandığını açıkladı. Dr. Ghbeis, el-Belus'un komiteye, Beşşar Esed'in eski rejiminin birçok subayı ve Captagon tüccarının hükümet güçleriyle savaşan ve ihlallerde bulunan milisler arasında olduğunu açıkladığını belirtti.

sdfrgt
Suveyda'nın bir caddesindeki kontrol noktasında nöbet tutan Dürzi milis, 25 Temmuz (AP)

Hükümet güçleri daha sonra Suveyda kentinden çekildi ve çevredeki şehir, kasaba ve köylerde konuşlandı.

Bu olaylar yüzlerce sivilin, Suriye güvenlik güçlerinin ve yerel Dürzi milislerin ölümüne ve binlerce Sünni Bedevi aşiret mensuplarının Dera'ya tahliye edilmesine neden oldu.

Gruplar arasındaki farklılıklar

Suriye'deki Dürzi Cemaati Meclisi, Dürzi mezhebinin en yüksek dini otoritesidir ve mezhebin üç şeyhini bünyesinde barındırır: Şeyh Yusuf Carbu, Şeyh Hamud el-Hanavi ve Şeyh Hikmet el-Hicri.

Geçtiğimiz 8 Aralık'ta Suriye'de yaşanan değişimden bu yana, üç dini liderin Suriye'nin yeni yetkililerine karşı tutumlarında farklılıklar ortaya çıktı. El-Hicri, hükümetin ordusu ve güvenlik güçlerinin vilayete girmesini reddediyor, hükümeti sert bir şekilde eleştiriyor ve Suveyda'yı korumak gerekçesiyle uluslararası müdahale talep ediyor. Carbu ve el-Hanavi ise hükümetle uzlaşma sağlanması, hükümetle iletişim kanallarının açık tutulması ve devletin Suveyda üzerindeki kontrolünün sağlanması gerektiğini savunuyorlar.

drgt
Kızılay'ın yardım konvoyu Busra eş-Şam üzerinden Suveyda'ya ulaştı. (SANA)

Birçok silahlı grubu Mudafetu’l Kerame adı altında birleştiren el-Belus'un tutumu, Ahrar Cebelu’l Arab grubunun lideri Süleyman Abdulbaki ile Carbu ve el-Hanavi'nin tutumlarıyla örtüşüyor. Leys el-Belus liderliğindeki Mudafetu’l Kerame’ye bağlı gruplar arasında Yahya el-Hıcar liderliğindeki Hareketu Ricalu’l Kerame de bulunuyor. Ancak el-Hıcar'ın Suveyda'daki olaylara ilişkin tutumu el-Belus'un tutumundan farklı ve el-Hicri'nin tutumuna daha yakın.

Buna karşılık, aralarında Livau’l Cebel ve Suveyda Askeri Konseyi’nin de bulunduğu Suveyda'daki diğer yerel gruplar, hükümete muhalif ve el-Hicri'nin tutumuna yakın tutumlar sergiliyor.

Hatırlanacağı üzere, Suveyda'da kanlı olaylar yaşanmadan önce, vilayetteki dini, siyasi ve sosyal otoriteler arasında devlet kurumlarının vilayetteki faaliyetlerine geri dönmesini öngören anlaşmalar birkaç kez imzalanmış, ancak el-Hicri ve bazı yerel gruplar bu anlaşmaları reddetmişti.



Büyük İsrail kavramının kökenleri ve günümüzdeki dönüşümleri

15 Eylül 1948’deki Nekbe'nin ardından eşyalarını taşıyan Filistinliler
15 Eylül 1948’deki Nekbe'nin ardından eşyalarını taşıyan Filistinliler
TT

Büyük İsrail kavramının kökenleri ve günümüzdeki dönüşümleri

15 Eylül 1948’deki Nekbe'nin ardından eşyalarını taşıyan Filistinliler
15 Eylül 1948’deki Nekbe'nin ardından eşyalarını taşıyan Filistinliler

Louis Fishman

İran ve İsrail arasında 12 gün süren son savaşın akabinde, Türkiye’nin devlet kanalı TRT’nin İngilizce yayın yapan kanalı TRT World, İsrail'in savaş gerekçesinin sınırlarını genişletme planıyla bağlantılı olduğunu iddia eden kapsamlı bir özel haber yayınladı. Haberde, söz konusu planın, “Nil'den Fırat'a” uzanan ve iddiaya göre eski Yahudi krallığının sınırlarıyla örtüşen bir Büyük İsrail kurmak olduğu belirtiliyordu. Bu iddia yeni değildi; benzer tartışmalar Arap kanallarında da yapıldı ve sosyal medyada geniş çaplı polemiklere neden oldu.

İran'ın bahsedilen sözde “Tevrat sınırları"nın dışında yer alması bir yana, Filistin’i aşan bir anavatan kurma çabası fikri bir asır öncesine dayanıyor. 1911 baharında Osmanlı meclisi, Filistinli milletvekili Ruhi el-Halidi'nin uyarılarını görüşmüştü. Halidi, Filistin'deki Yahudi göçmenlerin attıkları pratik adımları mecliste açıklamış ve Osmanlı'nın Suriye ve Irak eyaletlerine uzanmasına karşı da uyarmıştı. Ancak dün ve bugün yapılan tartışmalar arasındaki en belirgin ortak nokta, belgelenmiş bu gerçekler değil, Halidi ve meslektaşı Said el-Hüseyni'nin kaçındığı bir şeydir; Yahudileri Osmanlı İmparatorluğu'na egemen olmakla suçlayan komplo teorilerine sığınmak.

1908 Jön Türk Devrimi ve 1909'da Sultan İkinci Abdülhamid'in tahttan indirilmesinin ardından, Osmanlı muhalefetinin önde gelen isimleri, bu olaylarda Yahudilerin parmağı olduğunu iddia ederek “Siyonist istila” korkusunu körüklediler. İktidardaki İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin üyeleri olan Halidi ve Hüseyni’ye gelince, Osmanlı topraklarını işgal etmeye çalışan bir “görülmemiş Yahudi bloğu” suçlamalarının Filistin ile ilgili olmadığı, yalnızca antisemitizmden kaynaklandığı onlar için açık ve netti. Ayrıca, bu iddiaları ortaya atanların esasında Filistin davası ile gerçekten ilgilenmediklerini de fark etmiş olabilirler.

Komplo teorilerinin geri dönmesi şaşırtıcı değil. Antisemitizm, onlarca yıl sonra Türk İslamcı çevrelerde yeniden ortaya çıktı. Bu çevreler Mustafa Kemal'in (Atatürk) gizli bir Yahudi olduğunu, Türkiye'nin “ilk Yahudi devleti”, İsrail'in ise ikinci Yahudi devleti olduğunu iddia etmişlerdi. Daha sonra Arap çevreleri de bu hipotezleri onlarca yıl benimsediler. Bu bağlamda, İsrail'in Nil'den Fırat'a uzandığı fikri, tarihten geri dönüştürülmüş antisemitik bir fikirden başka bir şey değildir.

Bu antisemitizm örnekleri bugün bize önemli bir ders sunuyor: Yahudi komplusu teorilerinin birey üzerindeki etkisi ne kadar güçlüyse, Filistin'deki (Arapçada Filistin, İbranicede Eretz İsrail yani İsrail Diyarı) Siyonist sömürgeciliğe karşı bir asırdır mücadele eden Filistinlileri destekleme kabiliyetleri de o kadar zayıflıyor. Bu teoriler, Osmanlı'nın son dönemlerinde Filistin davasına hizmet edemediği gibi, bugün de anavatanlarında yaşayabilir bir siyasi varlığı koruma mücadelelerine zarar veriyor. Böylece, çatışmanın yapısal köklerinden dikkatleri uzaklaştırmaya ve bir asırlık işgal ve haklardan soyutlama çıkmazından kurtulma yönündeki ciddi çabaları zayıflatmaya katkıda bulunuyorlar.

Kavramdan tarihsel bağlama

Yaygın algının aksine, erken dönem Siyonist proje gizli komplolardan uzak durdu. Yahudiler, bazılarının hayal ettiği gibi ve Berlin Konferansı'na (1884-1885) benzer bir sahneyle, Osmanlıların boyunduruk altına alınmasını planlamak için “karanlık odalarda” toplanmadılar. Bunun yerine, büyük ölçüde aleni bir yol izlediler. Liderleri Theodor Herzl'in sömürgeci bir vizyona sahip olduğuna da şüphe yok. Filistin konusunda Sultan İkinci Abdülhamid ile yaptığı görüşmelerin başarısızlıkla sonuçlanmasının ardından, 1903'te İngiltere'nin Doğu Afrika'da bir Yahudi devleti kurma planını desteklemesi de bunu açıklıyor.

cvfght
Ben-Gurion, Theodor Herzl için düzenlenen bir anma töreninde İsrailli yetkililer arasında duruyor (AFP)

Aslında, Siyonist örgütün stratejisi Birinci Dünya Savaşı öncesinde değişti. Herzl'in Doğu Afrika planının reddedilmesinin ardından örgüt, bağımsız bir devlet arayışından vazgeçti ve oradaki büyüyen İbrani topluluğuna güvenerek Filistin'de özerk bir ulusal oluşum kurma hedefine yöneldi. Bu yönelim, Filistinlileri endişelendirdi ve bu endişelerini (yukarıda belirtildiği gibi) 1911'de Osmanlı Meclisi’nde dile getirdiler. Esasında, Büyük İsrail meselesi, 1917'deki İngiliz işgalinden sonra gerçek bir önem kazandı. Büyük İsrail’in İbranice karşılığı olan Eretz Yisrael Hashlemah terimi, 1967 savaşından sonra yaygın olarak kullanılmaya başlandı.

İngiliz Mandası dönemi (1920-1948), Siyonist kampta derin bir bölünmeye tanık oldu. Büyük bir azınlık, David Ben-Gurion liderliğine karşı çıktı ve Balfour Deklarasyonu'nu Ürdün Nehri'nin her iki yakasını da kapsayacak şekilde yorumlayan katı tutumlu Vladimir Jabotinsky ile ittifak kurdu. Ancak bu yorum, “Tevrat’taki anavatan" referansına dayanmıyordu. Aksine, revizyonist Siyonistlerin planları, Filistin ve (daha sonra Ürdün Haşimi Krallığı olan) Ürdün'deki İngiliz Mandası'nın sınırlarına dayanıyordu.

İngiliz Mandası dönemi (1920-1948), Siyonist kampta derin bir bölünmeye tanık oldu. Büyük bir azınlık, David Ben-Gurion'un liderliğine karşı çıktı ve Balfour Deklarasyonu'nu Ürdün Nehri'nin her iki yakasını da kapsayacak şekilde yorumlayan katı tutumlu Vladimir Jabotinsky ile ittifak kurdu

Eretz Yisrael Hashlemah teriminin anlamı, David Ben-Gurion'un BM’nin Taksim Planı'nı kabul ettiği 1947'de kökten değişti. “Bütün topraklar” kavramından, Mandater Filistin'in taksiminin bir sembolüne dönüştü. 1967 Savaşı ve İsrail'in Batı Şeria, Gazze Şeridi, Mısır'ın Sina Yarımadası ve Suriye'nin Golan Tepeleri'ni işgalinden sonra, taksimi kabul etmenin Filistin'in tamamını ilhak etmek için geçici bir strateji olup olmadığı konusundaki tarihsel tartışma ortadan kalktı.

Açıklamak gerekirse; “bölünmüş İsrail” savunucuları, toprağın yalnızca bir kısmında bir Yahudi devletinin kurulmasını desteklerken, “nehirden denize” uzanan bir Yahudi devletinin savunucuları Büyük İsrail fikrini savundular.

cvfbghj
Tel Aviv'deki bir gösteri sırasında İsrail işgalini protesto edenler, Siyonist hareketin kurucusu Theodor Herzl'in resminin bulunduğu bir pankartın yanında İngilizce “Apartheid” kelimesinin harflerini taşıyorlar

İsrail'in Mısır ile barış karşılığında Sina Yarımadası'ndan çekildiği ve Rabin (1994) ile Olmert (2008) dönemindeki başarısız müzakereler sırasında Golan Tepeleri'nden neredeyse çekileceği doğrudur. 1977'de (Jabotinsky'nin fikirlerini benimseyen) Likud Partisi’nin yükselişiyle birlikte, Eretz Yisrael Hashlemah terimi 1970'ler ve 1980'lerde popüler hale geldi. Ancak, Oslo Anlaşmaları'nın başarısızlığı, yerleşim yerlerinin genişlemesi ve Batı Şeria'daki işgalin derinleşmesi, özellikle de 2005'te görünürdeki geri çekilmeye rağmen kapsamlı bir abluka altında kalmaya devam eden Gazze de dahil İsrail'in “nehirden denize” uzanan topraklar üzerinde 1967'den beri fiilen devam eden kontrolüyle birlikte, bu terim geriledi.

2000'den sonra doğan Filistinli ve İsrailli nesiller için, Büyük İsrail ve Yeşil Hat terimleri, on yıl öncesinde olduğu gibi, tartışmalarda artık aynı ilgiyi görmüyor.

Bu mevcut gerçeklik, Büyük İsrail koalisyonunun kökleştirmeye çalıştığı süreci yansıtıyor. Bu akım için, toprağın tamamının ilhakı birincil hedef olmaya devam ederken, giderek büyüyen Mesihçi dini gruplar arasında köklü bir ideolojik ilkeye dönüştü. Ne yazık ki, bu yaklaşım iki devletli çözümü destekleyen herhangi bir tarafın karşılaştığı en büyük engel ve bunu İsrail içinde artan bir ilgisizlik izliyor. Bu ilgisizlik, İsrail'in merkezinden veya solundan yeni ve güçlü seslerin yükselişiyle dengelenebilir. Ancak, zayıflık ve durgunluğun damga vurduğu mevcut liderlik, şimdiye kadar bu önemli meselesiyle yüzleşme konusunda tam bir acizlik gösteriyor.

Tıpkı tarihsel komplo teorileri gibi, İsrail politikalarını hegemonik Büyük İsrail anlatısıyla açıklamak, sistemik bir krizi yansıtmaktadır. O da jeopolitik analizden yanılsamaya kaçıştır. Suriye'nin çöküşü, Lübnan'da Hizbullah'ın gerilemesi ve İran'ın İsrail ile rekabet edememesi, bu güçlerin iç başarısızlıklarını yansıtır, mutlak bir İsrail üstünlüğünü değil. Bu bakış açısı, bölgesel güç üçlüsünün (Türkiye, Suudi Arabistan ve İsrail) bugünkü yükselişinin nedenini de aydınlatıyor.

Trajik bir ironiyle, İsrail'in mevcut gücü daha derin bir ifşa anını, yani zayıf noktalarını maskeliyor. Tahran içindeki hedefleri vurabilme kapasitesine sahip olsa da, devlet kurumları aşırı sağcı bir hükümetin yönetimi altında zorluklarla karşılaşıyor. Netanyahu, ülkeyi çıkışı olmayan bir tünele sürüklüyor. Hükümet içindeki ittifaklarını memnun etmek için normalleşmeyi Suudi Arabistan’ı kapsayacak şekilde genişletme fırsatını feda etti. Gazze'de kıtlığa neden olan bir savaşı örtbas etti. Savaş suçlarını günlük pratiklere dönüştürdü; öyle ki soykırım iddiaları İsrail elitinin giderek artan bir kesimi tarafından kabul edilebilir hale geldi.

Sonuç olarak, İsrail'i Ortadoğu'daki baskın güç olarak tasvir etmek, sadece Filistinlilerin direniş seçeneğine olan bağlılıklarını daha da güçlendirecektir. Washington'un kronik çatışmayı çözmeye yönelik ciddi bir iradesinin yokluğunda da, komplo teorileri, sloganlara değil gerçeğe hitap eden adil bir çözüm arayışının önünde ek bir engel haline gelmektedir. Bu ifşa edici tarihi an, tüm kasvetine rağmen, bir asırdır görülmemiş ölçekte jeopolitik dönüşümler yaşayan bir bölgede yeni bir gelecek inşa etmek için bir fırsat olabilir.

Bu makale Şarku’l Avsat tarafından Londra merkezli Al Majalla’dan dergisinden çevrilmiştir.