İsrailli yerleşimcilerin Homeş'e dönüşüne ABD'ye rağmen izin verildi

Kararnameyi İsrail Ordusu Merkez Komutanlığı Başkanı Tümgeneral Yehuda Fuchs imzaladı.

Yerleşimciler, reklam panolarına İsrail Ordusu Merkez Komutanlığı Başkanı’na karşı düşmanca söylemlerin yer aldığı afişler astılar. (Sosyal medya)
Yerleşimciler, reklam panolarına İsrail Ordusu Merkez Komutanlığı Başkanı’na karşı düşmanca söylemlerin yer aldığı afişler astılar. (Sosyal medya)
TT

İsrailli yerleşimcilerin Homeş'e dönüşüne ABD'ye rağmen izin verildi

Yerleşimciler, reklam panolarına İsrail Ordusu Merkez Komutanlığı Başkanı’na karşı düşmanca söylemlerin yer aldığı afişler astılar. (Sosyal medya)
Yerleşimciler, reklam panolarına İsrail Ordusu Merkez Komutanlığı Başkanı’na karşı düşmanca söylemlerin yer aldığı afişler astılar. (Sosyal medya)

İsrail Ordusu Merkez Komutanlığı Başkanı Tümgeneral Yehuda Fuchs, yeni bir yerleşim yeri inşasının önünü açan adımla yerleşimcilerin Nablus yakınlarında tahliye edilen Homeş’e geri dönmesine izin veren kararnameyi imzaladı.

Söz konusu karar, yerleşimcilerin bölgeden tahliye edilmesinden 18 yıl sonra geldi.

Savunma Bakanlığı'nda Bölgesel Hükümet Faaliyetleri Koordinatörlüğü (COGAT) ve Sivil İşlerden Sorumlu Bakan olan Maliye Bakanı Bezalel Smotrich yerleşimcilere hitaben “Homeş'teki Yeşiva’da Tevrat öğreniminin devamına izin vereceğimize söz verdik ve sözümüzü yerine getiriyoruz” açıklamasında bulundu

Batı Şeria'daki Yerleşim Bölgeleri Konseyi Başkanı Yossi Dagan da konuya dair şunları söyledi:

Bugün İsrail devleti tarihinde önemli bir gün. Bu ülkede İsrail topraklarına ve İsrail vatandaşlarına yapılan en büyük adaletsizliklerden biri için tarihi adaletin yerine getirildiği bir gündür.

Karar, İsrail Meclisi’nin (Knesset) geçtiğimiz mart ayında İsrail'in 2005 yılında Gazze Şeridi'nden çekilmesiyle bağlantılı olarak Batı Şeria'nın kuzeyindeki dört yerleşim yerinin boşaltılmasını öngören yasanın yürürlükten kaldırılmasının onayının ardından geldi.

Şarku’l Avsat’ın edindiği bilgilere göre yeni yasa ile İsraillilerin Homeş, Ganim, Kadim ve Sanor yerleşimlerini içeren bölgeye girmesini engelleyen 2005 tarihli Çekilme Yasası’nın hükümleri iptal edildi.

Fuchs'un kararı, Homeş'in özel Filistin arazisi üzerine inşa edilmesine ve Yüksek Mahkeme yargıçlarının, Çekilme Yasası değiştirilse bile bunun yasallığı konusunda şüphelerini dile getirmesine rağmen verildi.

İsrailli sol görüşlü aktivistler Perşembe günü, yerleşimcilere engel olmak için Batı Şeria'dan Kudüs'e giden bir yolu kapattı. (AFP)
İsrailli sol görüşlü aktivistler Perşembe günü, yerleşimcilere engel olmak için Batı Şeria'dan Kudüs'e giden bir yolu kapattı. (AFP)

Yerleşim yerleri karşıtı insan hakları örgütü Yesh Din, İsrail ordusu komutanının kararını eleştirerek, yasa dışı yerleşim biriminin Nablus kenti yakınlarındaki Burka beldesi sakinlerinin sahip olduğu şahsi Filistin toprakları üzerine inşa edildiğini bildirdi.

Yesh Din yaptığı açıklamada ‘İsraillilerin bölgeye girişinin, topraklarında yaşayanları mülksüzleştirmenin başka bir aracı olduğunu’ vurguladı. Açıklamanın devamında ‘karakolu yasallaştırma sürecinin suçlular için bir ödül ve teşvik olduğu ve bunun uluslararası hukuku ihlal ettiği’ ifade edildi.

ABD’den tepki

İsrail hükümetinin Homeş yerleşim birimini ‘meşrulaştırma’ konusundaki ısrarı, ABD’nin öfkesine ve muhalefetine rağmen gerçekleşiyor. Başkan Joe Biden yönetimi, İsrail'in ABD Büyükelçisi’ni, Çekilme Yasası’nın bazı maddelerini iptal eden yasa geçirildikten sonra Dışişleri Bakanlığı'na çağırmıştı.

Filistinliler, yerleşimcilerin Batı Şeria'nın kuzeyindeki Homeş yerleşim birimine gitmesini protesto ediyor. (AFP-Arşiv)
Filistinliler, yerleşimcilerin Batı Şeria'nın kuzeyindeki Homeş yerleşim birimine gitmesini protesto ediyor. (AFP-Arşiv)

ABD, Homeş kararının, İsrail'in gelecekte yaşanabilir bir devlet olması için Filistinlilere yeterli coğrafi sürekliliği sağlamaya yönelik büyük bir yükümlülüğü ihlal ettiğini düşünüyor.

İsrail'deki ABD Büyükelçiliği, İsrailli yerleşimcilerin Homeş'e girmesine izin veren son adım hakkında yorum yapma talebine yanıt olarak, The Times of Israel'e ‘derin endişesini’ dile getirdi. Büyükelçilik Sözcüsü şunları söyledi:

ABD, İsrail’i hem eski Başbakan Ariel Şaron'un hem de mevcut İsrail hükümetinin ABD'ye verdiği taahhütler doğrultusunda, İsrailli yerleşimcilerin mart ayında kabul edilen yasanın kapsadığı bölgeye geri dönmesine izin vermekten kaçınmaya davet ediyor. Yerleşim yerlerini güçlendirmenin barışın ve iki devletli çözüme ulaşmanın önünde bir engel olduğu konusunda nettik. Ancak bu karar, kesinlikle yeni yerleşim birimleri kurmayı, ileri karakollar inşa etmeyi, yasallaştırmayı veya özel Filistin topraklarında yahut Batı Şeria'nın içlerinde, Filistin kasabalarının yakınında herhangi bir tür inşaata izin verilmesini içeriyor.

Fuchs'un yerleşimcileri sevindiren kararı, aynı yerleşimcilerin bizzat kendisine karşı başlattığı bir kampanya ile eş zamanlı geldi. Zira Fuchs, hükümetin talimatlarını uygulayarak geçen hafta, İsrailli yerleşimcilerin kurdukları altı karakolu boşaltmıştı.

Fuchs, Merkez Komutanlığı Başkanı olarak hem merkez bölgede (Tel Aviv dahil) askeri uygulamaları hem de Batı Şeria'da askeri ve sivil işleri yürütüyor. Ayrıca görevi gereği, yerleşimcileri koruyan ve Filistinlilere saldırdıkları zaman bile onlara koruma sağlayan güçleri komuta ediyor.

Fuchs’un güçleri Filistinlileri öldürüp tutuklamasına, şehirlere ve mülteci kamplarına baskın yapmasına ve onlara karşı kapsamlı taciz eylemleri gerçekleştirmesine rağmen tüm bunlar kendisine yardımcı olmadı. Yerleşimciler, Batı Şeria'daki resmi reklam panolarına büyük afişler astılar. Batı Şeria'ya giden yolda Fuchs'un sivil kıyafetler giymiş bir fotoğrafı bulunuyor ve yanında büyük puntolarla şöyle yazıyordu:

“Yerleşim yeri istismarı devam ediyor. Bir hafta içinde altı tahliye.”

Ayrıca yerleşimciler, yerleşim yerlerinde yaşayan iki bakan Bezalel Smotrich ve Itamar Ben Gvir'e yönelik olarak da “Smotrich ve Ben Gvir, Fuchs sizi umursamıyor” ifadelerini kullandılar. Medyaya çıkıp kampanyalarını savunan yerleşimciler, aşırı sağcı bakanları kendilerine karşı kışkırttılar.

İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant ise söz konusu kampanyayı kınadı ve tehlikeli buldu. Ancak aynı zamanda, yerleşimcilerin iradesine boyun eğen Cenin yakınlarındaki Homeş yerleşimindeki mevcut yerleşim karakolunun tanınmasına izin verecek önlemlerin alınmasını emretti.

Bir ordu kaynağı, İsrail Hayom gazetesine verdiği demeçte şu ifadeleri kullandı:

Bu tehlikeli kampanya tüm orduya yöneliktir ve göz ardı edilmemelidir. Yerleşimcilere yıldırım hızında yanıt verilmesi gerekiyor. Bu aşırılık yanlıları, kendilerini koruyan orduya karşı saldırılarını en tehlikeli düzeye çıkarıyorlar. Biliyoruz ki bunu hükümet yetkililerinin desteği olmadan yapamazlar. Onları destekleyen siyasi partiler çifte suç işleyerek nankör bir yerleşimci nesli yetiştiriyor ve ordunun askeri yeteneklerine zarar veriyor.

Söz konusu gazetenin ordu muhabiri Yoav Limor da açıklamasında “Bu aşırılık yanlıları ve gelecekte kurmaya hazırlandıkları ileri karakollarla yüzleşmek istemedikleri için ordu liderliğine terör aşılamak isteyen yerleşimci partiler var” dedi.



Arafat’ın Saddam’a desteğinin bugüne dek devam eden feci sonuçları…

Yaser Arafat ve Saddam Hüseyin. (AFP)
Yaser Arafat ve Saddam Hüseyin. (AFP)
TT

Arafat’ın Saddam’a desteğinin bugüne dek devam eden feci sonuçları…

Yaser Arafat ve Saddam Hüseyin. (AFP)
Yaser Arafat ve Saddam Hüseyin. (AFP)

Macid Kiyali

Irak’ın Kuveyt’i işgali (2 Ağustos 1990) ve bu işgalin sebep olduğu İkinci Körfez Savaşı veya Çöl Fırtınası Harekatı (17 Ocak-28 Şubat 1991) gibi önemli sonuçlar, Irak ve Arap dünyasının yanı sıra İsrail’e karşı mücadelede Arap boyutuyla ilgili olanlar da dahil olmak üzere Filistin meselesi için de sarsıcı bir olaydı.

Irak açısından bu olay, ülkenin teorik ve pratik olarak İsrail’e karşı mücadele denkleminden dışlanması veya çıkarılması ve o dönemde Suriye ordusuyla sınırlı hale gelen sözde ‘Doğu Cephesi’nin ağırlığından kurtulmasıyla sonuçlandı. Araplar açısından da tüm bunlar, Arap siyasi sisteminin çatlamasına ve birbiriyle çatışan odaklara dağılmasına yol açtı. Bu dönüşümün etkisini artıran şey, Irak ‘barajı’ önünden kalktıktan sonra İran’ın bu sisteme meydan okuma imkânı elde etmesi oldu. Halbuki İran ile Irak arasında sekiz yıl süren (1980-1988) kanlı ve yıkıcı savaşta bu barajı ortadan kaldıramamıştı. Bu olayın daha sonra tüm Arap Doğusu ülkeleri üzerinde, şimdiye kadar devam eden ciddi yansımaları olacaktı.

Filistin düzeyinde bu olay, dava, halk ve ulusal hareket için çok feci sonuçlar doğurdu. Nitekim Arapların Filistin davası etrafındaki birlikteliği sona erdi, Filistin meselesi Arapların öncelikler listesinden ya da (varsayılan) merkezî konumundan uzaklaştırıldı. Dolayısıyla Filistinliler İsrail’in izlediği politikalar ve meydan okumalar karşısında savunmasız kaldı. Üstelik Filistinliler, kaybedenler kampında yer alıyorken İsrail, eski Sovyetler Birliği’nin çökmesi ve dağılması sonucunda uluslararası ve bölgesel sisteme tek kutup olarak hâkim olmaya başlayan ABD’den destek alıyordu.

Filistin’in durumuna yönelik doğrudan sonuçlara gelince… Olayın yansımaları, 1987-1993 yılları arasındaki ilk Filistin halk ayaklanmasının (Birinci İntifada) oluşturduğu etkilerin zayıflatılmasına ve özellikle liderlerinin işgal karşısındaki muğlak tutumundan ötürü Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) dışlanmasına odaklandı. Buna ek olarak çoğunluğu, işgal edilen Filistin topraklarındaki ailelerine destek olan Filistinlilerin çoğunun işgal sırasında ve sonrasında Kuveyt’ten göç etmesi de ayrı bir felaket olarak tarihe geçti.

ABD’nin Irak ordusunu Kuveyt’ten çıkarmak için Arap ülkeleriyle birlikte başlattığı operasyon, İsrail’i endişelendirdi. Zira bu operasyon onun, bölgenin güvenliğini ve ABD’nin çıkarına olduğu bilinen istikrarı sağlama sürecine katılamayacağını gösterdi.

Sonuç olarak tüm bu zorlu uluslararası ve bölgesel koşullar, Madrid Konferansı (1991 yılı sonları) yoluyla Arap-İsrail barış sürecinin başlatılmasına katkı sağladı. Bu gelişme, Filistinlilerin söylemlerinde ve mücadele biçimlerinde görülen tüm değişikliklerle birlikte Oslo Anlaşması’nın (1993) yolunu açtı. Filistin ulusal hareketinin bir otoriteye dönüşmesi ve Filistin davası kavramının Filistin, Arap ve dünya düzeyinde değişmesi söz konusu değişikliklere örnek gösterilebilir.  

İsrail’in işgali istismar etmesi

İlk bakışta İsrail, Irak’ın Kuveyt’i işgaline şaşırmış göründü. Aynı şekilde daha sonra uluslararası koalisyonun (ağırlıklı olarak Batı’nın), özellikle onu dışarıda bırakarak Irak’a karşı yürüttüğü operasyona da şaşırmış görünüyordu. Bunun üzerine başlangıçta ABD’nin Irak ordusunu Kuveyt’ten çıkarmak için herhangi bir doğrudan askerî faaliyette bulunma ihtimalini dışlamaya dayalı seçenekleri benimsedi.

İşçi Partisi’nin lideri ve eski Başbakan İzak Rabin, bu tutumu şu ifadelerle dile getirmişti:

“Batı’nın Körfez’de meydana gelen durum için sömürgeci bir askerî seçeneği yok… ABD, Irak’a karşı kullanmak üzere askerî güçler gönderemez. Buna dahil olacağını sanmıyorum.” (Yediot Aharonot/3 Ağustos 1990).

Askerî strateji yorumcusu Ze’ev Schiff ise şunları söylemişti:

ABD, Irak petrolünün ihracını engelleyebilir ve Irak’a ambargo uygulayabilir. Ama bu, aşırı bir adımdır. Bu konuda Sovyetler Birliği ya da Avrupa ülkeleri tarafından bir destek göreceği şüpheli. Aynı şekilde Arap dünyası da böyle bir hamlede iş birliği yapmayı reddedecektir. Dolayısıyla ABD, ekonomik yaptırımlarla yetinecek. (Haaretz/3 Ağustos 1990)

Sonuç olarak ABD’nin Irak’ı Kuveyt’ten çıkarmak için Arap ülkeleriyle birlikte başlattığı operasyon İsrail’i endişelendirdi. Zira bu operasyon onun, bölge güvenliğini ve ABD’nin çıkarına olduğu bilinen istikrarı sağlama operasyonuna katılamadığını ortaya koydu. Ayrıca ABD ve Arap ülkeleri tarafından doğrudan askerî bir müdahaleyle, bu çıkarların savunulması uğrunda kendisinin gözden çıkarılabileceğini de gösterdi. Bununla beraber dönemin İsrail Savunma Bakanı Moşe Arens, bu değişimin etkisini ve stratejik sonuçlarını hafifletmeye çalışarak şöyle dedi:

Amerikalılar, Arap ülkelerini içine alan geniş bir cephe oluşturmaya çalışıyor. Bu durumda İsrail’in bu çabaya dahil edilmesinde bir çıkarlarının olmaması anlaşılır bir durum. Bu yüzden İsrail, buna dahil değil. (Yediot Aharonot/10 Ağustos 1990)

Ancak İsrail çok geçmeden bu endişenin üstesinden gelerek bu hadiseyi birkaç alanda istismar etmeye çalıştı. Mesela Arap dünyasına güvenilemeyeceğini ve onun sorununun İsrail’in varlığıyla değil, bizzat Arap gerçekliğiyle alakalı olduğunu öne sürdü. Bu durum da onun, herhangi bir çözüm süreciyle bağlantısı olmaksızın güvenliğini sağlama, istikrarını ve bölgedeki askerî üstünlüğünü güvence altına alma yaklaşımının isabetliliğini ve Batılı ülkelerin kendisine destek vermeye devam etmesi gerektiğini teyit ediyordu. Ariel Şaron da Irak’ın Kuveyt’i işgalini değerlendirirken şu ifadeleri kullandı:

İsrail topraklarındaki Arap-Yahudi çatışması, ikincil öneme sahip bir sorun olarak gerçek boyutunu kazanıyor. İsrail’in gerek varlığı gerekse güvenliği açısından yorulmak bilmeden güçlenmesi gerekiyor. (Yediot Aharonot/10 Ağustos 1990)

Çok açık ki İsrail, Batılı ülkelerin Irak ordusunu yıkıma uğratıp Irak’ı zayıflatmasından çok memnun oldu. Bu, kendisi hiçbir bedel ödemezken Doğu Cephesi’nin zayıflatılması demekti ki bu, İsrail’in stratejik ve uzun vadeli hedeflerinin merkezinde yer alıyor.

Barışa siyasi yatırım

Bununla birlikte bu savaşa yapılan asıl ve siyasi yatırım şudur: Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra tek kutup olarak küresel sistem ve Irak’ın Kuveyt’i işgalinin sonuçlarına bağlı olarak da bölgesel sistem üzerindeki hâkimiyetiyle ABD bu savaşı, Madrid Konferansı’nda (1991 sonları) varılan Filistinlilerle çözüm süreci kisvesi altında Arap-İsrail ilişkilerinde yeni bir sayfa açmak için uygun bir fırsat olarak gördü.

Burada kayda değer bir nokta şu ki Madrid’de başlatılan bu çözüm süreci, 1967 yılında işgal edilen Filistin veya Suriye topraklarını sahiplerine iade edecek bir çözüme, İsrail’in temel direği olacağı ve çeşitli alanlarda karşılıklı iş birliğine dayalı yeni bir bölgesel düzenin oluşturulmasına odaklandığı kadar odaklanmadı.

O dönemde bu müzakereler, İsrail ile ilgili tarafların her biri (Filistin, Suriye, Ürdün ve Lübnan) arasında ikili ve çoklu olmak üzere iki yönde başlamıştı. Amacı da İsrail ile Arap ülkeleri arasında, Avrupa ve ABD başta olmak üzere uluslararası tarafların da katılımıyla (ekonomide, sularda, altyapıda ve güvenlik düzenlemelerinde) ortak sistemler oluşturarak bölgesel iş birliğinin önünü açmaktı. Bu müzakereler, her yıl periyodik olarak düzenlenen Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da Ekonomi Zirvesi konferansıyla taçlandı (1994-1997 yılları arasında Kazablanka, Amman, Kahire ve Doha’da dört konferans düzenlendi). Çoklu müzakerelerin ve bu konferansların teorik zemini, Ortadoğu’da yeni bir bölgesel düzen kurma bahanesiyle oluşturuluyordu. Eski İsrail Başbakanı Şimon Peres de Yeni Ortadoğu adlı kitabında buna açıklık getirmiş ve teşvik etmiştir.

Filistin’in tutumundaki hatalar

FKÖ yönetimi ve lideri Yaser Arafat tarafından temsil edilen sorunlu ve muğlak Filistin tutumu, Filistin ulusal hareketi ile Arap siyasi yapısı arasında önemli bir çarpışma anı oldu. Bu tutumun, harekete ve Filistin halkına uzaktan yakından olumlu bir getirisi olmadı. Hatta aksine her düzeyde Filistinlilere ve davalarına zarar verdi.

Bu aşamada Arap resmî sistemi iki eksene ayrılmış gibi görünüyordu. Bu eksenlerden ilki, işgale karşı çıkıp kınadı, Kuveyt’e destek verdi ve Irak’ı Kuveyt’ten çıkarmak için gösterilen her türlü askerî faaliyete yardımcı oldu. Diğerinin ise görünüşe göre olan bitene itirazı yoktu ya da Kuveyt’in işgaline yönelik herhangi bir girişime veya askerî çözüme çekimser yaklaşıyordu. İlk eksen, işgale karşı güçlü bir uluslararası hareketin merkezinde yer alıyordu. Bu hareket, 2 Ağustos 1990’da, yani işgal gününde alınan, Irak’ın Kuveyt’i işgalini kınayan ve Irak ordusunun genel olarak, derhal ve koşulsuz geri çekilmesini talep eden 660 sayılı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararında ifade edildi. İkinci eksen ise bu uluslararası denklemin dışındaydı ya da ondan kopmuştu. O kritik tarihî anda Filistin Yönetimi bunun farkında değildi. BM Güvenlik Konseyi tarafından daha sonra alınan (6 ve 9 Ağustos 1990) kararların (661 ve 662) içeriğinde bahsedilen ve Irak’a yaptırım uygulanmasını da içeren sonraki uluslararası adımların boyutunu da idrak edemedi. Aynı şekilde 10 Ağustos 1990’daki Arap Zirvesi konferansında alınan ve Irak’ın işgalinin kınanmasını ve Arap Körfez ülkelerinin Kuveyt’i geri alma yolunda attığı adımlara destek verilmesini içeren kararların boyutunun da farkına varamadı. Bu zirvenin kararları arasında Kuveyt’i geri almak için uluslararası güç talep etmek ve buna katkı sağlamak için Arap güçleri göndermek de yer alıyordu.

Filistinli akademisyen tarihçi Velid el-Halidi, ‘Körfez Krizi: Kökenler ve Sonuçlar’ başlıklı makalesinde (Filistin Araştırmaları Dergisi, Sayı: 5, Kış 1991) bu çarpışma anını acı bir şekilde gözlemliyor ve şöyle diyor:

“Bu zorlu durumda FKÖ, Libya ve Irak ile birlikte bu karara karşı oy kullandı.”

FKÖ’nün tutumu, memnun edici değildi… Saddam’ın Kuveyt’i işgal ederek çiğnediği ilkeler, Filistin davasına manevi gücünü veren ilkelerin aynısı. Arafat’ın üzerinden atmaya çalıştığı terörist imajı, Kuveyt’in işgalinden sonra Saddam’la olan yakın ilişkisiyle güçlendi. Teorik olarak, ABD liderliğindeki BM’nin düşmanlığa ve işgale karşı sergilediği tutum, FKÖ’nün elde etmek için bıkmadan usanmadan peşinde koşması gereken olgunun ta kendisidir. Velid el-Halidi

Halidi’nin ifadesiyle; “FKÖ’nün tutumu, memnun edici değildi… Saddam’ın Kuveyt’i işgal ederek çiğnediği ilkeler, Filistin davasına manevi gücünü veren ilkelerin aynısıdır. Arafat’ın üzerinden atmaya çalıştığı terörist imajı, Kuveyt’in işgalinden sonra Saddam’la olan yakın ilişkisiyle güçlendi. Teorik olarak, ABD liderliğindeki BM’nin düşmanlığa ve işgale karşı sergilediği tutum, FKÖ’nün elde etmek için bıkmadan usanmadan peşinde koşması gereken olgunun ta kendisidir.” Halidi bu duruma ilişkin şunları söyledi:

Yaser Arafat’ın, Fetih hareketinin kuruluşundan sonraki siyasi hayatında yaptığı en büyük stratejik hataydı… Arafat, Fetih hareketinin kurulduğu günden bu yana benimsediği temel bir ilkeyi unuttu: Filistin davasına hizmet etmek, FKÖ’nün Araplar arasındaki anlaşmazlıklardan uzak tutulmasını gerektirir. BM kararlarına dayanarak işgali açıktan kınayamaması ve Irak’ın geri çekilmesini savunamaması, FKÖ’nün siyasi güvenilirliğine ve uluslararası konumuna ciddi şekilde zarar verdi.

Feci sonuçlar

Aslında işgalin ve savaşın yansımaları; uluslararası, Arap ve İsrail yansımaları bakımından Filistinlerin davası için bir felaketti. Bu yansımalardan ilki, o dönemde doruk noktasında olan Filistin halk ayaklanmasının zayıflatılması oldu. Zira önce savaş patlak vermiş ve sonra Kuveyt’te yaşayan ve çalışan yüz binlerce Filistinli, işgal esnasında ve sonrasında bu ülkeden ayrılmak zorunda kalmıştı. Bu, Batı Şeria ve Gazze Şeridi’ndeki on binlerce aileyi, Kuveyt’teki akrabalarından elde ettikleri kaynaklardan mahrum etti ki bu kaynaklar, onların direnişini güçlendiriyordu.

Bu aynı zamanda FKÖ Yönetimi’nin mali kaynaklarının kurumasıyla beraber Arap dünyasındaki saygınlığının da eskisine nazaran azalmasına neden oldu. Öyle ki o Arap ve uluslararası koşullarda (Sovyet müttefikini kaybettikten sonra), ABD’nin Ortadoğu için düzenlediği siyasi yola girmeyi kabul etmek suretiyle gemisini tekrar yüzdürmeye ve Arap-İsrail çatışmasını bitirmeye mecbur görünüyordu. Zira onun gözünde, başka bir seçeneği yoktu. Üstelik İsrail’in Lübnan’ı işgal edip (1982) tüm güçleri, kurumları ve liderleri ile FKÖ’yü Lübnan’dan çıkarmasından sonra artık dışarıda ve Filistin sınırlarından uzakta kalmıştı.

Ancak tüm bu gelişmeler, Filistin Yönetimi’ni daha ileri gitmeye sevk etti ve Filistinlilerden bağımsız bir taraf olarak müzakere çerçevesinden dışlanmasının temsil ettiği eksikliği telafi etme çabasıyla, elverişsiz koşullarda gizli müzakerelere girdi. Bu doğrultuda ortak bir Ürdün-Filistin heyetiyle temsil edildi ve bu onun, İsrail’e (ve ABD’ye) ağır bedeller ödemesine sebep oldu. Zira bağlantılı uluslararası kararları müzakereler için bir referans olarak kabul etmemeyi ve iki taraf (Filistinliler ve İsrailliler) arasındaki müzakereleri herhangi bir anlaşmanın temeli olarak kabul etmeyi onaylamıştı ki bu elbette İsrail’in çıkarınaydı. Ayrıca (mülteciler, yerleşimler, Kudüs, sınırları, güvenlik düzenlemeleri gibi…) temel meselelerde, nihai çözümün ne olduğunu açıklamadan, kararın ertelenmesine de onay vermişti ki bu da Filistinlilerin otuz yıldır bedelini ödediği şey.

Böylece Oslo Anlaşması imzalandı. Bu, terminolojik bakımdan geçici bir anlaşma olsa da aslında bir idari özerklik anlaşmasıydı. Amacı ise yalnızca İsrail otoritesinin bir vekili olarak, işgal edilmiş topraklardaki Filistinlileri kontrol edecek bir Filistin otoritesi üretmekti. Bununla Filistinliler, en yüksek otoritenin İsrail’e ait olduğunu, Filistin otoritesinin ise topraklar, kaynaklar veya geçitler üzerinde değil, sadece kendi halkı üzerinde geçerli olduğunu akılda tutarak iki otoriteye tâbi hale geldi.  

Bunun yanı sıra otoriteyi kurmanın bedeli olarak Filistin davasının içi boşaltıldı. Filistin ulusal hareketi, sınırlı bir özyönetim otoritesinden ibaret hale getirilerek ulusal kurtuluş hareketi olma özelliğini terk etti ve davanın, halkın ve toprakların birliği dağıtıldı. Araplar ise Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nde Filistin Yönetimi kurulmasını meşrulaştırdı. Varlığı Filistinliler tarafından kabul edilip de Filistin anlatısı, 1967’de işgal edilen topraklar üzerindeki çatışmayla sınırlı hale geldikten sonra da İsrail ile normalleşme süreçleri ve çeşitli biçimlerde ilişki kurulması normalleştirildi. Nekbe (1948) dosyası da Filistin ve Araplar için kapandı.    

Aslında tarihe müracaat edip incelediğimizde korkunç Filistin gerçeği, Irak’ın Ağustos 1990’da Kuveyt’i işgalinin bir yansıması gibi görünüyor. Hem Araplar hem Filistinliler için feci kayıpların ve dönüşümlerin çoğunu sonuç veren o felaket veya tehlikeli macera olmasaydı Arap Doğusu ile Filistin davasının durumu nasıl olurdu, kimse biliyor.

*Bu makale Şarku’l Avsat tarafından Majalla’dan çevrildi.