Hiçbir engele takılmadan Moskova’ya ilerleyen Prigojin neden bir anda fikir değiştirdi?

Wagner lideri Yevgeny Prigojin (AP)
Wagner lideri Yevgeny Prigojin (AP)
TT

Hiçbir engele takılmadan Moskova’ya ilerleyen Prigojin neden bir anda fikir değiştirdi?

Wagner lideri Yevgeny Prigojin (AP)
Wagner lideri Yevgeny Prigojin (AP)

Rus özel paramiliter Wagner Grubu’nun lideri Yevgeniy Prigojin, kendisine ait bir eğitim kampının vurulduğunu iddia edip, misilleme tehdidinde bulunarak, bu öfkesini Rus askeri yetkililerden çıkarmaya başlayınca, bir an için Rus hükümeti düşecekmiş gibi göründü.

Kremlin, Wagner liderinin bu iddiasını yalanladı ve Prigojin’e karşı ‘silahlı bir isyanı kışkırtmaya çalışma’ suçlamasıyla ceza davası açtı.

Buna cevaben Prigojin, Rusya’nın askeri liderlerine karşı açık bir savaş başlattı, Rostov-na-Donu şehrini ele geçirdi ve bu askeri liderleri devirmek için Moskova’ya ilerleme sözü verdi.

Şarku’l Avsat’ın National Interest dergisinden aktardığı, ABD’li araştırmacı ve yazar Trevor Filseth imzalı analize göre, Wagner güçlerinin ilerlemesi ülkede kaosa neden oldu.

Başkent Moskova’ya giden yollar kapatıldı. Rusya’da internet sansürlendi. 

Wagner’in ilerlediği şehirlerdeki Rus askeri birlikleri çok az direniş gösterdi ve askerlerin kaçtığına dair söylentileri yayıldı. 

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’e yakın olan Çeçenistan lideri Ramazan Kadirov’a bağlı Çeçen askerler, çatışmaya güneyden katılmaya hazır göründü.

Tüm bunlardan sonra, Belarus Devlet Başkanı Aleksander Lukaşenko’nun aracılığıyla yapılan bir anlaşmayla Prigojin geri çekildi.

Prigojin, Putin’i devirmeye çalışmadığını, yalnızca ‘adalet talep etmek için yürümek’ istediğini belirten bir açıklama yaptı.

Wagner lideri, ‘Rus kanı dökmekten kaçınmak’ için Moskova’ya saldırmayacağını iddia etti. (Kuzeye hareket eden Wagner güçleri bir düzineden fazla Rus askeri öldürülmüştü, ancak olası bir saldırının çok daha şiddetli olabileceği açıktı)

Prigojin ile onlarca yıllık bir ilişkisi olan Putin, bir zeytin dalı uzatabilirdi. Bunun yerine, Prigojin ve yandaşlarını ‘hain’ olmakla suçlayan bir televizyon konuşması yaptı.

Lukaşenko’nun arabuluculuğuyla, Prigojin’in Belarus’ta sürgünde yaşamak için ülkeyi terk etmesi ve güçlerinin Ukrayna’da işgal altındaki bölgelerdeki mevzilerine dönmesi konusunda anlaşmaya varıldı.

Böylece kriz etkisiz hale getirildi. Putin hayatta kaldı. ‘Tarihin Sonu’ (The End of History) bir kez daha önlendi.

Söz konusu analize göre, Kremlin’in ilk açıklamalarının, ‘bir uzlaşma olasılığını reddediyor’ gibi göründüğünü kaydeden birçok Batılı gözlemci için sürpriz oldu.

Prigojin Telegram kanalı aracılığıyla yaptığı kısa açıklamada, Lukaşenko’nun teklifini neden kabul ettiğini anlattı.

Ortaya koyduğu nedenler tamamen özveriliydi.

Bir vatansever olan Prigojin, Rusların hayatını gereksiz yere kaybetmesini önlemek istediğini ifade etti. 

Yine de, Wagner ordusu Moskova’nın eşiğindeyken bu şartları kabul etmesiyle, ‘üstlendiği görevin beyhude olduğunun’ farkına vardığını gösterdi.

The Telegraph gazetesinde yer alan bir haber, Prigojin’in ailesine karşı yapılan tehditler de dahil olmak üzere başka motivasyonlara işaret etti.

Analize göre, Prigojin hedeflerinde bir anlamda başarılı olabilirdi. Dış müdahale olmasaydı, Prigojin Moskova’yı kısa sürede ele geçirebilirdi.

Peki sonra ne olurdu? 

Prigojin’in bir sonraki hamlesi hiç de net değildi.

Putin, Savunma Bakanı Sergey Şoygu, Genelkurmay Başkanı Valery Gerasimov ve diğer önemli Rus liderler, Prigojin onları yakalayamadan şehirden kaçabilirdi.

Prigojin’in toplam kuvveti 25 bin askeri olmasına rağmen, kendisine sadece beş bin kadar asker eşlik ediyordu ve bu, ona tamamen itaat etseler bile 13 milyonluk Moskova’yı kontrol etmesini zorlaştırırdı.

Ukrayna’daki cephelerden ek Wagner takviyesi gelse bile, Prigojin muhtemelen Moskova’yı elinde tutamazdı.

Daha da önemlisi, Prigojin Moskova’ya girerek ve ardından onu ‘Rus güçlerine karşı savunmak için’ savaşarak, her iki taraftaki askerlerin yanı sıra çapraz ateş arasında kalan siviller arasında binlerce ölüme neden olabilirdi. 

Bunu yaparken, Rus halkı adına hareket etme veya ülkenin çıkarlarını en iyi şekilde düşünme iddiasından vazgeçmiş olacaktı. 

Wagner birliklerinin kuzeye bu kadar hızlı ilerleme nedenlerinden biri, Rus ordusu veya polis birimlerinden herhangi bir engelleme ile karşılaşmamaları oldu.

Ordunun eylemsizliği Putin için kötü bir işaret oldu, ancak aynı zamanda her iki tarafa da krizi daha da tırmanmadan önce yatıştırmak için kritik bir açılım sağladı.

Ancak Prigojin Moskova’da açık bir çatışmaya girmiş olsaydı, hatta Kadirov’un Çeçen güçleriyle Rostov-na-Donu yakınlarında bir çatışma yaşasalardı, iki taraf arasında bir anlaşmaya varmak çok daha zor olurdu.

Filseth  analizine şu ifadelerle devam etti;

Bu kriz, akla gelebilecek hiçbir evrende, Kremlin’de ‘Başkan Prigojin’in göreve gelmesiyle sona eremezdi. Putin, hiçbir zaman kendi isteğiyle iktidardan vazgeçmezdi ve bir iç savaş patlak verseydi, bir taraf çeşitli hatlardan iki milyon, diğer taraf ise 25 bin askere sahip olacaktı. Bunun tam olarak nasıl ilerleyeceği tahmin edilemez. Ancak er ya da geç kaçınılmaz olarak Prigojin’in ölümüyle sonuçlanacaktı. Şimdi bile, Putin ülke üzerindeki hakimiyetini yeniden kurarken, Wagner liderinin nihai kaderi belirsiz. Putin geçmişte, ihaneti asla affedemeyeceğini söylemişti. Prigojin, Belarus’taki göreceli güvenliğinde bile yakın gelecekte açık pencerelerden kaçmak isteyebilir.

Kremlin, Prigojin ayaklanması hakkında ağzını sıkı tutsa da, Lukaşenko’nun aracılık yaptığı anlaşmanın Putin’in de lehine olduğu açık.

Prigozhin, kısa vadede Putin’i devirmeyi başaramazdı, ancak Rus liderin pozisyonuna şimdiden hesaplanamaz bir zarar verdi. 

Putin de anlaşmayı kabul ederek kayıplarını azalttı, Rusya içindeki otoritesini yeniden sağlama fırsatı elde etti, liderliğine yönelik muhtemel meydan okumaları önledi ve nihayetinde çok daha büyük bir trajediden kaçındı.

Prigojin’in eylemlerinin en kalıcı sonucu, muhtemelen Putin’in dikkatle geliştirdiği dokunulmazlık imajının paramparça olması olacaktır.

Rusya’nın devlet kontrolündeki TV kanalları, saldırı başladıktan hemen sonra haberlerini kesti ve Wagner yanlısı web siteleri hızla sansürlendi.

Ancak her biri bir milyondan fazla nüfusa sahip iki büyük şehir olan Rostov-na-Donu ve Voronej halkı, Prigojin’in birlikleri şehirdeki askeri tesislerin kontrolünü ele geçirirken kendi gözleriyle tüm olanları izledi. 

İki şehrin sakinleri, Wagner güçlerine yiyecek ve su verdi ve yanlarından geçerken onlar için tezahürat yaptı.

Prigojin, 24 Haziran gecesi Rostov-na-Donu’dan Belarus’a sürgüne gitmek üzere ayrılırken, büyük bir kalabalık tarafından uğurlandı.

Paralı askerlerin ayrılmasının ardından şehre tekrar giren Rus polisi, Wagner yanlısı sloganlar atan öfkeli bir kalabalık tarafından engellendi.

Rus sivillerin Prigojin ve Wagner Grubu’na duyduğu sempati, paralı askerlerin kuzeye yaptıkları ilerleme sırasında karşılaştıkları bazı Rus askeri birimlerinde de görüldü.

Çeşitli Rus birliklerinin Wagner Grubu’na katıldığına dair söylentiler yanlış gibi görünse de bu birimler, Wagner güçlerinin ilerlemesini durdurmak için hiçbir şey yapmadı.

Hükümdara tam bağlılık, uzun süredir Rus askeri tarihinin bir özelliği olmuştur. 

Çar’ın ordusu, Birinci Dünya Savaşı sırasında isyanlar ve firarlar yaşadı, ancak asla onu devirmeye çalışmadı.

Joseph Stalin, tasfiye edilmeleri sırasında düzinelerce yüksek rütbeli subayı idam etti ve Sovyet ordusu, sonrasındaki yıllar boyunca tamamen Komünist Parti’ye boyun eğdi. 

Gerasimov ve Şoygu da, performans sorunları ne olursa olsun, tartışmasız ve gözü kara bir şekilde Putin’e sadık kaldılar.

İronik bir şekilde, Rus ordusunda ‘sadakatin yeterlilikten çok daha fazla öncelenmesi’, Rusya’nın Ukrayna’ya karşı hayal kırıklığı yaratan performansını açıklamaya yardımcı oluyor.

Rus askerlerinin bu performansı, her şeyden önce Wagner Grubu’nun savaşa müdahil olmasına neden oldu.

Daha fazla serbestlik ve kaynak verildiğinde, Wagner güçleri Rus ordusunun etkinliğini hızla gölgeledi ve Ukrayna’yı aylarca süren bir savaşın ardından Bahmut’tan çıkmaya zorladı. 

Belki de Prigojin’i isyana iten, ordunun kendi kendini yönetme biçimiyle ilgili hayal kırıklığıyla birlikte bu ‘yeterlilik eksikliği’ oldu.

Ancak etkili bir paralı asker, iki ucu keskin bir kılıçtır. 

Floransalı yazar Niccolo Machiavelli tarafından yazılan ‘Prens’ kitabında paralı askerlerin istihdamına karşı hükümdara şu tavsiye verilmiştir;

“Onlara güvenemezsin, çünkü her zaman kendi büyüklüklerini arzularlar.”

Putin’in de bu tavsiyeyi dinlemesi akıllıca olurdu.



Avustralya: Müfettişler, Bondi Plajı saldırısının faillerinin DEAŞ mensubu olduklarına inanıyor

Bondi Plajı saldırısının şüphelisinin evini çevreleyen şeridi kaldıran Avustralyalı bir polis memuru (Reuters)
Bondi Plajı saldırısının şüphelisinin evini çevreleyen şeridi kaldıran Avustralyalı bir polis memuru (Reuters)
TT

Avustralya: Müfettişler, Bondi Plajı saldırısının faillerinin DEAŞ mensubu olduklarına inanıyor

Bondi Plajı saldırısının şüphelisinin evini çevreleyen şeridi kaldıran Avustralyalı bir polis memuru (Reuters)
Bondi Plajı saldırısının şüphelisinin evini çevreleyen şeridi kaldıran Avustralyalı bir polis memuru (Reuters)

Avustralya Yayın Kurumu (ABC), Avustralya istihbarat biriminin altı yıl önce Bondi Plajı saldırganlarından birinin DEAŞ ile bağlantıları olduğunu araştırdığını bildirdi.

Avustralya polisi, 50 yaşındaki bir adam ile 24 yaşındaki oğlunun pazar günü Sidney’de ünlü bir plajda Hanuka Bayramı kutlaması yapanlara ateş açtığını, saldırıda 15 kişinin hayatını kaybettiğini ve 40’tan fazla kişinin yaralandığını açıkladı.

Avustralya medyası, saldırganların Sajid Akram ile oğlu Naveed Akram olduğunu ve Sajid Akram’ın polisle çıkan çatışmada öldüğünü, Naveed Akram’ın ise polis gözetiminde hastanede tedavi gördüğünü bildirdi.

Şarku’l Avsat’ın ABC’den aktardığına göre, Bondi Plajı saldırısını soruşturan ortak terörle mücadele ekibindeki üst düzey bir yetkili, Avustralya Güvenlik ve İstihbarat Teşkilatı’nın (ASIO) 2019 yılında Naveed Akram ile ilgili bazı şüpheleri araştırdığını belirtti.

Haberde, Naveed Akram’ın, Temmuz 2019’da yakalanan ve Avustralya’da bir terör eylemi planlamakla suçlanan DEAŞ üyesiyle yakın bağlantısı olduğunun düşünüldüğü ifade edildi.

ABC, terörle mücadele soruşturmacılarının, Bondi Plajı saldırısını gerçekleştiren silahlı kişilerin DEAŞ mensubu olabileceğine inandığını bildirdi.

ABC’ye konuşan yetkililer, silahlı kişilerin araçlarında iki DEAŞ bayrağı bulunduğunu da açıkladı.

ASIO Genel Direktörü Mike Burgess dün gazetecilere yaptığı açıklamada, saldırganlardan birinin kendileri tarafından bilindiğini ancak ‘acil tehdit’ olarak görülmediğini belirterek, “Dolayısıyla burada yaşanan olayın şartlarını yeniden gözden geçirmemiz gerektiği açık” dedi.

Yeni Güney Galler polisi ise ABC’nin haberini doğrulayamayacaklarını belirtirken, ASIO da ‘bireyler veya devam eden soruşturmalar hakkında yorum yapmadığını’ açıkladı.


Cezaevindeki 4 bin 200 PKK-KCK’lı için kademeli düzenleme: Suça karışmamış 950-1.050 PKK’lı eve dönüş yolunda mı?

Fotoğraf: Reuters
Fotoğraf: Reuters
TT

Cezaevindeki 4 bin 200 PKK-KCK’lı için kademeli düzenleme: Suça karışmamış 950-1.050 PKK’lı eve dönüş yolunda mı?

Fotoğraf: Reuters
Fotoğraf: Reuters

Türkiye’de “Terörsüz Türkiye” süreci, kimilerine göre 2. çözüm süreci olarak değerlendiriliyor; bu konuda çok şey yazılıp çiziliyor. Sürecin toplumsallaşması adına tartışılması doğru; ancak bu tartışmanın gündelik siyasi çekişmeler, öne çıkma çabaları ya da kısır hesaplar üzerinden yapılması, sürece yarardan çok zarar veriyor. Burada herkesin dikkatli olması gerektiğinin altını bir defa daha çizmek gerekiyor.

Siyasetin bu süreçte daha cesur olması, daha fazla adım atması ve daha fazla inisiyatif alması gerekiyor. Çünkü artık top, güvenlik bürokrasisinin sahasından siyasetin sahasına geçmiş durumda.

Elbette süreçte daralmalar olacaktır. İşin doğası gereği bu daralmaların olması son derece doğaldır; ancak siyasi aktörlük meselesi üzerinden herkesin kendisini tekrardan sorgulaması gerekiyor. “Her meseleyi Öcalan’a soralım” yaklaşımı, bana göre doğru değil. Siyasetin inisiyatif alması bir bütün olarak gerçekleşmeli ve inisiyatifler alınabilmelidir. Her meselede Öcalan’ı öne çıkarma, aktör yapma isteğinin toplumsal güvende yara açtığı da görülmelidir. Belki artık örgütün partiyi kurma paradigması tersine dönmeli ve parti, örgütü dönüştürebilmelidir.

Pedal çevirme teorisi işlemeye devam ediyor. Örgütün el yükseltme sebebi ya da farklı seslerin çıkma sebebi, bence devlette ciddiyetin ilk defa bu kadar net görülmesidir. Artık herkes yeni bir paradigmaya dönüleceğini görmeye başladı ve doğal olarak bir bocalama süreci yaşanıyor. Süreç tamamlanırsa siyasetin de paradigmasının değiştiği görülmelidir.

Çünkü şu ana kadar siyaseten “zaten masa devrilecek, güvenmiyoruz, gel gel yapıyorlar, sonra yine bizi hapishanelere atacaklar” anlayışı çok hakimdi. Ama atılan adımlar neticesinde işin ciddiyeti anlaşılıyor ve bu da ezber bozuyor. Bu bakımdan şu ana kadar yaşananların, ben sürecin özüne bir tahribat verdiğini düşünmüyorum. Bu düşüncemi görüştüğüm farklı kaynaklarım da doğruluyor.

Sürecin geldiği yerde iki mesele, en çok sorulan ve merak edilen konuların başında geliyor: Yasal düzenlemeler ve SDG meselesi.

İmralı Adası’ndan Meclis’e: Fırsat yasası ve sürecin kritik eşiği

Komisyon üyelerinin İmralı Adası’na gitmesi, bir eşiğin daha aşılmasını kolaylaştırdı. MHP Genel Başkanı Feti Yıldız Bey’in okuduğu özet, kendi tuttuğu notların özetiydi. Dolayısıyla 16 sayfalık raporun özeti değildi. Beklenti, hem AK Parti adına Hüseyin Yayman’ın hem de DEM adına Gülistan Koçyiğit’in de notlarını okumasıydı; ama bu gerçekleşmedi. Keşke onlar da komisyon üyelerine notlarını aktarsaydı ve sorulacak olan sorulara da cevap verseydi.

Komisyon üyelerinin tuttuğu 16 sayfalık raporun aslında komisyon üyelerine dağıtılması gerekiyordu. Sürecin şeffaflığı, toplumsal rıza üretme konusunda bunun yapılmasının hâlâ geç olduğunu düşünmüyorum. Görüştüğüm ve raporu bilen kaynaklarım, burada anlatılamayacak bir şeyin olmadığını, Öcalan’ın bugüne kadar söylediği görüşlerin benzerlerinin yer aldığını ifade ediyorlar.

Şimdi top Meclis’te. Nasıl bir yasa çıkarılacak? Toplumda cezasızlık algısına da yol açmadan, süreci de sahiplenerek nasıl bir yol bulunacak?

Görev, öncelikli olarak Komisyon’da bulunan partilere düşüyor. Onlar tekliflerini yavaş yavaş Meclis Başkanlığı’na verecekler. Meclis hukukçuları ve güvenlik bürokrasisi de sürece destek verecek.

Kesinleşen bir şey olmamakla beraber, anladığım kadarıyla çıkarılacak olan “Fırsat Yasası” iki ayağa cevap verecek:

A- Eve dönüş durumu
B- Mevcut tutuklu ve hükümlülerin durumu

KCK-PKK örgüt üyeliğinden şu an Türkiye’de cezaevlerinde bulunanların sayısının 4 bin 200 kişi civarında olduğu belirtiliyor. Bunlar içerisinde müebbet hapis cezası alanlar olduğu gibi, cezası bitmeye yakın insanlar da var.

Bunlar için kademeli bir anlayış ve bakış açısı geliştiriliyor. Kişi bazında durumlar incelenecek, toptancı bir anlayışla düzenleme yapılmayacak. Cezaevindekiler için düzenleme yapılırken, aynı zamanda eldeki bazı uygulamalardan da yararlanılacak. Denetimli serbestlik meselesi, yararlanılacak uygulamaların başında geliyor.

PKK’lıların Türkiye’ye dönüşü: Suça karışmamış 950-1.050 kişi için yasal çerçeve nasıl şekillenecek?

Eve dönüş olarak adlandırılan PKK’lıların Türkiye’ye dönme meselesine gelince…

Öncelikle Ankara, Bağdat ve Erbil arasındaki mekanizmanın hâlâ çalıştığını ifade etmek lazım. Bu mekanizma hem silahların hem mağaraların teslimi hem de Irak’ta kalmak isteyen örgüt mensupları için son derece hayati.

Benim gerek Irak makamları, gerek Irak Kürdistan Bölgesi Yönetimi yetkilileri, gerek PKK ve gerekse de Ankara’dan aldığım bilgiye göre PKK içerisinde suça karışmamış militan sayısı 950-1050 arasında. Bu kişilerin gelmesinin önünde şu an herhangi bir engel bulunmuyor. Diyarbakır annelerinin çocukları başta olmak üzere ilk etapta suça karışmamış kişilerin gelmesi, “Fırsat Yasası” ya da “Çerçeve Yasası”nın şekillenmesiyle birlikte gerçekleşebilir.

Burada yapılacak olan yasal düzenleme netleştiğinde, atılacak olan adımların daha da hızlanacağını göreceğiz. Meclis’ten çıkacak olan yasa büyük bir ihtimalle özel bir yasa olacak. Hukukçular bu yasayı çalıştırırken bir taraftan Anayasa’nın eşitlik ilkesinin çiğnenmemesine, diğer taraftan da FETÖ başta olmak üzere diğer örgütlerin yararlanmasının önünü kapatacak. Burada kendisini fesheden bir örgüt olduğu için yeni bir yasa zorunluluğu ortaya çıkıyor.

Hem eve dönüş hem de mevcut cezaevindekilerle ilgili düzenleme yapılırken iki ayrımın altını çizmek gerekiyor. Yapılacak olan düzenleme ile birlikte “örgüt” ortadan kalkarsa örgüt üyeliği ya da örgüte üye olmamakla birlikte oluşan suç ortadan kalkacak; ancak işlenen suçlar ortada duracağı için yapılacak olan düzenlemede kademeli olarak buna cevap verilecek.

Örneğin, örgütte yıllarca kuryelik yapan ama silahlı eylemlere katılmayan kişiler örneğinde olduğu gibi belirli ayrımların yapılması gerekiyor. Benim kaynaklarımdan aldığım bilgiye göre, kişinin durumu üzerinden bir değerlendirme yapılacak, toptan bir değerlendirme yapılmayacak.

Çıkarılacak olan yasada bir süre sınırı konulması, denetimli serbestlik vb. uygulamaların işletilmesi de karşımıza çıkacak gibi duruyor. Burada belki tekrar altını çizeceğim, bireylerin durumunun tek tek ele alınacağı.

Örgüt üst düzey yönetici dediğiniz 232 kişi civarında. Bunlardan 30-40’ı en önemli üst düzey yönetici olarak karşımıza çıkıyor. Bunların büyük bir kısmının Irak’ta kalması ya da seyahat özgürlüğü kapsamında Avrupa ve Irak arasında olması bekleniyor. Burada da Bağdat-Erbil ve Ankara arasındaki mekanizmanın devreye girmesi öngörülüyor.

SDG meselesinde kilit güç ABD: Mazlum Abdi ve YPG’nin silahlı sayısı gerçekçi rakamlarla değerlendiriliyor

SDG meselesine gelince:
Öncelikle Mazlum Abdi’nin verdiği 100 bin rakamı çok abartılı bulunuyor. Hem Suriye’deki kaynaklar hem Ankara’da görüştüğüm kaynaklar, SDG ve onun silahlı kanadını oluşturan YPG’nin silahlı sayısının 45 bin civarında olduğunu belirtiyor.

Suriye’de muhatabın esas olarak ne Şara ne Abdi olduğu, muhatabın ABD olduğu ve SDG meselesinin çözümünde sürecin ABD ile yürütüldüğünün altı çiziliyor. Yani esas patron kimse, müzakereler de onlarla yürütülüyor.

Bu noktada özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Trump’la olan kişisel ilişkisinin, MİT Başkanı İbrahim Kalın’ın temaslarının ve zamanın ruhunun Türkiye’nin işini kolaylaştırdığı belirtiliyor. Erdoğan-Trump görüşmesi, ardından Şara-Trump görüşmesi, CENTCOM’un Trump politikalarıyla paralel hareket etmesi ve Tom Barrack’ın Mazlum Abdi’ye ABD politikaları konusunda net mesajları, aslında Suriye’de önümüzdeki haftalarda bazı olumlu adımların SDG tarafından atılacağını gösteriyor.

Bu aşamada süreci bozma noktasında Fransa, İran ve İsrail gibi ülkelerin SDG’nin kulağına fısıldadığı da gözlerden kaçmıyor.

Sınır kapılarının devri, enerji sahalarının devri ve silahlı unsurların Savunma Bakanlığı’na entegrasyonu sağlanırsa, SDG Türkiye açısından tehdit olmaktan çıkacak.

SDG içerisinde iki anlayış hâkim.

1- Anlayış, “Ankara’nın hem SDG’nin tamamen tasfiyesini hem de 10 Mart mutabakatının uygulanmasını aynı anda talep etmesi, Suriye’de siyasi çözümü engellemeye yönelik politikasını açıkça ortaya koyuyor” derken,

2- Anlayış, “Türkiye Şam Hükümeti ile aramızda garantör ülke olsun. Kolaylaştırıcı olursa süreç daha çabuk ilerler” anlayışında.

Peki SDG bu adımı atar mı?

Bana göre zaman içerisinde SDG bu adımı beş sebepten dolayı atmak durumunda kalacak.

1- Amerika Birleşik Devletleri’nin bunu istemesi
2- SDG’yi oluşturan en büyük güçlerden Arap aşiretlerinin tavrı
3- YPG içerisindeki silahlı dağılım
4- Türkiye ve ABD’nin arabuluculuğu ve garantörlüğü meselesi
5- Zamanın ruhu

Şam yönetimi SDG’den ne istiyor?

Şara yönetimi, SDG’den askerlerinin %75’ini kendilerine vermesini ve Savunma Bakanlığı’na dâhil olmasını istiyor. Geri kalanların ise yerel yönetimlerde asayiş gücü olarak kullanılabileceği belirtiliyor.
SDG, Şam’a üç tümen vereceğini ve komutanların isimlerini Şam’a bildirdiğini ifade ediyor.

Önce saha gerçekliği adına şunu görmemiz gerekiyor:
SDG’nin sahip olduğu 45 bin kişilik gücün %75–%80’inin Arap aşiretlerden oluştuğu, geri kalanının ise farklı Kürt yapılardan oluştuğunun altı çiziliyor.

Saha kaynakları YPG içerisindeki formülasyonu şöyle yapıyorlar:

Irak’tan gelen Irak Kürtlerinin sayısı yaklaşık olarak 1350 civarında.

PKK’dan YPG’ye gelen militan sayısı 1500 civarında.

Suriye Kürtlerinin ise 6 bin civarında olduğu belirtiliyor.

Şam ve SDG anlaşırsa kalan silahlı güç nasıl entegre edilecek: Savunma Bakanlığı mı, polis gücü mü?

Peki diyelim ki Şam Hükümeti ve SDG arasında bir anlaşma oldu; kalan %25 silahlı güç ne olacak sorusuna cevap, silahlı unsurların Savunma Bakanlığı’na bağlanması gibi Suriye Hükümeti’nin karar vereceği bir konu, ancak asayiş ya da polis gücü olarak kullanılmaları güçlü bir olasılık.

Burada özellikle polis gücü olmak istedikleriyle ilgili olarak, merkezi hükümetin denetiminde bir yapı oluştuğunda; Dürzi bölgelerinde Dürzilerden, Arapların yoğun olduğu yerlerde Araplardan, Kürtlerin yoğun olduğu yerlerde ise Kürtlerin alınması son derece doğal. Burada anlaşmazlık, bunların kimin kontrolünde olacağı. Merkezi hükümet, bu polis gücünün Suriye Devleti’nin polis gücü olacağını söylüyor ve Kamışlı’da görev alan bir polisin Süveyda’ya, Lazkiye’de görev alan bir polisin de Kamışlı’ya tayinle gönderilebileceğini ifade ediyor. Aynı şekilde Savunma Bakanlığı bünyesine katılacak olan yapıların da komuta merkezinin Suriye Hükümeti’nde olacağı belirtiliyor.

Suriye’de tamamlanmamış devlet tamamlanırsa, hem anayasal güvence hem de diğer haklar garanti altına alınmış olacak ve Dürzilerin de, Nusayrilerin de olduğu gibi Kürtlerin de devlette karar alma süreçlerinde yer alacağını görmemiz gerekiyor.

Bu geçiş sürecinde SDG yasal garanti istiyor. Bu garanti büyük ihtimalle ABD tarafından verilecek. Türkiye’nin istediği adımlar atılmaya başlanırsa, Türkiye de bu noktada süreci kolaylaştıracak her adımı atacak. Bu adımlardan en önemlisi Nusaybin Sınır Kapısı’nın açılması ve Kamışlı ile ticaretin Türkiye üzerinden devam etmesi olacak.

Amerikalılar Esad döneminde Arap aşiretlerini SDG bünyesine dahil ettiler ve hâlen maaşlarını ödemeye devam ediyor. ABD Kongresi’nden geçen bütçenin büyük bir kısmı bu maaşlara gidiyor.
PKK, Türkiye’de sürecin ciddileştiğini görüyor; SDG de Suriye’de ABD’nin entegrasyonu istediğini ve bu konuda ısrarcı olduğunu biliyor.

Nitekim yakın zaman içerisinde Şammar Aşireti’nin lideri el-Cerba, Şam’a gidip Cumhurbaşkanı Ahmed eş-Şara ile bir araya gelmiş, daha sonra da Mazlum Abdi ile görüşmüştü. Saha kaynakları, Cerba’nın SDG’yi de 10 Mart Anlaşması çerçevesinde Şam ile anlaşmaya ikna etmek için arabuluculuğa başladığını ifade ediyor.

Toparlayacak olursam, Arap aşiretlerini SDG’ye entegre eden ABD’nin kendisi ve şu ana kadar maaşlarını da ödemeye devam ediyor. ABD’nin tavrı burada çok net: Şam’a entegrasyon, Türkiye’nin güvenlik kaygılarının giderilmesi, bununla birlikte toprak bütünlüğü ve politik birliğin sağlanması noktasında Şara’nın güçlendirilmesi. Nitekim CENTCOM Komutanı Brad Cooper, ABD’nin Suriye’deki üç önceliğini, “IŞİD’e karşı mücadele, SDG’yi Suriye devlet yapısına entegre etmek ve Suriye hükümetiyle koordinasyon sağlamak” olarak açıkladı.

10 Mart Mutabakatı ile Suriye’de Kürt, Dürzi ve diğer grupların güvenliği sağlanıyor

Amerika Birleşik Devletleri ve Türkiye’nin garantörlüğünde 10 Mart mutabakatının hayata geçirilmesi, Kürtlerin, Dürzilerin ve diğer grupların Suriye’de güvenceye kavuşmaları ve Suriye’nin geleceğine Suriyelilerin karar vermesi herkesin faydasına olacaktır.

Ankara’da görüştüğüm kaynaklar, “Bugün Türkiye çatışma ortamının oluşmamasını istiyorsa, İsrail’in Suriye’de nüfuzunu genişletmemesi için yapıyor. Bu yapamadığımızdan değil, İsrail’e alan açmama isteğimizden kaynaklanıyor” diyorlar.

SDG konusunda 10 Mart mutabakatının bana göre iyi niyet adımı Deyrizor’da görülecek.
Suriye’de 10 Mart mutabakatıyla ilgili önümüzdeki hafta birkaç adımın atılma ihtimali, aynı adımların Kuzey Irak’ta da (IKBY) gelme ihtimali çok yüksek. Güven artırıcı adımların atılmasına devam edilecek.

Başta ifade ettiğimi tekrar söyleyeyim. Devlet iradesi devam ediyor, ABD’nin Türkiye ve Şara’yı destek politikası devam ediyor, uluslararası konjonktür uygun, Öcalan paradigmada ısrar ediyor ve sürece katkı vermekten geri durmuyor.

Sürecin ciddiyeti noktasında iki hafta içerisinde güzel şeyler görmeye devam edeceğiz. Partiler taleplerini dillendirecekler; bu, hepsinin kabul edildiği ya da edileceği anlamına gelmez. Herkes kendi tabanına sesleniyor ama bu işin siyaset üstü olduğunu da artık görmek gerekiyor.


Zelenskiy, Ukrayna’nın NATO üyesi olması hedefinden vazgeçti

Almanya Başbakanı Friedrich Merz, dün Berlin'de ABD Başkanı Donald Trump’ın Özel Temsilcisi Steve Witkoff ve damadı Jared Kushner'ı karşıladı (EPA)
Almanya Başbakanı Friedrich Merz, dün Berlin'de ABD Başkanı Donald Trump’ın Özel Temsilcisi Steve Witkoff ve damadı Jared Kushner'ı karşıladı (EPA)
TT

Zelenskiy, Ukrayna’nın NATO üyesi olması hedefinden vazgeçti

Almanya Başbakanı Friedrich Merz, dün Berlin'de ABD Başkanı Donald Trump’ın Özel Temsilcisi Steve Witkoff ve damadı Jared Kushner'ı karşıladı (EPA)
Almanya Başbakanı Friedrich Merz, dün Berlin'de ABD Başkanı Donald Trump’ın Özel Temsilcisi Steve Witkoff ve damadı Jared Kushner'ı karşıladı (EPA)

Ukrayna Cumhurbaşkanı Volodimir Zelenskiy dün, ülkesinin Rusya ile savaşı sona erdirecek bir uzlaşı olarak Batı'nın güvenlik garantileri karşılığında NATO üyesi olma hedefinden vazgeçtiğini açıkladı. Bu adım, Rusya'nın saldırılarına karşı bir koruma olarak Batılı ülkelerin askeri ittifakına katılmak için mücadele eden Ukrayna için önemli bir dönüşüm anlamına geliyor.

Zelenskiy bu açıklamayı, Berlin'de ABD Başkanı Donald Trump’ın Özel Temsilcisi Steve Witkoff ve damadı Jared Kushner'ın Avrupalı yetkililerle yapacakları üst düzey görüşmeler önce yaptı.

Ukrayna Devlet Başkanı, ülkesi ile Rusya arasındaki savaşı sona erdirecek bir uzlaşı sağlamayı amaçlayan görüşmelerde ‘diyaloga’ hazır olduğunu vurguladı. Zelenskiy ayrıca, ABD'yi Ukrayna'daki cephe hatlarını dondurma fikrini desteklemeye ikna etmeyi umduğunu ifade etti.