Seyreltilmiş uranyum mühimmatları hakkında ne biliyoruz? Ukrayna neden bunlara sahip olmak istiyor?https://turkish.aawsat.com/d%C3%BCnya/4534331-seyreltilmi%C5%9F-uranyum-m%C3%BChimmatlar%C4%B1-hakk%C4%B1nda-ne-biliyoruz-ukrayna-neden-bunlara-sahip
Seyreltilmiş uranyum mühimmatları hakkında ne biliyoruz? Ukrayna neden bunlara sahip olmak istiyor?
Abrams tankının tepesinde bir Deniz askeri (AFP)
ABD, Kiev’in yavaş kalan karşı saldırısında Rus savunma hatlarına girmesine yardımcı olmak üzere tartışmalı mühimmatlar gönderen İngiltere’nin adımlarını takip ederek, Ukrayna’ya seyreltilmiş uranyum içeren tanksavar füzeleri göndereceğini duyurdu.
Ukrayna, ABD’nin bu sonbaharda Kiev’e teslim etmeyi planladığı 31 M1A1 tankında seyreltilmiş uranyum içeren 120 mm’lik mermileri kullanacak.
Bu zırh delici mermiler, Ukrayna’nın şu anda karşı karşıya olduğu tankların aynısı olan Sovyet T-72 tanklarını yok etmek için Soğuk Savaş sırasında ABD tarafından geliştirilmişti.
RAND Corporation’da nükleer çalışmalar uzmanı ve politika araştırmacısı Edward Geist seyreltilmiş uranyumun nükleer silah yapmak için gereken uranyum zenginleştirme sürecinin bir yan ürünü olduğunu söyledi. Bu füzelerin radyoaktif maddeler içerse de nükleer silahlar gibi nükleer bir reaksiyona yol açmadıklarını söyledi.
Seyreltilmiş uranyum nedir?
Seyreltilmiş uranyum, nükleer yakıt veya silah olarak kullanılmak üzere uranyum zenginleştirme sürecinin bir yan ürünüdür. Zenginleştirilmiş uranyumdan daha az güçlüdür ve nükleer reaksiyon oluşturamaz.
Seyreltilmiş uranyumun yoğunluğu kurşununkinden daha yüksektir, bu da onu mermi olarak kullanıma uygun hale getirir.
Geist, “Seyreltilmiş uranyum o kadar yoğun ki, zırhı delmesine yardımcı olacak bir momentuma sahip, ayrıca sıcaklığı o kadar yüksek ki yüzeyde alev alır” diye açıklıyor.
RAND’ın kıdemli savunma analisti Scott Boston, seyreltilmiş bir uranyum mühimmatının ateşlendiğinde ‘esasen olağanüstü yüksek hızda ateşlenen bir demir ok’ haline geldiğini söyledi.
Boston “1970'lerde ABD Ordusu seyreltilmiş uranyumla zırh delici mermiler yapmaya ve bunları güçlendirmek için tank zırhına eklemeye başladı. Ayrıca Hava Kuvvetleri'nin tank katili olarak bilinen A-10 yakın hava destek saldırı uçağı tarafından ateşlenen mühimmatlara seyreltilmiş uranyum da eklendi. ABD Ordusu hala tükenmiş uranyum mermileri, özellikle de M1A1 Abrams ana muharebe tankında görev yapacak M829A4 zırh delici mermiyi geliştirmeye devam ediyor” dedi.
Rusya ne dedi?
Mart ayında, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Moskova’nın ‘Batı’nın nükleer bileşenler içeren silahlar kullanmaya başlayacağını göz önünde bulundurarak buna yanıt vereceğini’ belirterek uyarıda bulundu. Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov ise “Bu mühimmatlar gerilimin tırmanmasını hızlandırmaya yönelik bir adım olacak” ifadelerini kullandı. Bundan günler sonra Putin,, Rusya’nın İngiltere’nin hamlesine, komşu Belarus’a taktik nükleer silahlar göndererek yanıt vereceğini duyurdu.
Putin ve Belarus Devlet Başkanı Aleksandr Lukaşenko, Temmuz ayında Rusya’nın bu silahlardan bazılarını zaten gönderdiğini söylemişti.
Kremlin sözcüsü Dmitry Peskov, ABD’nin Ukrayna’ya seyreltilmiş uranyum mühimmatı sağlama kararının ‘çok kötü bir haber’ olduğunu söyledi. Söz konusu mühimmatın ABD tarafından eski Yugoslavya’da kullanılmasının kanser ve diğer hastalıklarda ‘son derece büyük’ artışa yol açtığını ve bu bölgelerde yaşayan gelecek nesilleri etkilediğini iddia etti.
Gazetecilerle yaptığı konferans görüşmesinde Peskov, “Bu mühimmatların kullanılması halinde aynı durum Ukrayna bölgelerinde de tekrarlanacak ve sorumluluk ABD liderlerinin omuzlarında olacaktır” dedi.
ABD ordusu, Körfez Savaşı sırasında seyreltilmiş uranyum mühimmatının kullanılmasının Amerikan askerleri üzerindeki etkisini araştırdığını ve şu ana kadar herhangi bir kanser veya başka hastalık riskine rastlamadığını bildirdi. Buna maruz kalan askerlerin takip edilmeye devam edeceğini de belirtti.
ABD Deniz Piyadeleri sözcüsü Yarbay Garron Garn Mart ayında AP’nin bir sorusuna yanıt olarak Pentagon’un seyreltilmiş uranyum mühimmatının kullanımını desteklediğini söyledi. ABD Ordusu’nun bu tür mühimmatları on yıllardır ürettiğini, sakladığını ve kullandığını, özellikle de bu mühimmatların geleneksel mühimmatlardan daha uzun raf ömrüne sahip olduğunu ekledi.
Nükleer bombalar gibi olmasa da ürettikleri düşük radyasyon seviyeleri, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın (UAEA) bu mühimmatları kullanırken veya bunlara maruz kalırken dikkatli olunması yönünde çağrıda bulunmasına neden oldu.
UAEA, eldiven giymek gibi ihtiyati tedbirlerin yanı sıra bu mühimmat kullanımının minimumda tutulması gerektiğini açıkça belirtti. İnsanların bu mühimmatları kullanmaktan kaçınmasını sağlamak için bir kamuoyu bilinçlendirme kampanyası düzenlenmesi gerektiğini belirtti.
Geist seyreltilmiş uranyum mühimmatındaki düşük radyasyon seviyelerinin ‘ana özellik değil, yan etki’ olduğuna inanıyor. ABD Ordusu’nun aynı yoğunlukta başka bir madde bulması durumunda seyreltilmiş uranyum yerine onu kullanacağını da vurguladı.
Seyreltilmiş uranyum mühimmatının yanı sıra seyreltilmiş uranyumla güçlendirilmiş zırhlar, ABD tankları tarafından 1991 Körfez Savaşı’nda Irak’ın T-72 tanklarına karşı ve 2003’teki Irak işgalinde, Sırbistan’da ve Kosova’da kullanıldı.
Seyreltilmiş uranyum mühimmatının sahibi kim?
ABD, İngiltere, Rusya, Çin, Fransa ve Pakistan, Uluslararası Uranyum Silahlarını Yasaklama Koalisyonu’nun nükleer silah olarak sınıflandırmadığı seyreltilmiş uranyum silahları üretiyor.
Bu ülkelerin dışında 14 ülkenin daha seyreltilmiş uranyum silahlarını stokladığı biliniyor.
Seyreltilmiş uranyumun tehlikeleri nelerdir?
Seyreltilmiş uranyum silahlarına maruz kalmanın etkileri hakkında, bu mühimmatların 1990 ve 1991’deki Körfez Savaşı’nda ve 1999’da NATO’nun Yugoslavya’yı bombalamasına yönelik birçok çalışma ve tartışma var.
Merkezi Londra’da bulunan bilim adamlarından oluşan Royal Society, 1991 Körfez Savaşı sırasında mühimmatlarda yaklaşık 340 ton, 1990’ların sonlarında ise Balkanlar’da tahminen 11 ton seyreltilmiş uranyumun kullanıldığını belirtiyor.
Uranyumun, hatta seyreltilmiş uranyumun tüketilmesi veya solunması tehlikelidir zira böbrek fonksiyonlarını bozabilir ve bir dizi kansere yakalanma riskini artırabilir.
Uluslararası Uranyum Silahlarını Yasaklama Koalisyonu da dahil olmak üzere bu tür silahlara karşı çıkan gruplar, ortaya çıkan tozun solunabileceğini, hedefini tutturamayan mühimmatların ise yer altı sularını ve toprağı zehirleyebileceğini söylüyor.
Ancak Ukrayna’ya bu tür mühimmat göndereceğini açıklayan İngiltere, seyreltilmiş uranyum tozunun solunmasının herhangi bir hastalığa yol açmasının zor olduğunu söylüyor.
Bilim ne diyor?
Royal Society’nin 2002 tarihli bir raporunda, seyreltilmiş uranyum mühimmatının böbreklere ve diğer organlara yönelik risklerinin, savaş alanındaki çoğu asker ve çatışma bölgesinde yaşayanlar için çok düşük olduğu belirtildi.
Ancak dernek “Olağanüstü koşullar altında ve en kötü varsayımlar altında, büyük miktarlarda seyreltilmiş uranyuma maruz kalan askerler böbrekler ve akciğerler üzerinde zararlı etkilere maruz kalabilir” ifadelerine de yer verdi.
Dernek son olarak “Çevre kirliliği büyük ölçüde değişiklik gösterecektir ancak çoğu durumda seyreltilmiş uranyum ile ilişkili sağlık riskleri çok düşük olacaktır. Ancak bazı en kötü senaryolarda, bazı bölgelerde yiyecek veya sularda böbrekler üzerinde zararlı etkilere neden olabilecek yüksek düzeyde uranyum görülebilir” ifadelerine de raporda yer verdi.
UAEA, Körfez Savaşı’na katılan az sayıda gazinin vücutlarında seyreltilmiş uranyum izleri bulunduğunu, bunun da idrarda yüksek düzeyde seyreltilmiş uranyum atılımına yol açtığını, ancak sağlık üzerinde gözle görülür herhangi bir etkiye neden olmadığını bildirdi.
Bu askerler üzerinde yapılan çalışmaların ‘ölüm oranında küçük (yani istatistiksel olarak anlamlı olmayan) bir artış’ gösterdiğini, ancak bu artışın, hastalıklardan çok spesifik gerçeklerden kaynaklandığını, seyrelmiş uranyuma maruz kalmayla ilişkilendirilemeyeceğini’ belirtti.
Sırbistan ve Karadağ’da seyreltilmiş uranyumun etkisine ilişkin bir Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP) raporunda da ‘önemli ve yaygın bir kirlenmenin bulunmadığı’ belirtildi.
Ancak bazı Sırp siyasetçiler kötü huylu tümörlerden ölümlerin arttığına yönelik şüphelerini dile getirdi.
Tarihsel anlatı ve kriz ticareti arasında mezhepçilikhttps://turkish.aawsat.com/d%C3%BCnya/5171837-tarihsel-anlat%C4%B1-ve-kriz-ticareti-aras%C4%B1nda-mezhep%C3%A7ilik
Georgia eyaletinin Atlanta şehrinde Müslümanlar ve mülteciler için düzenlenen dinler arası bir toplantıda, Kurtarıcı Luther Kilisesi'nde kılınan namaza katılan tüm inançlardan ve dinlerden insanlar, 4 Şubat 2017 (AFP)
Tarihsel anlatı ve kriz ticareti arasında mezhepçilik
Georgia eyaletinin Atlanta şehrinde Müslümanlar ve mülteciler için düzenlenen dinler arası bir toplantıda, Kurtarıcı Luther Kilisesi'nde kılınan namaza katılan tüm inançlardan ve dinlerden insanlar, 4 Şubat 2017 (AFP)
Abdullah Alrebh
Din, çoğu insan topluluğunun kimliğinin ayrılmaz bir parçası. Bazı toplumlarda ve ülkelerde dinin siyasi ve sosyal sahnedeki rolü azalsa da kimlik ve topluluğun içinde ve dışında kimlerin yer alacağına karar verme konusunda hâlen önemli bir rol oynuyor. Bunun en açık örneklerinden biri Katolik Kilisesi ve Papa II. John Paul'un (1920-2005), doğduğu ülke Polonya'da komünist rejimin yıkılmasında oynadığı roldür. Sembolleşen “Korkmayın! Açın, Mesih'e kapıları ardına kadar açın! sözü onun papalığının ayırt edici sloganı haline geldi ve halen cesaret, inanç ve Tanrı'ya ve insanlığa açılımın sembolü olarak yankılanmaya devam ediyor.
Birçok kişi dinin kamusal alandaki etkisi hakkında konuşurken, doğru ve yanlış ya da doğru ve bozuk ikilemine odaklanarak hata yapıyor. Bir din sistemini başka bir sistemin araçlarıyla yargılamak, ele alınan sistemin otomatik olarak mahkum edilmesine yol açar. Gayb ve gaybi konular söz konusu olduğunda durup akıl yürütmeyi bırakma, inananlar tarafından dokunulmaz kabul edilen konulardır. Ancak topluluğun dışından gelen araştırmacılar için bu konuların herhangi bir kutsallığı bulunmuyor.
Felsefi olarak Kant'ın da belirttiği gibi inanç, gerçeği yorumlayan ön yargıları oluşturan bir sistemdir. İnançlı kişi, gerçekliği kendi bilgi filtrelerinden geçirerek görür.
İlk olarak dikkate alınması gereken nokta, herhangi bir grubun dini meseleleri ele alan literatürün üç ana dayanağı inanç (akide), fıkıh ve tarihtir. Her birinin, diğer ikisinden farklı olan kendi yolu ve paradigması vardır. Yani, fıkıh ve fıkhın temelleri kitaplarındaki bilgi paradigması, akide ve tarih kitaplarının dayandığı bilgi paradigmalarından farklıdır. Dolayısıyla, akide, fıkıh ve tarihin bilgi kaynaklarının bağlamı, her birini kendi başına bir konu haline getirecek şekilde farklılık gösterir. Üçü arasındaki bütünleşme (integration) ise bir dini grubu diğerlerinden ayıran bu bütünleşmeye dayalı olarak kendi anlatısını inşa eden grubun kimliğini oluşturur. Bunlar aynı büyük sisteme (İslam, Hristiyanlık vb.) ait gruplar olsa bile.
İdeolojik yönü
İnanç, inanan kişinin inandığı ilahın özü ve ilahi gücü açısından algılamasında ortaya çıkan entelektüel ve manevi (teolojik) bir meseledir. İnanç, peygamberler, kutsal metinler ve manevi mekanları kapsar ve bireyin düşüncesini şekillendiren, onun soyut gerçeklik ve maddi evrenle ilişkisini belirleyen bir bilgi ve varoluş çerçevesi oluşturur. Felsefi olarak, Kant'ın da belirttiği gibi inanç, inananın gerçekliği bilişsel filtrelerinden gördüğü gibi, gerçeğin yorumlandığı önyargıları şekillendiren bir sistemdir. Dini açıdan inanç, inancın özünü temsil eder. İslam'da, Kuran ve Sünnet'e dayanan tek tanrı inancı, ruhani olarak Mekke ve Medine'deki kutsal mekanlarla bağlantılı olan Tanrı algısının temelini oluşturur. Hristiyanlıkta ise İncil versiyonlarına dayanan Teslis benzer bir rol oynar.
Papa II. Johannes Paul (ortada), Petrus Meydanı'nda Türk aşırılıkçı Mehmet Ali Ağca tarafından vurularak ağır yaralanmadan birkaç saniye önce inanları kutsarken, 13 Mayıs 1981 (AFP)
Tarihte inançlar, iç araçlarıyla inanç sistemini yargılayan reform hareketlerinin dalgalarına maruz kaldı. Mezhepler içinde dini topluluğun kanını, topluluğun gerçeklik ve evrenle ilişkisini ve diğer topluluklarla iletişimini yöneten fikirlerin yeni bir algısıyla (veya ihmal edilmiş bir algıyı yeniden canlandırarak) yenilemeye çalışan mezhepler yahut hareketler ortaya çıktı. Bunu, Vatikan Papası ve kardinallerin Hristiyanlığın dini yorumlarını tekelleştirmesine karşı çıkan Protestan hareketinde görebiliriz. Protestanlık, inanan kişi ile Tanrısı arasındaki ilişkinin bireyselliğini savundu. Siyonist hareket ise Yahudilerin bir devlet kurmasını yasaklayan yaygın Yahudi inancına karşı çıkarak, Filistin topraklarında bir Yahudi devleti kurulmasını savundu. İslam dini açısından da her mezhep, ana inançtan ayrılan bir grubun entelektüel ve manevi ihtiyaçlarını karşılamak için ortaya çıkmıştır.
Dini tarih, geçmişi yorumlayarak varoluşa anlam kazandıran bir hermenötik sistem (yorumlama teorisi ve metodolojisi) olarak görülebilir. Hegel gibi tarihi, ruhun gelişiminin bir ifadesi olarak görenler de var.
Fıkhi (şer’i) yönü
Fıkıh veya dini şeriat, inanan kişinin, inandığı ilahı memnun edecek ve onu, inancının müjdelediği sonsuz ahiret hayatının mutluluğuna ulaştıracak olduğuna inandığı bir dizi uygulamadır. Felsefi olarak fıkıh, bireyin davranışını, eylemi manevi amaçla ilişkilendiren bir bilgi sistemi içinde düzenleyen ve terbiye eden ahlaki ve pratik bir çerçeve olarak kabul edilir ve insan iradesini, Aristoteles'in ‘amaç’ kavramında olduğu gibi, en yüksek ideale ulaşmaya yönlendirir. Helal ve haramları ve namaz, oruç, kurban gibi sorgusuz sualsiz itaatle yerine getirilen ibadetlerin yanı sıra, ticari işlemler ve evlilik gibi sosyal ilişkileri düzenleyen kuralları da içerir. Bu da birey ile topluluk arasındaki dengeyi yansıtır. Tarihsel olarak fıkıh, toplumların oluşumunda merkezi rol oynamıştır. Hac veya ayin gibi ibadetler, toplu olarak gerçekleştirilen uygulamalar olarak toplumsal kimliği ve sosyal uyumu güçlendirmiş, topluluğun gücünü, uyumunu ve varlığına yönelik herhangi tehdide karşı bir araya gelme hazırlığını yansıtmıştır. Bu ibadetler, sembolik uygulamalar olarak, bireyin dini topluluğa aidiyetini gösterir ve kutsallık ve manevi disiplin duygusunu güçlendirir. Daha da önemlisi, topluluk için fedakarlık yapmaya hazır olma, kutsal savaş, şehitlik ve cennetteki sonsuz mutluluk karşılığında askeri zafer veya yenilginin dünyevi sonucuna bakılmaksızın canını feda etme fikridir.
Tarihsel (anlatı) yönü
Dini tarih, geçmişi yorumlayarak varoluşa anlam kazandıran bir hermenötik sistem olarak görülebilir. Hegel gibi tarihi, ruhun gelişiminin bir ifadesi olarak görenler de var. Dini alanda tarih, inancı ve onun başlıca figürlerini benimseyen ve hala benimsemeye devam eden topluluğun anlatı kabı olarak merkezi bir rol oynadı. Tarih, inananları inançlarının köklerine bağlayan bir çerçeve oluşturur, ancak benimsenen anlatılarda tarihi kişiliklerin sıralamasının farklı olması nedeniyle tek bir din içinde mezhepsel bölünmeler yaratır. Tarih, yüceltilen ve şeytanlaştırılan kişileri, dinin doğru yorumunun mirasından alınacakları ve yıkıcı ve sapkın oldukları için reddedilmesi gereken yorumları belirler.
Dinde tarihsel anlatının iki boyutu vardır. Bunlardan birincisi, İslam'da Hz. Muhammed'in peygamberliği veya Hristiyanlıkta Mesih'in dirilişi gibi dini bir gereklilik olarak kabul edilir. İkincisi ise Şii ve Sünni mezheplerinde Ali ibn Ebu Talib'in konumu veya Sünni mezhebinde tüm sahabelerin adaleti ile Şii mezhebinde ayrımcılık gibi tartışmalı konulardır. Aynı durum Petrus'un Katoliklikte ve Protestanlıkta rolünün yorumlanmasında da geçerlidir. Bu tarihi anlaşmazlıklar İslam'da peygamberin halefliği veya Hristiyanlıkta büyük bölünme gibi derin ayrılıklara yol açmış, bu da inançları (Şii mezhebinde imamlık ve Sünni mezhebinde halifelik gibi) ve uygulamaları (Hristiyanların farklı ayin ritüelleri gibi) etkilemiştir. Böylece dini tarih, mezheplerin kimliğini oluşturur ve anlatılar aracılığıyla aidiyetlerini güçlendirir, ancak olayların yorumlanması ve şahsiyetlerin önemi konusunda anlaşmazlıklara da zemin hazırlar.
Akide ve fıkıh konularındaki anlaşmazlıklar, ne kadar derin olursa olsun, mezhepçiliğin fitilini ateşlemez, bunun asıl sebebi tarihi anlaşmazlıklardır.
Sorunun kaynağı
Bu üç yönü incelediğimizde, tarihsel yönün köşe taşı olduğunu ve mezhepsel sorunları gündeme getirdiğini görürüz. Akide neredeyse sabittir ve ancak içeriden bir reform devrimi yapılırsa sorgulanabilir. Bu durumda reformcu, klasik dini liderlik şartlarını yerine getirmeli, ancak o zaman reformist fikirlerini ortaya koymaya cesaret edebilir. Böyle bir durumda da bu fikirler, dini metinlerin meşruiyetine ihtiyaç duyar. Yani kutsal metinlerin yorumu olmalı, uydurma sözler olmamalı. Fıkıh yönü ise aynı genel din adı altında (İslam, Hristiyanlık vb.) birleşen diğer gruplardan farklılık gösterebilen cemaatin uygulamalarıyla ilgilidir. Yani akide ve fıkıh cemaatin iç meselesidir ve cemaate bu konularda hesap sorulamaz. Bu konular, çoğu zaman, o cemaatten olmayanlar için bir anlam ifade etmez.
Fransız-Amerikan Irk Entegrasyonu Destek Komitesi tarafından Fransa'ya davet edilen ABD’li din adamı ve vatandaşlık hakları hareketi lideri Martin Luther King, Paris'teki Spor Sarayı'nda bir konuşma yaparken, 28 Mart 1966 (AFP)
Tarih, bir topluluğun mevcut varlığını temellendiren anlatıdır. Topluluğa çağdaş varlığının kelime dağarcığını sağlayan bilgi hazinesidir. Bir kişiyi yüceltmek veya küçük düşürmek, karşıt anlatıda tam tersi bir kavrayışla karşılanabilir. Bu da diğer toplulukların öfkesini uyandırır. Martin Luther (1383-1546) gibi bir şahsiyet, Protestanlar tarafından, Hıristiyan inancını dini rütbelilerin (klerus) hiyerarşik otoritesinden arındırmaya katkıda bulunan bir reformcu olduğu için büyük saygı ve hürmetle karşılanır. Buna karşın Katolikler onu kilise sistemini yıkmaya çalışan bir kafir ve yıkıcı olarak görürler. Bu, Protestan kiliselerinin bağımsızlığını ve her kilisenin Katolik kiliselerinin katı geleneklerine kıyasla daha fazla özgürlük marjına sahip olmasını da açıklıyor.
Burada kastedilen anlatı, akide ve şeriat meselesinin ötesine geçerek, cemaatin ‘onuruna’ kadar uzanıyor. Bu onurun temelinde saygın kişiliklerinin, onları farklı gören ‘öteki’ tarafından maruz kaldığı aşağılanmadan ayrılması yer alıyor. ‘Öteki’, bu şahıs veya şahısları sıradan bireyler veya hatta dinin düşmanları olarak gören bir anlatıyı benimsiyor. Bu anlaşmazlık, mezhepsel tartışmaları ateşleyen kıvılcımdır ve bu tartışmaların yakıtı, farklı olanın akidesi ve fıkhi görüşlerinin bıraktığı mirastır.
Akide ve fıkıh konularındaki anlaşmazlıklar, ne kadar derin olursa olsun, mezhepçiliğin fitilini ateşlemez, bunun asıl sebebi tarihi anlaşmazlıklardır. Aynı dine mensup olanlar anlaşmazlıklarını derinlemesine incelediklerinde, bunların belirli bir şahsiyetle ilgili anlaşmazlıklardan çok daha derin olduğunu görürler. Onlar, ilahın ne olduğu, vahyin nasıl gerçekleştiği, bazı metinlerin kutsal olup olmadığı ve bazı ibadetlerin ayrıntıları konusunda farklı görüşlere sahiptir. Bunun yanında, bu konular -ki bunların merkezi öneme sahip olması gerekir- cemaatin öfkesini hiç uyandırmamalı. Buna karşın bir azizin, sahabenin veya imamın itibarını zedelemek, aynı cemaatin üyeleri arasında tartışma ve şiddetin fitilini ateşler.
Kutuplaşma genellikle sınıf temelinde (ırk, etnik köken, mezhep) olur. Çünkü bu şekilde sınıflandırma yapmak ve halkı alt kimliklere bağlı kalmanın adaletsizliğe karşı bir sığınak olduğu konusunda ikna etmek daha kolaydır.
Bağnazlığın kemirdiği toplumları incelersek, bunların o kadar dindar olmadığını, hatta bağnazlık bayrağını taşıyanların çoğunun bireysel olarak dindar bir yaşam sürmediklerini görürüz. Buna, 1970’li ve 80’li yıllarda Lübnan'da yaşanan iç savaşı ve 1990’lı yıllarda Balkanlar'da yaşanan savaşı örnek gösterebiliriz.
Dini cemaatlerin -liderleri ve üyeleri- kendi ülkelerindeki ortaklarıyla olan akide ve şeriat farklılıklarının farkında oldukları, kendi inançlarının geçerliliğinin diğerlerinin inançlarının geçersizliğine inanmayı gerektirdiğini bildikleri ve diğerlerinin uyguladığı ibadetleri, insanı ebedi mutluluğa ulaştıran kutsal bir olgu olarak görmedikleri kesin. Bu konu o kadar kesin ki, insanlar üzerinde ciddi olarak düşünmeden onunla yaşıyorlar, ancak fark, her cemaatin kendisi ve diğerleriyle ilişkisi hakkında benimsediği anlatıda yatıyor.
Mezhepçilikte kriz ticareti ve siyasi yatırımlar
Haçlı seferleri, İslam fetihleri, Fatımiler döneminde Mısır'ın Sünnileşmesi, Sünni olan İran'ın Şiileşmesi, Büyük Britanya'nın Protestanlığa dönüşmesi ve diğer önemli tarihi olaylar, galip gelenlerin kimliği ve mağlup olanların mağduriyeti üzerine gölge düşürmektedir. Bu anlatılar, galip gelen mezhebin mensuplarının zafer coşkusunu ve mağlup olan mezhebin mensuplarının yenilgisini ve hayal kırıklığını pekiştirir. Zafer ve yenilgi yüzyıllar önce gerçekleşmiş bir çatışmada yaşanmış olsa da bu tarihi olayı hatırlamak, mezhebin bugünkü durumunun o çatışmanın sonucu olduğuna dair toplumsal bir farkındalık yaratır! Buna göre galip olanın vazgeçilmemesi gereken haklara dayalı ayrıcalıkları varken, mağlup olanın ise zamanın geçmesiyle ortadan kalkmayan intikam duygusuna dayalı mağduriyeti vardır.
Ayrıcalık ve mazlumluk ikilemi, toplumlardaki mezhepsel bölünmeyi anlamanın anahtarıdır. Ekonomik ve sosyal sorunların çözümü için siyasi eylem gerekir ve kaynakların zayıf olduğu yahut yolsuzluğun yaygın olduğu ülkelerde ekonomik kaynaklar adil dağılım için yetersiz kalır. Örneğin, gelişmekte olan ülkelerde iş bulmak kolay değildir ve doğrudan devlet politikasına bağlıdır. İnsana yakışır yaşam sağlayan bir işe sahip olmak, bireyin ve ailenin sosyal istikrarında doğrudan rol oynar. Dolayısıyla, gelişmekte olan ülkelerdeki ekonomik ve sosyal istikrar, devletin kaynak dağıtımı ve vatandaşların istihdamı konusundaki politikasına doğrudan bağlıdır. İşte sorun da burada başlıyor.
Politikacılar, sosyal bileşenlerin sadakatini sağlamak için kutuplaşmaya ihtiyaç duyarlar. Kutuplaşma genellikle sınıfsal (ırk, etnik köken, mezhep) temelinde gerçekleşir, çünkü bu şekilde sınıflandırma yapmak ve halkı, yazılı yasalara uymak suretiyle ulusal kimliğe bağlı kalmanın getireceği haksızlıklardan kaçınmak için alt kimliklere bağlı kalmanın gerekliliğine ikna etmek daha kolaydır. Bu yüzden siyasi sahneyi yönlendiren liderler oyunun kurallarını iyi bilirler ve bu oyunda onların sesi, aklı başında ve vatanseverlerin sesinden daha yüksek çıkıyor.
Kesinlikle mezhepsel söylemler, inanç ve fıkıh kitaplarından alıntılanan doğru ve yanlış ya da özgünlük ve yenilik ikilemine dayalı olmaz. Politikacı, halkının duygularını okşayan bir şekilde tartışmak ister.
Lübnan ve Irak’ı alt kimliklerin kutuplaşmasının canlı örnekleri olarak ele alalım. Her iki ülkede de anayasa sivil olmasına rağmen, siyasi süreç tamamen mezhepsel paylaşıma dayanıyor. Vatandaşlar, oy kullanmaya giderken egemen makamların mezhepsel kotalara göre dağıldığını bildikleri için bilinçli veya bilinçsiz olarak, bu makamın ‘kendilerinin’ ve diğer makamın ise ‘onların’ olduğunu anlarlar. Bu yadsınamaz gerçek, kişisel dindarlık düzeylerinden bağımsız olarak, halkın genelinde mezhepsel ayrımı pekiştirir.
Bu ülkelerde mezhepsel paylaştırma bir gerçeklik olduğundan, mesele siyasi görevlerin dağıtımıyla sınırlı kalmayıp daha ciddi konulara da uzanacaktır. Bunların başında, servetin ulusal değil, bölgesel olarak dağıtılması meselesi geliyor. Örneğin petrol, gaz ve limanlar gibi daha güçlü kaynaklara sahip bölgelere daha büyük bütçe ayrılması talebi. Çoğu zaman bu talepler, o bölgelerin nüfusunun çoğunluğunu oluşturan kesim tarafından benimsenir. Elbette bu taleplerin bayrağını, o kesime (mezhebe) mensup politikacılar taşır.
Lübnan’ın başkenti Beyrut'un güney banliyösünde, ‘Gazze Şeridi'ne destek savaşı’ sırasında öldürülen Hizbullah üyesinin cenaze töreninden, 20 Aralık 2023 (Reuters)
Mesele, bazılarının düşündüğü kadar kolay değil. Talep, sadece bu kaynağın ‘kendi bölgelerinde’ bulunduğu ve gelirinin ‘kendilerinin’ değil ‘onların’ olması gerektiği gerekçesiyle sunulmamalı.
Elbette bu mezhepsel söylemler, akide ve fıkıh kitaplarından alıntılanan doğru ve yanlış ya da özgünlük ve yenilik ikilemine dayalı olmaz. Politikacı, halkının duygularını okşayan bir tartışma yürütmek ister. Bunun için, kendi grubu ile diğer grup veya gruplar arasındaki ilişkilerin tarihçesinden daha iyi bir konu bulamaz.
Topluluk içinde ‘biz ve onlar’ ve diğerleriyle karşılaştığımızda ‘biz ve siz’ diyalogu burada başlar. Bileşenler arasındaki ilişkinin tarihi ve kim kimi sömürdü ya da kim kime hizmet etti ve kim kimi korudu sorularıyla başlayan bu tür tartışmalar hiçbir taraf için kabul edilebilir bir sonuçla bitmez. Aksine, ayrıcalık ve mağduriyet sloganlarını pekiştirir. Bu da nüfus büyüklüğü ve her bileşen içindeki bireysel farklılıklar gözetilmeksizin, vatanın ‘temel bileşeni’ konumunu tekelleştirmek isteyen tarafın anlatısına dayanan hak talebinin argüman temelini oluşturur.
Bu söylem, bireyin egemen bir ulusun vatandaşı değil, grubun üyesi olduğu fikrini pekiştiren bir sistem yaratır. Tüm bunlar, kendilerini bileşenin (mezhebin) temsilcileri olarak ilan eden siyasi liderlerin pazarladığı tarihsel anlatıya dayanır. Öte yandan diğer mezheplerdeki muadilleri de aynısını yapar. Bu da söz konusu liderler arasında sosyal bileşenleri temsil etme konusunda üstü kapalı bir anlaşma olduğunu açıkça ortaya koyuyor.
“Doktrinel ve fıkhî meseleleri kendi içinde gizlemeye çalışan mezhepçi söylem, ele alınması gereken tehlikeli bir konudur ve pazarlamaya çalıştığı tarihî anlatıların farkında olunmalıdır.
Mezhepçi söylem, inançsal ve fıkhî başlıkları kendi içinde gizlemeye çalışmaktadır. Bu, dikkat edilmesi gereken tehlikeli bir durumdur ve bu söylemin pazara sunmak istediği tarihsel anlatılara karşı bilinçli olunması gerekir.
Sonra ne olacak?
Yukarıdakilerden birincisi, zaferin ayrıcalığı veya yenilgiden intikam alma, ikincisi, diğer topluluklardan gelen bekaya yönelik tehditten topluluğunu koruma fikrine dayanan mezhepsel oyunun kuralları açıkça ortaya çıkıyor. Bu iki noktaya dayanarak, ‘kriz tüccarları’ olarak nitelendirilen mezhep temsilcileri tarafından yürütülen kriz ticareti gelişiyor. Onlar tüccar oldukları için ana sermayeleri, yani halkın bileşenleri arasında sürekli devam etmesi gereken mezhep çatışması krizlerinden kar elde etmeyi amaçlıyorlar.
Hikaye, mezhepsel gerginliğin pratik gerekçeleriyle burada tamamlanıyor. Eski ve yeni tarih, ben ve öteki ikilemine dayanan farklı anlatılara yol açan olaylarla doludur. Bu anlatılar, dini değil, mezhepsel bir siyasi kisve altında kaynaklar üzerinde hakimiyet kurmak için gerekçe oluşturur. Din, akide ve fıkıhtan oluşur bunlar ve dinin düşmanlarına karşı vahşeti meşrulaştırmak için kullanılabilir. Bu çatışmalardan yarar sağlayanlar yalnızca politikacılardır ve halkın geneline onları birbirlerinden korudukları izlenimini satarlar.
Mezhepçi söylem, akide ve fıkhi temaları gizlemeye çalışan tehlikeli bir konu olmakla birlikte dikkat edilmesi ve pazarlama amaçlı tarihsel anlatılara karşı bilinçli olarak ele alınması gerekir. Mesele, tarihi silmeye veya düzeltmeye çalışmak değil, mesele konunun geçmişte kalmış olduğunu ve başkalarını yargılamak için hatırlatılmaması gerektiğini anlamaktır. Eğer anlaşmazlıklar, geçmişte meydana gelen olayların anlatıldığı tarihten kaynaklanıyorsa, bunların sosyal sözleşme içindeki ilişkiler üzerinde fiili bir etki yaratmadan, tartışmaya açık bir bilgi olarak doğal yerlerine konulması gerekir. Dolayısıyla tarihsel figürlerin yüceltilmesi veya reddedilmesi, bireyin toplumsal sözleşmeye ve devlet hukukuna bağlılığına dayanması gereken toplumsal kabul için bir koşul olarak aranmamalıdır. Çözüm, geçmişi temize çıkararak veya reddederek "içinde yaşamak" değil, onu “aşmaktır”.
*Bu makale Şarku’l Avsat tarafından Londra merkezli Al Majalla dergisinden çevrilmiştir.