Birleşik Krallık Parlamenteri Layla Moran yazdı: Gazze'de mahsur kalan ailem için korkularım

Filistin asıllı Britanyalı parlamenter Layla Moran'a "Good Morning Britain"da Hamas'ın saldırı planından önceden haberdar olup olmadığı soruldu. Sunuculardan Richard Madeley, daha sonra bu sorudan dolayı özür diledi

Good Morning Britain'dan Richard Madeley, Liberal Demokrat parlamenter Layla Moran'a Hamas'ın İsrail'e yönelik saldırısının önceden "kulağına gelip gelmediğini" sordu (ITV/Good Morning Britain)
Good Morning Britain'dan Richard Madeley, Liberal Demokrat parlamenter Layla Moran'a Hamas'ın İsrail'e yönelik saldırısının önceden "kulağına gelip gelmediğini" sordu (ITV/Good Morning Britain)
TT

Birleşik Krallık Parlamenteri Layla Moran yazdı: Gazze'de mahsur kalan ailem için korkularım

Good Morning Britain'dan Richard Madeley, Liberal Demokrat parlamenter Layla Moran'a Hamas'ın İsrail'e yönelik saldırısının önceden "kulağına gelip gelmediğini" sordu (ITV/Good Morning Britain)
Good Morning Britain'dan Richard Madeley, Liberal Demokrat parlamenter Layla Moran'a Hamas'ın İsrail'e yönelik saldırısının önceden "kulağına gelip gelmediğini" sordu (ITV/Good Morning Britain)

Layla Moran 

Tahminen 500 kişinin hayatını kaybettiği ve sayısız kişinin yaralandığı Gazze'deki el-Ehli Arabi Baptist Hastanesi'nin yıkılması kalbimi tamamen paramparça etti. Bu satırları yazarken, bu iğrenç eylemden kimin sorumlu olduğu belirsizliğini koruyor ancak benim de bir parçası olduğum Birleşik Krallık'taki (BK) Filistin toplumu yas tutuyor. Görünüşe göre gerçekten korkunç bir felaketin eşiğindeyiz.

İsrail halkının ve BK'deki ve dünyanın dört bir yanındaki Yahudi toplumlarının 7 Ekim'de meydana gelen korkunç olayların ardından yaşadıkları acıyı kesinlikle paylaşıyorum. Liberal Demokratlar, bu barbarca yolu seçen her kim olursa olsun daima yaptığımız gibi Hamas'ın saldırılarını kesin bir dille kınıyor. Kadınlar ve çocuklar da dahil rehinelerin kaçırılması ve aşağılanması şüphesiz hem şoke edici hem de kabul edilemez. Rehinelerin hemen serbest bırakılması yönündeki talepleri yineliyor ve pazarlık kozu olarak kullanılmaları fikrinden tiksiniyoruz.

Toplum olarak hepimizi birleştiren şeyin bu derin keder ve kayıp duyguları olması son derece üzüntü verici. Oxford'da yerel Yahudi toplumu tarafından düzenlenen ve bu en zor zamanda birbirimize destek verip tek bir toplum olarak omuz omuza durduğumuz bir anma töreninde konuşmaktan onur duydum.

Gazze Şehri'nde geniş bir ailem var. Evleri İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) tarafından bombalanmış, bu yüzden bir kiliseye sığınmışlar. Korkarım halen oradalar çünkü orayı terk edemeyecek kadar yaşlı ve zayıflar. Bana gidecek yerleri olmadığını söylüyorlar. Yiyecekler tükeniyor ve temiz suları yok.

Gazze'deki insani durum hızla kötüleşiyor. 6 su kuyusu, üç pompa istasyonu, bir su deposu ve bir tuz giderme tesisi bombalandı. Birçok hastanede su basıncı o kadar düşük ki cerrahlar ekipmanlarını düzgün sterilize edemiyor. Refah sınır kapısı üzerinden Gazze'ye yardım malzemesi geçişine izin verilmesi, halkın fena halde ihtiyaç duyduğu temel mallara erişebilmesi için kesinlikle elzem.

Savaş Filistin halkıyla değil, Hamas'la. Uluslararası insani hukuka riayet edilmesi çok önemli. Ailem de dahil bu savunmasız kişilerin Hamas'ın yaptıklarından sorumlu tutulması doğru değil.

Kudüs ve Ramallah'ta yaşayan yakın akrabalarım için de son derece endişeliyim. Batı Şeria'da tecrit altında yaşıyorlar. Yetkililer bir şehirden diğerine gidenleri durduruyor ve şiddet giderek artıyor. Birleşmiş Milletler (BM) İnsani Yardım Koordinasyon Ofisi'ne göre Batı Şeria'da 7 Ekim'den beri 58 Filistinli öldürüldü ve 1176 kişi yaralandı. Devam eden bu çatışma tüm Filistinli toplulukları etkiliyor: Gazze'dekileri, Batı Şeria'dakileri ve diasporayı.

Şimdi birçok kişi bu noktaya nasıl geldiğimizi ve bunun bir daha asla yaşanmamasını nasıl sağlayacağımızı soruyor. Ama geçmiş bir önsözdür. Burada biraz kendi aile geçmişimden bahsedeceğim.

Büyük büyükbabam Vasıf Cevheriye, Filistinlilerin Osmanlı ve Britanya yönetimi altındaki yaşamı hakkında kapsamlı anılar kaleme almıştı. Farklı toplulukların yan yana yaşadığı ve geliştiği bir Kudüs tanımlıyordu. 1917'de Britanyalıların gelişini kutlamış ve Britanya mandası için çalışmıştı. Ancak o ve ailesi, bugün Nakba (kelime anlamı "felaket") olarak bilinen ve 750 bin Filistinlinin Filistin'den sürüldüğü ya da kaçtığı olay sırasında göç ettirildi. Anglofil olmasına rağmen, zamanın Britanya hükümetlerini bu konudaki rolleri için asla affetmedi.

Onun oğlu olan büyükbabam, 1946'da sağcı, yasadışı, militan bir Siyonist örgüt olan Irgun'un King David Oteli'ni bombalamasının ardından çocukken ailece Eriha'daki Ayartma Dağı'na nasıl sığındıklarına dair hikayeler anlatırdı. Geri dönüp dönmeyeceklerinden emin değillerdi. Ne yazık ki hiç dönemediler.

İşte böylece annem mülksüzleştirilmiş bir mülteci olarak büyüdü ve sık sık anavatanına dönemeyen bir Filistinli olarak hissettiği zihinsel ve fiziksel acılardan bahseder. Bu acıya kendimi hiç bu kadar yakın hissetmemiştim.

Benim korkum, bu olaylara daha da yakın olanlar arasında acının artan bir bölünmeye dönüşmesi. Gelecek birkaç gün ve hatta birkaç hafta çok zor olacak. Ancak tek çözüm siyasi çözüm olduğu için gözümüzü siyasi ufuktan ayırmamalıyız.

Bizim ve bölge halklarının, iki devletli çözüm de dahil kalıcı bir barış ihtimaline tutunmaya şiddetle ihtiyacı var. Sadece bu, şiddet döngüsünü kıracak ve hem İsraillilerin hem de Filistinlilerin ihtiyaç duyduğu ve hak ettiği güvenliği sağlayacaktır.

Bu amaçla, Britanya'da başta Avrupa ve ABD olmak üzere her yerdeki uluslararası ortaklarımızla birlikte hareket etmeliyiz. Eğer bunu yapmazsak, bugün televizyon ekranlarımızda gördüğümüz dehşet, gelecek yıllarda da sadece ebediyen tekrarlanacak.

İsrail ve Filistin'deki herkes, haysiyetle ve korkudan azade yaşama temel hakkına sahip. Bu olaylardan sonra daha uzun bir yolumuz olabilir ancak bu olayların bize söylediği bir şey varsa o da bu iki halk arasında adil, sürdürülebilir ve gerçek bir barış için çok daha fazla çalışmamız gerektiğidir.

Layla Moran, Liberal Demokrat Parti Oxford West ve Abingdon parlamenteri, Liberal Demokrat Parti Gölge Dışişleri Bakanı ve Uluslararası Kalkınma Sözcüsüdür

Independent Türkçe



Trump ve İran: Karar anı mı, geri çekilme mi?

ABD Başkanı Donald Trump'ın Dini Lider Ali Hamaney'e verdiği iki aylık süre dolmak üzere (Independent Arabia)
ABD Başkanı Donald Trump'ın Dini Lider Ali Hamaney'e verdiği iki aylık süre dolmak üzere (Independent Arabia)
TT

Trump ve İran: Karar anı mı, geri çekilme mi?

ABD Başkanı Donald Trump'ın Dini Lider Ali Hamaney'e verdiği iki aylık süre dolmak üzere (Independent Arabia)
ABD Başkanı Donald Trump'ın Dini Lider Ali Hamaney'e verdiği iki aylık süre dolmak üzere (Independent Arabia)

John Bolton

Dünyanın, İran'ın bir kez daha ustaca müzakerelerde başarılı olup olmayacağını, yapabilecekleri sınırlı Batılı politikacıların sabrını tüketip, nükleer programını devam ettirip ettiremeyeceğini öğreneceği ana yaklaştığı konusunda şüphe yok. 5 Haziran'da Donald Trump, İran'ın ABD ile nükleer müzakerelerde “kasıtlı olarak ayak sürttüğünü” belirtti. Trump’ın Dini Lider Ali Hamaney'e verdiği iki aylık süre doldu veya dolmak üzere.

Bir karar alma anı yakın fakat Trump'ın hangi yöne gideceğine dair henüz net bir gösterge yok. İsrail'in tek taraflı veya ABD ile koordinasyon halinde İran nükleer programına karşı askeri müdahalesini kabul edecek mi? Yoksa Wall Street'te TACO (her zaman geri adım atıyor anlamına gelen Trump Always Chickens Out’un kısaltması) diye adlandırılan bir anlaşmanın yeni bir bölümüne mi tanıklık edeceğiz? Aslında, Trump'ın kendisi bile henüz net bir cevaba sahip olmayabilir.

Trump, Barack Obama'nın kusurlu 2015 anlaşmasından daha iyi diye sunacağı bir nükleer anlaşmayı pazarlamaya bahse girebilir, ancak bu riskli bir iç siyasi kumar. Esasında Tahran'ın şu ana kadar kaydettiği önemli ilerleme bir yana, Obama'nın anlaşmasına benzeyen ve İran'ın uranyum zenginleştirme kapasitesini koruyan bir anlaşmayı kabul etmesi, onu rakiplerine karşı siyasi olarak savunmasız bırakacaktır. Uluslararası koalisyon temelli düzenlemeler aracılığıyla da olsa Tahran'ın herhangi bir biçimde zenginleştirmeye devam etmesine izin verirse, Obama'dan daha iyi ve başarılı olduğu, İran'ın nükleer emellerini etkili bir şekilde dizginlediği iddiaları anında kaybolacak ve geçersiz olduğu kanıtlanacaktır.

Trump'ın İran'a karşı geri adım atıyormuş gibi görünme riski, anlaşma “geçici”, “zaman olarak sınırlı” gibi terimlerle kamufle edilse veya bir formülle süslense bile var olmaya devam ediyor. Kötü kamufle edilmiş bir anlaşma, er ya da geç ortaya çıkacak olan apaçık bir aldatmacadır ve o zaman bunun Trump'a siyasi maliyeti ciddi ve uzun süreli olacaktır. Bir anlaşmaya varmak için gösterdiği aşırı heyecan, çoğu konuda her zamanki tereddütlerine rağmen Kongre'deki Cumhuriyetçileri bile net bir talebin arkasında toplanmaya yöneltti: İran için hiçbir koşulda zenginleştirme söz konusu olamaz. Trump'ın güç kullanmak istemediğine dair ısrarına rağmen, bu konu için belirlediği çerçeve, siyasi ve askeri gerçeklerle birlikte, yakında onu gerçek seçeneklerden mahrum bırakabilir.

Bu bağlamda haberler Ortadoğu'daki petrol üreticisi ülkelerin, ABD ile İran arasında bir anlaşmayı kolaylaştırmak için perde arkasında sessizce çalıştıklarına işaret ediyor. Körfez Arap ülkeleri, İran'ın nükleer programını barışçıl bir şekilde sonlandırmayı destekleyip desteklemedikleri sorulduğunda doğal olarak olumlu yanıt vereceklerdir. Ancak gerçek onlara daha hassas bir soru dayatıyor: İran ile bir çatışma tehdidi kaçınılmazsa, Tahran kullanılabilir bir nükleer silah edinmeden önce mi, yoksa sonra mı bunu yapmak daha iyidir?

Daha derinlemesine bakıldığında, tek bir makul cevap var gibi görünüyor: Körfez İşbirliği Konseyi ülkeleri eğer İran nükleer tehdidi altında yaşamaya istekli değillerse ya da nükleer silaha sahip olma konusunda Tahran'ın çok gerisinde başlayacakları tam kapsamlı bir silahlanma yarışına girmek istemiyorlarsa, nükleer silah edinmeden önce daha iyidir.

Arap Yarımadası devletleri liderlerinin, İsrail veya ABD’nin nükleer programı hedef alması halinde, İran'ın misilleme saldırılarının hedefi olabilecekleri konusunda endişelerini dile getirmeleri şaşırtıcı değil. Tahran'ın bakış açısına hakim olan yabancı ve düşmanca dünya görüşü göz önüne alındığında, bu liderler kendilerini onun hedefleri arasında bulmaktan korkuyorlar.

ABD de bu endişeyi paylaşıyor, zira o da Ortadoğu'da konuşlanmış güçlerinin doğrudan saldırıya uğramasından, İran'ın terör örgütlerine ve sınır-ötesi suç şebekelerine verdiği desteği artırabileceğinden korkuyor. Şarku’l Avsat tarafından Independent Arabia’dan aktardığı analize göre İsrail'e gelince, endişesinin kaynağını tahmin etmeye gerek yok: Tahran ve Hizbullah başta olmak üzere vekilleri, mümkün olan her yolla yanıt vermeye çalışacaklardır.

Ancak İran'ın yanıtına dair değerlendirmeler, Tahran'ın olası eylemlerini listelemekle sınırlı olmamalı, zira bu, çok çeşitli potansiyel tehditlere gereksiz ağırlıkla gerçeklik kazandırır ve bu da aslında İran'ın işine yarar. Gerçek şu ki, Tahran bugün 1979 İslam Devrimi'nden bu yana en zayıf stratejik konumda; Hamas ve Hizbullah gibi silahlı vekilleri tamamen ortadan kaldırılmamış olsa da sert darbeler aldılar. Suriye'de Beşşar Esed rejimi devrildi, Husiler önemli ölçüde zayıfladı ve İran'ın kendisi, nükleer programının bazı unsurlarının hasar görmesine ilave olarak, balistik füze üretim tesislerinde feci kayıplar yaşadı. Bilhassa hayatta kalmasını tehdit eden iç meydan okumalar gölgesinde, böylesine kırılgan durumda olan bir rejim, dört veya altı yeni tarafla çatışma karşısında dayanabilir mi?

Bu gerçek ışığında, İran tehditleri büyük ölçüde içi boş görünüyor. Bu nedenle, Amerikan ve Körfez çıkarları her zamankinden daha fazla kesişiyor ve Washington'un İran'a yönelik savunma ve caydırma stratejisini Körfez ortaklarının savunma ve caydırma stratejisiyle bütünleştirmesini, mevcut savunma anlaşmaları çerçevesinde güçlerine koruma sağlamasını gerektiriyor.

Birçok kişi İsrail'in açık Amerikan onayı olmadan İran nükleer programına karşı kesin bir eylemde bulunmayacağına inanıyor, ancak bu yanlış. Singapur ve çoğu Körfez ülkesi gibi coğrafi olarak küçük bir ülke olan İsrail, nükleer silahların oluşturduğu varoluşsal tehdidi çok iyi biliyor. Sadece birkaç nükleer bomba onu haritadan tamamen silmek için yeterli olabilir. İsrail benzer durumlarda sıklıkla tek başına hareket etti; 1981'de Irak’ın nükleer tesisini yerle bir etti, 2007'de Suriye'deki bir nükleer tesisi hedef aldı ve 2024'te Parçin askeri üssünde, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı tarafından hiçbir zaman denetlenmemiş olan ve İran'ın nükleer programıyla bağlantılı bir yeri vurdu.

İran'ın oluşturduğu varoluşsal tehdit karşısında İsrail, uluslararası pozisyonlara bakmaksızın gerekli gördüğü şeyi yapacaktır. Özellikle Binyamin Netanyahu, “izin istemektense af dilemek daha iyidir” şeklindeki Amerikan atasözünü çok iyi bilir. Eğer İsrail harekete geçmekten kaçınırsa, suçlayacağı tek kişi kendisi olacaktır.

*Bu analiz Şarku’l Avsat tarafından Independent Arabia’dan çevrilmiştir.