Askeri rejimler Afrika halklarının bağımsızlığını sağlayacak can simidi olabilir mi?

Afrika ülkelerinde 2012 yılından bu yana toplam 45 darbe ve darbe girişimi olurken, darbeler ve darbe girişimleri en çok Batı Afrika’da gerçekleşti.

Aynı durum Burkina Faso'da da yaşandı, Fransa’nın Vagadugu Büyükelçiliği’nde görevli askeri ataşe ‘yıkıcı faaliyetlerde bulunduğu’ suçlamasıyla sınır dışı edildi (Reuters)
Aynı durum Burkina Faso'da da yaşandı, Fransa’nın Vagadugu Büyükelçiliği’nde görevli askeri ataşe ‘yıkıcı faaliyetlerde bulunduğu’ suçlamasıyla sınır dışı edildi (Reuters)
TT

Askeri rejimler Afrika halklarının bağımsızlığını sağlayacak can simidi olabilir mi?

Aynı durum Burkina Faso'da da yaşandı, Fransa’nın Vagadugu Büyükelçiliği’nde görevli askeri ataşe ‘yıkıcı faaliyetlerde bulunduğu’ suçlamasıyla sınır dışı edildi (Reuters)
Aynı durum Burkina Faso'da da yaşandı, Fransa’nın Vagadugu Büyükelçiliği’nde görevli askeri ataşe ‘yıkıcı faaliyetlerde bulunduğu’ suçlamasıyla sınır dışı edildi (Reuters)

Ali Yahi

Eleştiri, dünyadaki tüm cunta rejimlerle birlikte öne çıkan bir tutum haline geldikten sonra Afrika halkları, darbe sonucu ortaya çıkan askeri rejimleri memnuniyetle karşıladı ve onları bağrına bastı. Belki de Burkina Faso'da, Mali'de, Nijer'de ve diğer Afrika ülkelerinde yaşananlar, en azından bir hedefe yahut talebe ulaşmak, bir politikayı ya da düşünceyi devirmek adına Afrika kıtasındaki kavram değişikliğinin kanıtı olarak görülebilir.

Afrika'daki genel siyaset sahnesi konumunu korumaya devam ederken durum değişiyor

Afrika'daki genel siyaset sahnesi, bazen siyasi konum veya yönelimlerle ilgili meseleler nedeniyle, bazen de iktidar açgözlülüğünden dolayı, iktidar koltuğunu "ele geçirmek" amacıyla darbeler ve karşı darbelerle ilişkilendirilmeye devam ediyor. Bu da bazen Sudan, Nijerya, Burundi, Sierra Leone ve diğerlerinde olduğu gibi iç savaşlara neden olan silahlı çatışmaların patlak vermesine varan gerilimleri artırıyor.

csddefvde
Afrika kıtasındaki darbeler, tıpkı 2020 yılında Mali'de olduğu gibi popüler hale geldi (Sosyal medya siteleri)

Ancak son yıllarda büyük ölçüde Fransa’nın bu ülkelerdeki sömürgeciliğini ‘sona erdirme’ amacı taşıyan askeri darbelerin başlamasıyla durum değişmiş gibi görünüyor. Mali’deki askeri darbeden, Fransız askerlerinin ve Birleşmiş Milletlere (BM) bağlı güçlerin sınır dışı edilmesinden ve hükümet ile kuzeydeki silahlı gruplar arasında aracı olan Cezayir ile Fransa arasındaki bağların kopmasından sonra Sahel bölgesinde açıkça ortaya çıkan sahne bu oldu. Aynı durum, askeri cuntanın Fransız askerlerinin ülkeden çekilmesi gerektiği ve Fransa ile yapılan tüm güvenlik ve askeri anlaşmaların iptal edildiği duyurulan Nijer ve Paris'e karşı çeşitli adımların atıldığı, Fransa’nın Vagadugu Büyükelçiliği'ndeki askeri ataşenin ‘yıkıcı faaliyetlerde bulunma’ suçlamasıyla sınır dışı edildiği Burkina Faso için de geçerliydi. Tüm bu ülkelerde meydana gelen askeri darbeler, Fransızların eski sömürgeleri üzerindeki vesayetini sona erdirme ve Afrikalıların saygınlıklarını yeniden kazanmaları hedefleriyle gerçekleşti.

Popüler darbeler ve popülist konuşmalar

Afrika ülkelerinde son yıllarda gerçekleşen askeri darbelerin tıpkı ‘Afroparameter Endeksi’ne göre Mali halkının yüzde 82'sinin desteğini kazanan 2020 yılında ülkede gerçekleşen darbede olduğu gibi, popüler oldukları görülüyor. Mali darbesi, Malililerin eski Cumhurbaşkanı İbrahim Boubacar Keita'dan umudu kestiklerini gösterdi. Yine aynı şekilde Burkina Faso’da 2022 yılında gerçekleşen askeri darbe, halkın büyük bölümünün desteğini arkasına aldı. Darbe sonrası halk, sokaklarda kutlamalar yaptı. Nijer'de de Fransa'ya karşı darbeyi destekleyen halk gösterileri, halkın darbeye verdiği desteğin göstergesiydi.

Darbeciler, tıpkı 1950'li ve 1960'lı yıllardaki askeri darbeleri gerçekleştirenler gibi Batı karşıtı söylemlere sahipti. Bu söylemlerdeki amaç, darbe nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, darbeyi meşrulaştırmak için popülizmi ve insanların duygularını harekete geçirmekti.

Bağımsızlıktan uzak bir değişim

Nijer’deki Demokrat ve Cumhuriyetçi Yenilenme Partisi Siyasi Büro Üyesi Ömer el-Ensari, son yıllarda Sahel ülkelerinde gerçekleşen askeri darbelerle ilgili değerlendirmesinde, “Sahel bölgesi halkları, Doğu sömürgeciliğinin yerini Batı sömürgeciliğinin, Doğulu paralı askerlerin yerine Batılı düzenli güçlerin geçmesini ve askeri diktatörlüğün zulmünün yerini siyasi sistemlerin yozlaşmasına bırakması karşısında afalladılar” dedi. Gözlemcilerin çoğunun tüm bunlara dayanarak darbelerin özgürlüğü getireceğine inanmadıklarını söyleyen Ensari, özgürlüğün daha ziyade insanları eğiterek, sivil yönetimi geliştirerek, kamu sorumluluğunu hissederek, eski rejimin sembol isimlerinin peşine düşerek ve onları adalet karşısına çıkararak sağlanacağını düşündüklerini vurguladı.

Ensari, sözlerini şöyle sürdürdü:

Söz konusu darbeler, Rusya'nın Afrika ülkelerinin sadakatini ve zenginliğini ele geçirerek kayıplarını telafi etmeye çalıştığı göz önüne alındığında, Ukrayna savaşının yansımaları kapsamında Rusya ile Batı arasında hesaplaşma amaçlı olabilir.

 Batı Afrika Devletleri Ekonomik Topluluğu’nun (ECOWAS) Nijer'e uygulanan yaptırımları ve ablukayı kaldırmasına değinen Ensari, “Burada bizi tedirgin eden nokta, ülkedeki fiili hükümetin karar karşısında sessiz kalması. (Fiili hükümetin) özellikle kişileri hedef alan yaptırımların kaldırılmaması nedeniyle ECOWAS'ın bu tür olumlu kararlarına karşılık vermemesinden endişeliyiz” değerlendirmesinde bulundu.

İstikrarı ve ekonomik kalkınmayı engelleyen araçlar

Öte yandan Malili siyaset bilimi araştırmacısı Muhammed Ag İsmail, askeri rejimlerin ortaya çıkmasına yol açan askeri darbelerin, Afrika halklarının sömürgecilerden bağımsızlığını kazanmasını sağlayacak bir can kurtarma simidi olmadığını, aksine tüm istikrarı ve ekonomik kalkınmayı engelleyen araçlar olduğunu vurguladı.

Askeri darbelerin çoğu zaman güven ortamını engelleyen bir faktör olduğunun altını çizen Ag İsmail, “Sahel bölgesini gerçekten demokrasiye ulaştıracak şartlar oluştu mu?” diye sordu. Şarku’l Avsat’ın Independent Arabia’dan aktardığı habere göre Batı'da demokrasinin artık iç ve dış nedenlerden dolayı insanlara çekici gelmediğini vurgulayan Ag İsmail, demokrasi ne yazık ki dünyada ve hatta ABD’de büyük ölçüde geriledi ve gerilemeye devam ediyor. Dünya, gezegenimizi yöneten çokuluslu şirketler karşısında her gün özgürlüğün temel ilkeleriyle alay ediyor” yorumunda bulundu.

Yeni bir sömürgeci tasması

Cezayirli Siyaset Bilimci ve Uluslararası İlişkiler Uzmanı Adnane Mahtali, askeri rejimlerin henüz Afrika halkları için sömürgecilerden bağımsızlığını sağlayacak bir can simidi olarak tanımlamayacağını, bu tür rejimlerin genellikle liberal, neo-emperyal eğilimlerle başlayıp zamanla üyelerinin kendilerine karşı gerçekleştirdiği başka darbeler de dahil olmak üzere birtakım zorluklarla karşılaştıklarını söyledi. Yine askeri rejimlerde, diktatörlük ve dengesizlik nedeniyle yolsuzluk vakalarının yaşanmaya başladığını belirten Mahtali, böylece askeri rejimlerin yeni bir sömürgeci tasması haline geldiğini, çünkü, askeri rejimlerin de birtakım uluslararası güçler tarafından desteklendiğini ifade etti.

Halkların artık askeri rejimlere bağlı hale geldiklerini ve darbelerden sonra sevinç gösterilerinde bulunduklarını belirten Mahtali, “Askeri rejimlerin, halkın çektiği sıkıntıların nedenleri olarak işaret ettiklerine karşı söylemler geliştirdiği göz önüne alındığında, bu gayet doğal bir durum. Askeri rejimlerin, halkların taleplerini gerçekleştirmede başarısız olması durumunda, bu söylemin de etkisinin azalacağına dikkati çeken Mahtali, “Bu noktada söylemden tiranlığa geçiyor ve darbelerin bir iktidar aktarma mekanizması olduğu sonucuna varıyorsunuz. Demokratik olmayabilir, hatta zaman zaman kanlı da olabilir ama amacına hizmet ediyor” diye konuştu.

Rakamlar

İstatistiklere göre Afrika kıtası 2012 yılından bu yana iktidara karşı yaklaşık 45 darbe ya da darbe girişimine tanık oldu. Bu da yılda ortalama yaklaşık dört darbe ya da darbe girişimi demek oluyor. Afrika kıtası, 1960'lı yıllardan beri Afrika ülkelerinin yüzde 90'ında 200'den fazla askeri darbeye ya da girişimine sahne oldu. Bu da yaklaşık her 55 günde bir, bir darbe ya da darbe girişiminde bulunulduğu anlamına geliyor.

Afrika kıtasındaki askeri darbeler ve girişimleri, dünya genelindeki askeri darbelerin ve girişimlerinin yaklaşık yüzde 36,5'ini oluştururken, en fazla darbe ve darbe girişimi Batı Afrika bölgesinde yaşandı.



ABD’nin Ukrayna planının ardındaki Rus ekonomist kim?

Dmitriev'le (solda) Witkoff, nisanda Rusya'da da bir araya gelmişti (Reuters)
Dmitriev'le (solda) Witkoff, nisanda Rusya'da da bir araya gelmişti (Reuters)
TT

ABD’nin Ukrayna planının ardındaki Rus ekonomist kim?

Dmitriev'le (solda) Witkoff, nisanda Rusya'da da bir araya gelmişti (Reuters)
Dmitriev'le (solda) Witkoff, nisanda Rusya'da da bir araya gelmişti (Reuters)

ABD öncülüğünde hazırlanan Ukrayna barış planında Kremlin'i temsilen görüşmelere katılan Harvard eğitimli Rus ekonomist Kirill Dmitriev'in oynadığı rol uluslararası basında mercek altına alındı. 

ABD Başkanı Donald Trump'ın yönetimince hazırlanan 28 maddelik barış planı bu hafta Kiev'e sunulmuştu. 

Trump'ın damadı Jared Kushner ve Başkan'ın Ortadoğu Özel Temsilcisi Steve Witkoff'la Rusya Doğrudan Yatırım Fonu (RDIF) Başkanı Kirill Dmitriev, geçen ay Miami'de bir araya gelerek planın detaylarını görüşmüştü. 

Reuters'ın analizinde, 2022'de patlak veren Ukrayna savaşının ardından Washington'ın RDIF'yi yaptırım listesine aldığı belirtiliyor. Adının paylaşılmaması koşuluyla konuşan bir ABD'li yetkili, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'in uluslararası ekonomik işbirliğinden sorumlu özel temsilcisi Dmitriev'in ülkeye girişi için Beyaz Saray tarafından özel izin çıkarıldığını söylüyor. 

Miami'deki görüşmeler hakkında bilgi sahibi iki yetkili, Ukrayna Ulusal Güvenlik ve Savunma Konseyi Sekreteri Rüstem Ümerov'un da Witkoff'la planı görüşmek için şehre gittiğini belirtiyor. 

Kaynaklar, Witkoff'un bu ziyarette Ümerov'a planı anlattığını ifade ediyor. Ayrıca ABD'nin planı çarşamba günü Türkiye aracılığıyla Ukrayna'ya ilettiğini söylüyor. Beyaz Saray taslak metni perşembe günü doğrudan Kiev'e sunmuştu. 

Ümerov ise süreçte sadece "teknik rol" oynadığını ve ABD'li yetkililerle planın detaylarını görüşmediğini savunuyor. 

ABD'li yetkililer, Trump yönetiminin Dmitriev'le görüşmesinin "istihbarat içinde endişe yarattığını" da belirtiyor. CIA'in yorum taleplerine yanıt vermediği aktarılıyor. 

Gençken Stanford ve Harvard gibi prestijli Amerikan üniversitelerinde eğitim gören Dmitriev'in adı, ABD'de 2016'da yapılan başkanlık seçimlerine Rusya'nın müdahale ettiği iddialarına yönelik soruşturmayı yürüten eski Özel Yetkili Savcı Robert Mueller'in raporunda da geçiyor. 

Dmitriev'in Trump'ın ilk döneminde Washington-Moskova ilişkilerini yeniden tesis etmek için temaslarda bulunduğu belirtiliyor. Bu dönemde Dmitriev özellikle Kushner'la birebir diyaloğa geçmiş.

Raporda, Dmitriev'in Irak savaşında sivillerin öldürülmesindeki rolüyle gündeme oturan ABD'li özel güvenlik şirketi Blacwater'ın CEO'su Erik Prince'le 2019'da görüştüğü de belirtiyor. Trump destekçisi Prince'le Rus ekonomistin ABD-Rusya ilişkilerini ele aldığı yazılıyor.

Diğer yandan Dmitriev, Trump yönetiminden eleştiri de almıştı. Ekonomist, Trump'ın Rus petrol devlerine geçen ay yaptırım uygulama kararını eleştirmiş, bunun fiyatları artıracağını söylemişti. ABD Hazine Bakanı Scott Bessent ise Dmitriev'e çıkışarak onu "Rus propagandacısı" diye nitelemişti. 

Independent Türkçe, Reuters, BBC, Guardian


Trump'ın iki kutuplu bakış açısı, çok kutuplu dünyayı yorumlamada neden yanlış?

Al Majalla
Al Majalla
TT

Trump'ın iki kutuplu bakış açısı, çok kutuplu dünyayı yorumlamada neden yanlış?

Al Majalla
Al Majalla

Shirley Yu

ABD Başkanı Donald Trump, geçtiğimiz ekim ayında Güney Kore’nin Busan şehrinde Çin Devlet Başkanı Şi Cinping ile yapacağı görüşme öncesinde yaptığı “G2 yakında toplanacak!” açıklaması sadece diplomatik bir nezaket gösterisi değildi. Trump, tek kutuplu dünyanın sonrasındaki dönemde ABD’nin rolünü radikal şekilde yeniden tanımlayan bir hamleyle Amerikan siyasetinde uzun süredir modası geçmiş olarak kabul edilen bir kavramı yeniden gündeme getirdi.

Trump’ın ‘G2’ anlayışı Soğuk Savaş dönemindeki iki kutupluluğa geri dönüş anlamına gelmediği gibi, ABD dış politikasının pragmatik olarak yeniden düzenlenmesinde de gerçek anlamda küresel güç paylaşımına doğru bir dönüşümün işareti olmadığı kesin. Aksine, bu yeni çerçeve, Washington’a tek kutuplu bir güç olarak eski sorumluluklarını yüklemeden ABD’nin çıkarlarına hizmet ediyor. Daha da önemlisi, Pekin’in fiili tepkisi, Çin’in ‘G2’ ya da diğer bir deyişle ‘İkili Grup’ etiketini sembolik olarak kabul etmesine rağmen, halen çok taraflılığa dayalı, ikili ilişkiler yerine çok taraflılığa dayalı tamamen farklı bir dünya düzeni vizyonuna bağlı olduğunu ortaya koyuyor.

Trump’ın G2’si ile Bush’un G2’si aynı değil

G2 kavramı, Amerikan siyasi çevrelerinde, şu anda yeniden kullanıldığı şekilden daha mütevazı bir biçimde ortaya çıktı. Bu kavram, 2005 yılında ABD’li ekonomist Fred Bergsten tarafından, eski ABD Başkanı George W. Bush yönetimi döneminde Çin'in ekonomik yükselişinin ardından ortaya çıkan zorluklara pratik bir çözüm olarak önerildi.

Çin'in küresel sistemde sorumlu bir aktör haline gelmesini gerektiren uluslararası konularda iki ülke arasında iş birliği mekanizmalarına acil ihtiyaç vardı. G2 kavramı, Pekin’in küresel ekonomik çöküşü önlemek için koordinasyon çabalarında önemli bir rol oynadığı 2008 küresel finans krizi sırasında zirveye ulaştı.

Çin bugün, bu kavramın ilk ortaya atıldığı zamana göre daha büyük bir ekonomiye ve daha gelişmiş teknolojiye sahip. Askeri modernizasyonu sayesinde ABD ile arasındaki farkı önemli ölçüde azalttı.

Ancak Washington, G2 kavramının Amerikan karar vericilerin kabul edilemez bulduğu; ABD ile Çin arasında eşitliğin dolaylı olarak tanınmasına atıfta bulunması nedeniyle bu çerçeveyi hızla terk etti. Eski ABD Başkanı Barack Obama yönetiminin son döneminde, bu fikir sessizce rafa kaldırıldı ve yerine stratejik rekabet retoriği ve ‘Amerikan Yüzyılı’ doktrini geldi.

Pekin G2’yi resmi olarak tanımadı, ancak sembolik çekiciliğini de kaybetmedi. Şi Cinping yönetimindeki Çin tarafından yapılan ‘Doğu'nun yükselişi ve Batı'nın gerileyişi’ hakkında tekrar eden açıklamalardan da anlaşılacağı üzere Pekin, kendini bir süper güç olarak konumlandırmaya çalışıyor. G2 de özünde Çin'e istediğini veriyor. Zira Çin, ABD'ye neredeyse eşit bir rakip haline geldiğinin dolaylı olarak kabul edilmesini istiyor.

29 Eylül 2022 tarihinde çekilen bu örnek fotoğrafta Çin yuanı ve ABD doları banknotları görülüyor (Reuters)29 Eylül 2022 tarihinde çekilen bu örnek fotoğrafta Çin yuanı ve ABD doları banknotları görülüyor (Reuters)

Karşılıklı zarar verme garantisi ve yeni baskı

ABD Başkanı Donald Trump'ın 2025 yılında ‘iki süper güç grubu’ fikrini benimsemesi, stratejik hesaplamalarda temel bir değişimi yansıtıyor. Bu değişim, yükselen güçlerin ABD liderliğinde küresel sorumlulukları üstlenmelerini amaçlayan Wilson dış politikası kapsamında ortaya çıkan kavramdan tamamen farklı. Trump ise Çin'i kontrol altına alınamayacak bir güç olarak gören ve çıkarlar mantığına göre onunla bir arada var olmanın gerekli olduğunu savunan, daha katı bir Jacksoncı gerçekçiliğe dayanıyor.

Çin bugün, bu kavramın ilk kez ortaya atıldığı zamana göre daha büyük bir ekonomiye ve daha gelişmiş teknolojiye sahip. Askeri modernizasyonu sayesinde de ABD ile arasındaki farkı önemli ölçüde azalttı. Trump, teknolojik kısıtlamalar ve ittifaklar yoluyla baskı uygulayarak Çin'i dizginleme girişimlerinin artık mümkün olmadığı ve bir düşmanı yenmek imkansız olduğunda, hassas bir güç dengesi içinde onunla başa çıkmanın daha iyi olduğu sonucuna varmış gibi görünüyor.

ABD ve Çin şu anda ekonomik olarak birbirleriyle derin bir şekilde iç içe geçmiş durumdadır ve her iki liderin de kabul ettiği gibi, aralarındaki tam bir ayrılık gerçekçi ve olası değil.

Bu açıdan bakıldığında, 30 Ekim'de Güney Kore'nin Busan kentinde ABD ve Çin liderleri arasında gerçekleşen görüşme, Washington ile Pekin arasında uzun süredir devam eden çatışmada geçici bir ateşkes olarak değerlendirilebilir. Trump'ın gerilimi durdurma kararı, iki gücün hayati küresel alanlarda hakimiyet kurduğunu ve her ikisinin de birbirine eşit zarar verebilecek durumda olması nedeniyle tek taraflı baskının artık etkili olmadığını kabul ettiğini yansıtıyor. Ancak, ekonomik zararda bir denge sağlanması, mutlaka istikrarlı bir ortaklık kurulduğu anlamına gelmiyor. Bu daha çok, karşılıklı kayıpların garantisi üzerine kurulu kırılgan bir istikrarı, güven veya gerçek iş birliği yerine karşılıklı yıkım korkusuna dayalı bir istikrarı işaret ediyor.

ABD’nin tutumundaki bu değişiklik özünde gerçekçi olsa da ilkelere veya değerlere dayanmıyor. Trump, Şi ile yaptığı görüşmeyi ‘harika’ olarak nitelendirerek, bunun sonucunda ‘muazzam miktarda soya fasulyesi ve diğer tarım ürünleri’ elde edildiğini belirtti. Bu ifadeler, iki tarafı bir araya getiren konuların eşit ülkeler arası küresel ortaklık değil, iki büyük güç arasındaki ticari bir anlaşma olduğunu gösteriyor. Trump, G2 çerçevesini, çok taraflı çerçevelerin ve geleneksel ittifakların kısıtlamaları dışında ikili anlaşmalara varmak için uygun bir araç olarak görüyor. Böylece Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ), Avrupa Birliği (AB) ve Washington’ın diğer ortakları gibi kurumlardan uzak bir şekilde müzakere etme imkanı buluyor.

Gümrük vergisi indirimi anlaşmaları, nadir toprak elementleri düzenlemeleri ve fentanil kaçakçılığıyla mücadele kapsamındaki taahhütler, bu anlaşma temelli diplomasinin en göze çarpan özellikleri olarak ortaya çıkıyor. Ancak bunlar hiçbir şekilde iki gücün liderliğindeki ortak bir küresel düzenin temelini oluşturmuyor.

Trump’ın G2 vizyonu, Soğuk Savaş'a geri dönüş demek değil

Trump'ın G2 vizyonu, Bush döneminde ortaya çıkan vizyonla aynı değil. Bunun yanında hiçbir şekilde Soğuk Savaş döneminin iki kutuplu dünyasına geri dönüşü de temsil etmiyor. O dönemde dünya, ideolojik ve askeri ayrılıklarla karşı karşıya olan iki süper güç olan Sovyetler Birliği ve ABD arasında bölünmüştü. Çoğu ülke bu iki süper güçten birine katılmak zorunda kalmıştı. Avrupa bağımsız bir güce sahip değildi, Asya ise ideolojik vekalet savaşlarının yaşandığı arenaydı.

Ancak bugün dünya tamamen farklı yapısal koşullar altında işliyor. Avrupa, gücü azalmasına rağmen, önemli ekonomik ve normatif ağırlığa sahip bağımsız bir kutup olmaya devam ediyor. Japonya ve Güney Kore artık sadece ABD’nin müttefikleri değil, kendi bölgesel hedefleri olan stratejik aktörler. Hindistan, ABD ve Çin'in etkisi arasında bağımsız konum arayan gerçek bir süper güç olarak ortaya çıkmıştır. Brezilya'dan Nijerya'ya ve Vietnam'a kadar uzanan Küresel Güney, rakip bloklarla ittifak kurmak yerine stratejik bağımsızlık peşinde.

Karşılıklı olarak ekonomik bağımlılık, iki kutupluluğun anlamını tamamen değiştirdi. Soğuk Savaş döneminde, ABD ve Sovyetler Birliği ekonomik olarak birbirinden ayrıydı. Güçleri, küresel ekonomiye entegrasyonlarına değil, askeri güçlerine ve ideolojik çekiciliklerine dayanıyordu. Bugün ise ABD ve Çin ekonomik olarak derin bir şekilde iç içe geçmiş durumdalar ve her iki ülkenin liderinin de kabul ettiği üzere tamamen ayrılmaları ne gerçekçi ne de olası bir durum.

Trump'ın G2 kavramını yeniden canlandırması, Washington ve Pekin'in ikili müzakereler yoluyla küresel düzeni yeniden şekillendirme yeteneğini abarttığı için bir takım gerçek riskler taşıyor.

Bu da Trump ve Şi, G2 konusunda açık bir anlaşmaya varmış olsalar bile (ki varmadılar) bunun etkisinin sınırlı olacağı anlamına gelir. Süper güçler Soğuk Savaş döneminde dünyayı ideolojik bloklara bölüp vekalet savaşları ve propaganda yoluyla iradelerini dayatabilmişlerdi. Bugün ise dünyayı bölmeye yönelik herhangi bir girişimin, itiraz etme kapasitesine sahip diğer güçler tarafından derhal reddedileceğine şüphe yok. Örneğin Suudi Arabistan, ABD’nin askeri koruması karşılığında Çin ile ekonomik bağlarını koparmayacak, Vietnam dengeleme stratejisinden vazgeçmeyecek ve Hindistan, dış politikasının ABD'nin iradesine tabi olduğu bir dünyayı kabul etmeyecektir.

Pekin'in bakış açısıyla Trump'ın ikili yaklaşımının yumuşak şekilde reddedilmesi

Bu bağlamda Pekin'in, ABD Başkanı Donald Trump'ın G2 konsepti önerisine verdiği tepkisi dikkati çekiyor. Bu öneri, ABD ile Çin arasındaki göreceli eşitliği zımnen kabul etmek anlamına gelse de küresel sistemin ikili liderlik fikrini gerçek anlamda kabul etmekten uzak. Şarku'l Avsat'ın al Majalla'dan aktardığı analize göre aksine, Trump'ın sanayi politikalarından teknoloji liberalleşmesine ve Amerikan imalat sektörünün canlandırılmasına kadar uzanan ‘Önce Amerika’ gündemi, esasen 21’inci yüzyılda ABD’nin mutlak hegemonyasını pekiştirmeyi amaçlıyor.

ABD Başkanı Donald Trump ve Çin Devlet Başkanı Şi Cinping, 30 Ekim'de Güney Kore'nin Busan kentinde düzenlenen Asya-Pasifik Ekonomik İşbirliği (APEC) zirvesi kapsamında yapılan ikili görüşmenin ardından Gimhae Uluslararası Havalimanı'ndan ayrılırken (Reuters)ABD Başkanı Donald Trump ve Çin Devlet Başkanı Şi Cinping, 30 Ekim'de Güney Kore'nin Busan kentinde düzenlenen Asya-Pasifik Ekonomik İşbirliği (APEC) zirvesi kapsamında yapılan ikili görüşmenin ardından Gimhae Uluslararası Havalimanı'ndan ayrılırken (Reuters)

Pekin, G2 çerçevesini açıkça reddetmiyor. Çünkü bunu yaparsa, diğer hiçbir başkanın yapmadığını yapan bir ABD başkanıyla gereksiz şekilde gerilime yol açabilir. Ancak tam olarak kabul de etmiyor. Bunun yerine Çinli yetkililer bu kavramı, iki gücün dünyaya iradesini dayattığı iki kutuplu bir sistem olarak değil, çok taraflılığa daha geniş bir bağlılık çerçevesinde iki büyük gücün ortak konularda koordinasyon kurmasına olanak tanıyan düzenleme şeklinde yeniden tanımlamaya çalışıyor. Çin Dışişleri Bakanlığı’nın bir sözcüsü yaptığı açıklamada, Çin'in gerçek çok taraflılığa bağlı kalmaya ve çok kutuplu, eşitlikçi ve düzenli bir dünya için çalışmaya devam edeceği yönündeki ülkenin kesin tutumunu bir kez daha vurguladı.

Pekin, bu şekilde G2 çerçevesini resmi olarak kabul etmekle birlikte, onun özünü reddediyor. Evet, Çin ve ABD küresel etkiye sahip büyük güçlerdir, ancak bu etki iki kutuplu dünyada değil, çok kutuplu bir dünyada geçerli.

G2 çerçevesi dışındaki güçler

Trump'ın G2 kavramını yeniden canlandırması, Washington ve Pekin'in ikili müzakereler yoluyla küresel düzeni yeniden şekillendirme yeteneğini abarttığı için bir takım gerçek riskler taşıyor. Bu ifadenin kullanılması, müttefik başkentlerde ABD yönetiminin onların aleyhine Çin ile anlaşmalar yapacağından endişe duyulmasına neden oldu.

Trump, her zamanki açık sözlü tavrıyla, Washington ve Pekin'in karşılıklı olarak zarar verebilecek bir rekabete girmeyi tercih etmektense rekabeti yönetmeyi tercih ettiklerini ifade etti. Bu, başlı başına önemli bir konu.

Ancak daha derin sorun, Avrupa, Japonya, Hindistan ve diğer ülkeleri ikincil konuma yerleştiren Trump'ın dünya görüşünde yatıyor. Bu görüş, çarpık bir stratejik gerçekliği yansıtıyor. Dünya 2025 yılında, Washington ve Pekin arasındaki ikili rekabet temelinde dönmeyecek, aksine büyük ve orta büyüklükteki güçlerin etkileşime girerek sonuçları şekillendirdiği, bölgesel ittifakların küresel rekabetin ötesinde önem kazandığı ve ekonomik ve askeri gücün otomatik olarak siyasi sadakate dönüşemediği karmaşık bir manzaraya sahip olacak.

ABD’nin tek taraflılığının ötesinde

G2 kavramı, üst düzey ikili toplantıları ifade etmek için kullanılan diplomatik bir terim olarak kullanılmaya devam edebilir. Bu da ticaretteki gerilimleri hafifleten ve belirli konularda ABD ile Çin arasında ortaklık izlenimi veren ek anlaşmaların önünü açabilir. Ancak bu kavramın ifade ettiği gibi, küresel sistem yapısının radikal bir şekilde yeniden düzenlenmesinin önünü açmaz. Çin, dikkatli diplomatik diliyle, bu kavramın altında yatan varsayımları kabul etmediğini açıkça belirtti. Kendisini dünyanın eş lideri olarak değil, şekillenmekte olan çok kutuplu dünyada birkaç büyük güçten biri olarak görüyor.

Trump’ın vizyonu ile Çin’in vizyonu arasındaki bu uyuşmazlık -ve her ikisi ile 2025’in jeopolitik gerçekliği arasındaki uyuşmazlık- Busan’daki zirvenin gerçek sonucu olarak karşımıza çıkıyor. Trump, her zamanki açık sözlü tavrıyla, Washington ve Pekin'in karşılıklı olarak zarar verebilecek bir rekabete girmeyi tercih etmektense rekabeti yönetmeyi tercih ettiklerini ifade etti. Bu, başlı başına önemli bir konu.

Ancak asıl mücadele, iki kutuplu dünyanın liderliği için ABD ile Çin arasında değil, ABD’nin tek kutupluluğunun sona ermesinden sonra ne olacağına dair karşıt vizyonlar arasında yaşanıyor. Sonuç olarak bunu sadece Trump ile Şi arasında yapılan müzakereler değil, gelecekteki dünya düzenini şekillendirmede giderek daha etkili hale gelen diğer güçlerin tercihleriyle de belirlenecektir.

*Bu analiz Şarku’l Avsat tarfından Londra merkezli al Majalla dergisinden çevrilmiştir.


Uzmanlar uyardı: "Zihin kontrol silahları" gerçek oluyor

 Rus özel harekatçılarının kullandığı gaz nedeniyle birçok rehine bilincini kaybetmişti (Reuters)
Rus özel harekatçılarının kullandığı gaz nedeniyle birçok rehine bilincini kaybetmişti (Reuters)
TT

Uzmanlar uyardı: "Zihin kontrol silahları" gerçek oluyor

 Rus özel harekatçılarının kullandığı gaz nedeniyle birçok rehine bilincini kaybetmişti (Reuters)
Rus özel harekatçılarının kullandığı gaz nedeniyle birçok rehine bilincini kaybetmişti (Reuters)

Britanyalı bilim insanları bilinç, algı veya hafızayı değiştirebilen silahların yakın zamanda gerçeğe dönüşebileceğini söylüyor. 

Birleşik Krallık'taki Bradford Üniversitesi'nden Michael Crowley ve Malcolm Dando, Kraliyet Kimya Topluluğu tarafından yayımlanacak yeni kitaplarında, insanın sinir sistemini hedef alan "beyin silahlarının" artık yalnızca bilimkurgularda kalmayacağını savunuyor.  

24 Kasım'da yayımlanacak kitap, merkezi sinir sistemini (MMS) etkileyen kimyasalların araştırılması için yürütülen devlet fonlu çalışmaları konu ediniyor. 

Guardian'a konuşan Crowley, Soğuk Savaş'ta ve sonrasında ABD, Sovyetler Birliği ve Çin'in MMS'ye etki eden silahlar geliştirmek için "aktif çaba gösterdiğini" söylüyor. 

Bu programların insanlarda "bilinç kaybı, uyuşma, halüsinasyon, kafa karışıklığı ve felç" dahil uzun süreli bozukluklar yaratacak cihazların geliştirilmesini hedeflediğini belirtiyor. 

Araştırmacılar, 2002'de Moskova Tiyatrosu'na Çeçen militanlar tarafından düzenlenen baskını da hatırlatıyor. Rehine krizinde Rus özel harekatçılar, binanın havalandırma sisteminden içeri fentanil bazlı "uyku gazı" sıktıktan sonra operasyona başlamıştı. Rus askerler 40 ayrılıkçı militanı öldürmüş, 132 rehinenin çoğununsa gazdan etkilenerek yaşamını yitirdiği bildirilmişti.

Kitabın dünyaya bir uyarı niteliğinde olmasını istediklerini belirten Crowley şöyle devam ediyor: 

Kulağa bilimkurgu gibi geliyor ama bu, bilimsel bir olguya dönüşüyor. Bizatihi beynin savaş alanına dönüşeceği bir çağa giriyoruz. Merkezi sinir sistemini manipüle etmek için kullanılan araçlar giderek daha hassas, erişilebilir ve devletler için daha cazip hale geliyor.

Biyolojik ve kimyasal silahlarla ilgili araştırmalar yürüten Dando da tehdidin arttığı uyarısında bulunuyor: 

Nörolojik bozuklukları tedavi etmemizi sağlayan bilgiler, bilişsel işlevleri bozmak, itaatkarlık yaratmak ve hatta gelecekte insanları farkında olmadan faillere dönüştürmek için kullanılabilir.

Dando ve Crowley, Lahey'de 24-28 Kasım'da otuzuncusu düzenlenecek Taraf Devletler Konferansı'na (Conference of the States Parties/CSP) katılacak. Kimyasal Silahların Yasaklanması Örgütü'ne üye ülkelerin oluşturduğu CSP, Kimyasal Silahlar Sözleşmesi'nin denetiminden sorumlu.

Bilim insanları, gelecekte karşılaşılabilecek bu silahlara karşı şimdiden gerekli önlemlerin alınması gerektiğini söylüyor. Crowley, "Bu bir uyarıdır. Bilimin bütünlüğünü ve insan zihninin kutsallığını korumak için hemen harekete geçmeliyiz" diyor.

Independent Türkçe, Guardian, News Bytes