ABD-İsrail ilişkilerinin temelleri ve hedefleri

Tel Aviv'in dış politikası Washington'ın ulusal güvenlik çıkarlarıyla uyumlu.

Joe Biden 2016 yılında AIPAC konferansında konuşurken (AFP)
Joe Biden 2016 yılında AIPAC konferansında konuşurken (AFP)
TT

ABD-İsrail ilişkilerinin temelleri ve hedefleri

Joe Biden 2016 yılında AIPAC konferansında konuşurken (AFP)
Joe Biden 2016 yılında AIPAC konferansında konuşurken (AFP)

Akil Abbas

ABD'nin Maryland eyaletinde 16 Eylül 1997 tarihinde 17 yaşındaki lise öğrencisi Samuel Sheinbein, aynı yaşlardaki bir arkadaşıyla birlikte 19 yaşındaki lise öğrencisi Alfredo Enrique Tello’yu öldürdü. Sheinbein, aşık olduğu, ancak aşkına karşılık bulamadığı okul arkadaşının Tello ile çıkmasına kızdığı için bu cinayeti işlemişti.

Tello, boğularak öldürülmüş, ardından cesedi parçalara ayrılmış ve sonra da yakılmıştı. Kalıntıları ise çöp torbalarına konarak boş bir evin deposuna atılmıştı. Sheinbein’in babası İngiliz Mandası altındaki Filistin topraklarında doğmuş ve 6 yaşında ABD’ye göç etmeden önce İsrail vatandaşlığı almıştı. Sheinbein’in, bu durumdan yararlanarak cinayetten günler sonra İsrail'e kaçtığı ortaya çıktı. Sheinbein, o dönemde yürürlükte olan ve başka ülkelerde işlenen suçlar nedeniyle aranan İsrail vatandaşlarının sınır dışı edilmesini önleyen İsrail yasasından yararlanmak için İsrail vatandaşlığı aldı. ABD, İsrail'in bu mantığını reddetti ve Sheinbein'in ABD yasalarına göre yargılanmak üzere kendisine iade edilmesini talep etti.

Dönemin ABD Dışişleri Bakanı Madeleine Albright, iki ülke arasında yaşanan ve ABD basınının gündeminden düşmeyen uzun soluklu ve hararetli hukuki ve siyasi tartışmalar çerçevesinde İsrail'e ‘en üst düzeyde iş birliği’ göstermesi çağrısında bulundu. Bunun yanında ABD Kongresi, Sheinbein'in ABD’ye iade edilmemesi halinde İsrail'e yapılan yardımı askıya almakla tehdit etti. İsrail hükümeti, Sheinbein'in İsrail vatandaşlığını iptal etme ve yargılanmak üzere ABD’ye iade etme girişimleri de dahil olmak üzere ABD'nin talebini karşılamak için çeşitli çabalar sarf etti.

ABD Kongresi, Sheinbein'in ABD’ye iade edilmemesi halinde İsrail'e yapılan yardımı askıya almakla tehdit etti.

Bu çabalar 1999 yılında İsrail Yüksek Mahkemesi'nin, Sheinbein'in İsrail vatandaşlığından çıkarılmasının ve ABD’ye iadesinin hukuka aykırı olduğuna dair nihai ve temyizsiz kararıyla bozuldu. Sonunda Sheinbein, İsrail'de reşit olmayan biri olarak yargılandı ve 24 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Sheinbein cezasının 4 yılını çektikten sonra izin alma ve 16 yılını çektikten sonra şartlı salıverilme hakkı kazandı. Bu cezayı hafif bulan ABD, Sheinbein'in tutuklanıp ABD'ye gönderilmesi için Interpol'e başvurdu.

Sheinbein'in 2014 yılında İsrail’deki bir hapishanede gardiyanlara ateş açtıktan sonra öldürülmesi, ABD’de büyük tartışmalara ve kurbanın ait olduğu grup olan Latin Amerikalılar arasında büyük rahatsızlığa neden oldu. Ancak aynı zamanda ABD’deki Sheinbein dosyası da kapandı.

ABD Kongresi’nin İsrail'e yardımı askıya alma tehdidini yerine getirmemesinin nedenlerinden biri, ABD’nin İsrail'de gerçek bir kuvvetler ayrılığı olduğuna, yüzden İsrail’deki yargı makamlarının hükümetin siyasi çıkarları lehine kararlar vermeye zorlanamayacağına ve İsrail hükümetinin ABD’nin öfkesinin sonuçlarından kaçınmak için Sheinbein’i iade etme konusunda samimiyetle çalıştığına inanmasıydı. Bu durum, Arap dünyasında İsrail ve ABD arasındaki ilişkiye dair genel su-i zannı derinleştiren yaygın ve beklenen davranıştan farklıydı. Bir başka neden de İsrail parlamentosu Knesset'in daha sonra, ilki 1999 yılında ve ikincisi ise 2001 yılında olmak üzere, belirli koşullar altında başka ülkelerde işlenen suçlar nedeniyle aranan İsraillilerin sınır dışı edilmesine izin veren iki yasa çıkarmış olmasıydı.

ABD ulusal güvenliğine hizmet

Kökünde apolitik olan ve Arap-İsrail çatışmasıyla ilgisi bulunmayan bu karmaşık mesele, neredeyse iki yıl sürdü. Birçok hukuki ve insani detaya sahip ve bundan kaynaklanan siyasi baskıları olan bu karmaşık dava, İsrail ve ABD arasındaki yakın ilişkinin, özellikle de iki farklı ama birbiriyle bağlantılı yönünün anlaşılmasına yardımcı olacak unsurları barındırıyor.

Bu yönlerden ilki, ABD’li politikacıların ve nüfuz sahiplerinin İsrail'i, ABD’nin Batı Avrupa'ya baktığı gibi anlaşılabilecek ve ele alınabilecek şeffaf bir demokrasiye sahip ABD benzeri bir siyasi sistem, güçlü bir müttefik ve ortak temel değerlere sahip önemli bir ticaret ortağı olarak görmeleridir.

İkincisi ise 1950'li yılların sonlarından bu yana, özellikle de İsrail'in 1956’daki 6 Gün Savaşı sırasında işgal ettiği Sina Yarımadası'ndan çekilme konusunda yaşanan İsrail-ABD anlaşmazlığından sonra İsrail dış politikasının bölgesel ve küresel olarak ABD'nin ulusal güvenlik çıkarlarıyla uyumlu hale getirmeye çalışmasıdır.

İsrail, 1950'li yıllardan beri dış politikasını ABD'nin ulusal güvenlik çıkarlarıyla uyumlu hale getirmeye çalışıyor.

Bu ikincisi, İsrail'in, yerli nüfusunun kaderiyle ilgilenmeyen, kapitalist bir yatırım ve kalkınma aracı olarak toprakla ilişkinin anlamına dair Batının varsayımları ve Avrupa’nın yardımları üzerine kurulu modern bir devlet olarak ideolojik yapısıyla da tutarlıydı. Bu ülkede yürürlükte olan siyasi sistem, Batının Arap ülkeleriyle olan ve kurumlardan ziyade kişilere odaklanan zorlu ilişkilerin aksine, yöneten kişilerden/partilerden bağımsız ve kurumsal olarak sorunsuz bir şekilde ele alınabilen liberal bir parlamenter sisteme dayanıyor.

İsrail, ABD'nin bölgedeki çıkarlarını desteklemede, özellikle de Soğuk Savaş sırasında Arap dünyasının büyük bölümünü kapsayan ya da sempati duyan Doğu Bloğu’nun etkisinin genişlemesini önlemek için Batı Bloğu için eşsiz bir politik ve güvenlik kalesi haline gelerek çok önemli bir rol oynadı. İsrail'in bu bağlamda yürüttüğü önemli faaliyetler arasında Sovyetler Birliği’nin bölgedeki, özellikle de Arap ülkelerindeki eylemleri ve hareketleri hakkında istihbarat toplamak ve ABD’ye Mısır tarafından konuşlandırılan SAM-2 uçaksavar füze sistemi ve diğer askeri, lojistik ve diplomatik iş birliği biçimleri hakkında istihbarat sağlamak vardı.

dfvrgb
Ortak askeri tatbikatlar sırasında eğitime katılan İsrailli paraşütçüler ve ABD’li askerler, 2018 (AFP)

Tüm bunlar olurken İsrail, ABD’nin o dönemde az sayıdaki Arap müttefikinden duyduğu şüphenin aksine, Doğu Bloğu'na hiçbir sırrını sızdırmayan güvenilir bir müttefik olduğunu kanıtladı. Aslında İsrail, ABD'nin o dönem Cemal Abdunnasır yönetimindeki Mısır'ın başını çektiği ve Suriye, Irak, Libya, Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ve Arap halklarının çoğunu kapsayan Doğu ve Batı karşıtı kampa sempati duyan sosyalist eğilimli Arap milliyetçiliğini kontrol altına almasında ve böylece engellemesinde önemli bir rol oynadı.

İsrail, ABD’ye zaman zaman aralarında yaşanan bazı anlaşmazlıklarda bile açıkça meydan okumalarında ve karşı çıkmalarında ısrarcı olmaktan kaçındı. Daha ziyade Arap dünyasının büyük bir kısmının sürekli ve çoğu zaman beyhude bir ulusal gururla yaptığı gibi, ABD'den mümkün olan azami tavizi koparmak için sessizce ve perde arkasında olabildiğince baskı uygulayarak uzlaşmaya yöneldi.

AIPAC'in önemi

İşte tam da bu noktada 1950’li yılların sonlarında kurulan, ancak 1970’li yıllar ve sonrasında ABD’li Cumhuriyetçi ve Demokrat partili karar alıcılar arasında İsrail vizyonunu tanıtmada etkili olabilen Amerikan-İsrail Halkla İlişkiler Komitesi’nin (AIPAC) önemi ortaya çıkıyor. AIPAC'in Amerikan siyaset sahnesindeki rolü, Arap siyasetçilerin korktuğu ve politika yapımını kontrol eden devasa bir etki makinesi olduğu yönündeki çok abartılı algısının aksine ister sağcı ister solcu olsun, dönemin İsrail hükümeti tarafından belirlenen ülke çıkarını ABD'nin Ortadoğu’daki politikasıyla ilişkilendirmedeki ustalığında yatıyor. Çünkü AIPAC, ABD'li karar vericileri bu çıkarları korumanın ABD’nin ulusal güvenliğine hizmet ettiğine ikna etme görevini üstleniyor. Ancak dış politika arenasındaki en güçlü lobi grubu olmasına rağmen, bu görevinde çoğu zaman başarısız oluyor.

fvertbg
İsrail için casusluk yapmaktan hüküm giyen ABD vatandaşı Jonathan Pollard, 30 yıllık mahkumiyetin ardından hapisten çıktıktan sonra New York'ta bir mahkeme salonundan ayrılırken 20 Kasım 2015 (AFP)

İsrail'in ABD ile olan anlaşmazlıklarını nasıl yönettiğinin en iyi örneklerinden biri, ABD Donanması'nda görev yapmış Yahudi asıllı ABD’li istihbarat analisti Jonathan Pollard'ın davasıdır. Pollard, 1985 yılında tutuklandı ve ABD federal mahkemesinde İsrail adına casusluk suçundan yargılanarak ömür boyu hapis cezasına çarptırıldı.

Sonraki 30 yıl boyunca göreve gelen hemen hemen her İsrail hükümeti, AIPAC ile birlikte, birbirini izleyen ABD yönetimlerini Pollard'ı insani ya da sağlık gerekçeleriyle yahut başkan tarafından çıkarılacak özel bir afla serbest bırakılmasına ikna etmeye çalıştı. Ancak bu süre zarfında göreve gelen ABD yönetimleri, ABD'nin çeşitli savunma ve istihbarat kurumlarının yetkililerinin de benzer bir şekilde reddetmesiyle desteklenen bu talepleri reddettiler. Zira başka ülkeler adına casusluk yapmaktan hüküm giymiş kişiler hakkında şartlı tahliye ya da af kararı alınmaması gibi güçlü bir Amerikan geleneği söz konusu.

İsrail her zaman ABD'ye karşı açıkça meydan okumaktan ve karşı çıkmaktan kaçınmış ve anlaşmazlıkları sessizce çözmeye dikkat etmiştir.

Eski ABD Başkanı Bill Clinton, İsrail'in Filistinlilerle geçici düzenlemeleri sona erdirecek ve iki devletli bir çözümü hayata geçirecek bir anlaşmayı (1998 Wye Nehri Anlaşması) kabul etmesini sağlamak için 1998 yılında İsrail hükümetinin Pollard'ın serbest bırakılmasını talep etmesi üzerine bu geleneği bozmaya çalıştı.

Savunma Bakanlığı yetkilileri tarafından desteklenen dönemin ABD Merkezi İstihbarat Teşkilatı (CIA) Direktörü George Tenet, Clinton'ın vermek istediği tavizi protesto etti ve Pollard'ın serbest bırakılması halinde istifa edeceği tehdidinde bulundu.

Ancak 2015 yılına gelindiğinde eski başkanlardan Barack Obama, yine İsrail'in talebi ve AIPAC'in ısrarlı baskısı üzerine Pollard'ın şartlı tahliyesine karar verdi. Obama'nın Beyaz Saray'daki son yılında aldığı kararın gerekçesi olarak kamuoyuna ABD yasalarının buna izin verdiği açıklaması yapıldı. Pollard casusluk davalarında verilen cezayı çekmişti. ABD’de ömür boyu hapis cezası 30 yıldır. Hükümlünün bundan sonra insani, sağlık ya da diğer nedenlerle şartlı tahliye talep etme hakkı vardır. Ancak ABD’li yetkililerin özellikle casusluk davalarında bu tür bir tahliyeye izin vermesi nadir görülür.

Büyük olasılıkla Obama’nın Pollard'ı şartlı tahliye etmesinin asıl nedeni, Filistinlilerle bir barış anlaşması imzalanması çerçevesinde İsrail'i yatıştırmaktı. Fakat bu girişim de başarısız oldu. Şartlı tahliye kararı Pollard'ın İsrail'e gitmesine izin verilmeden önce beş yıl boyunca ABD’de kalmasını gerektiriyordu. İsrail, Pollard'a hapisteyken vatandaşlık vermişti.

Pollard, 2020 yılının son gününde İsrail'e gitti ve burada kahramanlar gibi karşılandı. Başbakan Binyamin Netanyahu havaalanında bizzat karşıladığı Pollard’a ve eşine İsrail kimlik kartlarını takdim etti. Netanyahu Pollard’a hitaben, “Artık evindesin... Ne güzel bir an” dedi ve Pollard’ın gelişi için İbranice bir şükran duası okudu. Pollard, ABD’de ise bir vatan haini olarak görülüyor.  Özellikle ABD’nin güvenlik ve istihbarat teşkilatlarındaki pek çok kişi onun hak etmediği bir şekilde serbest bırakılmasını sağlayan özel bir siyasi durumdan yararlanarak kayırıldığına inanıyor.

*Bu makale Şarku’l Avsat tarafından Londra merkezli Al Majalla dergisinden çevrilmiştir.



Aşırıcılığın yeniden yükselişi ve İsrail istismarı arasında Sydney saldırısı

Sydney'deki Bondi Plajı'nda meydana gelen silahlı saldırıda hayatını kaybedenleri anmak için konulan çiçek yığınlarının yanında yas tutanlar birbirlerine sarılıyor ,16 Aralık
Sydney'deki Bondi Plajı'nda meydana gelen silahlı saldırıda hayatını kaybedenleri anmak için konulan çiçek yığınlarının yanında yas tutanlar birbirlerine sarılıyor ,16 Aralık
TT

Aşırıcılığın yeniden yükselişi ve İsrail istismarı arasında Sydney saldırısı

Sydney'deki Bondi Plajı'nda meydana gelen silahlı saldırıda hayatını kaybedenleri anmak için konulan çiçek yığınlarının yanında yas tutanlar birbirlerine sarılıyor ,16 Aralık
Sydney'deki Bondi Plajı'nda meydana gelen silahlı saldırıda hayatını kaybedenleri anmak için konulan çiçek yığınlarının yanında yas tutanlar birbirlerine sarılıyor ,16 Aralık

Elie Kuseyfi

Avustralya'daki Bondi Plajı'nda Yahudi Hanuka bayramı kutlamasını hedef alan ve 15 kişinin ölümüne, 40 kişinin yaralanmasına yol açan terör saldırısının, zamanlaması, faillerin DEAŞ ile bağlantısı hakkındaki şüpheler ve kurbanların Yahudi olması açısından çok karmaşık bir saldırı olduğuna şüphe yok.

Saldırıyla bağlantılı tüm bu unsurlar, bir yandan potansiyel etkileri ve siyasi olarak olası istismarı, diğer yandan, terör saldırılarının ve “yalnız kurtların” geri dönüşü bağlamında, küresel olarak yeni bir “güvenlik aşamasının” göstergesi olması açısından son derece önemli.

Bilhassa DEAŞ ve bağlantılı örgütlerin olası bir yeniden dirilişi hakkındaki spekülasyonları daha da körükleyen, pazar günü Sydney'deki saldırının, cumartesi günü Suriye'nin Palmira kentinde Suriye güvenlik güçleri ve ABD ordusunun yürüttüğü ortak devriyeyi hedef alan ve iki Amerikalı asker ile tercümanlarının ölümüne, ayrıca birçok kişinin yaralanmasına neden olan saldırıyla aynı zamana denk gelmesiydi. DEAŞ ayrıca salı günü, Suriye'nin kuzeybatısında (İdlib'in güneyinde) dört güvenlik görevlisinin ölümüne neden olan pazar günkü saldırının sorumluluğunu da üstlendi. Suriye İnsan Hakları Gözlemevi'ne göre pazartesi günü Halep ve Deyrizor kırsalında, DEAŞ amblemi taşıyan askeri üniformalar giyen silahlı kişiler tarafından kontrol edilen geçici kontrol noktaları gözlemlendi.

Sydney saldırısı, terör örgütlerinin Gazze'ye yönelik soykırımcı savaşının ardından İsrail'e karşı oluşan eşi benzeri görülmemiş küresel muhalefeti kullanarak Yahudileri hedef almaya yönelip yönelmediği sorusunu gündeme getiriyor

Gündeme gelen ilk soru, Suriye ve Avustralya'daki saldırılar arasında bir bağlantı olup olmadığıdır. Resmi ve güvenilir soruşturmaların henüz bu bağlantıyı kurmaması nedeniyle bu soruyu cevaplamak zor, hatta imkansız olsa da bu saldırılardan her biri hakkında sorular sormak yine de gereklidir. Suriye'deki saldırılar, DEAŞ’ın veya onunla bağlantılı diğer örgütlerin, yeni yönetimin başta ABD olmak üzere Batı'ya açılma politikalarını ve İsrail ile müzakereleri başlatmasını, yeniden aktif hale gelmek için mi kullandığı, bu politikalara karşı çıkma bahanesini mi kullandığı sorularını gündeme getiriyor. Keza Suriye Devlet Başkanı Ahmed eş-Şara'ya karşı İsrail karşıtı bir söylem benimseyerek ve bu Suriye politikalarına karşı çıkarak cihatçı çevrelerde yeni bir “meşruiyet” kazanmaya mı çalışıyorlar sorusu da gündeme geldi.

sdfvgthy
Sydney'deki Bondi Plajı saldırısının kurbanlarını anmak için yas tutanlar tepki gösteriyorlar, 16 Aralık (AFP)

Sydney saldırısına gelince, terör örgütlerinin, özellikle DEAŞ’ın, Gazze Şeridi'ne yönelik soykırımcı savaşının ardından İsrail'e karşı oluşan eşi benzeri görülmemiş küresel muhalefeti kullanarak Yahudileri hedef almaya yönelip yönelmediği sorusunu gündeme getiriyor. Diğer bir deyişle DEAŞ’ın çeşitli ülkelerde Yahudilere yönelik saldırılar düzenleyerek ve bunları İsrail'in Gazze'deki soykırımcı savaşına bir yanıt şeklinde göstererek, küresel İsrail karşıtı duyguları istismar etmeyi amaçlayan yeni bir strateji benimsemiş olup olmadığı sorusunu gündeme getiriyor. Ne var ki bu, dünya genelinde Filistin haklarına yönelik destek için olağanüstü bir tehdit oluşturuyor. Zira aşırılıkçı grupların bu küresel İsrail karşıtı duyguların arasından sızarak Yahudileri hedef alma girişimi, özellikle Yahudileri hedef almayı, Gazze savaşının ardından İsrail'e karşı uluslararası muhalefetin yükselişini antisemitizmle ilişkilendirmeye odaklanmış İsrail anlatısının baskısı altında, İsrail politikalarına karşı çıkanların söylemlerini zorda bırakabilir.

Bu tür saldırıların aslında, İsrail'in uluslararası sahnedeki mağdur imajını yeniden üretmeyi amaçlayan mevcut İsrail anlatısına hizmet ettiği tereddütsüz söylenebilir

Ayrıca, bu terör saldırılarının yalnızca Binyamin Netanyahu ve hükümetinin politikalarına hizmet ettiği son derece açık; zira bu saldırılar, yeni gerekçeler ile politikalarına karşı çıkmayı Yahudi karşıtlığıyla ilişkilendiren, sağcı İsrail hükümetine karşı çıkmakla dünyanın dört bir yanındaki Yahudilere yönelik bireysel saldırılar arasında hiçbir fark olmadığı önermesine dayanan mevcut anlatılarına hizmet ediyor. Bu nedenle, Binyamin Netanyahu Sydney saldırısını, hemen anlatısını desteklemek için kullanmaya çalıştı. Saldırı gerçekleşir gerçekleşmez, “Bibi” bunun Avustralya hükümetinin Yahudi karşıtlığına karşı hoşgörüsünün bir sonucu olduğunu iddia etti. Maliye Bakanı Bezalel Smotrich ise daha da ileri giderek, saldırının Avustralya'nın Filistin Devleti'ni tanımasının bir sonucu olduğunu ileri sürdü.

Bu nedenle, bu tür saldırıların aslında, özellikle Batı dünyasında aldığı ağır darbelerden sonra İsrail'in uluslararası sahnedeki mağdur imajını yeniden üretmeyi amaçlayan mevcut İsrail anlatısına hizmet ettiği tereddütsüz söylenebilir. Bu imaj, İsrail’in onlarca yıldır Avrupa'da Yahudilerin maruz kaldığı ve İkinci Dünya Savaşı sırasında Naziler döneminde doruğa ulaşan sistematik zulüm ve Yahudi karşıtlığı dalgalarına dayanarak tarihsel mağduriyet iddiasında bulunduğu bir dönemde bahsi geçen darbeleri aldı. En az 70 bin Filistinlinin öldürüldüğü Gazze savaşı, İsrail'in cellada dönüşen mağdur olduğunu veya en azından tek tarihsel mağdur olmadığını gösterdi. Filistin halkının da İsrail'in askeri ve siyasi makinesinin kurbanı olduğunu gösterdi ve bu, Gazze savaşından kaynaklanan ve İsrail'in hafife almadığı ve karşı koymaya çalıştığı önemli bir değişimdir. Bu nedenle, İsrail'de bugün bazıları, İsrail'in Ortadoğu'da açtığı yedi askeri cepheye ek olarak sekizinci bir cepheden bahsediyor. Bu sekizinci cephe, Gazze Şeridi'ndeki savaş nedeniyle İsrail'e karşı çıkan popüler ve siyasi akımları kontrol altına alma ve engelleme ile ilgili küresel cephedir. İsrail için en tehlikeli olan husus, küresel algıdaki bu değişimin, İsrail'i destekleyen yerel hükümetlere karşı muhalefetin bir parçası olarak Tel Aviv’e karşı muhalefeti körükleyen Batı ülkelerindeki ekonomik ve sosyal gerilimlerle aynı zamana denk gelmesidir. Bu nedenle, herhangi bir Batı şehrinde hükümetin ekonomik politikalarına karşı yapılan gösterilerde Filistin bayrağının dalgalandırılması artık şaşırtıcı değil.

Netanyahu, Sydney saldırısını “Diaspora Yahudilerinin” artık güvende olmadığını ve İsrail'in bir kez daha onların güvenli sığınağı olduğunu iddiasını desteklemek için kullanmaya çalıştı

Bu, Sydney saldırısından dolayı tehdit altında hissetmek ve bunun dünya çapında Yahudilere karşı daha fazla terör saldırısının habercisi olup olmadığını sorgulamak için bir başka neden. Zira bu durum, İsrail'in mevcut politikalarına karşı muhalefeti antisemitizmle eşitleyerek, İsrail aşırı sağının karşı bir anlatı oluşturmasını destekliyor. Böylece İsrail hükümetini eleştiren herhangi bir görüş veya politika fiilen antisemitizmle eşdeğer hale geliyor. Dünya genelinde, özellikle ABD’de, birçok Yahudi’nin İsrail'in Gazze Şeridi'ne yönelik savaşına karşı gösteriler düzenlediğini ve bu savaşa karşı olduklarını dile getirdiğini belirtmekte fayda var. Filistin haklarının savunucusu Zohran Mamdani'nin Yahudi toplumunun büyük bir kesimi tarafından New York Belediye Başkanı seçilmesi, Amerikan Yahudileri arasında artan İsrail karşıtı duygunun açık bir kanıtıydı. Bu nedenle, Sydney saldırısı, Netanyahu ve hükümetinin İsrail’e karşı muhalefet ile antisemitizmi eşdeğer tutma girişimleri karşısında hem İsrail'e muhalif tutumunu hem de antisemitizme karşı muhalefetini aynı anda yeniden ortaya koyamazsa, dünya çapındaki İsrail karşıtı akıma zorluklar çıkarabilir. Bu arada, tarihsel olarak antisemitik olan Avrupa aşırı sağı, bugün İsrail'in zaferini Batı medeniyetinin zaferi olarak görerek, İsrail'in en güçlü destekçileri arasında yer alıyor. Şarku'l Avsat'ın al Majalla'dan aktardığı analize göre bu durum, işleri zorlaştırabilecek ilave bir faktör oluşturuyor çünkü göçmenlere ve “Avrupa İslamına” karşı çıkan bu aşırı sağcı grup da bu tür terör saldırılarını kampanyalarını yoğunlaştırmak ve taraflı söylemlerini güçlendirmek için kullanabilir.

dfrgthy
Fransa'nın kuzeyindeki Le Bourget'de, Sydney'deki Bondi Plajı saldırısının kurbanlarından Dan Elkeam için düzenlenen anma törenine katılanlar mum yaktı, 16 Aralık (AFP)

Öte yandan, son savaşın İsrail'in artık Siyonist hareketin tarihsel olarak öngördüğü gibi dünya Yahudileri için “güvenli bir sığınak” olmadığını gösterdiği bir dönemde, kendisini İsrail'in tek kurtarıcısı olarak sunmaya çalışan Netanyahu, Sydney saldırısını “Diaspora Yahudilerinin” artık güvende olmadığı ve İsrail'in bir kez daha onların güvenli sığınağı olduğu iddiasını desteklemek için kullanmaya çalıştı. Diğer yandan, Sydney saldırısı ile İsrail'in Gazze Şeridi'ndeki savaşı arasında kurulan ve bu saldırının İsrail'e karşı misilleme ve Filistin halkının öcünü alma eylemi olduğunu öne süren her türlü bağlantı, İsrail'in her zaman düşmanlarına karşı kendini savunma amacıyla hareket ettiği ve asla saldırgan veya işgalci olmadığı yönündeki anlatısına da hizmet ediyor. Oysa İsrail, tarihi Filistin, Suriye ve Lübnan topraklarındaki işgallerini genişletiyor ve Gazze ile Batı Şeridi'ndeki Filistinlilere yönelik baskısını sürdürüyor. Bu arada İsrail hükümetinin Filistin, Suriye ve hatta Lübnan'daki ajandası ile ABD yönetiminin bölgesel ajandası arasındaki ayrışma hem İsrail içinden hem de politikaları artık bölgedeki ABD çıkarlarına zarar verdiği için Washington'dan gelen, Gazze'deki ateşkes anlaşmasına uyma yönündeki baskılara karşı Netanyahu'yu, Yahudileri hedef alan herhangi bir küresel olayı siyasi bir fırsat olarak kullanmaya daha yatkın hale getiriyor.

Sydney saldırısıyla aynı zamana denk gelen Suriye'deki son DEAŞ saldırıları ciddi soru işaretleri yaratıyor

Tüm bunlar sebebiyle, Sydney saldırısı hem tehlikeli hem de son derece anlamlı. Bu saldırı, özellikle DEAŞ gibi terör örgütlerinin Yahudileri hedef alan yeni bir strateji benimsemiş olabileceği ihtimali göz önüne alındığında, dünya çapında benzer saldırıların habercisi olup olamayacağı sorusunu gündeme getiriyor. Buna ilave olarak, Gazze savaşı sonrasında ABD de dahil olmak üzere İsrail'e yönelik küresel algılarda değişimin yaşandığı olağanüstü bir uluslararası dönemde gerçekleşmesi, kartları yeniden karıştırabilir ve sağcı İsrail hükümeti ile dünya çapındaki müttefiklerinin, politikalarına karşı muhalefet ile antisemitizmi ilişkilendirmeye yeniden odaklanmalarını sağlayabilir. Bunu Batı'daki İsrail karşıtı kamuoyunu kontrol altına alma ve karşı bir anlatı oluşturma çabasıyla, “Medeniyetler Çatışması” anlatısı ile de ilişkilendirebileceklerinden bahsetmiyoruz bile. Siyasi düzeyde, Sydney saldırısı, İsrail'i Filistin Devleti'nin uluslararası alanda geniş çapta tanınmasını baltalamaya, Filistin'i tanıyan ülkeleri antisemitizme müsamaha göstermekle suçlamaya ve bu tanınmayı antisemitizmin yükselişi ve Yahudilere yönelik saldırılarla ilişkilendirmeye teşvik edebilir. Bu bağlamda, Netanyahu'nun Sydney saldırganlarından birinin elinden silahını alarak etkisiz hale getiren Ahmed el-Ahmed'i hemen “Yahudi kahraman” olarak nitelendirmesi, Avustralya Başbakanı Anthony Albanese'nin de onu hemen “Avustralyalı kahraman” olarak adlandırması, bu arada kendisinin İdlibli bir Suriyeli olduğunun ortaya çıkması, son derece anlamlıydı. Bu durum, Netanyahu'nun söylem ve politikalarına karşı uluslararası düzeydeki hoşnutsuzluğun boyutunu gerçekten yansıtıyor.

Suriye'ye dönecek olursak, Sydney saldırısıyla aynı zamana denk gelen son DEAŞ saldırıları, bu saldırılar arasındaki bağlantı ve bunların birleşik bir DEAŞ stratejisinin parçası olup olmadığı konusunda ciddi soru işaretleri yaratıyor. Bu durum tehlikeyi ikiye katlıyor ve birçok soruyu cevapsız bırakıyor. İsrail'in İran'ın Sydney saldırısının arkasında olduğu yönündeki suçlamalarından ise bahsetmiyoruz bile. Zira bu, İsrail'in İran'a karşı yeni bir saldırı için bahaneler toplama girişiminin ötesine geçerek; terör örgütlerinin İran ve bölgede müttefiki olan örgütlerin konumunun arkasına saklanmasına ve kendi ajandalarına göre hareket ederek İsrail'e karşı misilleme saldırıları düzenlemesine de olanak tanıyabilir.

*Bu analiz Şarku’l Avsat tarafından Londra merkezli al Majalla dergisinden çevrilmiştir


Trump, Pakistan’ın en güçlü komutanına baskıyı artıyor: Gazze’ye asker gönderin

Hamas lideri İsmail Haniye'nin İsrail tarafından geçen yıl öldürülmesinin ardından Pakistan'da protesto gösterileri düzenlenmişti (AP)
Hamas lideri İsmail Haniye'nin İsrail tarafından geçen yıl öldürülmesinin ardından Pakistan'da protesto gösterileri düzenlenmişti (AP)
TT

Trump, Pakistan’ın en güçlü komutanına baskıyı artıyor: Gazze’ye asker gönderin

Hamas lideri İsmail Haniye'nin İsrail tarafından geçen yıl öldürülmesinin ardından Pakistan'da protesto gösterileri düzenlenmişti (AP)
Hamas lideri İsmail Haniye'nin İsrail tarafından geçen yıl öldürülmesinin ardından Pakistan'da protesto gösterileri düzenlenmişti (AP)

ABD Başkanı Donald Trump, Pakistan Kara Kuvvetleri Komutanı Asım Münir'e Gazze'deki güvenlik gücüne asker göndermesi için baskıyı artırıyor.

Kimliklerinin paylaşılmaması şartıyla Reuters'a konuşan yetkililer, Mareşal Münir'in gelecek haftalarda Beyaz Saray'da Trump'la bir araya geleceğini söylüyor. Toplantının düzenlenmesi halinde Trump ve Münir, son 6 ay içinde üçüncü kez görüşmüş olacak.

Pakistan Dışişleri Bakanı Muhammed İshak Dar, geçen ayki açıklamasında, Gazze'de oluşturulacak Uluslararası İstikrar Gücü'ne (ISF) katılmak istediklerini ancak Hamas'ın silahsızlandırılmasının Filistin kolluk kuvvetlerinin meselesi olduğunu söylemişti.

Münir, mayısta mareşalliğe terfi ettirildikten sonra hava kuvvetleri ve donanmanın başına da atanmıştı. Savunma Kuvvetleri Komutanı olarak ordudaki en güçlü isme dönüşen 56 yaşındaki Münir'in görev süresi 2030'a kadar uzatılmıştı.

Ayrıca Parlamento'nun geçen ay kabul ettiği yasayla mareşal unvanını ömür boyu koruyacak ve hakkında hiçbir cezai kovuşturma yapılmayacak.

Washington merkezli düşünce kuruluşu Atlantik Konseyi'nden Michael Kugelman, Münir'in "Anayasal koruma altında sınırsız bir güce sahip olduğuna" dikkat çekiyor.

Trump'ın bu güçlü pozisyonu nedeniyle Münir'i kendi tarafında tutmak istediği belirtiliyor.

Ancak Washington destekli plan kapsamında Gazze'ye asker gönderme kararının, Pakistan'daki ABD ve İsrail karşıtı İslamcı partilerin protestosuna yol açabileceğine işaret ediliyor.

Singapur'daki S. Rajaratnam Uluslararası Çalışmalar Okulu'ndan Abdul Basit, Gazze'ye asker gönderilmesi halinde eylemlerin hızla yayılabileceğini söylüyor:

Halk 'Asım Münir İsrail'in emirlerini yerine getiriyor' diyecek. Bunu öngöremeyenler aptalca davranmış olur.

Öte yandan Münir'in, Trump'ın Gazze'ye birlik gönderme talebini geri çevirmesi, Pakistan-ABD ilişkilerine zarar verebilir.

Kugelman, İslamabad yönetiminin Washington'dan yatırım ve güvenlik desteği almayı sürdürmek için ISF'ye katılması gerekeceğini belirtiyor.

Gazze savaşının sonlandırılması için ABD öncülüğünde hazırlanan 20 maddelik barış planı 10 Ekim'de devreye girmişti. Anlaşmanın garantörleri arasında Türkiye, Mısır ve Katar var.

Plan kapsamında Hamas'ın silah bırakması ve Gazze'nin geleceğinde söz sahibi olmaması isteniyor. Bunun yerine Gazze Şeridi'nin yönetiminin Filistinlilerin yer alacağı bir teknokratlar komitesine geçici olarak devredilmesi planlanıyor. Trump'ın başkanlık edeceği Barış Kurulu'na ek olarak bölgeye ISF'nin konuşlandırılması öngörülüyor.

Türkiye de güvenlik gücüne asker göndermeye hazır olduğunu açıklamıştı ancak İsrail yönetimi buna yanaşmayacağını söylemişti. Trump'ın bu konudaki tutumunu değiştirmesi için İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu'ya baskı yaptığı aktarılmıştı.

Independent Türkçe, Reuters, Times of Israel


ABD’nin Venezuela’ya petrol ablukası: Nicolas Maduro’nun günleri sayılı

Chevron'a ait tankerler Venezuela açıklarında ticarete devam ediyor (Reuters)
Chevron'a ait tankerler Venezuela açıklarında ticarete devam ediyor (Reuters)
TT

ABD’nin Venezuela’ya petrol ablukası: Nicolas Maduro’nun günleri sayılı

Chevron'a ait tankerler Venezuela açıklarında ticarete devam ediyor (Reuters)
Chevron'a ait tankerler Venezuela açıklarında ticarete devam ediyor (Reuters)

ABD'nin Venezuela açıklarındaki tankere el koymasıyla tırmanan gerginlik sürerken, Latin Amerika ülkesinin petrol nakliyat ağı felç oldu.

ABD Başkanı Donald Trump, 11 Aralık'taki açıklamasında Venezuela açıklarında petrol taşıyan bir tankere el koyduklarını duyurmuştu. Beyaz Saray, Skipper adlı tankerin "yasadışı petrol taşımacılığı" yaptığını öne sürmüştü.

Venezuela lideri Nicolas Maduro ise tankerin ülkeden çıkarılan 1 milyon 900 bin varil petrolü taşıdığını belirterek ABD'nin hamlesini "hırsızlık ve korsanlık" diye nitelemişti. Karakas yönetimi, olayla ilgili dün Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'ne (BMGK) resmi mektup da gönderdi.

Trump ise Venezuela limanlarında yaptırıma tabi olan petrol tankerlerinin ablukaya alınacağını dün duyurdu.

ABD Başkanı, Maduro yönetimini "yabancı terör örgütü" olarak gördüklerini belirtip şöyle devam etti:

Venezuela, Güney Amerika tarihinin en büyük donanması tarafından tamamen kuşatılmıştır. Bu donanma giderek büyüyecek ve onlara daha önce hiç görmedikleri bir şok yaşatacaktır.

Wall Street Journal'ın aktardığına göre Washington'ın son hamleleri nedeniyle Venezuela'nın petrol nakliyat ağı felce uğradı. Abluka ve yaptırımlar yüzünden tanker trafiğinin büyük ölçüde sınırlandırıldığı belirtiliyor.

Bu durumun uzaması halinde Karakas yönetiminin önemli bir gelir kaynağından yoksun kalacağına dikkat çekiliyor. Venezuela'nın ihracat gelirinin yüzde 90'ından fazlası ham petrol satışlarından elde ediliyor.

Venezuela devletine ait enerji şirketi PDVSA'nın eski direktörü Evanan Romero, ambargonun Maduro rejiminin sonunu getirebileceğini söylüyor:

Uyuşturucu gelirlerini halihazırda kestiyseniz, bir de üzerine petrol gelirlerini devreden çıkarırsanız o zaman nihai çöküş başlar. Gemileri ele geçirirseniz günleri sayılıdır.

Romero, muhalefet lideri Maria Corina Machado'ya petrol sektörünü kurtarma planı konusunda danışmanlık yapıyor.

Diğer yandan ülkedeki durumdan Amerikan petrol devi Chevron'un etkilenmediğine işaret ediliyor. Venezuela'da faaliyet gösteren tek ABD'li firma olan Chevron'la PDVSA'nın çıkardığı petrolden elde edilen gelirlerin yarısı Maduro yönetimine gidiyor.

Washington, Amerikan şirketlerinin ülkede petrol ticareti yapmasını yasaklayan yaptırımlar uygulamıştı. Ancak Trump'ın selefi Joe Biden, Chevron'a 2022'de muafiyet sağlamıştı.

Chevron yetkilileri, ülkedeki faaliyetlerin sorunsuz şekilde sürdüğünü ve firmanın varlığının Venezuela ekonomisine istikrar kazandırdığını savunuyor.

Trump yönetimi uyuşturucu kaçakçılığıyla mücadele gerekçesiyle Güney Mızrağı Operasyonu'nu başlattığını geçen ay duyurmuştu. Amerikan ordusu, dünyanın en büyük uçak gemisi USS Gerald R. Ford'un da aralarında bulunduğu çok sayıda savaş gemisiyle birlikte 15 bin askerini bölgeye sevk etmişti.

Halihazırda ABD'nin 11 savaş gemisi ve çok sayıda savaş jeti bölgede. 

Bölgede eylülden bu yana en az 25 operasyon düzenleyen Amerikan ordusu, uyuşturucu kaçakçılığına karıştığını iddia ettiği 95 kişiyi öldürdü.

Independent Türkçe, Wall Street Journal, New York Times