Nebil Fehmi
Haftalardır yazılarımda, uluslararası siyasi arenaya hakim olan kayboluş ve kavrayamama halini ele alıyorum ve bununla ilgili fikirleri doğrudan Ortadoğu ile ilgili başkalarının takip etmesi konusunda kararlıydım. Halen de Ortadoğu'nun kavram ve koşullarına değinmek niyetindeyim ama olaylar beni Gazze Şeridi'ne ve üçlü girişime çekti. Bu nedenle bugün uluslararası durumla ilgili ve liderlik ile öncülüğün temsil ettiği belirli ve önemli bir konuya odaklanmaya karar verdim.
Temmuz ayının başında, bilimsel ve entelektüel açıdan öne çıkan Qinghao Üniversitesi'nin “İşbirliği ve Toplu Çalışma” başlığı altında düzenlediği “Uluslararası Barış Konferansı”na katılmak üzere Pekin'i ziyaret ettim. 2024 versiyonu, konferansın 15’incisiydi ve aralarında eski Fransız ve Japon başbakanları de Villepin ve Ho Taiyama'nın da bulunduğu çok sayıda mevcut ve eski karar alıcı ve politikacı katılmıştı. Buna ilaveten, Avustralya ve Hindistan'ın eski dışişleri bakanları ile Mısır'ın eski dışişleri bakanı olarak ben davet edilmiştim. Konferansın açılışını Çin Devlet Başkanı Yardımcısı yaptı ve uluslararası ilişkiler alanından çok sayıda analist ve araştırmacı katılmıştı.
İki oturumda konuşmacı olarak geleceğe yönelik fikir ve görüşlerle katkıda bulunmam istendi. Bu oturumlardan ilki Gazze'deki olaylar ışığında Ortadoğu'daki durum ve ateşkes ile ilgili olası düzenlemeler hakkındaydı. İkinci oturumsa, gelişmekte olan veya geçmişte Bağlantısızlar Hareketi’nden olan Güney ülkelerinin, kutupluluk, tek kutupluluk, çok kutupluluk ve uluslararası ilişkilerin gidişatını istikrara doğru yönlendirebilecek belirleyici kutupların bulunmadığı kutupsuzluk arasında gidip gelen çağdaş uluslararası sistem hakkındaki bakış açısını sunmakla ilgiliydi.
Konuştuğum oturumlardan ve katılımcı olarak takip ettiğim diğer oturumlardan, uluslararası çalkantının güvenle yorum yapma ve teori sunma konusunda yoğun bir coşku yarattığını ve bunu körüklediğini anladım. Genel kaos ve kavrayamama hali bir bakış açısının diğerine tercih edilmesini engellediğinden, tüm olasılıklar ve senaryolar mümkün ve mevcut olduğundan, belirli bir öneriyi üstün kılan net bir kanıt veya gösterge bulunmadığından, her katılımcının hesap verme konusunda endişelenmeden bu konuda yaratıcı olabileceği geniş bir alan bulunduğunu gördüm.
Takip ettiklerime karşı ilk tepkimin bencil ve kişisel olduğunu gizlemiyorum. Uluslararası durumun doğası ve gelecekteki yönelimi hakkındaki belirsizliği ve kafa karışıklığımı paylaşan birçok uzman ve şahsiyetin olması beni mutlu etti. Önemli, zengin ve çok incelikli katkılar ve konuşmalar dinledim, ancak çoğunda geleceğe dair bir yönü diğerine tercih eden belirli bir bakış açısına rastlamadım.
Katılımcıların düşünceleriyle, nezaketleriyle, teorileriyle bizlere zevk verdiklerini ve bunları oldukça detaylandırdıklarını söylemek abartı ya da haksızlık olmaz. Bunun nedeni, gelecek olana ilişkin belirli görüş ve beklentilerin bir olasılığı diğerine tercih edecek şekilde sunulması riskinden kaçınmak olabilir. Bu ise, bu seviyedeki bir katılım, yaratıcı fikirleri, siyasi varlıkları ve kişisel “karizmalarıyla” tanınan bazı siyasi figürler için alışılmadık bir durumdu.
Ayrıca mevcut çalkantılı aşamanın, çelişkili pozisyonların ve çifte standartların bizi uluslararası parçalanmanın eşiğine getirdiğine dair yaygın kanaatle birlikte, oturumlar sırasındaki diyaloglardan ve hatta bu diyalogları yöneten moderatörlerin performanslarından belirli yanıtlar alma konusunda gerçek bir istek ve büyük bir tutku olduğunu da fark ettim. Zira özellikle büyük ülkeler arasında askeri çatışma olasılığının artması veya kontrolsüz bölgesel çatışmaların çokluğu göz önüne alındığında, pek çok uluslararası konunun entegre ve küresel bir şekilde ele alınması gerektiği, bireysel işlemlerle veya küresel kutuplaşmayla ele alınmaya uygun olmadığı yönündeki kanaatin hakim olduğu ve yaygınlaştığı bir dönemden geçiyoruz.
Ayrıca katılımcılar arasında çalkantı ve kavrayamama aşamasının zaman alacağına ve istikrara kavuşmadan önce yayılacağına dair genel bir kanaat olduğunu da hissettim. Keza çatışma ve savaş, hatta barış ve doğal rekabet durumunda uluslararası ilişkileri düzenlemeye yönelik bir çerçeve olarak dünyanın üzerinde uzlaştığı ilke ve uygulamalar üreteceği de düşünülüyor. Bu da ülkelerin ve toplumların temel stratejik kararlar almaktan kaçınarak önemsiz taktiksel hamleleri tercih etmelerini muhtemel kılıyor. Bu ise yeni uluslararası sistemde çalkantı aşamasından denge ve istikrar durumuna geçiş sürecini uzatıyor.
Konferansta edindiğim üçüncü gözleme gelince, ki bu belki de hepsinden önemlisi ve kavrayamama, çalkantı aşamasının doğal bir gereği olabilir; o da organizatörlerin ve katılımcıların özellikle bölgesel ve uluslararası düzeyde mevcut aşamanın liderliğini üstlenecek ülkeler ve kişilikler hakkındaki ısrarlı sorularıydı. Soru, son on yılda liberal rejimler ile merkezci rejimler arasında veya daha genel anlamda demokratik ve otokratik ülkeler arasında hüküm süren çelişkiyi dikkate almaksızın, reel politika perspektifine dayanıyordu.
Ortadoğu ile ilgili oturumda bana Gazze savaşı sonrası aşama ve Gazze’yi kimin yönetip idare edeceği, Filistin arenasını, Hamas hareketinin mi yoksa Filistin Otoritesi’nin mi, dolayısıyla suikastta uğramadan önce Heniyye yoksa Sinvar ya da Ebu Mazen, Barguti, Dahlan, el-Kadva veya diğerlerinin mi yönettiği soruları defalarca soruldu.
Sorular Filistin arenasının ötesine geçerek Arap dünyasının geneline uzandı. Arap dünyasında liderliğin, köklü geleneklere ve deneyimlere sahip eski, geleneksel Arap ülkeleri olan Mısır, Irak, Suriye ve Suudi Arabistan'a mı yoksa daha yeni, daha genç, dinamik ve son derece hareketli olan BAE ve Katar’a mı ait olduğu da soruldu. Sohbetlerde bölgedeki yeni nesil liderler arasında öne çıkan isimlere bile değinildi.
Liderliğe ilişkin aynı soru, aynı ısrarla, uluslararası sistem ile ilgili oturumda da bana ve diğerlerine yöneltildi. Cevaplarda askeri değer ve güç bir yana bırakılırsa, Güney ülkeleri arasında küresel liderlik konumuna geçmeye uygun ve yeterli olarak gördüğümüz ülkelere odaklanıldı. Hatta Brezilya, Hindistan gibi bazı ülkelerin isimleri öne sürüldü.
Bu ülkelerin bazı temsilcilerinin tepkilerinin çoğu ve benim kişisel yorumlarım, bilhassa güç kullanımından veya güç kullanma tehdidinden vazgeçmeyi talep ettiğimiz onlarca yıldan sonra, 21. yüzyılda liderliğin öncelikle siyasi ve entelektüel liderlik olması ve askeri kaygı ve değere dayanmaması gerektiği gerçeğine odaklanıldı. Nitekim Brezilyalı yetkililer daha önce, ülkelerinin üyeliğinin etkinleştirilmesine yönelik çalışmalar kapsamında Güvenlik Konseyi'ne üye seçilmesi halinde Brezilya’nın Güvenlik Konseyi kararlarını veto etme hakkından feragat edeceğini belirtmişlerdi.
Şahsen bana birkaç kez, gelecekte Güvenlik Konseyi çerçevesi dışında da olsa Abdunnasır, Tito ve Nehru liderliğinde daha önce kurulan Bağlantısızlar Hareketine benzer gruplaşmalar veya liderlikler dahil, liderlik rolü oynayabilecek diğer Güney ülkeleri hakkında da sorular soruldu.
Eski Hindistan dışişleri genel sekreteri tarafından övülen cevabım şuydu; askeri gücün önemini küçümsememek gerekse de genel olarak uluslararası düzeyde ve özel olarak Güney ülkelerinden doğacak liderlik entelektüel ve uygar bir liderliğin temelini oluşturacaktır. Mesajının içeriği ve fikirleri, uluslararası düzeyde halkların istekleriyle uyumlu olacaktır. Bu liderliğin taşıyıcıları, onu başkalarına taşıma, doğduğu bölgenin yanı sıra uluslararası düzeyde tanıtma kapasitesine ve istekliliğine sahip olacaktır. Geçmişte Bağlantısızlar Hareketi ülkelerinin mesajlarının başarılı olmasının, esas olarak, belirli bir bölgesel alana odaklanmadan, genel olarak halkların istek ve arzularıyla tutarlı fikirleri benimsemelerine dayandığını da vurguladım.
Bu değerli ziyaret ve konferanstan, uluslararası çalkantı ve rahatsızlıkların düzeyi konusunda gerçekten endişe duyarak ve şimdi önünde duran tüm engellere rağmen, uluslararası entegrasyonun herkes için en iyi ve en güvenli yol olduğu yönündeki genel fikir birliğinden memnun olarak ayrıldım.
Konferansta gördüğüm büyük sanayileşmiş ülkelerde öncü bir uluslararası liderliğin yokluğuna ilişkin genel uluslararası fikir birliği beni şaşırttı. Buradan uluslararası bütünleşme teorilerine inanan ve ülkelerin gücü ve zenginlikleri farklılık gösterse de bunu destekleyen entelektüel ve uygar liderlikler arayışında, kaygı, kafa karışıklığı ve rahatsızlığın Güney ülkeleri ve liderleriyle araştırma ve etkileşim çemberini genişletmeye yönelik teşvikler olduğu konusunda iyimser bir halde ayrıldım. Çünkü bu, hele ki önümüzdeki dönemde gerçek liderliğin kısa vadede yalnızca sanayileşmiş ülkelerden doğmayacağı açıkça ortaya çıktığı için, Güney ülkelerine uluslararası koşulları etkileme ve onlara yeniden denge ve disiplin kazandırma fırsatı sunuyor.
*Bu makale Şarku’l Avsat tarafından Independent Arabia’dan çevrilmiştir.