BM kararıyla kurulan İsrail, uluslararası örgütle neden ‘savaşıyor’?

BM ile İsrail arasında olağanüstü ilişki

Görsel: Nash Weerasekera
Görsel: Nash Weerasekera
TT

BM kararıyla kurulan İsrail, uluslararası örgütle neden ‘savaşıyor’?

Görsel: Nash Weerasekera
Görsel: Nash Weerasekera

Remzi İzzettin Remzi

İsrail'in Birleşmiş Milletler (BM) ile başka bir benzerine rastlanmayan bir ilişkisi var. Uluslararası örgütün kararıyla kurulan İsrail, aynı zamanda örgütün kararlarını en sık ihlal eden ülke. İsrail’in bu siciline ve sayısız kez kınanmasına rağmen BM, İsrail’e başka hiçbir üyesinin sahip olmadığı nadir bir hoşgörü gösteriyor.

BM Genel Kurulu, Filistin Mandası'nı bir Arap ve bir Yahudi devleti olarak bölmeye karar verdiği 1947 tarihli 181 sayılı kararıyla İsrail'i kurdu. Eğer bu karar olmasaydı, uluslararası toplum İsrail Devleti'ni kabul etmezdi. Ancak İsrail'in uluslararası alanda kabul gören bu gerçeği görmezden geldiğini görüyoruz. Öyle ki Başbakan Binyamin Netanyahu geçtiğimiz günlerde bu gerçeğe açıkça meydan okudu.

İsrail parlamentosu Knesset, uluslararası topluma açıkça meydan okuyarak BM Yakın Doğu’daki Filistinli Mültecilere Yardım ve Bayındırlık Ajansı’nın (UNRWA) faaliyetlerini yasaklayan ve kararın 90 gün sonra yürürlüğe girmesini öngören yasa tasarısını oybirliğiyle kabul etti.

İsrail, ister BM Güvenlik Konseyi (BMGK), ister BM Genel Kurulu ve alt organları, ister Uluslararası Adalet Divanı (UAD), isterse de BM’nin diğer kuruluşları tarafından alınmış olsun BM tarafından alınan kararlara meydan okuma konusunda rekor kırdığını söyleyebiliriz. İsrail'in, ‘evlerine dönmek ve komşularıyla barış içinde yaşamak isteyen mültecilere mümkün olan en erken tarihte bunu yapmalarına izin verilmeli ve geri dönmemeyi seçenlerin malları için tazminat ödenmeli ve uluslararası hukuk veya eşitlik ilkeleri uyarınca sorumlu Hükümetler veya yetkililer tarafından telafi edilmesi gereken mal kaybı veya hasarı için tazminat ödenmeli’ diyen 1949 tarihli 194 sayılı BM Genel Kurulu kararını hiçe sayması, bunun ilk açık örneklerinden biridir. Kararın kabul edilmesinin üzerinden geçen yetmiş beş yılın ardından İsrail karara uymak için hiçbir adım atmamıştır.

İsrail, BM barış güçlerini kasıtlı olarak hedef alan tek ülkedir. İsrail ordusu1996 yılında Lübnan'ın güneyindeki Kana köyünde Lübnan'daki Birleşmiş Milletler Geçici Görev Gücü (UNIFIL) mevzilerine saldırdı. Bugün de Güney Lübnan'ı işgali sırasında çeşitli yerlerde doğrudan ve defalarca kez UNIFIL’i hedef aldı.

İsrail, BM barış güçlerini kasıtlı olarak hedef alan tek ülke.

Öte yandan İsrail, bir BM kuruluşunu terör örgütü olarak tanımlamak üzere adım atan tek ülke. İsrail parlamentosu Knesset, temmuz ayında UNRWA’nın terör örgütü olarak tanımlanmasını öngören ve pazartesi günü kabul edilen bir yasa tasarısını ön onaydan geçirdi. UNRWA 1949 yılında BM Genel Kurulu tarafından Filistinli mültecilere doğrudan yardım ve istihdam programları uygulamak üzere kuruldu. UNRWA, Filistinliler arasındaki eğitim seviyesini Arap dünyasındaki en yüksek seviyeye çıkarmasıyla biliniyor.

İsrail, özellikle uluslararası insancıl hukuk ve insan haklarıyla ilgili olanlar başta olmak üzere, onlarca uluslararası anlaşma ve sözleşmeyi de diğer tüm devletlerden daha fazla ihlal etti. Bu durum, uluslararası organlar tarafından kabul edilen sayısız kararın yanı sıra BM özel raportörlerinin ve işgal altındaki topraklardaki durumla ilgilenen İsrailli ve uluslararası insan hakları örgütlerinin hazırladığı raporlarla da kanıtlandı.

dvd
Refah Sınır Kapısı’ndan Gazze Şeridi'ne girmek için bekleyen UNRWA yardım tırı, 19 Kasım 2023 (DPA)

İsrail, aynı zamanda UAD önünde soykırım suçundan yargılanan ilk ve tek ülke. Güney Afrika, diğer bazı ülkelerle birlikte İsrail'i Gazze Şeridi'ndeki Filistinlilere karşı soykırım yapmakla suçladı. Bu suçlamaların değerlendirilmesini gerektirecek makul kanıtlar bulan UAD, iki kez ‘ihtiyati tedbir’ kararı aldı ve bu kapsamda İsrail'den 1948’de BM Genel Kurulu tarafından kabul edilen Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’ni ihlal eden eylemleri önlemek için gerekli tüm tedbirleri almasını istedi. Aynı zamanda Gazze halkı ‘açlık ve yetersiz beslenme’ ile karşı karşıya olduğundan temel gıda malzemelerinin derhal sağlanmasını zorunlu kıldı.

İsrail'in BM’yi küçük düşüren hamleleri geçtiğimiz günlerde hiçbir gerekçe göstermeksizin BM Genel Sekreteri Antonio Guterres'i ‘istenmeyen kişi’ ilan etmesiyle daha önce görülmemiş bir seviyeye ulaştı. Bunun tek sebebi, Guterres'in küresel vicdanı yansıtmak üzere kurulmuş uluslararası bir örgütün başı olarak en temel görevlerini yerine getirmiş olmasıydı.

İsrail'in BM’ye karşı meydan okumaları çok eskilere dayanıyor. İsrail, uluslararası toplumun iradesini ilk kez 1978 yılında açıkça hiçe saydı. Buna bizzat tanık oldum.

İsrail'in BM’ye karşı meydan okumaları çok eskilere dayanıyor. Buna 1978 yılında Mısır’ın New York'taki Birleşmiş Milletler Daimi Misyonu'nda genç bir diplomatken bizzat ve doğrudan tanık oldum. İsrail'in o dönemki Daimi Temsilcisi Haim Herzog'un (İsrail'in eski cumhurbaşkanı ve mevcut Cumhurbaşkanı İzak Herzog’un babası) kibar diplomatik görünümüne rağmen BM Genel Kurul salonuna bir yığın gazeteyle girip, ülkesi hakkında söylenenlere kayıtsız kaldığını göstermek için bunları delegelerin önünde kasıtlı olarak okumasına bizzat şahit oldum. O dönemde Batılı ülkelerin çok azı İsrail'i savunuyordu.

Herzog'un halefi, seçkin bir uluslararası hukuk profesörü olan Yehuda Blum, İsrail'in BM'ye yönelik meydan okumalarında çıtayı yükseltti. İsrail, BMGK’da uluslararası hukuku ihlal ettiği ve çok sayıda BM kararını çiğnediği için geniş çaplı ve sürekli olarak eleştirildiği sırada Blum’un İsrail’i eleştiren ülkeleri BMGK’nın gündemindeki konuyla ilgisi olmayan konularda saldırmaktan başka seçeneği yoktu. Sadece ABD ve diğer birkaç üye onun öfkeli saldırılarından kurtulabildi.

O zamandan bu yana İsrail'in BM'ye meydan okuması, Gazze ve Batı Şeria'daki eylemlerinden Lübnan'a kadar geçtiğimiz yıl daha önce eşi ve benzeri görülmemiş seviyelere ulaşarak önemli ölçüde arttı. İsrail, uluslararası insancıl hukuk ve insan haklarıyla ilgili olanlar başta olmak üzere uluslararası hukukun ilkelerini ve normlarını öylesine ihlal etti ki en yakın müttefiklerine bile onun utanç verici sicilini kabul etmekten başka çare bırakmadı. BM Genel Kurulu, geçtiğimiz eylül ayında onuncu acil özel oturumunda, UAD tarafından temmuz ayında yayınlanan ve İsrail'in Filistin topraklarında devam eden varlığının ‘yasadışı’ olduğunu ve ‘tüm devletlerin onlarca yıldır süren işgali tanımaması gerektiğini’ belirten tavsiye kararına ilişkin bir kararı ezici bir çoğunlukla kabul etti. Kararda ayrıca İsrail'e uluslararası hukuka uyması ve askeri güçlerini derhal geri çekmesi, tüm yeni yerleşim faaliyetlerini durdurması, yerleşimcileri işgal altındaki topraklardan tahliye etmesi ve işgal altındaki Batı Şeria'da inşa ettiği ayrım duvarının bazı bölümlerini yıkması çağrısında bulunuldu.

Kararda ayrıca İsrail'in toprak ve taşınmaz mallarının yanı sıra 1967 yılında işgalin başlamasından bu yana el koyduğu tüm varlıkları iade etmesi talep edildi. Buna kültürel varlıklar ile Filistinlilerden ve Filistinli kurumlardan gasp edilen varlıklar da dâhil. Kararda ayrıca, işgal nedeniyle yerlerinden edilen tüm Filistinlilerin eski evlerine dönmelerine izin verilmesi ve İsrail işgalinin neden olduğu zararların tazmin edilmesi gerektiği ifade edildi.

İsrail'in BM’deki belki de tek başarısı 1991 yılında, BM Genel Kurulu Siyonizmi bir tür ırkçılık ve ırk ayrımcılığı olarak gören 1975 tarihli kararını yürürlükten kaldırmaya ikna etmesiydi. Gerçek şu ki, İsrail, bu başarıyı tamamen farklı koşullar altında elde etti. Amaç, İsrail'i BM ile daha iyi iş birliği yapmaya teşvik etmekti, ancak bu gerçekleşmedi; tam tersine, İsrail'in uluslararası topluma daha fazla meydan okuduğuna tanık olduk.

Eğer BM Genel Kurul 1974 yılında Güney Afrika'yı insan hakları ihlalleri ve bölgeyi istikrarsızlaştırması nedeniyle askıya aldıysa aynı ihlalleri gerçekleştiren İsrail'e karşı nasıl sessiz kalabiliyor?

BM tarafından temsil edilen uluslararası toplum, kararlarını sürekli ve bariz bir şekilde ihlal etmesine rağmen İsrail'e karşı büyük bir sabır ve hoşgörü gösterdi. BM, İsrail'in başta uluslararası insani hukuk ve insan hakları hukuku olmak üzere uluslararası hukuku ihlal etmeye devam etmedeki ısrarcılığını defalarca kez ve bariz bir şekilde ortaya koymasına artık daha fazla seyirci kalamaz. İsrail'i caydırmak ve uluslararası meşruiyete saygı göstermeye zorlamak için kararlı bir duruş sergilemenin zamanı geldi.  Eğer somut adımlar atılmazsa bu, BM’nin güvenilirliğini zedeleyecek ve temel insan haklarına saygı başta olmak üzere BM’nin üzerine kurulduğu ilkeleri tehdit edecektir.

Maalesef İsrail'in son dönemde izlediği politikalar ve sergilediği tutumlar ile BM’deki temsilcilerinin açıklamaları, İsrail'in uluslararası barış ve güvenliğin yanı sıra insan haklarına saygıyla ilgilenen bu uluslararası örgüte saygısızlık etmeye devam ettiğini açıkça gösteriyor. Bu durum, İsrail'in BM’nin en üst düzeydeki temsil organı olan Genel Kurul'daki koltuğunu işgal etmeye devam etmeyi hak edip etmediği sorusunu gündeme getiriyor.

Bu, bir üyenin BM kararlarını açıkça ihlal ettiği için Genel Kurul çalışmalarına katılımının engellendiği ilk vaka olmaz. Zira BM Genel Kurulu 1974 yılında, Güney Afrika'nın Genel Kurul çalışmalarına katılımını askıya alan 3181 sayılı kararı kabul etti. Sadece BM Genel Kurulu’nun temel insan hakları ihlali olarak gördüğü apartheid politikaları nedeniyle değil, aynı zamanda bölgesel istikrar üzerinde olumsuz etkileri olduğu düşünülen Namibya ve Rodezya'daki politikaları nedeniyle de onu üyeliğini kullanmaktan fiilen mahrum bıraktı. Güney Afrika ancak 1994 yılında apartheid rejiminin sona ermesinden sonra yeniden BM'deki yerine geri döndü ve BM faaliyetlerine katıldı.

Eğer Genel Kurul 1974 yılında Güney Afrika'yı insan hakları ihlalleri ve bölgeyi istikrarsızlaştırması nedeniyle askıya aldıysa, aynı ihlalleri daha büyük ölçekte gerçekleştiren İsrail'e karşı nasıl sessiz kalabilir?

New York Times (NYT) gazetesinin kısa bir süre önce belgelediği üzere aşırı güç kullanımı, meşru müdafaa hakkının kullanılmasına ilişkin gereklilik, orantılılık ve aciliyet gibi uluslararası standartların göz ardı edilmesi, sivil yaşamın tamamen hiçe sayılması, Gazze Şeridi’nin yok edilmesi, arazilere el konulması, evlerin bombalanması , kaba kuvvet kullanılması ve yerleşimcilerin Batı Şeria sakinlerini korkutmasına imkan verilmesi ve Muhaybib'de olduğu gibi Lübnan'daki köylerin tamamen yok edilmesi, Gazzelilerin yeterli gıdadan mahrum bırakılması, hastanelerin ve okulların bombalanması, Filistinlilerin ve Lübnanlıların defalarca kez yerlerinden edilmesi ve Filistinlilerin canlı kalkan olarak kullanılması gibi ihlallerin listesi böyle uzayıp gidiyor... Bunların hepsi İsrail'in işlemeye devam ettiği vahşet ve insanlığa karşı suçların birer örnekleri.

BM üyesi birçok ülkenin bu seçeneği ciddi olarak değerlendirdiğinden eminim. Onları engelleyen ise Kongre'nin baskısı altındaki ABD'nin BM bütçesine yaptığı mali katkıyı keseceği korkusu. Ancak İsrail sadece BM kararlarını çiğnemekle ve uluslararası hukuku ihlal etmekle kalmıyor, aynı zamanda ABD yasalarını da ihlal ediyor. ABD Dışişleri ve Savunma bakanları tarafından kaleme alınan 13 Ekim tarihli mektupta, Gazze'ye 30 gün içinde yeterli insani yardımın girmesine izin vermemesi halinde ABD'nin Kongre tarafından kabul edilen yasaları uygulamak ve İsrail'e silah tedarikini durdurmak zorunda kalacağı ima edildi.

Ancak İsrail'in Genel Kurul'dan uzaklaştırılması, İsrail'i uluslararası meşruiyete meydan okuyan politikalarını değiştirmeye zorlamak için tek başına yeterli olmaz. Uluslararası toplum da bu amaca hizmet eden ek adımlar atmalı.

sdfgrthy
Netanyahu Kudüs'te Knesset'te yargı reformu tasarısı oylamasına katıldı, 22 Mart 2023 (EPA)

Bu adımların en önemlileri arasında, İsrail'e silah sevkiyatının tamamen durdurulması zorunluluğu yer alıyor. Bu adım bazı Avrupa ülkeleri tarafından atıldı. Diğerleri de bu adımı atmayı planladıklarını açıkladılar.

Bu tür adımlar atılmadı ve gerekli önlemler alınmadığı sürece Netanyahu, Ortadoğu'yu yeniden şekillendirme ve bölgeyi tamamen kontrol etme planından geri adım atacağa benzemiyor. Bu da sömürgeci güçlerin askeri güç ve teknolojik üstünlük kombinasyonuyla kendi iradelerini dayattıkları 20’inci yüzyıl sömürgeciliğinin bu kez 21’inci yüzyıldaki yansımasından başka bir şey olamaz.

Ancak bu plan, tıpkı sömürgeciliğin nihayetinde başarısız olması gibi başarısız olmaya mahkumdur. Bu plan bölgeyi onlarca yıldır rahatsız eden şiddet ve istikrarsızlığı uzatmaktan başka bir işe yaramaz.

Uluslararası hukukun ve parçası olduğu uluslararası sistemin koruyucusu olarak BM’nin güvenilirliği, temelde BM üyelerinin BM kararlarına olan bağlılığına bağlıdır.

İsrail'in Ortadoğu’da barış içinde yaşayabilmesinin tek yolu, köklü bir tarihi ve geleneği olan bir bölgenin parçası olduğunun farkına varması ve bölgeyi kendi vizyonuna göre yeniden şekillendirmeye yönelik gerçekçi olmayan ve tehlikeli hayalinden vazgeçmesidir.

İsrail ayrıca barışın silah zoruyla sağlanamayacağını anlamalı ve kalıcı barışın ancak adalete dayalı olabileceğini ve Arap topraklarını işgal etmeye devam ettiği sürece adalete ulaşılamayacağını kabul etmelidir.

BM’nin üzerine kurulduğu temellere, özellikle de BM Şartının giriş bölümünde yer alan ‘antlaşmalardan ve uluslararası hukukun diğer kaynaklarından doğan yükümlülüklere saygı gösterilmesini ve adaletin sağlanmasını mümkün kılacak koşulları tesis etmek’ ilkesine pratik ve somut bir şekilde bağlı kalmasının zamanı geldi.

Son olarak, BM’nin uluslararası hukukun ve dünya düzeninin koruyucusu olarak güvenilirliği, üyelerinin BM kararlarını uygulamaya olan bağlılığına bağlıdır. İsrail'in bu kararları ihlal etmeye devam etmesine izin verilirse, bu sadece BM’ye değil tüm uluslararası düzene ciddi zarar verecektir.

*Bu makale Şarku’l Avsat tarafından Londra merkezli Al Majalla dergisinden çevrilmiştir.



Netanyahu yeni Trump’ı anlamaya çalışıyor

ABD Başkanı Donald Trump, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve eşi Sara, 7 Temmuz 2025'te Beyaz Saray'ın güney girişinde sohbet ederken (DPA)
ABD Başkanı Donald Trump, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve eşi Sara, 7 Temmuz 2025'te Beyaz Saray'ın güney girişinde sohbet ederken (DPA)
TT

Netanyahu yeni Trump’ı anlamaya çalışıyor

ABD Başkanı Donald Trump, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve eşi Sara, 7 Temmuz 2025'te Beyaz Saray'ın güney girişinde sohbet ederken (DPA)
ABD Başkanı Donald Trump, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve eşi Sara, 7 Temmuz 2025'te Beyaz Saray'ın güney girişinde sohbet ederken (DPA)

ABD-İsrail ilişkileri, bugün olduğu kadar çalkantılı bir dönem yaşamamıştı. Washington’un İsrail’e yönelik güvenlik, siyaset ve ekonomi alanlarındaki stratejik desteğine ve ABD Başkanı Donald Trump’ın İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’ya verdiği güçlü desteğe rağmen, Tel Aviv’de artan bir kaygı ve yanıtsız kalan çok sayıda soru dikkat çekiyor. Trump’ın, Netanyahu’nun yargılandığı yolsuzluk davalarının düşürülmesini talep eden tutumu dahi bu belirsizlikleri gidermiş değil.

Öne çıkan soruların başında Trump’ın kendisi geliyor: İlk başkanlık dönemindeki Trump ile bugünkü Trump aynı mı? ‘İsrail’in küçük bir devlet olduğu ve genişlemeye ihtiyaç duyduğu’ yönündeki yaklaşımlarından vazgeçti mi?

Trump yönetiminin Aralık 2025’in başında yayımladığı ve yönetimin stratejik hedeflerini ortaya koyan belgede, Filistin meselesinin yakın vadede çözülebilir olmadığı ifade edildi. Bu durum, Gazze Şeridi’nde savaşı durdurmayı ve Ortadoğu’da kapsamlı bir barış tesis etmeyi amaçlayan Trump planının rafa kaldırılabileceği anlamına mı geliyor? Eğer öyle değilse, Trump İsrail üzerinde bir uzlaşıyı dayatacak baskı uygulayabilir mi? İsrail’e verilecek desteğin sınırları nerede başlayıp nerede bitecek? Trump, görev süresi boyunca önümüzdeki on yıl için İsrail’e nasıl bir askerî ve ekonomik yardım anlaşması sunacak?

sdfrgt
ABD Başkanı Donald Trump, 13 Ekim 2025'te İsrail'i ziyareti sırasında Ben Gurion Uluslararası Havalimanı'nda parmağıyla İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’yu işaret ediyor. (Reuters)

Netanyahu’nun yakın çevresinde, ikili ilişkilerin sağlamlığına dair iyimser açıklamalara rağmen tablo net değil. Hatta kendisini ‘ABD meselelerinde İsrail’in en büyük uzmanı’ olarak gören Netanyahu’nun dahi Trump’ın gerçek tutumunu tam olarak kestiremediği, yeni Trump’ın kişiliğini anlamak için uzun saatler harcadığı ifade ediliyor.

Netanyahu uzun süre ABD'de yaşamıştı

Siyasi tarihe göre, bugüne kadar İsrail’i yöneten 13 başbakandan 8’i, ABD’de altı aydan uzun süre yaşamış durumda. ABD’de en uzun süre kalan başbakan 18 yıl ile Golda Meir olurken, onu 16 yıl ile Binyamin Netanyahu izliyor. Her iki lider de ABD’de uzun yıllar yaşamış olmaları sayesinde ABD’yi ‘içeriden en iyi tanıyan’ siyasetçiler olmakla övünüyordu.

Ancak İsrailli tarihçiler bu tabloyu tersinden okuyor. Gazeteci ve tarihçi Tani Goldstein, bazı çevrelerin Golda Meir ile Netanyahu’yu İsrail’in ABD ile ilişkilerinde en başarısız iki başbakan olarak gördüğünü belirtiyor. Goldstein’a göre, her iki lider de görev dönemlerinde iki ülke ilişkilerinde en fazla krize yol açan isimler olarak tarihe geçti.

Golda Meir, 1958 yılında İsrail Dışişleri Bakanı olduğu dönemde, ABD’nin Lübnan’daki anayasal kriz sırasında ülkeye müdahalesi esnasında, Başbakan David Ben-Gurion ile anlaşarak İsrail istihbarat servislerini Amerikan güçlerinin hizmetine sundu. Bu adım, Tel Aviv ile Washington arasındaki ilk güvenlik iş birliğinin temelini oluşturdu. Üç yıl sonra ise bir İsrail Başbakanı ile ABD Başkanı arasında ilk resmî görüşme gerçekleşti; o dönemde Beyaz Saray’da John F. Kennedy bulunuyordu. Ancak Meir’in kendisi, İsrail Başbakanı olduktan sonra, ilişkilerde ilk büyük krizi tetikleyen isim oldu.

1970’lerin başında ABD, Dışişleri Bakanı William Rogers’ın adıyla anılan bir İsrail-Arap barış planını gündeme getirdi. Mısır Cumhurbaşkanı Cemal Abdunnasır’ın ölümünün ardından, Enver Sedat bu girişimleri güçlü biçimde canlandırmaya çalıştı ve barışa açık bir tutum sergiledi. ABD Başkanı Richard Nixon, Golda Meir’in kendisiyle stratejik bir ortak ve müttefik olarak hareket edeceğini, İsrail’e barışı getirecek bir anlaşmaya sıcak bakacağını düşünüyordu. Ancak Meir’in bu öneriyi reddetmesi, Nixon için büyük bir hayal kırıklığı oldu.

dfer
Eski ABD Başkanı Jimmy Carter, Eylül 1978'de Beyaz Saray'da İsrail Başbakanı Menachem Begin'in Mısır Cumhurbaşkanı Enver Sedat'ı kucaklamasını alkışlıyor. (AFP)

1973 Savaşı sırasında İsrail ciddi bir güvenlik kriziyle karşı karşıya kaldığında ve Mısır ile Suriye ordularının ülkenin varlığını tehdit ettiğini hissettiğinde, ABD Başkanı Richard Nixon, Golda Meir’i affetti. Nixon, İsrail’e büyük çaplı silah sevkiyatları ve Amerikan Hava Kuvvetleri pilotları tarafından kullanılan savaş uçakları gönderdi; bu uçaklar Mısır ve Suriye’ye karşı yürütülen savaşta fiilen yer aldı.

ABD-İsrail ilişkileri konusunda uzman tarihçi Prof. Dr. Eli Lederhendler’e göre, Golda Meir’in ‘ABD’yi içeriden tanıdığı’ yönündeki iddiaları İsrail açısından olumsuz sonuçlar doğurdu. Lederhendler, Meir’in kendine aşırı güvenen bir tutum sergilediğini ve ABD’ye dair bilgisinin İsrail’in çıkarlarına ters yönde işlediğini savunuyor.

Binyamin Netanyahu da ABD’yi içeriden bildiği düşüncesiyle benzer bir özgüvene sahip. Ancak birçok gözlemciye göre Netanyahu, ülke yönetiminde bulunduğu yıllar boyunca, ABD-İsrail ilişkilerinde Golda Meir’i hem kriz sayısı hem de bu krizlerin derinliği bakımından geride bıraktı. Netanyahu, 2015 yılında İran’la nükleer anlaşmanın imzalanmasını engellemek amacıyla ABD Başkanı Barack Obama’ya karşı açık bir siyasi mücadele yürüttü.

Netanyahu, 7 Ekim 2023’te Hamas’ın saldırısının ardından İsrail’in yardımına koşan ve Gazze’de ateşkesi sağlamaya çalışan dönemin ABD Başkanı Joe Biden ile de ciddi bir kriz yaşadı; Biden’ın girişimlerini boşa çıkardı. İsrail başbakanlarının çoğu, ülkenin hem Demokratlar hem de Cumhuriyetçilerden destek alabilmesi için iki partiyle dengeli ilişkiler kurmaya çalışırken, Netanyahu ABD iç siyasetine müdahil olarak Cumhuriyetçi adayları destekledi ve Demokratlarla sorunlar yaşadı.

asdfrt
Gazze Şeridi sınırına yakın bir noktada konuşlanmış tankın kulesinin üzerinde duran İsrail askerleri (AFP)

Washington’daki Netanyahu karşıtları, İran nükleer anlaşmasının Trump’ın ilk başkanlık döneminde iptal edilmesinde Netanyahu’nun belirleyici rol oynadığını savunuyor. Netanyahu’nun, ABD’yi savaşa sürüklemek isteyen bir lider olarak anılmaya başlandığına dikkat çekiliyor. Nitekim son bir yıl içinde bu değerlendirme kısmen doğrulandı ve ABD, kısa süreli ve sınırlı olsa da İran’la bir savaşa girdi. Netanyahu’nun bununla yetinmediği, ABD Başkanı’nı İran’a karşı yeni bir askerî harekâta ya tamamen Amerikan ya da iki ülkenin ortak yürüteceği bir savaşa ikna etmeye çalıştığı ifade ediliyor.

İlişkinin gücü

İsrail ile ABD arasındaki ilişkilerin stratejik ve güçlü olduğu konusunda kuşku yok; bu durum Trump döneminde de geçerliliğini koruyor. Ancak değişen bir unsur var ve bu durum İsrail’de kaygı yaratması gereken bir gelişme olarak görülüyor. Nitekim Tel Aviv’de bu endişe şimdiden hissedilmeye başlandı.

ABD ile kurulan ittifakın sağlamlığı, İsrail’in Ortadoğu’da genel olarak Batı’nın, özel olarak da ABD’nin çıkarları için ilk savunma ve saldırı hattı olmayı kabul eden tek ülke olmasından kaynaklanıyor. NATO’nun eski komutanlarından ve ABD’nin eski dışişleri bakanlarından General Alexander Haig, İsrail’i ‘Amerikan askerleri sahaya inmeden savaş yürüten Ortadoğu’daki Amerikan uçak gemisi’ olarak tanımlamıştı. Almanya Şansölyesi Friedrich Merz de İsrail’in ‘Batı adına kirli işler yaptığını’ ifade etmişti.

İsrail’in bu denli güçlü destek görmesinin temelinde bu yaklaşım yatıyor. Geçtiğimiz on yıllarda ABD’nin İsrail’e sağladığı askerî yardımlar önemli ölçüde arttı. 1998 yılında yıllık yaklaşık 1,8 milyar dolar olan yardım miktarının, 2028 itibarıyla yıllık 3,8 milyar dolara ulaşması öngörülüyor.

tyu
İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve Savunma Bakanı Yisrael Katz, ordu karargahında yaptıkları bir toplantı sırasında (İsrail hükümeti)

İsrail, önümüzdeki dönemde bu desteğin daha da artırılmasını talep ediyor. Bu rakamlara, Gazze savaşı sırasında ABD’nin sağladığı ve 22 milyar doları aşan destek dâhil değil. Haaretz gazetesinin 18 Aralık 2025 tarihli haberine göre, ABD son iki yılda savaş nedeniyle İsrail’e toplamda yaklaşık 32 milyar dolarlık yardımda bulundu. Gazete, Kongre Araştırma Servisi ve Washington’daki Brown Üniversitesi’ne dayandırdığı haberinde, Yemen ve İran’daki ABD askerî operasyonları gibi doğrudan maliyetlerin yanı sıra, Washington’un son iki yılda İsrail güvenlik kurumlarına 21,7 milyar dolar aktardığını yazdı. Buna ek olarak, ABD Temsilciler Meclisi 2025’in başında 26 milyar dolarlık özel bir askerî yardım paketini onayladı; bu paketin yaklaşık 4 milyar doları füze savunma sistemi kapsamında önleyici füzeler için, 1,2 milyar doları ise yeni lazer savunma sistemi Or Eitan için ayrıldı.

ABD-İsrail stratejik ittifakı, uzun yıllar boyunca iki ülkenin ‘ortak değerleri’ ve örtüşen çıkarları üzerine inşa edildi. Ancak Gazze savaşı, bu temellerde ciddi bir sarsıntıya yol açtı. Bu sarsıntı, Ortadoğu’da ‘gözde müttefikini’ sahiplenen bir süper gücün dayandığı dengeleri de derinden etkiledi.

Trump öngörülemez biri

Netanyahu, İsrail’in ABD’ye sunduğu stratejik hizmetin gücünün farkında ve bunu özellikle Obama ve Biden yönetimleri döneminde sert biçimde kullandı. Ancak Trump’ın Beyaz Saray’a dönüşü, denklemi Netanyahu ve hükümeti açısından sarsacak ölçüde değiştirdi ve onları temkinli adımlar atmaya zorladı. ABD’nin değişmekte olduğu gerçeği, Trump yönetiminin ilk yılında belirgin biçimde ortaya çıktı.

ABD Başkanı Donald Trump, alışılmışın dışında ve kararları öngörülemez bir lider olarak görülüyor. Bu durum, onunla muhatap olanların önceki başkanlara kıyasla daha fazla dikkatli davranmasını gerektiriyor. İsrail basınına göre bu yaklaşım, Başbakan Binyamin Netanyahu’da da kaygı yaratıyor. Netanyahu’nun, Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy’nin maruz kaldığı türden aleni eleştirilerle karşı karşıya kalmaktan çekindiği ifade ediliyor. Trump, İsrail’in stratejik öneminin farkında olsa da, değerlendirmeler onun hesaplarının yalnızca bu unsurla sınırlı olmadığını gösteriyor.

Trump, İsrail’in çıkarlarını İsraillilerden ve liderlerinden daha iyi bildiğine inanan liderler arasında yer alıyor. İsrail’in yürüttüğü ve bedelini İsraillilerin hayatlarıyla ödediği, ABD’ye ise tek bir asker kaybı yaşatmayan savaşları yüksek takdirle karşılıyor.

İsrail’de yapılan kamuoyu yoklamalarını yakından takip eden Trump’ın, 21 Aralık 2025’te Yahudi Halkı Araştırmaları Enstitüsü tarafından yayımlanan ve İsraillilerin yüzde 60’ının Trump’ın İsrail’in çıkarlarını önceleyen bir vizyonla hareket ettiğine inandığını ortaya koyan araştırmayı da dikkate aldığı belirtiliyor.

ABD kamuoyunda ise İsrail’e yönelik desteğin keskin biçimde azaldığına dikkat çekiliyor. Tel Aviv merkezli Ulusal Güvenlik Çalışmaları Enstitüsü’nün (INSS) bir çalışmasında, ‘İsrail’in ABD’deki konumunda ciddi bir kriz yaşandığı ve bunun stratejik bir tehdide dönüşme riskinin bulunduğu’ değerlendirmesine yer verildi.

Aralık 2025’in başında yayımlanan ve Eldad Shavit ile Ted Sasson tarafından hazırlanan çalışmada, “İsrail’in ABD’deki konumu benzeri görülmemiş bir krize girmiş durumda. Geleneksel destek, Demokratlar arasında ve hatta Cumhuriyetçilerin bir bölümünde gözle görülür biçimde aşındı” değerlendirmesi yer aldı.

Anketler, İsrail’e yönelik kamuoyu tutumunun, savaş sırasındaki İsrail uygulamalarından ve Gazze Şeridi’ndeki insani durumdan doğrudan olumsuz etkilendiğini ortaya koyuyor. Özellikle liberal çevrelerdeki Yahudi toplumu içinde desteğin gerilediği, İsrail’e yönelik eleştirilerin arttığı gözleniyor. Bu eğilimin, İsrail’in siyasi ve askerî hareket serbestisini kısıtlayabileceği ve ülkenin güvenliği açısından gerçek bir tehdit oluşturabileceği belirtiliyor.

Trump’ın, tabanını korumak istemesi ve Netanyahu’nun yönetiminin planları önünde engel oluşturduğunu düşünmesi halinde, bu değişimleri görmezden gelmesinin mümkün olmadığı ifade ediliyor. Nitekim Trump daha önce, Netanyahu döneminde İsrail’in ABD dışında neredeyse hiç dostunun kalmadığını, İsrail’i destekleyen tek ülkenin kendisi olduğunu söylemiş ve Tel Aviv’in ABD’nin çıkar ve iradesini zedeleyecek adımlardan kaçınması gerektiğini vurgulamıştı.

ABD’nin Ortadoğu’daki çıkarlarında da önemli bir değişim yaşandığına dikkat çekiliyor. Bu değişimin en belirgin göstergesi, Trump’ın bölgedeki Arap liderlerle kurduğu yeni söylem olarak öne çıkıyor. Netanyahu’nun bu ‘yeni dili’ dikkatle dinlediği ve sınırlarını anlamaya çalıştığı belirtiliyor.

ABD Başkanı’nın görevdeki bir yılının ardından, Netanyahu’ya yakın çevrelerde hâlâ yeni Trump’ın kişiliğini çözmeye çalıştığı, ABD’ye dair edindiği bilgilerin artık güncellenmiş bir anlayış gerektirdiği değerlendirmesi yapılıyor.


Zelenskiy: Barış planı NATO’ya katılım hedefimizden resmen vazgeçmemizi zorunlu kılmıyor

Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenskiy (AFP)
Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenskiy (AFP)
TT

Zelenskiy: Barış planı NATO’ya katılım hedefimizden resmen vazgeçmemizi zorunlu kılmıyor

Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenskiy (AFP)
Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenskiy (AFP)

Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenskiy, bugün (Çarşamba) yayımlanan açıklamalarında, Kiev ile Washington arasında müzakere edilen savaşı sona erdirmeye yönelik yeni önerinin, Ukrayna’yı NATO’ya katılım hedefinden resmen vazgeçmeye zorlamadığını söyledi.

Ukrayna’nın NATO’ya üyeliğinin ülkesinin tek taraflı kararıyla değil, ittifak üyelerinin iradesiyle belirleneceğini vurgulayan Zelenskiy “Biz kendi tercihimizı yaptık. NATO’ya katılımı engelleyecek anayasal düzenlemeleri gündemimizden çıkardık” dedi. Bu açıklama, Washington’un daha önce Kiev’i NATO’dan uzak tutmayı hedefleyen hukuken bağlayıcı bir planına dolaylı bir gönderme olarak yorumlandı.

Ukrayna lideri, Rusya ile savaşı sona erdirmeyi amaçlayan görüşmeler sırasında, topraklara ilişkin konularda Amerikalı ve Ukraynalı müzakerecilerin uzlaşmaya varamadığını belirterek, bu başlıkların liderler düzeyinde ele alınması çağrısında bulundu. Zelenskiy, “ABD tarafıyla Donetsk bölgesine ve Zaporijya Nükleer Santrali’ne ilişkin konularda mutabakata varamadık. Hassas meseleleri ele almak üzere ABD ile liderler düzeyinde bir toplantıya hazırız. Toprak gibi konular liderler seviyesinde görüşülmeli” dedi. Önerdiği toplantının Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’i kapsayıp kapsamadığını belirtmedi; ancak Zelenskiy daha önce defalarca Rus liderle görüşme çağrısında bulunmuştu.

Öte yandan Zelenskiy, ülkesinin Rusya ile savaşın sona erdirilmesine yönelik bir anlaşmaya varılmasının ardından, mümkün olan en kısa sürede cumhurbaşkanlığı seçimlerine gideceğini açıkladı. Washington ile üzerinde uzlaşılan planın son taslağına göre, Moskova’ya sunulan belgede “anlaşmanın imzalanmasının ardından Ukrayna’nın en kısa sürede seçim düzenlemesi gerektiği” yönünde bir madde yer alıyor. Bu açıklama, Zelenskiy’nin salı günü gazetecilerle yaptığı görüşmede dile getirildi.


Macron'un Putin ile diyaloğu yeniden başlatma girişimi hakkında sorular

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ve Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron arasında gerçekleşen daha önceki bir görüşmeden (EPA)
Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ve Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron arasında gerçekleşen daha önceki bir görüşmeden (EPA)
TT

Macron'un Putin ile diyaloğu yeniden başlatma girişimi hakkında sorular

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ve Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron arasında gerçekleşen daha önceki bir görüşmeden (EPA)
Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ve Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron arasında gerçekleşen daha önceki bir görüşmeden (EPA)

Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron ile Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin arasında gerçekleşen son telefon görüşmesi, Macron’un girişimiyle 1 Temmuz Salı günü yapıldı. Elysee Sarayı, görüşmenin iki saati aşkın sürdüğünü ve İsrail ile ABD’nin İran’daki nükleer tesisleri, uzmanları ve askeri liderlik kadrolarından isimleri hedef alan saldırılarından birkaç gün sonra, özellikle İran’ın nükleer dosyasına odaklandığını açıklamıştı.

Ancak görüşmede Ukrayna’daki savaş da ele alındı. Elysee’ye göre, tarafların yaklaşımları arasındaki derin fark nedeniyle temas adeta ‘sağırlar diyaloğu’ niteliği taşıdı. Buna rağmen Elysee’den yapılan açıklamada, Emmanuel Macron ile Vladimir Putin’in bu başlıkta temaslarını sürdürme kararı aldıkları belirtildi.

Macron, ABD Başkanı Donald Trump dışında, Putin’e yönelik diplomatik izolasyon kuralını bozan tek Batılı lider konumunda bulunuyor. Oysa Macron, son iki yılda Rusya’ya karşı sert çizginin öncülüğünü üstlenmiş, Moskova’ya yönelik mali ve ekonomik yaptırımların savunulmasında, Ukrayna’ya mali ve askeri destek sağlanmasında ve çatışmaların sona erdirilmesinin ardından Rusya’yı caydırmak amacıyla Ukrayna topraklarında asker konuşlandırmayı öngören bir ‘istekliler koalisyonu’ kurulması çağrılarında aktif rol oynamıştı.

xscdf
Rusya-Ukrayna savaşını sona erdirmek için Berlin'de bir araya gelen Avrupalı liderler aile fotoğrafı çektirdi, 15 Aralık 2025 (EPA)

Macron ayrıca, Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy için bir ‘referans noktası’ olmayı hedefledi. Son dönemde Zelenskiy’i üç kez Paris’e davet eden Macron, Ukrayna’ya dördüncü nesil 100 adet Rafale savaş uçağı tedarikini öngören bir mutabakat zaptını da Zelenskiy ile imzaladı.

Avrupa'nın genel görüşüne aykırı hareket ediyor

Macron bir kez daha Avrupa çizgisinin dışına çıktı. Brüksel’de düzenlenen ve Ukrayna’ya 90 milyar euroluk kredi verilmesini onaylayan son Avrupa Birliği (AB) zirvesinin ardından düzenlediği basın toplantısında Macron, Vladimir Putin ile doğrudan diyaloğun yeniden başlatılması çağrısıyla salondaki herkesi şaşırttı. Macron, çağrısını şu sözlerle gerekçelendirdi: “Vladimir Putin’le konuşan kişiler olduğunu görüyorum. Bu nedenle biz Avrupalıların ve Ukraynalıların, bu müzakereyi resmî biçimde yeniden açacak bir çerçeve bulmasının çıkarımıza olduğuna inanıyorum. Aksi takdirde kendi aramızda konuşmaya devam ederiz, müzakereciler ise Ruslarla baş başa pazarlık yapar. Bu ideal bir durum değil.”

Macron’un bu sözlerle, Alaska’da olduğu gibi Putin’le yüz yüze görüşmekten ya da onunla defalarca telefonla temas kurmaktan çekinmeyen ABD Başkanı Donald Trump’a atıfta bulunduğu belirtiliyor. Macron’un söz konusu ifadelerine Rusya Devlet Başkanı’ndan yanıt gecikmedi. Putin, pazar günü düzenlediği basın toplantısında Macron ile ‘diyaloğa hazır olduğunu’ söyledi. Bunun üzerine Fransa Cumhurbaşkanlığı kaynakları, “Kremlin’in bu girişime açık onay vermesi memnuniyet verici. Önümüzdeki günlerde ilerlemenin en uygun yolunu değerlendireceğiz” açıklamasını yaptı.

adfrg
Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy, 18 Ağustos'ta Beyaz Saray'da ABD Başkanı Donald Trump, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron ve Birleşik Krallık Başbakanı Keir Starmer ile yüz yüze görüştü. (AP)

Macron’un girişiminin sürpriz etki yaratması üzerine Elysee kaynakları, olası eleştirilere karşı önlem alarak Moskova ile yapılacak her türlü temasın Zelenskiy ve Avrupalı ortaklarla ‘tam şeffaflık içinde’ yürütüleceğini ve hedefin Ukraynalılar için ‘sağlam ve kalıcı bir barış’ olduğunu vurguladı. Rusya ile diyaloğun neden kesildiğine ilişkin olarak Elysee Sarayı, “Ukrayna’nın işgali ve Putin’in savaşı sürdürme ısrarı, son üç yılda her türlü diyalog ihtimalini ortadan kaldırdı” değerlendirmesinde bulundu. Diyaloğun yeniden başlamasının ise ancak ateşkesin ana hatlarının netleşmesi ve barış müzakerelerinin başlamasıyla mümkün olacağı, bu aşamada Putin’le yeniden konuşmanın faydalı olacağı kaydedildi.

Macron'un girişiminin ardındaki gerekçe

Paris’teki Avrupalı diplomatik kaynaklar, Macron’un girişiminin geç de olsa, ABD’nin Rusya ile Ukrayna arasındaki arabuluculuk sürecini tek başına yürütmesinden duyulan Fransız-Avrupa kaygısını yansıttığını belirtiyor. Avrupalıların son haftalarda bu süreçte kendilerine bir yer açmayı başarmasına rağmen, Washington’un onları devre dışı bırakma eğilimi gösterdiği değerlendirmesi yapılıyor. Nitekim ABD Başkanı Donald Trump’ın geçen hafta The Atlantic sitesine yaptığı açıklamalar Avrupa başkentlerinde şok etkisi yarattı. Trump, Avrupalıların “çok konuşup hiçbir şey yapmadığını, bunun kanıtının da savaşın hâlâ sürmesi olduğunu” söylemişti. Öte yandan, ABD Ulusal İstihbarat Direktörü Tulsi Gabbard da geçen hafta X platformunda yaptığı paylaşımda Avrupalıları ve NATO’yu hedef alarak, ‘savaşı tırmandırmakla ve ABD’yi Rusya ile doğrudan bir çatışmaya çekmeye çalışmakla’ suçladı. Tüm bunların ardından söz konusu kaynaklar şu soruyu gündeme getiriyor: “Washington Kiev’e yardımları keserken, savaşın yükünü Ukrayna’yı destekleyerek esas olarak Avrupalılar taşıyorken, Avrupalıların Putin’le görüşme hakkı neden olmasın?” Kaynaklar, savaşın gidişatının AB ülkelerinin ve genel olarak kıtanın güvenliğini doğrudan ilgilendirdiğini, bu nedenle Putin’le dolaylı değil doğrudan bir diyaloğun gerekli ve önemli olduğunu vurguluyor.

Ancak Macron’un girişimi, AB içindeki ortakları nezdinde olumlu bir karşılık bulmadı. Ne Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy ne de Rusya’ya karşı Avrupa liderliği rolünü üstlenmek isteyen Almanya Başbakanı bu çağrıdan memnun kaldı. Almanya Hükümet Sözcü Yardımcısı Steffen Meyer, hükümetin Macron’un girişiminden ‘haberdar edildiğini’ söylemekle yetinirken, bu dosya nedeniyle ‘AB’nin zedelenmesine dair bir endişe bulunmadığını’ ifade etti.

Macron ve Napolyon Bonapart

Macron’a yöneltilen eleştiriler iki ana noktada toplanıyor. Bunlardan ilki, Rusya ve Vladimir Putin üzerindeki azami baskıyı savunma çizgisinden, Amerikalı müzakerecinin elde edemediği ya da elde etmesinin zor görüldüğü kazanımlara ilişkin ciddi soru işaretleri bulunmasına rağmen, Moskova ile diyaloğa yönelmesi. İkinci eleştiri ise Macron’un, Putin etrafında örülen Avrupa duvarını ve sıkı diplomatik izolasyonu delmiş olması. Eleştirmenlere göre bu girişim, Rus liderine Avrupa içindeki bölünmelerden ve AB ile ABD arasındaki görüş ayrılıklarından yararlanma imkânı sunuyor.

frgt
Brüksel'de Avrupa zirvesinin sona ermesinin ardından düzenlenen basın toplantısında konuşan Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile görüşmeye açık olduğunu ifade etti. (AFP)

Le Monde gazetesi, Zelenskiy’nin Macron’un girişimini kendisiyle görüştüğünü ve bazı çekinceler taşıdığını kabul ettiğini yazdı. Şarku'l Avsat'ın Le Monde'den gazetesinden aktardığına göre bir Avrupalı diplomat, “Avrupa’daki herkes, bir gün Putin’le konuşmak zorunda kalınacağını biliyor. Karmaşık olan ise bu görüşmelerin en uygun çerçevesinin ne olacağı; Avrupa Troykası (Fransa, Almanya, Birleşik Krallık) içinde mi yoksa daha geniş bir formatta mı yapılacağı” ifadelerini kullandı. Bu soru, Macron’un yalnızca Fransa adına mı konuşacağı, yoksa Zelenskiy ve Avrupa’daki diğer liderlerden yetki alarak onların adına mı konuşacağı konusunu gündeme getiriyor.

Fransa, Almanya ve Birleşik Krallık liderleri arasında gizli bir rekabet olduğu kesin, ancak bu durum açıkça ortaya çıkmış değil. Her durumda, önümüzdeki günler ve haftalarda ne olacağını tahmin etmek için henüz erken. Putin’in son basın toplantısında Avrupa liderlerini ‘küçük domuzlar’ olarak nitelemesi, bu sürecin ne kadar kırılgan olduğunu gösteriyor. Rus basını ise 1812’de Napolyon Bonapart’ın Rusya’yı işgalinde uğradığı büyük yenilgiyi sık sık hatırlatıyor; o dönemde Napolyon’un ordusu büyük kayıplar vermiş ve bu macera onun düşüşünün başlangıcı olmuştu.