Atatürk zamanında müzik Arapları ve Türkleri böyle birleştirdi…

Yeni bir kitap, iki kültür arasındaki etkileşimin tarihini sunuyor.

Eduardo Ramon
Eduardo Ramon
TT

Atatürk zamanında müzik Arapları ve Türkleri böyle birleştirdi…

Eduardo Ramon
Eduardo Ramon

Teysir Halef

Türkler, 2 Kasım 1934 sabahında şoke edici bir haberle uyandılar. Haberde İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın Türk radyo programlarında doğu müziğinin tamamen yasaklayan ve bunun yerine sadece batı tarzı müzik parçalarının yayınlanacağına dair bir genelge yayınladığı bildiriliyordu. Türk halkı bunun üzerine radyo alıcılarını Arap radyo istasyonlarına, özellikle de Mısır radyolarına yönlendirdi. O günden sonra hem Ümmü Gülsüm hem de Muhammed Abdülvehhab Türk halkı arasında en popüler şarkı söyleyen yıldızları haline geldi. Türk araştırmacı ve akademisyen Murat Özyıldırım’ın bugünlerde ‘Kelime’ tercüme projesi için Melek Deniz Özdemir ve Ahmed Zekeriya tarafından Arapçaya tercüme edilen “Arap ve Türk Musikisinin XX. Yüzyıl Birlikteliği” başlıklı kitabının ana tezi bu.

“Türk Doğu müziğine yönelik saldırı, bunun meyhane müziği olduğu ve salt Türk müziği olmayıp Bizans, Pers ve Arap müziği karışımı olduğu gerekçesiyle başlatıldı. Öyle ya yeni doğan cumhuriyet modernleşme sürecine ayak uydurmak istiyorsa şayet, Türkler sevse de bu mirası terk etmek gerekiyordu”

Meyhane müziği!

İlk duyulduğunda kulağa garip gelen bu karar, 1923 yılında Türkiye Cumhuriyeti’nin ilanıyla başlayan siyasi-toplumsal tartışmanın sonucundan başka bir şey değildi. Nitekim cumhuriyetin doğuşuyla birlikte devleti ve vatandaşları doğulu kimliklerden sıyırıp Avrupalıya dönüştürmeyi hedefleyen farklı yönelimlerdeki modernleşme hareketleri ortaya çıkmıştı. Yazıda Arap harflerinin yerine Latin harflerinin tercih edilmesi ve Doğu tarzı kıyafetlerin Batı tarzı kıyafetlerle değiştirilmesi gibi radikal başka kararlar bir nebze kolaylıkla kabul ettirilse de müzik bu arzunun yolunda bir engel olarak kaldı. Meselenin karmaşık ve o dönemde Türk Batılı entelektüellerinin kafasında dahi fikrin oturmamış olmasına rağmen, kimsenin arzulamadığı aksi sonuçlara yol açan yersiz bir deneme süreci başlatıldı.    

Türk Doğu müziğine yönelik saldırı, bunun meyhane müziği olduğu ve salt Türk müziği olmayıp Bizans, Pers ve Arap müziği karışımı olduğu gerekçesiyle başlatıldı. Öyle ya yeni doğan cumhuriyet, modernleşme sürecine ayak uydurmak istiyorsa şayet, Türkler sevse de bu mirası terk etmeliydi.

Bu fikir, milliyetçi düşünür Ziya Gökalp’in 1923 yılında yayınlanan “Türkçülüğün Esasları” adlı kitabında ele alınmıştır. Gökalp şöyle diyor: “Bugün önümüzde üç tür müzik var: Doğu müziği, Batı müziği ve halk müziği. Bizim için bunlardan hangisi milli? Bizce Doğu müziği hastalıklıdır ve vatansever değildir. Halk müziği bizim kültürümüzün müziği, Batı müziği ise yeni uygarlığımızın müziği; dolayısıyla bu ikisi bize yabancı değil. O halde milli müziğimiz, ülkemizdeki halk müziği ile Batı müziğinin karışımından doğacaktır.”

Bu kutuplaşmanın bir sonucu olarak 29 Aralık 1926’da Milli Eğitim Bakanı Mustafa Necati Bey, o dönemde müzik enstitüsü olan Darü’l-Elhan’daki Doğu müziği eğitimi kısmının kapatılıp, eğitimin Batı müziğiyle sınırlandırılmasını emretti. Anlaşılacağı üzere hedef, nesilleri Batı müziğiyle yetiştirmekti.

Foto: Münire el-Mehdiye
Münire el-Mehdiye

Münire el-Mehdiye ve Atatürk’ün tavsiyesi

Araştırmacı Murat Özyıldırım’a göre Doğu müziği üzerine yapılan toplumsal ve siyasi tartışmaların çözümü açısından en önemli olay, 9 Ağustos 1928 gecesi İstanbul’da meşhur bir konser sırasında yaşandı.

Mustafa Kemal Atatürk, Sarayburnu’nda ünlü Mısırlı şarkıcı Münire el-Mehdiye’nin yanı sıra bir Türk grubu ve caz müziği icra eden yabancı grubun katıldığı bir konsere davet edilmişti.

Mısırlı sanatçı, Atatürk’e saygılarını sundu ve sonra meşhur eserlerinden bir seçki yapıp şarkı söylemeye başladı. Bu şarkılar arasında Atatürk’ün 1905-1906 yıllarında Şam’da iken dinlemeyi sevdiği şarkılar da yer alıyordu. En ilginci de şuydu ki sanatçı, başından sonuna kadar Atatürk’ü övdüğü bir şiir okudu ve bunun üzerine dinleyicilerden coşkulu bir alkış aldı. Konserden sonra Mustafa Kemal Paşa, Münire el-Mehdiye’yi çağırarak ona Batı müziği öğrenmesini tavsiye etti ve şöyle dedi: “Bu sesle seni tüm dünya dinler; şöhretin tam olsun.”

O gecenin tanıklarından biri olan ünlü Türk gazeteci ve yazar Falih Rıfkı [Atay], Sarayburnu’ndaki insanların çok neşeli olduğunu ve bu durumun Atatürk’ün mutluluğunu artırdığını söylüyor. Atay, o gecenin havasını bozan şeyin Arap müziği olduğu yönündeki iddiasını ise şu sözlerle ifade ediyor: “Ağlatan Arap ezgileri, havayı bozdu.” Bu demek oluyordu ki neşe kaynağı, caz müziğiydi!

Konser esnasında Atatürk, bir konuşma yaptı. Türk gazetelerinde yayınlanan bu konuşmada, Türk alfabesinin Arapların alfabesiyle aynı olmaması gerektiği ve Türk müziğinin de biraz önce dinledikleri o müzik olmadığını söyledi ki kastettiği, Münire el-Mehdiye’ydi. Atatürk bu konuşmasında şu ifadelere yer vermişti: “Bu gece, tesadüfen Doğu’nun en güzide orkestrasını, bilhassa sahneye ilk çıkan Münire el-Mehdiye Hanım’ı dinledim; sanatında başarılıydı. Ancak benim Türk duygularım için bu basit müzik, Türklük ruhunu ve şuurunu tatmin etmeye yetmez. Şimdi uygar dünyanın müziğini de dinledim (caz müzik orkestrasını kastediyor); o ana kadar Doğu müziği karşısında hareketsiz görünen insanlar hemen hareketlendi. Hepsi keyifle dans ediyor. Bu, çok doğal bir şey. Gerçekten neşeli ve mutlular. Bu halkın güzel doğasını fark etmediyseniz bu, onların suçu değil. Kısır uygulamalar, acı ve feci sonuçlar doğuruyor ve bu yüzden Türk milleti hüzünleniyor. Millet şimdi hatalarını kanla düzeltti, artık rahat. Türk halkı mutlu ve morali yerinde. Türk insanı artık mutlu.”

“Bu seçkinci saçmalık yüzünden tüm Türkler, Arap müziğine yöneldi ve Ümmü Gülsüm, Abdülvehhab, Leyla Murad ve diğer meşhur Arap sesleri gibi ünlü isimleriyle Mısır Ulusal Radyosu, Türk dinleyicilerin uğrak noktası oldu”

Bir müzik devrimi

Atatürk’ün bu konuşmasından sonra Doğu müziğinin yasaklanması çağrısında bulunan kalemler cesaret buldu ve bu müziğin, yükselen ulusun ruhu üzerindeki olumsuz yansımalarını sergilemekte ustalaştı. Birkaç yıl sonra 1930’da Atatürk, Alman “Voss” dergisiyle yaptığı bir röportajda ‘müzik devrimiyle’ tam olarak ne istediğini açıkladı. Ünlü gazeteci Emil Ludwig kendisine Türk müziğini iyileştirme vizyonunu sorduğunda Atatürk şöyle dedi: “Batı müziğinin mevcut haline gelmesi ne kadar zaman aldı?” Gazeteci bu soruya “400 yıl” cevabını verince Atatürk de şu karşılığı verdi: “Bizim bu kadar beklemek için vaktimiz yok. Bu yüzden Batı müziğini almaya karar verdik.”

Ancak tartışmayı bitiren ve sonrasında Türkiye’yi hiç olmadığı bir hale getiren son konuşma, Lider Atatürk’ün 1 Kasım 1934’te Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yaptığı şu konuşma oldu: “Arkadaşlarım! Biliyorum ki vatanın gençlerinin tüm güzel sanatlarda yükselmesini istiyorsunuz. Bizim yaptığımız da bu. Ancak her şeyden önce ve olabildiğince hızlı bir şekilde Doğu müziğini ele almamız gerek. Milletin yeni değişiminin ölçüsü, müzikteki değişimi idrak edip anlama yeteneğidir. Bugün icra edilen müzik, övgüye değer olmaktan çok uzak. Bunu açıkça bilmek gerek. Milli duygu ve düşünceleri ifade eden kelimeleri derleyip genel son müzik kurallarına göre incelememiz lazım. Türk milli müziği, ancak bu düzeyde yükselebilir ve dünya müziği arasındaki yerini alabilir. Temennim odur ki, Kültür Bakanlığı bu göreve gereken önemi versin ve halk da ona bu konuda yardımcı olsun.”

tt

Timur yasağı

Bu konuşmanın ertesi günü Türk radyosunda Doğu müziğinin yayınlanmasını yasaklayan karar çıktı ve bunu, kamusal alanlarda Doğu müziğinin yasaklanmasına dair tartışmalar izledi. Cumhuriyet gazetesinde 8 Kasım 1934’te “halkın ruhuna hitap etmeyen hüzünlü müziğin halka açık yerlerden kaldırılması için TBMM’ye teklif sunmaya hazırlanan belediye meclisi üyelerinin” toplandığı haberi yayımlandı. Amaç, geleneksel Türk müziğinin radyoda yasaklandıktan sonra gazinolarda da yasaklanmasıydı. Bu haberlere rağmen gazinolarda Türk müziği dinletilmeye devam etti; okullarda geleneksel Türk müziğinin yasaklandığı dönemde bile. Yine aynı gazetede yayınlanan bir makalede bu illetin kökünü kurutmanın bir yolu olarak, geleneksel Türk müziği plaklarının dağıtımının yasaklanması çağrısı yapıldı.

Ancak sıradan insanlar, Türk ulusal radyolarında kafalarını patlatan Batı müziğine alternatif olarak Arap radyolarında, özellikle de Mısır radyolarında kendilerine bir çıkış kapısı buldular. Araştırmacı Özyıldırım, kitabında şu soruyu soruyor: “Devletin ileri gelenleri, çok sesli Batı müziğini hayranlıkla dinliyordu; peki, devleti oluşturan esas unsur olan Türk milleti o dönemde ne dinliyordu: Pretorius’u mu Muhammed Abdülvehhab’ı mı?” Bir yazar, Batı müziğinin Türk radyosunu işgaliyle yaşananları, Timurlenk’in işgaline benzetiyor, yani zulümde ondan aşağı kalır yanı olmadığını söylüyordu.

Türk “Yedigün” dergisinde Ümmü Gülsüm haberi
Türk “Yedigün” dergisinde Ümmü Gülsüm haberi

Abdülvehhab ve Ümmü Gülsüm

Bu seçkinci saçmalık yüzünden tüm Türkler, Arap müziğine yöneldi ve Ümmü Gülsüm, Abdülvehhab, Leyla Murad ve diğer meşhur Arap sesleri gibi ünlü isimleriyle Mısır Ulusal Radyosu, Türk dinleyicilerin uğrak noktası oldu. Arap şarkıları, Türk evlerine ve kahvehanelerine girdi. Bunun Türk müziğinin başka dildeki versiyonundan başka bir şey olmadığını söyleyen Prof. Yalçın Tura şöyle diyor: “O dönemde Arap müziği, yenilik ve bilhassa Batılılaşma evresindeydi. Muhammed Abdülvehhab’ın onlarca şarkısının dinletildiği Mısır filmlerinde de bunun pek çok örneği görülebilir.”

Yasaklama kararından iki yıl sonra Atatürk, Osman Pehlivan’ın tanbur ezgilerinin yayınlamasına dair örtük bir karar aldı. Bu karar, Doğu müziği yasağının kaldırılması olarak değerlendirilse de bu gelişme, bu müzisyenin şarkılarıyla sınırlı kalarak, bunun dışındakiler yasak olmaya devam etti.

“Arap ve Türk müzisyenler arasında Türk müzisyen Münir Nureddin Selçuk ile Muhammed Abdülvehhab ve Türk şarkıcı Perihan Altındağ Sözeri ile Ümmü Gülsüm arasındaki ilişki gibi sanatçı dostlukları kuruldu”

Geç gelen geri adım

O günlerin Türkiye’sindeki acayipliklerden biri de bizzat Atatürk’ün Doğu müziğine düşkün olup hayatı boyunca Batı müziğinden hoşlanmamasıydı. Yasağı kaldırma kararından bir süre sonra şu açıklamayı yapmıştı: “Maalesef, benim sözlerimi yanlış anladılar. Ben, neşeyle dinlediğimiz Türk müziğini Batılılara da dinletmek için bir yol bulmamız gerektiğini kastetmiştim. Yoksa, gelin Türk ezgilerinden kurtulup Batı ülkelerinin müziğini alarak kendimize mal edelim, demedim. Sözlerimi yanlış anladılar ve öyle bir gürültü kopardılar ki, bir daha bu konu hakkında konuşamadım.”

Çok açıktır ki Atatürk, resmî kayıtlara geçen talimatlarının yanlış olduğunu, bu talimatların Türk halkını Araplara daha da ittiğini anladı. Bu yüzden bu ilginç açıklamayla “felaketi” gidermeye çalıştı ama geri adım atmak için çok geçti. Nitekim, Doğu müziği eğitim kurumlarında kaybolmuş, Arap müziği Türklerin ilk tercihi haline gelmiş ve hem Ümmü Gülsüm hem de Abdülvehhab, Türk sokağının tartışmasız iki yıldızı olmuştu.

Mısır sineması ve sanatsal ilişkiler

Kitap, Mısır müzikal filmlerinin Türk sinema salonlarında yayılması meselesini de detaylı bir şekilde ele alıyor. Türkler, radyoda Mısırlı şarkıcıların seslerine aşina olduktan sonra kitleler Mısır filmlerinin gösterildiği Türk sinema salonlarına akın etti. Bu bağlamda araştırmacı, Türkiye hükümetinin o dönemde bu durumdan duyduğu rahatsızlığı ve bu filmlerin Türkçe dublaj olmadan gösterilmesini engellemek için attığı adımları da ayrıntılı olarak ele alıyor. Araştırmacı ayrıca, Türk ve Arap müzisyenlerin Türkiye’de ve bazı Arap ülkelerinde birbirlerini ziyaret etmelerinin ve bu ziyaretlerde kurdukları ilişkilerin müzik etkileşimindeki rolüne de odaklanıyor. Bu bağlamda, Osmanlı döneminde klasik Türk müziğinin büyük bestecilerinin sonuncusu kabul edilen Zekai Dede Efendi’nin Mısır ziyareti ve Arap müziği öğrenimi ile Mısırlı şarkıcı ve besteci Abdu el-Hamuli’nin İstanbul ziyareti ve Mısır’a döndükten sonra klasik müziğe yeni makamlar ve ritimler eklemesini ele alıyor. Bu ziyaretler esnasında Arap ve Türk müzisyenler arasında kurulan pek çok sanatçı dostluğuna da ışık tutuluyor. Türk müzisyen Münir Nureddin Selçuk ile Muhammed Abdülvehhab ve Türk şarkıcı Perihan Altındağ Sözeri ile Ümmü Gülsüm arasındaki dostluk buna örnektir. Hatta Sözeri, Ümmü Gülsüm’den “Gannili Şuvey Şuvey” şarkısını öğrenerek İstanbul gazinolarında söylemeye başladı.

Foto: Ümmü Gülsüm Kahire’de Ankara Radyo Topluluğu ile
Ümmü Gülsüm Kahire’de Ankara Radyo Topluluğu ile

Araştırmacı bu müzik etkileşiminin etkenleri arasında Araplar ile Türkler arasında bir köprü olan dergilerin rolüne de değiniyor ve Arap müzisyenlere ilgi gösteren önemli Türk sanat dergileri ile bunların Arap muadillerini inceliyor. Bu bağlamda, Muhammed Abdülvehhab ve Ümmü Gülsüm gibi Arap müzisyenlerle yapılan birçok röportaja ve sanat haberine yer veriyor. Ümmü Gülsüm’ün Türk dergileriyle yaptığı bu görüşmelerde çok arzuladığını ifade etmesine rağmen İstanbul’u ziyaret etmemesini masaya yatırarak, bu konuya dair birçok görüşü zikrediyor. Yazar, kitabını Türkiye’de Arap müziğinin arabesk müzikle ilişkisine dair yapılan tartışmalardan bahsederek bitiriyor. Bu konuda pek çok görüş ileri sürerek, sonunda arabeskin Arap müziğinin Türkiye’ye giriş yollarından biri olduğunu kanıtlıyor.



Türk istihbaratının geri dönüşü ve dünya siyasetine etkisi

Görsel: Reuters/Al Majalla
Görsel: Reuters/Al Majalla
TT

Türk istihbaratının geri dönüşü ve dünya siyasetine etkisi

Görsel: Reuters/Al Majalla
Görsel: Reuters/Al Majalla

Kemal Allam

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile ABD Başkanı Donald Trump arasında geçtiğimiz ay yapılan görüşmede, Trump Erdoğan’ın sandalyesini çekerken “Onlar çok akıllı, çok güçlü” ifadelerini kullandı. Trump ile Erdoğan arasındaki şahsi ilişki ve Trump'ın Erdoğan'a duyduğu hayranlık herkesin malumu olsa da Trump'ın, Dışişleri Bakanı Hakan Fidan ve Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) Başkanı İbrahim Kalın'a dönerek “Onlar çok akıllı” sözlerini tekrarladığı kameralara yansıdı.

ABD’nin hem Suriye hem de Ukrayna dosyalarında Türkiye'ye güvendiği biliniyor. Ancak Erdoğan'ın bölgenin ‘güçlü adamı’ olduğu şeklindeki bilinen anlatının ötesinde, Türkiye'nin küresel sahnede artan nüfuzunun ardındaki asıl itici güç, Latin Amerika ve Afrika'dan Doğu Asya'nın uzak bölgelerine kadar jeopolitik meselelerde Türk istihbaratının derinleşen rolüdür. Analistler genellikle Türkiye'deki ‘derin devletin’ nüfuzuna odaklansa da Ankara’yı uluslararası sahnede daha etkili bir konuma taşıyan, bu sistemin Türkiye sınırları ötesinde oynadığı artan rolü oldu.

Osmanlı casuslarından modern zamandaki tezahürlerine

Türk istihbaratının rakiplerine üstünlüğünün tarihteki köklerini anlamak için son zamanlarda yayınlanan üç kitaba başvurabiliriz. Bunlardan ilki tarihçi Emrah Safa Gürkan tarafından kaleme alınan “Sultanın Casusları” adlı kitaptır. Yazar Gürkan bu kitapta, Osmanlı İmparatorluğu'nun gözetleme ve taktik keşiflerin yanı sıra geniş bir stratejik casusluk ağına sahip olduğunu, geleneksel casusluk yöntemlerini kullandığını ve hatta Avrupa saraylarının siyasetine doğrudan müdahaleyi kullandığını belirtiyor.

Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra hiçbir ülke, Sovyetler Birliği'ne karşı Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti'nden daha etkili bir istihbarat teşkilatına sahip olmamıştı. Türkler, Soğuk Savaş döneminde Batı'nın birincil gözü ve kulağıydı.

Osmanlı İmparatorluğu, Habsburglar ve Kutsal Roma İmparatorluğu'ndan Vatikan'ın kararlarını etkilemeye kadar, coğrafi konumunu ve insan sermayesini kullanarak Avrupa siyasetinde önemli bir rol oynadı. Osmanlı tüccarları, sanatçıları ve diplomatları kıtaya yayıldı, yerel topluluklara entegre oldu ve karar alma süreçlerine katıldı. Yüzyıllar boyunca gerçek bir rakibi olmayan Osmanlı İmparatorluğu’nun bu gücü, Britanya İmparatorluğu'nun desteğini alan Akdeniz güçleri, Avrupa’nın iç işlerine açıkça müdahale etmeye başlayana kadar devam etti.

İbrahim Kalın ve Hakan Fidan gibi isimleri anlamak için kavramsal bir çerçeve sunan diğer iki kitap ise Egemen Bezci’nin “Türk İstihbaratı ve Soğuk Savaş: ile ABD ve İngiltere Arasında Türk Gizli Servisi” ile Benjamin C. Fortna tarafından kaleme alınan ve Türkçe’ye “Kuşçubaşı Eşref” adıyla çevrilen eserlerdir. Fortuna'nın ilk kez 2016 yılında yayınlanan çalışması, Türkiye'nin modern Milli İstihbarat Teşkilatı'nın (MİT) kurucu babası sayılabilecek, "Türkiye'nin Arabistanlı Lawrence'ı" olarak bilinen Eşref Kuşçubaşı'nın gizemli dünyasını inceliyor.

Kafkasya bölgesinden olan Kuşçubaşı Eşref, Osmanlı istihbaratının üstünlüğünü somutlaştırdı. Rusya'ya karşı askeri yenilgileri, çok sayıda mülteciyi seferber ederek ve onları imparatorluk projesinin hizmetinde birer araç olarak kullanarak stratejik kazançlara dönüştürdü. Osmanlı Devleti'nin hem insanını hem de coğrafyasını kullanarak rakiplerini zayıflatmadaki kurnazlığını örneklendirmişti; bu özellik, günümüz Türk istihbarat teşkilatında da varlığını sürdürüyor.

sdfrgt
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve ABD Başkanı Donald Trump, ABD'nin başkenti Washington’taki Beyaz Saray'da bir araya geldi, 25 Eylül 2025 (Reuters)

Osmanlı İmparatorluğu son dönemlerinde ‘Avrupa'nın hasta adamı’ olarak tanımlanıyordu, ancak yine de Kırım'dan Libya'ya ve Hindistan'a kadar birçok cephede İngiliz, İtalyan ve Rus imparatorluklarını devirmeye çok yaklaştı. Bazı önyargılı Avrupalı tarihçilerin tasvir ettiği kadar zayıf değildi. Güç dengesizliğine rağmen, sayıca daha az ve silahları daha zayıf olan Osmanlı ordusu, Libya'da İtalyanlara, Bulgaristan'da Ruslara ve Irak ile Çanakkale'de İngilizlere önemli yenilgiler yaşatmayı başardı.

Bu başarıların çoğu, Osmanlıların askeri teknik üstünlüğünden ziyade, düşman hatlarının gerisinden elde ettikleri istihbarat bilgilerine atfedilebilir. Osmanlılar bu konuda o dönemde Almanların desteğine güveniyorlardı. Egemen Bezci'nin kitabı, Osmanlı istihbaratını, dağılmış imparatorluğun ordusunu miras alan modern Türk devletiyle ilişkilendirerek bu mirası okuyucusuyla buluşturuyor.

Mustafa Kemal Atatürk’ten İsmet İnönü ve Fahrettin Altay’a kadar, ilk dönem devlet adamlarının ve yurtdışı büyükelçilerinin çoğu, cumhuriyet kurulmadan önce imparatorluğun çeşitli bölgelerinde görev yapmış subaylardı. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra hiçbir ülke, Sovyetler Birliği'ne karşı Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti'nden daha etkili bir istihbarat teşkilatına sahip olmamıştı. Türkler, Soğuk Savaş döneminde Batı'nın birincil gözü ve kulağıydı. Bunu, Almanya'daki göçmen işçileri Sovyetler Birliği’ni gözetlemek için kullanarak ya da Baas Partisi iktidara gelmeden önce Suriye'de gerçekleşen birçok darbeye derinlemesine müdahil olarak yaptılar.

Kitabının bir bölümünü tamamen Suriye'ye ayıran Bezci, ABD ve İngiltere'nin bu ülkede neler yaptığını ortaya koyuyor ve Suriye'de bugün neler olup bittiğini anlamayı kolaylaştıracak bir giriş sunuyor. Suriye, sadece Şam'ı kimin yöneteceğini belirleyen bir arena değil, aynı zamanda Sovyetlere karşı yürütülen karşı casusluk operasyonlarında hayati bir merkezdi ve önemi Çin'e kadar uzanıyordu.

Polonya ve Macaristan başta olmak üzere Avrupalılar bile, Türk Hava Kuvvetleri'nin dikkat çekici yükselişi nedeniyle, sadece istihbarat konusunda değil, askeri teknoloji konusunda da Türkiye'ye güvenmeye başladılar.

Genç Türkiye Cumhuriyeti, yüzyıllara dayanan kurumsal hafızayı miras aldı. Modern istihbarat literatüründe yaygınlaşan ve bugün Hillary Clinton, Donald Trump ve NATO ülkelerinin liderleri gibi politikacılar tarafından kullanılan ‘derin devlet’ kavramının ilk çıkış noktasının Osmanlıların ‘derin devlet’ ifadesi olduğu söylenebilir. Osmanlı İmparatorluğu, imparatorluğun çöküşünden sonra hayatta kalmak için bir mekanizma olarak son günlerinde bu terimi icat etti. Böylece bu mirası sadece yeni cumhuriyette değil, Türklerin nüfuz alanı içinde kabul edilen uzak topraklarda da devam ettirebildi.

Hakan Fidan ve İbrahim Kalın da bu mirasın günümüzdeki mirasçıları olarak karşımıza çıkıyor.

Trump’ın “Çok akıllılar” dediği Fidan ve Kalın

Donald Trump'ın Türklerin ‘çok akıllı’ olduğu yönündeki açıklamasına geri dönelim. ABD Başkanı, bu sözle yetinmedi, onların bu kadar güçlü ve zeki olmalarını sevmediğini belirterek, ihtiyatlı ama samimi bir dille hayranlığını “Onları görmezden gelmek mümkün değil” sözleriyle ifade etti. “Türkiye Suriye'yi ele geçirdi” şeklindeki tekrar eden ifadesinden ise Ukrayna'nın Rusya'ya karşı insansız hava araçları (İHA) ile yürüttüğü savaşında Ankara'nın rolüne kadar, Washington'ın Türkiye'ye bakışında bir değişiklik olduğu açıktı.

fghy
Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunun yüzüncü yılını kutlamak için İstanbul Boğazı'nda düzenlenen deniz geçit töreninde, TCG Anadolu (L-400) çok maksatlı amfibi gemisinde bulunan bir Bayraktar TB2 İHA’sı ve helikopterler, 29 Ekim 2023 (AFP)

Trump'ın Suriye'ye tekrar tekrar odaklanması, Türk istihbaratının başarısının kanıtı oldu. MİT Başkanı İbrahim Kalın, Beşşar Esed’in Rusya'ya kaçmasının ardından Şam'a ilk giden yetkili oldu. Akademisyenlik, klasik müzik, dilbilim ve felsefe gibi çok yönlü bir kariyere sahip olan Kalın, ABD’de eğitim görmüş, ancak kökleri Asya'ya dayanan bir düşünürdür.

Türkiye'nin Şam Büyükelçisi (Nuh Yılmaz), Suriye ve Irak'taki savaş dosyaları arasında gidip gelerek uzun yıllar gölgede kaldıktan sonra, dışişleri bakan yardımcısı olarak kamuoyu önüne çıktı ve ardından şu anki görevine atandı. Rusları ve İranlıları ustaca atlatmayı başaran Büyükelçi hem Türkiye'nin hem de ABD'nin Suriye'de istikrarı sağlamak için ihtiyaç duyduğu kişi haline geldi.

Bir diğer örnekte, İran'da dokuz yıl görev yapan bir Türk diplomat, Türkiye'yi Tahran'la gizli ilişkilerde ve ona karşı yürütülen casusluk faaliyetlerinde kilit oyuncu haline getiren ‘gölge savaşçılardan’ biri olarak değerlendiriliyor.

Çerkeslerin Türk istihbaratında oynadığı rol, Karadeniz bölgesinin jeopolitiğinde Rusya'ya üstünlük sağladığından Moskova'nın Ankara ile koordinasyon kurmaktan başka çaresi kalmamıştır. Türk derin devleti ile Kırım Tatarları arasındaki sağlam bağlar, Rusya’nın bu bölgede yayılmasına karşı mücadelede kilit bir faktör olarak rol oynuyor.

Bu üstünlük, ABD'nin sadece gözlemci olarak kaldığı Ermenistan'da Rusya ile yaşanan çatışmada da açıkça görüldü. Hatta bazıları Türkiye'nin, Yakın Doğu İşlerinden Sorumlu Dışişleri Bakan Yardımcılığı görevi için aday gösterdiği Joel Rayburn'ün geri çekilmesinde parmağı olduğunu, çünkü Türkiye'nin uzun süredir Rayburn'ün Suriye konusundaki vizyonuna karşı çıktığını söylüyor. Bir de Trump'ın Türkiye’deki elçisi olmaktan ziyade şakayla karışık ‘Türkiye'nin Ortadoğu Temsilcisi’ olarak anılan ABD'nin Ankara Büyükelçisi (Tom Barrack) var ki, bu da Türkiye'nin ABD'nin üst düzey çevrelerinde ne kadar etkili olduğunu gösteriyor.

Türkiye ve Hava Kuvvetleri istihbaratı: Bayraktar'dan Kaan'a

Polonya ve Macaristan başta olmak üzere Avrupalılar bile, Türk Hava Kuvvetleri'nin dikkat çekici yükselişi nedeniyle, sadece istihbarat konusunda değil, askeri teknoloji konusunda da Türkiye'ye güvenmeye başladılar. Şarku’l Avsat’ın al Majalla’dan aktardığı analize göre bu durum artık ABD savunma sanayisine girmeye hazırlanan Bayraktar İHA’larıyla sınırlı kalmayıp Türk istihbaratının, özellikle Hakan Fidan'ın rolüyle yükselişe geçen Pavo Group ve Canik Arms gibi daha küçük şirketleri de kapsıyor.

“Küresel güçlerin savunma tedarikçisi olarak Türkiye'ye yönelmesinin sebebi sadece teknoloji değil, aynı zamanda insan ve teknik unsurları içeren entegre bir istihbarat sistemi olması da buna itiyor.

Fidan, dışişleri bakanlığı görevini üstlenmeden önce yaklaşık 15 yıl boyunca Türkiye'nin istihbarat teşkilatının başında görev yaptı. Ayrıca, Ankara'nın Latin Amerika'dan Afrika ve Güney Asya'ya kadar uzanan etki alanını genişletmesinde önemli bir rol oynayan, Türkiye'nin dünya çapındaki yardım programından da sorumluydu.

Endonezya tarafından satın alınan ve diğer Doğu Asya ülkelerinin de ilgisini çeken TUSAŞ Kaan savaş uçağı, sadece bir mühendislik projesi değil, Türkiye'nin ABD'ye bağımlı olmadan kendi motorlarını geliştirme konusundaki bağımsızlığının da bir ifadesidir.

dfgt
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin (KKTC) bölünmüş başkenti Lefkoşa'da, 1974 yılında Kıbrıs'ın işgalini anmak için düzenlenen askeri geçit törenine katıldılar, 20 Temmuz 2025 (Reuters)

Küresel güçlerin savunma tedarikçisi olarak Türkiye'ye yönelmesinin sebebi sadece teknoloji değil, aynı zamanda insan ve teknik unsurları içeren entegre bir istihbarat sistemi olması da buna itiyor. Türkiye'nin ABD ve Avrupa'ya tamamen bağımlı olmadan öğrenme, uyum sağlama ve yenilik yapma kabiliyeti, onu ABD’nin savunma alanında hegemonyasına alternatif arayan Afrika, Asya ve hatta Güney Amerika ülkeleri için cazip bir seçenek haline getirdi.

Türk istihbaratının yükselişi Trump'ın dikkatini çekerken, Avrupalılar da Ankara'yı Rusya ve Çin'e karşı stratejik bir seçenek olarak görmeye başladı.


İsrail Dışişleri Bakanlığı, Trabzon'daki eyleme tepki gösterdi

Kafasına çuval geçirilen Netanyahu maketinin üzerine "Savaş suçlusu" yazılı bir kağıt da asıldı (X/Kemalsaglamart1)
Kafasına çuval geçirilen Netanyahu maketinin üzerine "Savaş suçlusu" yazılı bir kağıt da asıldı (X/Kemalsaglamart1)
TT

İsrail Dışişleri Bakanlığı, Trabzon'daki eyleme tepki gösterdi

Kafasına çuval geçirilen Netanyahu maketinin üzerine "Savaş suçlusu" yazılı bir kağıt da asıldı (X/Kemalsaglamart1)
Kafasına çuval geçirilen Netanyahu maketinin üzerine "Savaş suçlusu" yazılı bir kağıt da asıldı (X/Kemalsaglamart1)

İsrail Dışişleri Bakanlığı, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu'nun maketinin cumartesi günü Trabzon'da "Netanyahu'ya idam" afişiyle birlikte bir inşaat vincine asılmasına tepki gösterdi.

Pazar günü X'te yapılan paylaşımda, Artvin Çoruh Üniversitesi Görsel İletişim Tasarımı bölümünde öğretim üyesi olan Kemal Sağlam'ın öncülüğüyle gerçekleştirilen eylemde TOKİ konutları inşaatındaki bir vincin kullanıldığı hatırlatıldı:

Türk akademisyen Başbakan Netanyahu'nun maketini bir 'İdam Cezası' afişiyle birlikte asıyor. Bir devlet şirketi gururla yardım ediyor. Türk yetkililer bu skandala karşı çıkmadı. Erdoğan'ın Türkiyesi'nde nefret ve antisemitizm kınanmıyor, kutlanıyor.

Sağlam, yerel basına yaptığı açıklamada Gazze'deki katliamlara dikkat çekmek istediğini belirterek "İsrail hükümetinin politikası uluslararası hukuku ve insan haklarını ihlal ediyor" demişti. 

Türkiye'deki resmi makamlar henüz konuya dair herhangi bir açıklama yapmadı. 

Gazze savaşı Ankara-Tel Aviv ilişkilerini gerse de Türkiye, Mısır ve Katar'la birlikte ABD Başkanı Donald Trump'ın 20 maddelik planının garantörlerinden biri oldu. 

ABD'nin talebi üzerine Türkiye, ateşkes ve rehine takası anlaşmasını imzalaması için Hamas'ı ikna etmişti. Trump da Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'a desteği için teşekkür etmişti.

Diğer yandan Türkiye'nin Gazze Şeridi'ne konuşlandırılacak uluslararası güvenlik gücünde yer alamayabileceği son günlerde bildiriliyor.

ABD Dışişleri Marco Rubio, Gazze'de görev yapacak güvenlik gücünün İsrail tarafından da onaylanması gerekeceğini cuma günü söyledi.

Rubio, Türkiye'nin katılımına dair doğrudan açıklama yapmazken, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, ABD Başkanı Yardımcısı JD Vance'le 22 Ekim'de yaptığı görüşmede Türkiye'nin olası rolüne dair "Bu konuda karar İsrail yönetimine danışılarak alınacak. Çok net görüşlerim var" demişti.

Independent Türkçe, RT, Haber61


Reuters: Türkiye, ABD ve Avrupa’yla savaş jeti pazarlığında

Analizde, Erdoğan'ın son dönemdeki diplomatik başarılarını kullanarak ABD'yle savaş jeti anlaşmalarını tamamlamak istediği yazılıyor (Reuters)
Analizde, Erdoğan'ın son dönemdeki diplomatik başarılarını kullanarak ABD'yle savaş jeti anlaşmalarını tamamlamak istediği yazılıyor (Reuters)
TT

Reuters: Türkiye, ABD ve Avrupa’yla savaş jeti pazarlığında

Analizde, Erdoğan'ın son dönemdeki diplomatik başarılarını kullanarak ABD'yle savaş jeti anlaşmalarını tamamlamak istediği yazılıyor (Reuters)
Analizde, Erdoğan'ın son dönemdeki diplomatik başarılarını kullanarak ABD'yle savaş jeti anlaşmalarını tamamlamak istediği yazılıyor (Reuters)

Türkiye bölgedeki hava gücünü artırmak için Avrupa ve ABD'den savaş jetleri satın alma çalışmalarını hızlandırdı.

Reuters'ın analizinde Ankara yönetiminin, ABD'nin tedarik ettiği F-15, F-16 ve F-35 jetlerine sahip İsrail'in Gazze, İran, Suriye, Lübnan ve Katar'a düzenlediği saldırılar karşısında tedirgin olduğu yazılıyor. Türkiye'nin "potansiyel tehditlere karşı koymak ve savunmasız kalmamak için hava gücünün hızla artırılmasını" istediği ifade ediliyor.

Kimliğinin paylaşılmaması şartıyla konuşan bir kaynak, Türkiye'nin acil ihtiyacını karşılamak için Katar ve Umman'dan 12 adet kullanılmış Eurofighter Typhoon jeti satın alacağını söylüyor.

Satışın, Eurofighter konsorsiyumundaki Birleşik Krallık (BK), Almanya, İtalya ve İspanya tarafından onaylanması gerekiyor. Bu süreçte 28 yeni savaş uçağının daha ileri tarihlerde tedarik edilmesi planlanıyor.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın Katar ve Umman ziyaretlerinde jet sayısı, fiyatlandırma ve teslim takvimini gündeme getireceği öne sürülüyor.

BK ve Türkiye, temmuzda 40'a yakın Eurofighter uçağı için ön anlaşma imzalamıştı. Londra yönetiminden bir kaynak, "Sözleşmenin son detaylarını yakında belirlemeyi umuyoruz" diyor.

Türkiye Savunma Bakanlığı'ndan yapılan açıklamada, nihai bir anlaşmaya varılmadığı ve Britanya'yla görüşmelerin olumlu yönde ilerlediği, diğer konsorsiyum üyelerinin de jet tedarikini desteklediği belirtiliyor.

Katar ve Umman ise gelişmelerle ilgili yorum yapmadı.

Türkiye, 2020'de Rus menşeli S-400 hava savunma sistemlerini satın almış, ABD de misilleme olarak CAATSA yaptırımlarını devreye sokup Ankara'yı F-35 programından çıkarmıştı.

Analizde, Erdoğan'ın geçen ay Beyaz Saray'da ABD Başkanı Donald Trump'la görüşmesinde ilerleme sağlanamadığı savunuluyor. Ancak Türkiye'nin, Gazze savaşında Hamas'ı ateşkes anlaşmasını imzalamaya ikna etmekte oynadığı rolle ivme kazandığı, bu sayede CAATSA yaptırımlarını aşmayı istediği aktarılıyor.

Kaynaklar, Trump'ın özel bir "muafiyet" kararı alarak, F-35 tedarikinin önünü açabileceğini söylüyor. Ankara'nın ilerleyen süreçte Washington'a böyle bir hamle teklifiyle gidebileceği öne sürülüyor.

AK Parti Dış İlişkiler Başkan Yardımcısı Harun Armağan şu yorumları yapıyor:

CAATSA meselesinin çözülmesi gerekiyor. Bunun başkanlık muafiyetiyle mi yoksa Kongre kararıyla mı olacağı ABD'nin inisiyatifinde. Diplomasi ve işbirliği çabaları sürerken, bu CAATSA meselesi biraz tuhaf görünüyor.

ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü, Trump'ın Türkiye'nin stratejik önemini bildiğini ve "tüm bu bekleyen sorunlara yaratıcı çözümler aradığını" söylüyor. Ancak olası planlara dair daha fazla bilgi paylaşmıyor.

Reuters, Türkiye'nin Batılı ülkelerden silah tedarikinde yaşadığı zorlukların ardından kendi beşinci nesil savaş uçağı KAAN'ı geliştirdiğine de dikkat çekiyor. Ancak KAAN'ın, Türk hava gücünün belkemiğini oluşturan F-16'ların yerini almasının yıllar sürebileceği yazılıyor. Ayrıca hava savunma sistemi Çelik Kubbe'nin geliştirme sürecinin de hızlandırıldığı belirtiliyor.

Independent Türkçe, Reuters, Defence News