Atatürk zamanında müzik Arapları ve Türkleri böyle birleştirdi…

Yeni bir kitap, iki kültür arasındaki etkileşimin tarihini sunuyor.

Eduardo Ramon
Eduardo Ramon
TT

Atatürk zamanında müzik Arapları ve Türkleri böyle birleştirdi…

Eduardo Ramon
Eduardo Ramon

Teysir Halef

Türkler, 2 Kasım 1934 sabahında şoke edici bir haberle uyandılar. Haberde İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın Türk radyo programlarında doğu müziğinin tamamen yasaklayan ve bunun yerine sadece batı tarzı müzik parçalarının yayınlanacağına dair bir genelge yayınladığı bildiriliyordu. Türk halkı bunun üzerine radyo alıcılarını Arap radyo istasyonlarına, özellikle de Mısır radyolarına yönlendirdi. O günden sonra hem Ümmü Gülsüm hem de Muhammed Abdülvehhab Türk halkı arasında en popüler şarkı söyleyen yıldızları haline geldi. Türk araştırmacı ve akademisyen Murat Özyıldırım’ın bugünlerde ‘Kelime’ tercüme projesi için Melek Deniz Özdemir ve Ahmed Zekeriya tarafından Arapçaya tercüme edilen “Arap ve Türk Musikisinin XX. Yüzyıl Birlikteliği” başlıklı kitabının ana tezi bu.

“Türk Doğu müziğine yönelik saldırı, bunun meyhane müziği olduğu ve salt Türk müziği olmayıp Bizans, Pers ve Arap müziği karışımı olduğu gerekçesiyle başlatıldı. Öyle ya yeni doğan cumhuriyet modernleşme sürecine ayak uydurmak istiyorsa şayet, Türkler sevse de bu mirası terk etmek gerekiyordu”

Meyhane müziği!

İlk duyulduğunda kulağa garip gelen bu karar, 1923 yılında Türkiye Cumhuriyeti’nin ilanıyla başlayan siyasi-toplumsal tartışmanın sonucundan başka bir şey değildi. Nitekim cumhuriyetin doğuşuyla birlikte devleti ve vatandaşları doğulu kimliklerden sıyırıp Avrupalıya dönüştürmeyi hedefleyen farklı yönelimlerdeki modernleşme hareketleri ortaya çıkmıştı. Yazıda Arap harflerinin yerine Latin harflerinin tercih edilmesi ve Doğu tarzı kıyafetlerin Batı tarzı kıyafetlerle değiştirilmesi gibi radikal başka kararlar bir nebze kolaylıkla kabul ettirilse de müzik bu arzunun yolunda bir engel olarak kaldı. Meselenin karmaşık ve o dönemde Türk Batılı entelektüellerinin kafasında dahi fikrin oturmamış olmasına rağmen, kimsenin arzulamadığı aksi sonuçlara yol açan yersiz bir deneme süreci başlatıldı.    

Türk Doğu müziğine yönelik saldırı, bunun meyhane müziği olduğu ve salt Türk müziği olmayıp Bizans, Pers ve Arap müziği karışımı olduğu gerekçesiyle başlatıldı. Öyle ya yeni doğan cumhuriyet, modernleşme sürecine ayak uydurmak istiyorsa şayet, Türkler sevse de bu mirası terk etmeliydi.

Bu fikir, milliyetçi düşünür Ziya Gökalp’in 1923 yılında yayınlanan “Türkçülüğün Esasları” adlı kitabında ele alınmıştır. Gökalp şöyle diyor: “Bugün önümüzde üç tür müzik var: Doğu müziği, Batı müziği ve halk müziği. Bizim için bunlardan hangisi milli? Bizce Doğu müziği hastalıklıdır ve vatansever değildir. Halk müziği bizim kültürümüzün müziği, Batı müziği ise yeni uygarlığımızın müziği; dolayısıyla bu ikisi bize yabancı değil. O halde milli müziğimiz, ülkemizdeki halk müziği ile Batı müziğinin karışımından doğacaktır.”

Bu kutuplaşmanın bir sonucu olarak 29 Aralık 1926’da Milli Eğitim Bakanı Mustafa Necati Bey, o dönemde müzik enstitüsü olan Darü’l-Elhan’daki Doğu müziği eğitimi kısmının kapatılıp, eğitimin Batı müziğiyle sınırlandırılmasını emretti. Anlaşılacağı üzere hedef, nesilleri Batı müziğiyle yetiştirmekti.

Foto: Münire el-Mehdiye
Münire el-Mehdiye

Münire el-Mehdiye ve Atatürk’ün tavsiyesi

Araştırmacı Murat Özyıldırım’a göre Doğu müziği üzerine yapılan toplumsal ve siyasi tartışmaların çözümü açısından en önemli olay, 9 Ağustos 1928 gecesi İstanbul’da meşhur bir konser sırasında yaşandı.

Mustafa Kemal Atatürk, Sarayburnu’nda ünlü Mısırlı şarkıcı Münire el-Mehdiye’nin yanı sıra bir Türk grubu ve caz müziği icra eden yabancı grubun katıldığı bir konsere davet edilmişti.

Mısırlı sanatçı, Atatürk’e saygılarını sundu ve sonra meşhur eserlerinden bir seçki yapıp şarkı söylemeye başladı. Bu şarkılar arasında Atatürk’ün 1905-1906 yıllarında Şam’da iken dinlemeyi sevdiği şarkılar da yer alıyordu. En ilginci de şuydu ki sanatçı, başından sonuna kadar Atatürk’ü övdüğü bir şiir okudu ve bunun üzerine dinleyicilerden coşkulu bir alkış aldı. Konserden sonra Mustafa Kemal Paşa, Münire el-Mehdiye’yi çağırarak ona Batı müziği öğrenmesini tavsiye etti ve şöyle dedi: “Bu sesle seni tüm dünya dinler; şöhretin tam olsun.”

O gecenin tanıklarından biri olan ünlü Türk gazeteci ve yazar Falih Rıfkı [Atay], Sarayburnu’ndaki insanların çok neşeli olduğunu ve bu durumun Atatürk’ün mutluluğunu artırdığını söylüyor. Atay, o gecenin havasını bozan şeyin Arap müziği olduğu yönündeki iddiasını ise şu sözlerle ifade ediyor: “Ağlatan Arap ezgileri, havayı bozdu.” Bu demek oluyordu ki neşe kaynağı, caz müziğiydi!

Konser esnasında Atatürk, bir konuşma yaptı. Türk gazetelerinde yayınlanan bu konuşmada, Türk alfabesinin Arapların alfabesiyle aynı olmaması gerektiği ve Türk müziğinin de biraz önce dinledikleri o müzik olmadığını söyledi ki kastettiği, Münire el-Mehdiye’ydi. Atatürk bu konuşmasında şu ifadelere yer vermişti: “Bu gece, tesadüfen Doğu’nun en güzide orkestrasını, bilhassa sahneye ilk çıkan Münire el-Mehdiye Hanım’ı dinledim; sanatında başarılıydı. Ancak benim Türk duygularım için bu basit müzik, Türklük ruhunu ve şuurunu tatmin etmeye yetmez. Şimdi uygar dünyanın müziğini de dinledim (caz müzik orkestrasını kastediyor); o ana kadar Doğu müziği karşısında hareketsiz görünen insanlar hemen hareketlendi. Hepsi keyifle dans ediyor. Bu, çok doğal bir şey. Gerçekten neşeli ve mutlular. Bu halkın güzel doğasını fark etmediyseniz bu, onların suçu değil. Kısır uygulamalar, acı ve feci sonuçlar doğuruyor ve bu yüzden Türk milleti hüzünleniyor. Millet şimdi hatalarını kanla düzeltti, artık rahat. Türk halkı mutlu ve morali yerinde. Türk insanı artık mutlu.”

“Bu seçkinci saçmalık yüzünden tüm Türkler, Arap müziğine yöneldi ve Ümmü Gülsüm, Abdülvehhab, Leyla Murad ve diğer meşhur Arap sesleri gibi ünlü isimleriyle Mısır Ulusal Radyosu, Türk dinleyicilerin uğrak noktası oldu”

Bir müzik devrimi

Atatürk’ün bu konuşmasından sonra Doğu müziğinin yasaklanması çağrısında bulunan kalemler cesaret buldu ve bu müziğin, yükselen ulusun ruhu üzerindeki olumsuz yansımalarını sergilemekte ustalaştı. Birkaç yıl sonra 1930’da Atatürk, Alman “Voss” dergisiyle yaptığı bir röportajda ‘müzik devrimiyle’ tam olarak ne istediğini açıkladı. Ünlü gazeteci Emil Ludwig kendisine Türk müziğini iyileştirme vizyonunu sorduğunda Atatürk şöyle dedi: “Batı müziğinin mevcut haline gelmesi ne kadar zaman aldı?” Gazeteci bu soruya “400 yıl” cevabını verince Atatürk de şu karşılığı verdi: “Bizim bu kadar beklemek için vaktimiz yok. Bu yüzden Batı müziğini almaya karar verdik.”

Ancak tartışmayı bitiren ve sonrasında Türkiye’yi hiç olmadığı bir hale getiren son konuşma, Lider Atatürk’ün 1 Kasım 1934’te Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yaptığı şu konuşma oldu: “Arkadaşlarım! Biliyorum ki vatanın gençlerinin tüm güzel sanatlarda yükselmesini istiyorsunuz. Bizim yaptığımız da bu. Ancak her şeyden önce ve olabildiğince hızlı bir şekilde Doğu müziğini ele almamız gerek. Milletin yeni değişiminin ölçüsü, müzikteki değişimi idrak edip anlama yeteneğidir. Bugün icra edilen müzik, övgüye değer olmaktan çok uzak. Bunu açıkça bilmek gerek. Milli duygu ve düşünceleri ifade eden kelimeleri derleyip genel son müzik kurallarına göre incelememiz lazım. Türk milli müziği, ancak bu düzeyde yükselebilir ve dünya müziği arasındaki yerini alabilir. Temennim odur ki, Kültür Bakanlığı bu göreve gereken önemi versin ve halk da ona bu konuda yardımcı olsun.”

tt

Timur yasağı

Bu konuşmanın ertesi günü Türk radyosunda Doğu müziğinin yayınlanmasını yasaklayan karar çıktı ve bunu, kamusal alanlarda Doğu müziğinin yasaklanmasına dair tartışmalar izledi. Cumhuriyet gazetesinde 8 Kasım 1934’te “halkın ruhuna hitap etmeyen hüzünlü müziğin halka açık yerlerden kaldırılması için TBMM’ye teklif sunmaya hazırlanan belediye meclisi üyelerinin” toplandığı haberi yayımlandı. Amaç, geleneksel Türk müziğinin radyoda yasaklandıktan sonra gazinolarda da yasaklanmasıydı. Bu haberlere rağmen gazinolarda Türk müziği dinletilmeye devam etti; okullarda geleneksel Türk müziğinin yasaklandığı dönemde bile. Yine aynı gazetede yayınlanan bir makalede bu illetin kökünü kurutmanın bir yolu olarak, geleneksel Türk müziği plaklarının dağıtımının yasaklanması çağrısı yapıldı.

Ancak sıradan insanlar, Türk ulusal radyolarında kafalarını patlatan Batı müziğine alternatif olarak Arap radyolarında, özellikle de Mısır radyolarında kendilerine bir çıkış kapısı buldular. Araştırmacı Özyıldırım, kitabında şu soruyu soruyor: “Devletin ileri gelenleri, çok sesli Batı müziğini hayranlıkla dinliyordu; peki, devleti oluşturan esas unsur olan Türk milleti o dönemde ne dinliyordu: Pretorius’u mu Muhammed Abdülvehhab’ı mı?” Bir yazar, Batı müziğinin Türk radyosunu işgaliyle yaşananları, Timurlenk’in işgaline benzetiyor, yani zulümde ondan aşağı kalır yanı olmadığını söylüyordu.

Türk “Yedigün” dergisinde Ümmü Gülsüm haberi
Türk “Yedigün” dergisinde Ümmü Gülsüm haberi

Abdülvehhab ve Ümmü Gülsüm

Bu seçkinci saçmalık yüzünden tüm Türkler, Arap müziğine yöneldi ve Ümmü Gülsüm, Abdülvehhab, Leyla Murad ve diğer meşhur Arap sesleri gibi ünlü isimleriyle Mısır Ulusal Radyosu, Türk dinleyicilerin uğrak noktası oldu. Arap şarkıları, Türk evlerine ve kahvehanelerine girdi. Bunun Türk müziğinin başka dildeki versiyonundan başka bir şey olmadığını söyleyen Prof. Yalçın Tura şöyle diyor: “O dönemde Arap müziği, yenilik ve bilhassa Batılılaşma evresindeydi. Muhammed Abdülvehhab’ın onlarca şarkısının dinletildiği Mısır filmlerinde de bunun pek çok örneği görülebilir.”

Yasaklama kararından iki yıl sonra Atatürk, Osman Pehlivan’ın tanbur ezgilerinin yayınlamasına dair örtük bir karar aldı. Bu karar, Doğu müziği yasağının kaldırılması olarak değerlendirilse de bu gelişme, bu müzisyenin şarkılarıyla sınırlı kalarak, bunun dışındakiler yasak olmaya devam etti.

“Arap ve Türk müzisyenler arasında Türk müzisyen Münir Nureddin Selçuk ile Muhammed Abdülvehhab ve Türk şarkıcı Perihan Altındağ Sözeri ile Ümmü Gülsüm arasındaki ilişki gibi sanatçı dostlukları kuruldu”

Geç gelen geri adım

O günlerin Türkiye’sindeki acayipliklerden biri de bizzat Atatürk’ün Doğu müziğine düşkün olup hayatı boyunca Batı müziğinden hoşlanmamasıydı. Yasağı kaldırma kararından bir süre sonra şu açıklamayı yapmıştı: “Maalesef, benim sözlerimi yanlış anladılar. Ben, neşeyle dinlediğimiz Türk müziğini Batılılara da dinletmek için bir yol bulmamız gerektiğini kastetmiştim. Yoksa, gelin Türk ezgilerinden kurtulup Batı ülkelerinin müziğini alarak kendimize mal edelim, demedim. Sözlerimi yanlış anladılar ve öyle bir gürültü kopardılar ki, bir daha bu konu hakkında konuşamadım.”

Çok açıktır ki Atatürk, resmî kayıtlara geçen talimatlarının yanlış olduğunu, bu talimatların Türk halkını Araplara daha da ittiğini anladı. Bu yüzden bu ilginç açıklamayla “felaketi” gidermeye çalıştı ama geri adım atmak için çok geçti. Nitekim, Doğu müziği eğitim kurumlarında kaybolmuş, Arap müziği Türklerin ilk tercihi haline gelmiş ve hem Ümmü Gülsüm hem de Abdülvehhab, Türk sokağının tartışmasız iki yıldızı olmuştu.

Mısır sineması ve sanatsal ilişkiler

Kitap, Mısır müzikal filmlerinin Türk sinema salonlarında yayılması meselesini de detaylı bir şekilde ele alıyor. Türkler, radyoda Mısırlı şarkıcıların seslerine aşina olduktan sonra kitleler Mısır filmlerinin gösterildiği Türk sinema salonlarına akın etti. Bu bağlamda araştırmacı, Türkiye hükümetinin o dönemde bu durumdan duyduğu rahatsızlığı ve bu filmlerin Türkçe dublaj olmadan gösterilmesini engellemek için attığı adımları da ayrıntılı olarak ele alıyor. Araştırmacı ayrıca, Türk ve Arap müzisyenlerin Türkiye’de ve bazı Arap ülkelerinde birbirlerini ziyaret etmelerinin ve bu ziyaretlerde kurdukları ilişkilerin müzik etkileşimindeki rolüne de odaklanıyor. Bu bağlamda, Osmanlı döneminde klasik Türk müziğinin büyük bestecilerinin sonuncusu kabul edilen Zekai Dede Efendi’nin Mısır ziyareti ve Arap müziği öğrenimi ile Mısırlı şarkıcı ve besteci Abdu el-Hamuli’nin İstanbul ziyareti ve Mısır’a döndükten sonra klasik müziğe yeni makamlar ve ritimler eklemesini ele alıyor. Bu ziyaretler esnasında Arap ve Türk müzisyenler arasında kurulan pek çok sanatçı dostluğuna da ışık tutuluyor. Türk müzisyen Münir Nureddin Selçuk ile Muhammed Abdülvehhab ve Türk şarkıcı Perihan Altındağ Sözeri ile Ümmü Gülsüm arasındaki dostluk buna örnektir. Hatta Sözeri, Ümmü Gülsüm’den “Gannili Şuvey Şuvey” şarkısını öğrenerek İstanbul gazinolarında söylemeye başladı.

Foto: Ümmü Gülsüm Kahire’de Ankara Radyo Topluluğu ile
Ümmü Gülsüm Kahire’de Ankara Radyo Topluluğu ile

Araştırmacı bu müzik etkileşiminin etkenleri arasında Araplar ile Türkler arasında bir köprü olan dergilerin rolüne de değiniyor ve Arap müzisyenlere ilgi gösteren önemli Türk sanat dergileri ile bunların Arap muadillerini inceliyor. Bu bağlamda, Muhammed Abdülvehhab ve Ümmü Gülsüm gibi Arap müzisyenlerle yapılan birçok röportaja ve sanat haberine yer veriyor. Ümmü Gülsüm’ün Türk dergileriyle yaptığı bu görüşmelerde çok arzuladığını ifade etmesine rağmen İstanbul’u ziyaret etmemesini masaya yatırarak, bu konuya dair birçok görüşü zikrediyor. Yazar, kitabını Türkiye’de Arap müziğinin arabesk müzikle ilişkisine dair yapılan tartışmalardan bahsederek bitiriyor. Bu konuda pek çok görüş ileri sürerek, sonunda arabeskin Arap müziğinin Türkiye’ye giriş yollarından biri olduğunu kanıtlıyor.



Türkiye-Suriye normalleşmesi: Olasılık ve sürdürülebilirlik

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esed ile Şam'daki Halk Sarayı'nda tokalaşırken, 11 Ekim 2010 (AP)
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esed ile Şam'daki Halk Sarayı'nda tokalaşırken, 11 Ekim 2010 (AP)
TT

Türkiye-Suriye normalleşmesi: Olasılık ve sürdürülebilirlik

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esed ile Şam'daki Halk Sarayı'nda tokalaşırken, 11 Ekim 2010 (AP)
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esed ile Şam'daki Halk Sarayı'nda tokalaşırken, 11 Ekim 2010 (AP)

Ömer Önhon

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esed ile görüşme çağrılarını daha yüksek sesle dile getirmeye başladı. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Geçtiğimiz hafta Washington'da gerçekleşen NATO Liderler Zirvesi kapsamında düzenlenen basın toplantısında bir soru üzerine Esed'i Türkiye'de ya da üçüncü bir ülkede görüşmeye davet ettiğini söyledi.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ı Ankara ile Şam arasındaki gerilimin sona erdirilmesi için uygun atmosferi oluşturmakla görevlendirdi. Washington dönüşü uçakta açıklamalarda bulunan Cumhurbaşkanı Erdoğan, ABD ve İran'ın bu olumlu gelişmeleri memnuniyetle karşılaması ve desteklemesi gerektiğini söyledi.

Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın daha önceki ‘Esed'siz Suriye’ politikasını terk ettiği ve Suriye'deki sorunları Esed ile birlikte çözmek istediği açık.

Suriye Devlet Başkanı Esed, Cumhurbaşkanı Erdoğan'la görüşmek için Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) Suriye'nin kuzeyinden çekilmesini şart koşarken, Türkiye görüşmelerin önkoşulsuz olarak devam etmesi gerektiğini vurguluyor. Türk uzmanlara göre Türkiye, Suriye'nin kuzeyinde sonsuza kadar kalma niyetinde değil, ancak Erdoğan'ın ‘terör örgütü’ olarak tanımladığı grupların kontrolü altındaki bölgeden Türk topraklarının hedef alınmayacağına dair kendisine garantiler verilmesine ihtiyaç duyuyor.

Erdoğan'ın tekrarlanan çağrılarına Suriye'den verilen doğrudan yanıt bu kez Esed’den değil, Suriye Dışişleri Bakanlığı'ndan yapılan yazılı bir açıklamayla geldi. Bakanlık açıklamasında, iki ülkenin çıkarlarının çatışmaya ya da düşmanlığa değil, sağlıklı bir ilişkiye dayandığı ve Türkiye ile ilişkilerin normale ve 2011 öncesine dönmesine bağlı olduğu ifade edildi.

Açıklamada, şu ifadeler yer aldı:

Normalleşmeye yönelik her türlü girişim, arzu edilen sonuçlara ulaşılmasını amaçlayan sağlam temellere dayanmalı. Bunların başında da yasadışı güçlerin Suriye topraklarından çekilmesi ve sadece Suriye'nin değil, Türkiye'nin de güvenliğini tehdit eden terörist gruplarla mücadele edilmesi geliyor.

Bana göre bu açıklama normalleşme sürecinin başlamasına dair herhangi bir önkoşul dayatmaktan ziyade, süreç başladıktan sonra nelerin başarılması gerektiğinin ana hatlarını çiziyor.

Açıklamada ayrıca Şam’ın ‘Suriye-Türkiye ilişkilerinin düzeltilmesi için samimi çabalar bulunan kardeş ve dost ülkelere teşekkürleri ve takdirleri’ dile getirildi.

Türkiye ile Suriye arasındaki normalleşme sürecine Rusya arabuluculuk yapıyor ve henüz netleşmemiş olsa da Irak'ın da bir rolü olduğuna inanılıyor. Ancak normalleşmeyi mümkün ve sürdürülebilir kılmak için ele alınması gereken önemli meseleler var.

1- Suriye muhalefeti Suriye'nin kuzeybatısında kendi yönetimini kurdu ve varlığını sürdürebilmek için Türkiye'nin desteğine ihtiyaç duyuyor. Şam ile uzlaşma durumunda Türkiye'nin Suriye muhalefetini terk edeceği korkusu bu bölgelerde son zamanlarda protestoların düzenlenmesine neden oldu.

2- Başta köktendinci gruplar olmak üzere militanların ve Esed'in yönetimi altında yaşamayı reddeden Suriyelilerin gidebilecekleri tek bir yer var, o da Türkiye. Ancak Ankara'nın bir yandan Türkiye’deki Suriyelileri geri göndermeye çalışırken diğer yandan yeni Suriyeli grupları kabul etmesi büyük bir ikileme yol açacak.

3- ABD tarafından eğitilen ve donatılan Halk Koruma Birlikleri (YPG), bağımsız bir oluşum olarak kazanımlarını korumaya çalışıyor. Ancak Cumhurbaşkanı Erdoğan, Türkiye sınırlarında ‘terör devleti kurulmasına’ izin vermeyeceğini vurguluyor.

4- Suriyeli mültecilerin geri dönüşü Türkiye'de önemli bir siyasi mesele haline geldi. Dolayısıyla Ankara, Suriyeli mültecileri ülkelerine geri göndermeye çalışıyor, ancak Şam bu konuda kendisiyle iş birliği yapmadığı sürece çabaları sınırlı kalacaktır.

Türkiye'deki muhalefet partileri, Erdoğan'ın ‘katil’ olarak nitelendirdiği ve onsuz bir Suriye için aktif çaba sarf ettiği Esed'le uzlaşmayı istemesini, ‘Suriye politikalarının başarısızlığının açık bir göstergesi’ olarak görüyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, 1 Temmuz'daki kabine toplantısının ardından Suriye muhalefetine dış politikadaki gerilimi azaltmak için görüşmesi gereken herkesle görüşmekten kaçınmayacağı konusunda güvence verdi. Esed ile görüşebileceğini ve bunu yaparak Türkiye’nin (Suriye muhalefetine atıfla) kimsenin güvenine ihanet etmeyeceğini belirten Erdoğan, “Türkiye dostlarını terk eden bir ülke değildir” dedi. Türk yetkililer ayrıca Suriyeli muhalif grupların temsilcileriyle de bir araya gelerek onları ikna etmeye çalıştı.

Suriye’nin kuzeybatısında yaklaşık 5 milyon nüfusa sahip. Sadece Halep ve İdlib'den gelenler değil, aynı zamanda silahlı grupların üyeleri ve aileleri ile Humus, Hama, Şam/Doğu Guta ve Dera gibi diğer bölgelerden gelen ve 2017 yılında imzalanan ‘çatışmasızlık bölgesi’ oluşturulması anlaşmalarının ardından Esed yönetimi altında yaşamak istemedikleri için kuzeye göç eden kişiler de yaşıyor. Bu kişiler, Esed ile uzlaşmaya en azından mevcut koşullar altında niyetli değiller.

xdvfbr
Suriye'nin kuzeyindeki el-Bab kentinde Türkiye karşıtı gösteriler sırasında bir Türk askeri aracını izleyen çocuklar, 1 Temmuz (AFP)

Tüm bu zorluklara rağmen, Türk ve Suriyeli yetkililerin, özellikle de istihbarat yetkililerinin, Erdoğan ve Esed arasında olası bir görüşmenin önünü açmak için Rusya'nın arabuluculuğunda bir araya geldikleri varsayılabilir.

Şam'daki iktidarını sürdürmeyi başaran, Arap Birliği (AL) üyeliğine geri dönen ve uluslararası ilişkilerinde bazı ilerlemeler kaydeden Esed, 2011 yılındaki ayaklanmaya yol açan politikalarını ve acımasız uygulamalarını değiştirmedi. Hatta muhalefeti reddetmeyi ve rejime entegre olmalarına karşı çıkmayı sürdürüyor. Aynı zamanda özgür ve kapsamlı seçimler yapılması ve en alt düzeyde bile olsa iktidar paylaşımı gerçekleşmesi imkansız olasılıklar olarak kalmaya devam ediyor.

Ayaklanmanın başlangıcında olduğundan çok daha kötü ekonomik koşullarla birleşen mevcut durum, silahlı çatışmaların yeniden başlaması ihtimalini her zaman diri tutuyor. Rusya ve Suriye'nin İdlib'deki hedefleri bombalamaya devam etmesi, Suriye muhalefetine ve yeni bir mülteci akını potansiyeli de dahil olmak üzere Türkiye'ye her türlü ek komplikasyonu hatırlatıyor.

Türkiye'deki muhalefet partileri, Erdoğan'ın ‘katil’ olarak nitelendirdiği ve onsuz bir Suriye için aktif çaba sarf ettiği Esed'le uzlaşmayı istemesini, ‘Suriye politikalarının başarısızlığının açık bir göstergesi’ olarak görüyor.

Türkiye'nin ana muhalefet partisi Cumhuriyet Halk Partisi'nin (CHP) lideri Özgür Özel, Esed ile görüşmek üzere yakında Şam'ı ziyaret etmeyi planlıyor. Ziyaretin amacının Ankara ile Şam arasında normalleşmeyi kolaylaştırmak olduğu belirtiliyor. Ancak Suriye tarafı henüz ziyareti teyit etmedi.

BMGK’nın 2015 yılında Rusya ve Suriye de dahil olmak üzere tüm taraflarca kabul edilen 2254 sayılı kararı, Suriye’de kapsamlı bir siyasi çözüm için en iyi seçenek olmaya devam ediyor.

Mülteciler ve geri dönenler konusunda sorunun başlıca kaynağı Suriye. Türkiye'deki ve başka yerlerdeki Suriyeliler ya da en azından bir kısmı, anavatanlarında uygun sosyal, ekonomik ve güvenlik koşullar oluşturulduğu takdirde geri döneceklerdir.

Suriye'nin bu konuda ciddi adımlar atması gerekiyor ve uluslararası toplumun yardımına ihtiyaç duyacağı açık. Ancak ülke kendi kaynaklarını da kullanmalı.

ABD’nin koruması altındaki YPG/PKK, Suriye'deki tüm petrol sahalarını kontrol ediyor. Bu sahalardan çıkardığı petrolü Esed rejimi, kökten dinci örgütler ve kuzeybatıdaki muhalefet de dâhil olmak üzere çeşitli alıcılara satarak faaliyetlerini finanse ediyor. Oysa bu kaynaklardan elde edilen ülke serveti, Suriye'nin yeniden inşası ve halkın evlerine dönmesini kolaylaştıracak koşulların yaratılması için kullanılmalı.

Suriye’deki kriz sadece Türkiye ve Suriye arasındaki bir mesele olmamakla birlikte bu krizi tamamen sona erdirmenin tek yolu kapsamlı bir çözümdür.

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin (BMGK) 2015 yılında Rusya ve Suriye de dahil olmak üzere tüm taraflarca kabul edilen 2254 sayılı kararı, Suriye’de kapsamlı bir siyasi çözüm için en iyi seçenek olmaya devam ediyor.

Tüm bunlar, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Suriye Devlet Başkanı Esed önümüzdeki haftalarda bir araya gelse bile, tüm karışık konuların çözülmesinin yıllar alacağını beklememiz gerektiğini gösteriyor.

*Bu makale Şarku’l Avsat tarafından Londra merkezli Al Majalla dergisinden çevrilmiştir.