Pearl Harbor'dan Aksa Tufanı’na: Felaket getiren zaferler

Filistinliler, Gazze Şeridi'ndeki Han Yunus'ta imha edilen bir İsrail tankının üzerinde bayrak açtı (AP)
Filistinliler, Gazze Şeridi'ndeki Han Yunus'ta imha edilen bir İsrail tankının üzerinde bayrak açtı (AP)
TT

Pearl Harbor'dan Aksa Tufanı’na: Felaket getiren zaferler

Filistinliler, Gazze Şeridi'ndeki Han Yunus'ta imha edilen bir İsrail tankının üzerinde bayrak açtı (AP)
Filistinliler, Gazze Şeridi'ndeki Han Yunus'ta imha edilen bir İsrail tankının üzerinde bayrak açtı (AP)

Macid Kayali

Aynı büyüklükte ve etkide tarihsel olaylar, farklı koşullara ve verilere rağmen şu ya da bu şekilde tekrarlandı. Buradaki ders, aktörün gücünü abartmasında, hesaplanmamış bir hareketinden kaynaklanan felaket niteliğindeki yansımaları ve olumsuz tepkileri öngörememesinde veya tahmin edememesinde yatmaktadır.

Bunun uluslararası düzeydeki bir örneği, Japon ordusunun Pearl Harbor'a ani saldırısı (1941/Hawaii) ve limanda bulunan Amerikan deniz filosunu yok etmesidir. Ancak bu ezici zafer, Japonya halkı için bir felakete dönüştü. Zira ABD’nin savaşa girmesi, savaşı Müttefiklerin lehine sonlandırmak için atom bombasını kullanması ve Japonya'ya teslim olmayı dayatması ile İkinci Dünya Savaşı'nın seyrini değiştirdi.

Yine 11 Eylül 2001'de el-Kaide üyeleri uçakları kaçırıp New York'taki Dünya Ticaret Merkezi’ne ait İkiz Kuleleri vurarak yıkmayı başardılar. Bu durum, eylemi Amerikan emperyalizmine ve onun adaletsiz politikalarına karşı bir intikam olarak gören başta Arap dünyası olmak üzere tüm dünyada pek çok duygu uyandırdı. Ancak ABD, kendisini vuran depremi tüm dünyayı sarsan bir depreme dönüştürdü. Bu deprem Afganistan'ın ve ardından Irak'ın işgalini de kapsadı. Amerikan militarizminin güçlenmesi ile bu depremin dünyanın çehresini güvenlik açısından değiştirmesinden ise bahsetmiyoruz bile.

Felakete dönüşen zaferlerin Arap düzeyindeki örneklerine gelince, Haziran 1967 savaşından ve özellikle de Karama Muharebesi'nden (1968) sonra Ürdün’de Filistin ulusal hareketinin yükselişine tanık olduk. Bu yükseliş öyle bir noktaya vardı ki Filistinli örgütler kendilerini otorite olarak görmeye, hatta bazı kesimler “direnişin otoritesinden başka otorite yok” sloganı atmaya başladılar. Bu da Eylül 1970 olaylarının patlak vermesine yol açtı ve bunun sonucunda da Filistin ulusal hareketi bu ülkeden ihraç edildi, Filistinli mültecilerin en yoğun olduğu bölgede faaliyet göstermekten mahrum kaldı.

ABD, 11 Eylül'de kendisini vuran depremi tüm dünyayı sarsan bir depreme dönüştürdü. Bu deprem Afganistan'ın ve ardından Irak'ın işgalini de kapsadı. Amerikan militarizminin güçlenmesi ile bu depremin dünyanın çehresini güvenlik açısından değiştirmesinden ise bahsetmiyoruz bile.

Sorun şu ki, aynı şey Lübnan'da da (70'lerin ortalarından itibaren) tekrarlandı. Filistin ulusal hareketinin nüfuzu öyle büyüdü ki devlet içinde devlet haline geldi. Bu, (diğer nedenlerin yanı sıra) Lübnan iç savaşının patlak vermesine yol açtı ve böylece Suriye ordusunun Lübnan'a girişini meşrulaştırdı, kolaylaştırdı. Bunun sonucunda Lübnan Suriye rejiminin kontrolü altına girdi. Bu durum şu ana kadar devam eden tüm feci etkileri ile daha sonra Lübnan'ın Hizbullah aracılığıyla İran rejiminin kontrolü altına girmesiyle devam etti.

Böylece Lübnan ve Ürdün vakalarında, Filistin ulusal hareketinin yanı sıra bu iki ülkedeki Filistin halkı, bağlam dışı çatışmalara girerek ve güçlerini gereksiz bir şekilde tüketerek zarar gördü.

Aynı bağlamda, pek çok kişi Saddam rejiminin Kuveyt'i işgalini (1990) Irak ordusunun ve Arap milliyetçiliğinin bir “zaferi” olarak değerlendirmekte gecikmedi. Ancak bu aceleci, yüzeysel duygular, Irak için halen etkilerinden kurtulamadığı büyük bir siyasi, ekonomik, sosyal ve güvenlik felakete yol açtı. Buna bir de Kuveyt ve Arap-Arap ilişkilerine olumsuz yansımaları eklendi.

2006'da Hizbullah iki İsrail askerini esir aldı. İsrail buna, güney Lübnan köyleri ile Beyrut’un güney banliyösünü yerle bir eden bir savaş ile karşılık verdi. Savaş 1.200 Lübnanlının ölümüyle sonuçlandı. Öyle ki Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah, böyle bir tepki ile karşılaşacağını bilseydi Hizbullah’ın bu eylemi gerçekleştirmeyeceğini vurguladı. Ancak Hizbullah, bu savaştan yararlanarak Lübnan'a hakim oldu ve Suriye devrimi patlak verdiğinde silahlarını Suriyelilere karşı kullandı.

Suriye deneyimi belki de felaket getiren zaferlerin en sert,  tehlikeli ve en yakın tarihli deneyimiydi, çünkü muhalefet, özellikle de silahlı örgütler, Suriye'nin yarısını kontrol ettiklerini ve rejimi yenilgiye uğratmanın eşiğinde olduklarını, geriye sadece harekete geçme saatini belirlemelerinin kaldığını düşünüyorlardı. Ancak bu sadece aceleciliği, siyasi saflığı ve gerçeklerden, Arap ve uluslararası verilerden kopukluğu gösteriyordu. Zira rejim kaldı ve Suriyelilerin yarısı yerinden edildi.

Filistin-İsrail çatışması düzeyinde de pek çok örnek var. 1981'de Lübnan-İsrail sınır cephesi, Fetih ile İsrail arasında, İsrail yerleşim yerlerinin sakinlerinden boşaltılmasıyla sonuçlanan bir roket savaşına sahne oldu. O zamanlar direniş liderleri yerleşim yerlerinin boşaltılmasını bir zafer olarak gördüler. Hatta o dönemde Fetih Merkez Komitesi üyesi olan (mevcut) Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas bile "Zaferden yararlanmak" başlıklı özel bir kitapta bunu kaydederek, o roket savaşında elde edilen kazanımlara dikkat çekmişti. Sonunda, birkaç ay sonra İsrail Lübnan'ı işgal etti (1982) ve güçleri ve kurumlarıyla birlikte FKÖ'nün Lübnan'daki varlığına son verdi.

Bir dizi bombalı saldırı ve intihar eyleminin gerçekleştirildiği ikinci silahlı intifada döneminde (2000-2004), ilk halk intifadasından (1987-1993) farklı olarak, İsrail, tarihindeki en ağır ve en büyük can kayıplarını yaşadı (1.060 İsrailli). Hatta bir keresinde yalnızca bir ay içinde (Mart 2002) 130 İsrailli öldü. Buna bir de güvenlik açısından kendisini dokunulmaz ve güçlü bir caydırıcı devlet olarak gören bakışı dahil olmak üzere uğradığı manevi ve ekonomik kayıplar eklendi.  Ancak İsrail, tüm bunları özümseyerek, direnişin altyapısını zayıflattığı ve Batı Şeria'nın birbiri ile bağlantısını kestiği iki savaş (Savunma Duvarı ve Sağlam Yol) başlattı.  Daha sonra yerleşim yerleri inşasını teşvik ederek, Filistinlileri izole eden Ayrım Duvarı’nı, köprüleri  ve tünelleri inşa etti. Ardından Batı Şeria ile Gazze arasındaki bölünmeyi pekiştirmek ve bu gerçeği Filistinliler için bir sorun haline getirmek için Gazze Şeridi'nden tek taraflı olarak çekildi ama ablukasını sürdürdü. Hikayenin geri kalanı ise biliniyor.

Yine Hamas, Ocak 2006'daki parlamento seçimlerini kazandıktan sonra, Haziran 2006’da Gazze sınırındaki Kerem Şalom Kapısı yakınındaki askeri bir bölgeden İsrail askeri Gilad Şalit'i esir aldı (2011'de takasla serbest bırakıldı). Bu başarılı bir eylemdi, ancak İsrail daha sonra Gazze'deki Filistinlilere misilleme saldırıları düzenleyerek 400'den fazlasını öldürdü. Dahası o tarihten itibaren Gazze Şeridi'ne uyguladığı ablukayı sıkılaştırdı.

Lübnan ve Ürdün vakalarında, Filistin ulusal hareketinin yanı sıra bu iki ülkedeki Filistin halkı, bağlam dışı çatışmalara girerek ve güçlerini gereksiz bir şekilde tüketerek zarar gördü.

Şimdi de Aksa Tufanı’nda Kassam Tugayı savaşçıları saatler süren bir operasyonla, büyük can kayıplarına yol açarak ve çok sayıda  kişiyi rehin alarak İsrail'e bir darbe indirmeyi, "yenilmez ordu" efsanesini yerle bir etmeyi başardı. Ancak İsrail bunu Filistinlilere karşı yaklaşık dokuz aydır devam eden ve Gazze'deki evlerin ve altyapının yüzde 70'ini yok eden bir imha savaşı başlatmak için bir fırsat olarak gördü. Dokuz ay içerisinde 200 binden fazla insan öldü, yaralandı, esir düştü ya da kayboldu. İsrail Gazze halkını yerinden etti, su, elektrik, yiyecek, yakıt ve ilaçtan mahrum bıraktı. Filistinlileri bir korku ve sefalet içinde yaşattı. Şimdi saldırganlığın sona ermesi, İsrail ordusunun geri çekilmesi, Gazze’nin yeniden inşası ve sakinlerinin evlerine dönmesi isteniyor ki savaştan önce de durum böyleydi. Peki ama Gazze nasıl bir yere dönüştü? Yahut ondan geriye ne kaldı? Elbette Hamas savaştan belki sadece yüzde 30 etkilendi ama Gazze'deki Filistinliler yüzde 1000 etkilendi.

Bunlar ders çıkarılması gereken deneyimlerdir. Ancak burada, temennilere, kaderci bir ruha, meleklerin desteğine ya da iki ordu olarak savaşmaya değil, aksine dış verileri ve gerçek güç dengesini hesaba katan, kademeli olarak kazanımlar elde eden, düşmanın direnişin temeli olan halkı (şu veya bu örgüt değil) yormasından kaçınıp, düşmanı yormaya çalışan sorumlu bir mücadeleye dayandığı sürece, direnişin her biçiminin meşruiyetini vurgulamalıyız. Direnişin fedakarlıklar gerektirdiğini biliyoruz, ancak Filistin halkı yok oluş veya yerinden edilme kaderi ile de karşı karşıya bırakılmamalı. Zira İsrail'in gerçek hedefi budur.

Şimdi Hamas direndi ama Gazze'deki Filistinliler ezildi. Geçmişte rejimlerin “zaferi” hayatta kalıp kalmamalarına göre deklare edilirdi ve artık buna örgütlerin de dahil olmasından korkuyoruz. Peki Gazze'nin yok olmasına, halkının perişan ve çaresiz bir halka dönüşmesine yol açan bu tür "zaferler" varken, bu durumda yenilgi nedir?

*Bu makale Şarku’l Avsat tarafından Londra merkezli Al Majalla dergisinden çevrilmiştir.



Tavanı olmayan bir savaş ve sınırları olmayan bir devlet

İsrail güçleri Güney Lübnan sınırına yakın bölgede operasyon yapıyor (AFP)
İsrail güçleri Güney Lübnan sınırına yakın bölgede operasyon yapıyor (AFP)
TT

Tavanı olmayan bir savaş ve sınırları olmayan bir devlet

İsrail güçleri Güney Lübnan sınırına yakın bölgede operasyon yapıyor (AFP)
İsrail güçleri Güney Lübnan sınırına yakın bölgede operasyon yapıyor (AFP)

Mustafa Feki

Evet, İsrail, 20. yüzyılda ortaya çıkan ve insanlığa milletler ve halklar arasındaki bir arada yaşamanın doğası hakkında önemli bir soru sorduran o garip oluşumdur. Uluslararası toplum, İsrail'in on yıllar içinde Filistin'de toprağın asıl sahibi yerli halka yaptıklarının bir benzerine, yalnızca Amerikalı sömürgecilerin ya da genel olarak beyaz adamın Kızılderililere karşı yürüttüğü imha savaşında tanık olmuştu.

İsrail her türlü vahşeti ve saldırganlığı uyguladı, ırkçılığın her türlüsüne başvurdu ve Araplara, insan ırkına yönelik soykırım dışında neredeyse alternatif bir isim bulamadığımız bir yasa dışılık ile davrandı. Bunu yaparken etrafına korku yaymak için her türlü yöntem ve aracı kullandı, geniş anlamıyla terörden bir baskı, taciz ve korkutma yöntemi olarak yararlandı. Karada ve havada her türlü saldırıyı gerçekleştirdi, soğukkanlılıkla çocukları ve kadınları öldürdü, suikastlar düzenlemekten çekinmedi. Dahası uluslararası meşruiyeti aşağılamaya ve çağdaş dünyada yürürlükte olan norm ve kuralları küçümsemeye çalıştı.

İsrail ayrıca uluslararası toplumun en üst düzey yetkilisi olan Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri'ni aşağılamaktan da çekinmiyor çünkü o, uluslararası toplumun ülkeler ve halklar arasındaki ilişkileri denetlemek için kabul ettiği mevzuata uymak istiyor. İsrail gerçekten tavanı olmayan bir savaş yürütüyor ve kan dökerek, cesetleri parçalayarak, kadınlara, çocuklara, yaşlılara saldırarak eşi benzeri görülmemiş bir yolda ilerliyor. Bu yolda hiçbir şey onu caydırmıyor, hiçbir güç kaygılandırmıyor çünkü çağımızın en güçlü kuvveti tarafından, yani Amerika Birleşik Devletleri tarafından destekleniyor. ABD İsrail'i kendisinin ayrılmaz bir parçası, ona bağlı bir oluşum, annesi onu Güvenlik Konseyi'nde Amerikan vetosu dediğimiz şeyle koruyacağı için istediğini yapma ve cezadan kurtulma hakkına sahip şımarık bir evlat olarak görüyor.

Ve işte İsrail de normların ötesine geçiyor ve savaşlarda veya silahlı çatışmalarda yaygın olmayan, ancak kendisinin bunları yapma hakkına sahip olduğuna inandığı yeni davranışlarda bulunuyor. Mısır'da yaygın olan ve sanırım Arap dünyasında da aynı anlamda kullanılan” Çingene kadın, komşularının efendisidir” atasözü, iğrenç suçları, beklenmedik eylemleri ve onu yönetenlerin derinliklerinde saklı intikam arzusuyla İsrail için tam anlamıyla geçerli. Bunlara ilave olarak İsrail, gözle görülür bir şekilde kana susamış ve açıkça insanları öldürmeyi, cesetlerini dahi parçalamayı, şehirleri enkaza, evleri, binaları, okulları ve hastaneleri moloz yığınına dönüştürmeyi, Filistin çevresi içinde nefret ağaçları dikmeyi arzuluyor. Öyle ki, insan, çağımızın tanık olduğu tüm bu İsrail suçlarından sonra gelecekte bir arada yaşamanın nasıl mümkün olacağını merak ediyor. Bu noktada, tam bir tarafsızlık ve tam bir objektiflik ile Ortadoğu'da yaşananlara ve yaşanmakta olanlara ilişkin bazı gözlemlerimi sunmak istiyorum.

Öncelikle İsrail Başbakanı Netanyahu'nun BM'de yaptığı konuşma sırasında sanki evrenin en büyük mimarı Ortadoğu'yu yeniden düzenliyor ve hiçbir zaman kaybolmayan İsrail ajandasına göre ayarlıyormuş gibi yeni bir Ortadoğu haritası sunduğunu görünce pek şaşırmadım. Zira sahte “Fırat'tan Nil'e İsrail Devleti” sloganını yükselten İsrail’in kendisidir. Bu nedenle Filistin halkına karşı işlediği suçlardan sıyrılıp, genişleme emellerinin, insanları ve kiliseler ile camiler dahil her şeyi yok etmeye yönelik çılgın arzusunun gölgesinde, havadan askeri helikopterler, savaş uçakları, karadan zırhlı araçlarla parçalanan suçsuz Lübnan'dan başlayarak komşu ülkelere yöneliyor. Çünkü İsrail'in aşırılığa öncülük eden, sözde Savunma Ordusu'nu hain saldırılara ve sürekli öldürmeye yönlendiren dik başlı bir oğlu var. Geçmişte Arap ülkelerinde, “Kötü komşuya sabret, bir gün ölüm haberini alabilirsin” derlerdi. Ancak İsrail'in suçları çok genişledi ve asla durmadı. Saldırganlığı BM barışı koruma güçlerine bile uzandı. Uluslararası toplumu ve onu temsil eden BM’yi açıkça aşağılayarak barışı koruma güçlerine ateş açtı.

Burada İsrail'in yalnızca Filistin ya da onunla birlikte Lübnan'a yönelik toprak hırsları olmadığını, bu saldırgan devletin ve zorba oluşumun temellerini sağlamlaştırma çabasıyla hayallerinin gerçekten de Ürdün, Suriye ve Irak'a uzandığını iddia edebilirim. Hem de Filistinlilerin meşru haklarının tanınması ve kendi ulusal topraklarında bağımsız devletlerinin kurulması şartıyla, Arapların İsrail Devleti'ni kabul etmenin eşiğine gelmesine rağmen. Ancak İsrail bunu hiç istemiyor, sözde haritasına hizmet etmesi için zaman kazanmak ve sahadaki statükoyu yerleştirmek için kaçamak davranıyor.

Bu nedenle her fırsatı değerlendiriyor ve Savunma Bakanı'nın ifadesiyle, elinin Ortadoğu'da her yere uzanabileceğini söylemek için bahaneler uyduruyor. Savunma Bakanı halkları korkutmaya, yıldırmaya, gözünü korkutmaya, toplumları boyunduruk altına almaya yönelik açıklamalarında bunu hep tekrarlıyor.

İkincisi, devlet ve devrim olarak İran'ın, bölgedeki rolünü gözden geçirmesi gerekiyor. Eğer Filistin davasına içtenlikle destek vermek istiyorsa bunu ancak açık siyasi destekle, ABD, İsrail ve yardımcıları nezdindeki rolünü Filistin’in çıkarlarına hizmet edecek biçimde kullanarak yapabilir. Zira yeni çatışma sahaları ve cepheleri açmak bu bölgesel savaşın kapsamının genişlemesinin ve Arap bağlamında Filistin kimliğini silme girişimlerinin önünü açtı. Bu aynı zamanda zorunlu olarak mezhepsel çekişmeleri kışkırtıyor, Arap ve İslam düzeyinde bölünmeye yol açıyor, Filistin sahnesinde ise yan çatışmalara kapıyı aralıyor.

Gazze Şeridi'nin, Beyrut'un güney banliyösünün, diğer Lübnan ve Filistin bölgelerinin uğradığı yıkım ve tahribatın boyutlarını düşünürsek, İsrail'in hiçbir zaman barış arayışında olmadığını, bir arada yaşamayı kabul etmediğini hemen anlarız. Aksine baskıyla, yıkımla, saldırganlıkla bölgede kalmak istiyor. Öte yandan İran'ın da Arap dünyasının doğu sınırlarında bir Pers devletinin varlığının temellerini atmak için Filistin davasından yararlanan kendi projesi olduğunu görüyoruz. İran diplomasisinin İbrani devletiyle açık rekabet içinde bölgenin tek jandarması olma çabasında olduğuna inanıyorum. İranlılar ve Yahudiler arasındaki Araplarsa, hakikaten kötülük masasındaki yetimler gibi duruyorlar.

Arap bölgesi halkları için İran tehdidinin Siyonist tehdide eşit olduğunu değil, her birinin ajandasının farklı olsa da aynı hedefte buluştuklarını ve aynı yolda ilerlediklerini iddia ediyorum. O hedef de bölge halklarını kontrol altına almak ve onları İsrail veya İran'ın hedefleriyle tutarlı hedeflere yönlendirmek. Geçtiğimiz günlerde, İran'ın son Şahı'nın, ölümünden kısa bir süre önce verdiği, bölgenin geleceği ve ABD'nin İsrail'e mutlak desteği hakkında konuştuğu bir röportajını izledim. Sözleri, devrimci İran'ın kontrolünden önce bir devlet olarak İran’ın önemini teyit ediyordu.

Üçüncüsü, mevcut uluslararası koşulların, yerel ve bölgesel dosyaların iç içe geçmesi, içinde bulunduğumuz durumdan kaçmayı zorlaştırıyor. Filistin halkının ve komşu halkların göğsüne çökmüş sömürgecilik kanseri ile sürekli mücadele olasılığını gelecek nesillerimizin omuzlarına yüklüyor. Savaşların ve askeri çatışmaların tükettiği bölge halklarının artık kendilerini imar ve kalkınmaya adamalarının zamanı geldi. Bu da ancak güçlü bir Arap iradesi ve tehlikelerin herkesi sardığının farkında olan milli bir arzu ile gerçekleşebilir.

Arap Maşrık (Levant) bölgesindeki kan serisi, İsrail düşüncesinde köklü bir değişiklik ve ABD politikasında gerekli ılımlılık olmadığı, İsrail'e karşı mutlak taraflılığının bu bölge halklarına karşı işlenmiş büyük bir suç olduğunun farkına varmadığı sürece durmayacak. Zira Batılı halklar dahil herkes için bu çifte standart politikası aşikâr hale geldi. Nitekim son ziyaretim sırasında Londra sokaklarındaki gösterileri gördüm. On binlerce kişi, nesilleri sömürgecilik, ırkçılık, halkların haklarını çalma ve vatanlarını işgal etme girişimlerinin muazzam baskıları altında yaşayan Arap halklarını desteklemek için sokağa dökülmüşlerdi.

Bu, savaş için bir çıta belirlemeyen, saldırganlığı sınırlamayan, yayılmacı emellerini sahte bir haritayla, yanlış bilgilerle ve bitmek bilmeyen savaşlarla gizleyen garip ve tuhaf bir dosyaya dair bir okumadır.

*Bu makale Şarku'l Avsat tarafından Independent Arabia'dan çevrilmiştir.