Birinci Dünya Savaşı’na katılan 2.5 milyon Müslüman’ın bilinmeyen ortak hikayesi

Savaşa katılan Müslüman askerler
Savaşa katılan Müslüman askerler
TT

Birinci Dünya Savaşı’na katılan 2.5 milyon Müslüman’ın bilinmeyen ortak hikayesi

Savaşa katılan Müslüman askerler
Savaşa katılan Müslüman askerler

Birinci Dünya Savaşı’nın bitmesinin 100’üncü yıl dönümü dünya ve Avrupa’da anılırken tarihçiler ve Birinci Dünya Savaşı kayıtlarıyla ilgilenenler ilgi odağı olmaya devam ediyor. Ancak Birinci Dünya Savaşı’nın cephelerinde yer almak için sıcak ülkelerinden Avrupa’nın dondurucu soğuğuna giden 2 buçuk milyon Müslüman’ın oynadığı rol, çok az kişinin ilgisini çekiyor.

“The Guardian”ın da aralarında bulunduğu birkaç İngiliz basın kuruluşu, milyonlarca Müslüman’ın İtilaf güçleri arasındaki “bilinmeyen ve göz ardı edilen katılımına” değindi. Gazeteler, Birinci Dünya Savaşı Müslümanlarının, dini yükümlülüklerini ve geleneklerini savaş atmosferine nasıl uyarladıklarını anlattılar.

Gazeteler, Müslümanların Birinci Dünya Savaşı’nda siperlere imamlarıyla birlikte girdikleri ve burada 5 vakit namazlarını eda ettiklerini, ölmeden önce şahadet getirdiklerini aktardı. Müslüman askerlerin dinlerinin emirleri ile savaşın gereksinimleri arasında bir denge kurulduğu ve bir takım düzenlemeler yapıldığı belirtildi. Fransız Kuvvetleri Yüksek Komutanlığı’ndan yapılan bir açıklamada savaş sırasında namaz vakitleri için yapılan düzenlemeyle ilgili olarak “Çatışma şiddetlendiğinde, Müslüman askerin namaz kılmaya fırsatı yoksa baş ve gövdesini hareket ettirmesi yeterli olur. Sakinlik durumunda ise tüm namazlarını istedikleri gibi kılabilirler” ifadelerinin yer aldığı aktarıldı.

Müslümanların Birinci Dünya Savaşı'nın cephelerindeki yaşadıklarına ilişkin diğer kesitlere de işaret eden gazeteler, savaş alanına gelen özel aşçılar tarafından Müslümanlar için helal yemekler hazırlandığına dikkati çekti. İlaç ve tıbbi malzeme stoku tükenirken Müslüman askerler ve işçiler, doğu ülkelerine özel alternatif tıp ve bitkisel ilaç alanında edindikleri deneyimlerle inançları ne olursa olsun herkese yardım ederek yeni bir destek sağladıkları vurgulandı. Gazeteler, bazı Müslüman askerlerin savaşın yoğunlaştığı anlarda siper arkadaşlarıyla birlikte nasıl coşkuyla marşlar söylediklerini de anlattı.

Müslüman mezarları

Fakat Müslüman askerlerin fedakârlıkları, tüm bu anlatılanların da ötesine geçiyor. Savaş sırasında batı cephesinde ölen 40 bin Fransız askerin mezarının bulunduğu Notre Dame de Lorette Mezarlığı’nda, Müslüman askerlerin kıbleye bakan mezarları İslami yazıların yer aldığı mezar taşlarıyla dikkat çekiyor. Bu mezar taşları, 1908 yılında Müslüman olan Fransız ressam Nasreddine Dinet tarafından tasarlandı.

Notre Dame de Lorette Mezarlığı, Birinci Dünya Savaşı'nın sona ermesinin yıl dönümünde, çoğunlukla İngiltere'den gelen Müslüman ziyaretçilerin akınına uğradı. Müslüman askerlere ait mezarların başında dua etmek isteyenler için düzenlenen ziyaret, “Unutulan Kahramanlar 14-19” olarak bilinen vakfın hayata geçirdiği projelerden biri. Vakıf, Birinci Dünya Savaşı sırasında İtilaf Devletleri için savaşan ve çalışan Müslümanların katkılarını ve kahramanlıklarını ilk kez belgelendirdi. Vakfın adında geçen “19” rakamı, Birinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden sonra 1919'da Suriye'deki Fransız askeri varlığının neden olduğu çatışmaya işaret ediyor.

Araştırmacılar, 19 ülkede 6 yıl boyunca aralarında kişisel mektupların da yer aldığı askeri ve diplomatik belge arşivlerini incelediler. Fransızca, İngilizce, Farsça, Urduca, Rusça, Almanca ve Arapça olmak üzere 850 binden fazla doküman ve yüzlerce fotoğraf tarandı. Bu büyük gayret ile ilk defa asker veya işçi olarak Müttefik Güçler saflarında katkıda bulunan Müslüman sayısının 2 buçuk milyon olduğu doğrulandı.

Unutulan belgeler

Vakfın kurucusu olan 55 yaşındaki Belçikalı Luc Ferrier, büyükbabasının Birinci Dünya Savaşı’nda yaşanan gerçekleri anlattığı notları evin tavan arasında buldu. Büyükbabasının notlarında “Mohammedans” olarak isimlendirdiği askerlerle savaş siperlerinde nasıl tanıştığını anlattığına işaret eden Ferrier, bulduklarından yola çıkarak tarih kitaplarına baktığında çok az bilgiye ulaştı. Kendi araştırmasını yapmaya başlayan Ferrier, ilk aşamada Fransa ve Belçika’nın savaş kayıtlarına baktı. Bunun daha önce anlatılmamış harika bir hikaye olduğunu keşfeden Ferrier, bu hikayeyi anlatmak için havacılık sektöründeki işini bıraktı. Ferrier, 2012’de kurduğu vakıfla kendini Müslümanların Birinci Dünya Savaşı’ndaki rolünü belgelemeye adadı.

Ferrier'in araştırması, Birinci Dünya Savaşı Müslümanlarının Afrika, Hindistan, Ortadoğu, Uzak Doğu, Rusya ve hatta ABD’den geldiğini ortaya çıkardı. Farklı arka planları olsa da Ferrier ve ekibini en çok şaşırtan Müslümanların, Avrupa’daki Hıristiyan ve Yahudi askerlerle birlikte savaşmaları ve ölmeleriydi. Ekibe göre, böyle bir tarih öğretisi, şu anda Avrupa'da yaşanan krizlerin çoğunun üstesinden gelinmesine yardımcı olabilir.

Araştırma sırasında ortaya çıkan belgeler, Müslüman imamların, Hıristiyan papazların ve Yahudi hahamların, çatışmaların ortasında ölen askerleri gömmeleri için birbirlerinin defin işlemlerini ve dualarını öğrenmek zorunda kaldıklarını ortaya çıkardı. Fransız, Belçikalı ve Kanadalı subayların, Almanların savaş esirlerine muamelesi karşısında nasıl dehşete düştüklerini anlattığı belgelerin yanı sıra Müslüman askerlerin aç sivillerle yemeklerini paylaştıklarını ortaya koyan belgelere ulaşıldı. Müslüman askerlerin bu davranışlarının arkasındaki sır araştırıldığında ise bunun Kur’an-ı Kerim ve Muhammed (s.a.v)’in hadislerinde savaş meydanlarında düşmana nasıl davranılacağına işaret edilmiş olmasından kaynaklandığı anlaşıldı.

The Guardian haberinde yer alan açıklamasında Müslüman olmayan Ferrier, “Aşırı sağcı akım ve İslam düşmanlığı Avrupa’da yükseliyor. Projemiz, kıtada insanları ortak bir tarihe sahip olduğumuzun farkına varmalarını hedefliyor. Bunun sömürge siyaseti ya da edebiyatıyla ilgisi yok. Gerçekleri sunuyoruz. Çünkü bütün Avrupa'nın bu hikâyeyi bilmesi gerekiyor. İçerideki düşman olarak resmedilen Müslümanlar, Avrupa'ya değerli katkılarda bulunmayan yeni gelenler olarak addediliyor. Ancak, onların özgür bir Avrupa için hayatlarını feda ettiklerini ve burada bulunma hakkına sahip olduklarını açıkça söyleyebiliriz” şeklinde konuştu.

Ferrier’in kurduğu vakfın temel görevlerinden biri, gelecek nesillerin, aralarında yaşayan Müslüman toplulukları daha iyi anlamaları için keşfettikleri bu bulguları Avrupalı gençler arasında yaymak. Vakıf ayrıca, İngiliz okullarındaki çocukların savaş alanlarına gezilerinde uzmanlaşmış olan Anglia Turizm Şirketi işbirliği ile “Birinci Dünya Savaşı'nda Müslümanların Rolü” başlığı altında savaş alanlarına düzenlenen turlar gerçekleştiriyor.

Tur çerçevesinde savaşların yaşandığı siperler, savaş kurbanları için yapılan anıtlar, mezarlıklar ziyaret ediliyor ve burada yaşananlar anlatılıyor. Turda ayrıca Fransa’nın kuzeyindeki Amiens şehrinde bulunan “el-Bedir” camisi ziyaret ediliyor. Vakıf tarafından yapılan araştırma anlatılırken geleneksel Kuzey Afrika yemekleri ikram ediliyor. Müslüman olmayan tur katılımcıları da camide akşam namazını izleyebiliyorlar.

Unutulan Kahramanlar 14-19 Vakfı ile işbirliği yapan “İslam Mirası Vakfı”ından Yusuf Chambers, “Köprüler kurmaya çalışıyoruz. Bunun için yemeklere katılmak ve arkadaşlıklar kurmaktan daha iyi bir yol yok. Çalışmamız tüm toplulukları ve yaş gruplarını hedefliyor. Fakat özellikle gençleri önemsiyoruz. İnsanları tarihin bu kısmıyla ilgili bilgilendirmek istiyoruz. Çünkü her İngilizin ve Avrupalının Müslümanların Birinci Dünya Savaşı'nın kahramanları olduğunu görmelerini istiyoruz” ifadelerini kullandı.

Bilinmeyenler

Vakfın çalışmaları, Birinci Dünya Savaşı uzmanlarının dikkatini çekmeyi başardı. Bu, Ferrier'in Harvard Üniversitesi'ndeki tarih profesörlerinin önüne geçmesinin ve vakfının Birleşmiş Milletler’e (BM) çalışmalarını rapor etmesinin yolunu açtı. Vakıf, araştırma yolculuğu sırasında ulaşılan belgelerden ve resimlerden alıntılar içeren “The Unknown Fallen” adlı bir kitap yayınladı. Belki de Ferrier’in gerçeği aramasındaki en etkili olan Birinci Dünya Savaşı’na katılan Müslümanların ailelerine yazdıkları, korku ve şüphelerini paylaştıkları mektuplardı. Özellikle, Notre Dame de Lorette’in etrafındaki siperlerde bulunan Cezayirli bir askerin yazdığı 1916 tarihli mektup.

Cezayirli asker mektubunda şöyle yazmıştı:

“Allah’a ve kutsal olduğuna inandıklarımız üzerine yemin olsun ki, namaz kılmayı bırakmayacağım ve şu anki durumumdan daha da kötüye gitsem bile dinimi terk etmeyeceğim.”

Görünüşe göre, Ferrier ve vakfının çalışmaları istenen etkiyi göstermeye başladı. The Guardian’ın haberinde, Londra'nın doğusundan olan vakfın turuyla ziyarete gelen 25 yaşındaki Tayaba Shaukat şöyle diyor:

“Bu ifadeleri duyduğunuzda, bu çocukların neler yaşadıklarını anlıyorsunuz. Birinci Dünya Savaşı sırasında Avrupalı askerlerin yaşadıkları, şairler ve diğer yazarlar tarafından kapsamlı bir şekilde belgelendi. Ancak, sömürge ülkelerinden gelen Müslümanların ve diğer askerlerin yaşamları hakkında hiçbir şey bilmiyoruz. Bu değişmeli.”

Birinci Dünya Savaşı’na katılan Müslümanların sayıları:

Askerler

400 bin Hintli (İngiliz Hint Ordusu)

200 bin Cezayirli
100 bin Tunuslu

400 bin Faslı

100 bin Batı Afrikalı

5 bin Somalili ve Libyalı (Fransız Ordusu)

5 bin Amerikalı Müslüman

1.3 milyon Rus Müslüman

İşçiler

100 bin Mısırlı

35 bin Çinli Müslüman

130 bin Kuzey Afrikalı

200 bin Sahra Altı Afrika’dan Müslüman

40 bin Hintli



HDK, Kadugli'deki BM merkezine saldırdı

Kuzey Kordofan'daki bir kampta gıda yardımı için sıra bekleyen yerinden edilmiş kişiler (AFP)
Kuzey Kordofan'daki bir kampta gıda yardımı için sıra bekleyen yerinden edilmiş kişiler (AFP)
TT

HDK, Kadugli'deki BM merkezine saldırdı

Kuzey Kordofan'daki bir kampta gıda yardımı için sıra bekleyen yerinden edilmiş kişiler (AFP)
Kuzey Kordofan'daki bir kampta gıda yardımı için sıra bekleyen yerinden edilmiş kişiler (AFP)

Sudan’da Hızlı Destek Kuvvetleri (HDK) dün, kuşatma altındaki Güney Kordofan eyaletinin yönetim şehri Kadugli’ye insansız hava aracı (İHA) saldırısı düzenleyerek Birleşmiş Milletler (BM) karargahını hedef aldı. Bu saldırı sonucunda Bangladeşli altı asker hayatını kaybetti. Şehirdeki bazı insani yardım kuruluşları ve BM ajansları, personelini tahliye etmeye başladı. Şehir ayrıca sakinlerinin toplu göçüne tanık oluyor.

Sudan Geçici Egemenlik Konseyi, saldırıyı ‘uluslararası insani hukukun ciddi bir ihlali ve açık bir ihlali’ olarak nitelendirdi.

Konsey tarafından yapılan açıklamada şu ifadeler yer aldı:

“Korunan bir BM tesisini hedef almak, organize terörizme eşdeğer tehlikeli bir tırmanış ve suç teşkil eden bir davranıştır ve uluslararası hukuku kasıtlı olarak hiçe saymayı ve insani yardım ve uluslararası misyonların çalışmalarını doğrudan tehdit etmeyi amaçlamaktadır.”

Açıklamada, BM ile uluslararası topluma BM tesislerinin korunmasını sağlamak için ‘kararlı tutumlar ve caydırıcı önlemler’ alınması çağrısı yapıldı.

Bu gelişme, BM Genel Sekreteri António Guterres'in HDK’yı ‘kötü aktörler’ olmakla suçlamasından iki gün sonra yaşandı. Buna karşın HDK, BM'yi ‘çifte standart’ uygulamakla suçladı.


İsrail, önde gelen Hamas liderlerinden Raid Saad'a suikast düzenledi

Hamas lideri Raid Saad (sosyal medya)
Hamas lideri Raid Saad (sosyal medya)
TT

İsrail, önde gelen Hamas liderlerinden Raid Saad'a suikast düzenledi

Hamas lideri Raid Saad (sosyal medya)
Hamas lideri Raid Saad (sosyal medya)

İsrail Times gazetesine göre, İsrailli bir yetkili bugün, Hamas'ın üst düzey lideri Raid Saad'ın Gazze şehrinde düzenlenen bir hava saldırısında öldürüldüğünü doğruladı. Bu da İsrail'in ateşkes anlaşmasını ihlal etmesi anlamına geliyor.

Alman Basın Ajansı'na (DPA) göre görgü tanıkları ve sağlık kaynakları bugün, Gazze şehrinin güneybatısındaki Raşid Caddesi üzerindeki Nablusi kavşağı yakınlarında bir araca düzenlenen İsrail hava saldırısında dört Filistinlinin öldüğünü ve birçok kişinin de yaralandığını bildirdi.

Görgü tanıkları, İsrail uçağının Nablusi Meydanı yakınlarında bir araca birkaç füze ateşlediğini, aracı imha ettiğini ve can kayıplarına yol açtığını söyledi. Ambulans ekipleri, ölü ve yaralıları hastanelere taşımak için acilen olay yerine gitti.

İsrail askeri sözcüsü Avichay Adraee ise yaptığı açıklamada, ordu ve Şin Bet'in (İsrail Güvenlik Teşkilatı) Gazze Şehrinde üst düzey bir Hamas komutanını hedef alan bir saldırı düzenlediğini ve onu son zamanlarda hareket için silah üretimi ve yeniden yapılanma çalışmaları yapmakla suçladığını belirtti.

İsrail Ordu Radyosu, saldrırının hedefinin, İzzeddin el-Haddad'dan sonra "Hamas'ın ikinci adamı" ve askeri üretim dosyasından sorumlu kişi olarak tanımladığı Raid Saad olduğunu bildirdi. İsrail'in bugünkü operasyonu gerçekleştirmeden önce son haftalarda kendisine birkaç kez suikast girişiminde bulunduğunu belirtti.

Şarku’l Avsat’ın İbranice yayın yapan Ynet internet sitesinden aktardığına göre Raid Saad Hamas'ın askeri kanadı olan Kassam Tugayları'nın liderlerinden biri.

Hamas'tan hava saldırısının hedefinin kimliğiyle ilgili resmi bir açıklama yapılmadı.

Axios haber sitesi, İsrail'in saldırıdan önce Amerika Birleşik Devletleri'ni önceden bilgilendirmediğini ifade etti.


Suriye halkının merkezi mi yoksa federal devlet mi anlaşmazlığı üzerine bir okuma

Şam'da Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esed'in devrilmesini kutlamak için düzenlenen havai fişek gösterileri arasında muhaliflerin bayrağını dalgalandıran bir Suriyeli (Reuters)
Şam'da Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esed'in devrilmesini kutlamak için düzenlenen havai fişek gösterileri arasında muhaliflerin bayrağını dalgalandıran bir Suriyeli (Reuters)
TT

Suriye halkının merkezi mi yoksa federal devlet mi anlaşmazlığı üzerine bir okuma

Şam'da Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esed'in devrilmesini kutlamak için düzenlenen havai fişek gösterileri arasında muhaliflerin bayrağını dalgalandıran bir Suriyeli (Reuters)
Şam'da Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esed'in devrilmesini kutlamak için düzenlenen havai fişek gösterileri arasında muhaliflerin bayrağını dalgalandıran bir Suriyeli (Reuters)

Macid Kıyali

Suriye’de Beşşar Esed rejiminin düşmesinin ardından geçiş dönemi liderliği ile muhalifleri arasında yaşanan iç çatışma, siyasi sistemin niteliği, özellikle de merkeziyetçilik mi yoksa ademi merkeziyetçilik mi, merkezi bir devlet mi yoksa federal bir devlet mi tartışmaları üzerine yoğunlaşıyor.

Bu konu meşru olmasına rağmen, tartışmaya katkı sağlamak amacıyla bazı temel gözlemler aşağıda sunuyorum.

İlk gözleme göre ademi merkeziyetçilik ya da federalizm meselesini gündeme getirmek, bu konuda kutuplaşmanın temel nedeninin Suriye’deki iç çatışmada kimlik, etnik, mezhepsel ve bölgesel özelliklerin baskın olması olduğu gerçeğini görmeyi zorlaştırdı.

Çatışmanın önde gelen tarafları, siyasi veya sınıfsal güçleri ya da tarafları temsil etmekten ziyade kimlik temelli yahut mezhepsel, etnik ve bölgesel kimliği vurgulayan taraflar olduklarından, bu konunun siyasi niteliği göz ardı ediliyor.

Dikkati çeken ikinci gözleme göre ise federal ya da ademi merkeziyetçi bir devlet için mücadele eden güçler, bunu demokrasi meselesinden daha öncelikli tutuyorlar. Bunun nedeni, söz konusu güçlerin (SDG, Suveyda'daki Hicri Hareketi ve kıyı şeridinde Esed rejiminin çöküşünden etkilenen güçler) demokratik olmayan güçler olmaları. Prensipte pozisyonları, politikaları ve tercihleri ve temsil ettiklerini iddia ettikleri gruplarla olan ilişkileri göz önüne alındığında bu güçlerin Esed rejimi altında kendilerini ifade etmedikleri ve bu konuyu bu kadar yoğun bir şekilde gündeme getirmedikleri unutulmamalı.

Üçüncü ve belki de en önemli gözleme göre federal bir devlette kimlik statüsü konusundaki çatışmaya öncelik verilmesi, devletin kurulması ve vatandaşlık taleplerini ya gölgeliyor ya da ön plana çıkarıyor. Bunların, 54 yıllık Esed döneminde eksik olan iki temel unsur olduğu ve özellikle mevcut koşullarda, yani devletin kurumlar ve hukuk devleti olarak yeniden kurulması ve vatandaşların güçlendirilmesi, böylece Suriyelilerin gerçek anlamda özgür ve eşit vatandaşlar olarak bir halk haline gelmeleri için ülke genelinde Suriyelilerin en çok ihtiyaç duyduğu unsurlar olduğu unutulmamalı.

Bu yüzden iki temel sorunla karşı karşıyayız. Bunlardan birincisi, artık var olmayan Esed rejiminin Suriye'nin birliğini zayıflatıp bozmayı başarması, Suriyelileri mezhep, din, etnik köken, bölge ve aşiret aidiyetlerine göre sınıflandırması ve ‘böl ve yönet’ politikası uyarınca onları birbirlerine düşürmesinden kaynaklanıyor.

İkinci sorun, Suriyelilerin kendi koşullarını kontrol edememeleri. Bu durum, Suriye’nin geleceğinin, Suriye halkının aleyhine, uluslararası güçlerin, özellikle ABD ve bölgesel tarafların meselesi haline gelmesine neden oldu. Bu durum, kimlik çatışmaları, özellikle de silahlı çatışma veya silahlı milisler şeklinde ortaya çıkan çatışmalar için de geçerli.

Federalizm, bir ülkeyi bölmek değil, aksine ülkenin birliğini organize etmek ve merkezin statü, egemenlik ve kaynaklar konusunda çevre bölgelere müdahale etmesini önlemek için daha uygun bir yöntem. Böylelikle karşılıklı güven temelinde hükümete daha geniş katılım sağlanır.

Suriye geçiş dönemi yönetimi ve Suriye muhalefetinin geri kalanı, gelecekteki siyasi sistemin nasıl olacağı ve otoriterliğin ve marjinalleşmenin geri dönüşünü önlemeye katkıda bulunanlar da dahil olmak üzere yeni konsensüsler oluşturmak için neyin uygun olduğu konusunda kafa karışıklığı ya da netlik sağlanamaması ortaya çıkan federalizm ve ademi merkeziyetçilik konusundaki tartışmalardan sorumlu.

Aslında, yeni yönetime bağlı olanlar ve geleneksel Suriye muhalefeti tarafından federalizmin reddedilmesinin sebebi, aceleci davranışlar, duygusal ve milliyetçi coşku ve önyargılar.

Söz konusu tartışmayı kapatmak yerine açmalı, tüm soruları sormalı. Çünkü Suriye’nin geleceği tartışmaya açık. Tüm Suriyeliler bu tartışmayla ilgileniyor ve bu konuda cevaplar bulmaya katkıda bulunuyor.

Daha spesifik olarak, federal ya da ademi merkeziyetçi bir devlet tartışmasıyla ilgili olarak, federalizmin herhangi bir ülkenin bölünmesi anlamına gelmediği, aksine birliğin daha uygun bir şekilde örgütlenmesi ve merkezin statü, egemenlik ve kaynaklar konusunda çevreyi kötü yönde etkilemesini önlemek için, karşılıklı güvene dayalı yönetişime daha geniş katılımı garanti eden bir sistem olduğunun anlaşılması gerekiyor.

Toplumun yönetimini etkileyen sorunlara güvenlik çözümleri getirilemedi. Çünkü herhangi bir güvenlik çözümü coğrafyaya, topluma, egemenliğe ve devlete sadece bölünmeler getirir.

Tüm bunlar bölünmek değil, federalizm gücün paylaşılması anlamına gelir. Dışişleri, savunma ve genel ekonomi yönetimi gibi devlet egemenliği ile ilgili konularda merkezileşme söz konusu. Bunların tümü birleşik parlamento ve merkezi hükümetin sorumluluğunda. Öte yandan iç güvenlik, eğitim, sağlık ve yerel kalkınma konularının yönetimi eyaletlerin veya yerel yönetimlerin yetki alanına girer.

Burada bazılarının endişelerini hafifletebilecek en önemli nokta, federalizmin etnik köken/milliyet veya din/mezhep yerine coğrafyaya dayalı olmasıdır. Çünkü herhangi bir kimlik meselesi, demokratik karakterini zayıflatır ve eşit vatandaşlık haklarının ve vatandaşların devletinin güçlenmesini engeller. Tıpkı Lübnan'da ve Irak'ta olduğu gibi.

Elbette, birçok alanda idari meselelerle ilgili olan ademi merkeziyetçi bir devleti, anayasaya göre yetkileri paylaşan federal bir devletle karıştırmak bir sorundur. Şarku'l Avsat'ın al Majalla'dan aktardığı analize göre federal devleti ayrılıkçı bir devlet olarak görmek de bir tür karışıklık veya yanılgı olarak adlandırılabilir, ancak bu doğru değil, çünkü merkezi devletler, yönetim, temsil ve kaynak dağıtımında esnekliğe sahip federal devletlere göre ayrılmaya çok daha yatkındır, zira günümüzün en büyük, en güçlü ve en zengin devletleri federal devletlerdir.

Bu yüzden herhangi bir kimlik grubuyla anlaşmazlık, kavramların karışmasına veya çarpıtılmasına yol açmamalı. Örneğin, İsrail'in siyasi sistem olarak demokrasiyi benimsemesi, demokrasiye karşı düşmanlığı teşvik etmemeli. Ayrıca, belirli bir önermeye elverişli olmayan koşullar olduğunu gözlemlememiz, bu kavramın tartışmaya açılmaması, geliştirilmemesi ve belirli bir ülkede devlet kurulması için ulusal birliği oluşturmaya hizmet eden bağlamlara yerleştirilmemesi gerektiği anlamına gelmez.

Son olarak, bu alanda, özellikle Suriye bağlamında, dikkate alınması gereken iki konu var. Öncelikle ülkenin toprakları üzerinde devlet egemenliğinden söz edilmesi için bunun halkın birliği gerçeğine dayanması gerekiyor. İkinci olarak ise toplumun yönetimini etkileyen sorunlara güvenlikle ilgili bir çözüm bulunmuyor, çünkü herhangi bir güvenlik çözümü coğrafyanın, toplumun, egemenliğin ve devletin bölünmesine yol açar.

*Bu analiz Şarku’l Avsat tarafından Londra merkezli al Majalla dergisinden çevrilmiştir