Akıllı telefonları bu kadar akıllı yapan nedir?

Akıllı telefonları bu kadar akıllı yapan nedir?
TT

Akıllı telefonları bu kadar akıllı yapan nedir?

Akıllı telefonları bu kadar akıllı yapan nedir?

Akıllı telefonların kullanımı ve etkileri hakkında bilinçli bir tartışma yapabilmek için, onları akıllı kılan teknik yönler kadar kültürel ve bireysel süreçleri de incelememiz gerekiyor.
Akıllı telefon kadar hayatımızın ayrılmaz bir parçası olan ve böylesine samimi ilişki kurduğumuz bir icat daha var mıdır? Diğer yandan bu telefonlar anlaşılması zor cihazlar. İnsanların birbirleriyle iletişim kurma ve bilgi edinme becerilerinde seviye atlamasını sağlıyor. Aynı zamanda, dış dünyanın tesirine karşı insanların savunmasız kalmasına da sebep oluyor. Akıllı telefonlar, hem özgürlük ve iletişim sağlıyor, hem de bizimle ilgili veri toplayan ve mahremiyeti ihlal eden şirketlerin bir işareti.
Ben bir antropoloğum ve şu anda bu sorunlar üzerine araştırma yapan bir ekibin parçasıyım. Çok basit bir soruya cevap vermeye çalışıyoruz: akıllı telefon nedir? Sosyal ilişkiler çalışmalarında uzmanlaşmış bir grup akademisyenin bu konuyla ilgili çalışması tuhaf görünebilir, fakat belki de bu soruyu cevaplayabilecek tek uzman türü biziz.
Peki neden? Apple iPhone’u, Samsung Galaxy’yi üretiyor; bunlar akıllı olma kapasitesine sahip telefonlar. Ama onları gerçekten akıllı yapan şey tabandan geliyor: bu da kullanıcılar tarafından özelleştirilmeleridir.
Çok az insan, telefonunda var olan uygulamalarla yetiniyor. Bunun yerine, herkes ek uygulamalar ve değiştirilebilen ayarlarla kendine has bir düzenleme oluşturuyor. Yapay zekâ ve algoritmalar, telefonun kişisel kullanıma uygun şekilde ayarlanarak özelleştirilmesine olanak sağlıyor. Akıllı telefonun ne olduğunu anlamak için bu süreçleri inceleyip telefonun nasıl ortaya çıktığını gözlemlemek gerekiyor.
Biz, Brezilya, Kamerun, Şili, Çin, İrlanda, İtalya, Japonya, Doğu Kudüs ve Uganda gibi yerlerde insanların telefonları nasıl kişiselleştirdiğini araştırarak akıllı telefonları küresel bir bakış açısıyla inceliyoruz. Odak noktamız orta yaştaki insanlar.  
Aynı zamanda, insanlarda sağlık problemleri sebebiyle ortaya çıkan yetenek kaybının etkilerini akıllı telefonların nasıl azaltabileceğini ve telefonların kişisel değerler üzerindeki etkileri kadar kültürel olana tesirini de inceliyoruz.
Philip Pullman’ın Kuzey Işıkları romanında yazarın bir karakter olarak kullandığı cin ile akıllı telefonlar arasında benzerlik kurmak bu telefonları anlamamıza yardımcı olabilir. Kitapta cinler, insanlar doğduktan itibaren yanlarında bulunan ve insanlara aşırı derecede bağlı yaratıklar. Yazar cinlerin bağlılık şekillerine vurgu yapıyor. Kuzey Işıkları kitabındaki dünyada, insanoğlunun gençlikte değişebilen bir hayvan avatarı vardır, ancak daha sonra bu avatar insanın yetişkin halini en iyi yansıtan bir türe dönüşüyor: Bu yeni tür, kişilikleri veya uğraşlarının bir yönünü geliştirme kapasitesine sahip yaratıklar. Örneğin Pullman’ın La Belle Sauvage isimli son romanında, Asta isimli cin karanlıkta daha iyi görmek için bir baykuşa dönüşebilir.
Hatta birinin cininden uzak kalması yürek burkucu olabilir.
Benzer şekilde, telefonlarımızla kurduğumuz ilişki kadar, diğerleriyle ve nihayetinde kendimizle bir ilişkimiz var. Yanlışlıkla evde bıraktığımız telefonla ilgili endişemiz sadece bir makinenin yokluğu değil, kendimize ait bir parçanın geçici olarak kaybolması olabilir.   
Telefon cinleri
Projede bana düşen görevi İrlanda’da yürütüyorum, burada her bir telefonun nasıl belirli bir kişinin cini haline geldiğini gözlemliyorum. Örneğin, 69 yaşındaki profesyonel bir kadının iPhone'u bir mucize. Telefonundaki tüm uygulamalar, finans, spor, haberler ve hizmet programları ismi altında iç içe klasörlenmiş. Bir faturanın ödenmesi gibi her bir görev, kadının takviminde planlanıyor, bu takvim onun izlemesi gereken planla ilgili ana hatları içeren her adımı, ilgili şifreleri ve web sitelerini telefondaki uygulamalara bağlıyor.  Böylece telefonu birkaç yüz sayfalık bir yaşam kılavuzu haline geliyor.
Bir başka akıllı telefon kullanıcısının da yelken tutkusuna yönelik indirdiği yedi uygulama, cihazına hükmediyor. Veya bir başka kullanım şekli, 90 yaşındaki bunama hastalığı (demans) olan annesinin bakımına destek olması için düzenlenen ‘bakıcı’ telefon. Böylece yaşlı kadın, WhatsApp yoluyla aile bakımını organize etmek, torunlarının fotoğraflarını Facebook aracılığıyla göstermek, hastane randevusuna yetişmek için haritaları kullanmak gibi imkânlara sahip oluyor.
Genellikle bu insanlar kendi telefonlarını belli bir amaca yönelik düzenlemek için 25 - 30 farklı fonksiyon kullanıyor. İnsanların telefonlar üzerinde yaptığı bu kişiselleştirme, uygulama indirmeyi içerebilir, ancak daha önemlisi WhatsApp ve takvim gibi platformları kişilerin kendi ihtiyaçlarına göre uyarlamasıdır. Bu şekilde, telefon bu kullanıcının bir avatarı veya cini haline gelir.
İnsan benzeri makineler
Bir asırdan fazla bir süredir insanlık, robotun gelişimi ve bir insanın özelliklerine sahip veya ona benzeyen (antropomorfik) bir makine hayalini gerçekleştirme potansiyeline kendini kaptırdı. Robot,  bir ‘öteki’ olsa da, gitgide bize benzemesi gereken bir makine olarak tasarlandı. Fakat robota kıyasla akıllı telefon, insan benzeri makineye doğru daha köklü ve ileri bir gidişata işaret ediyor; bu makineler insanla yakınlık kurarak ilerliyor.
Bilindiği üzere robotlara ilişkin kaygılarımız onların dış görünüşüne odaklandı. Bize benzeyen bir nesneye karşı duygu karmaşası hissediyoruz. Aksine, akıllı telefon bir insana benzemiyor. Kolları ve bacakları yok. Bunun yerine, pantolon ceplerine veya el çantalarına yerleştirildiğinde hareket etmeyi başarıyor. İşte insanbiçimcilik (antropomorfizm), bu protez işlemler aracılığıyla geliştiriliyor, yani telefonun bize yardım elini uzatma yoluyla ve sahibi olan kişiyi dönüştürme yeteneğiyle ilerleme gösteriyor.
Telefonların insanla bu denli yakın ilişki kurması da birçok soruna neden olabilir. Mahremiyetin kaybolması ve şirketler tarafından izlenme gibi durumlar aşina olduğumuz problemlerden birkaç tanesi.
Telefon kullanımının yaşlı insanlara öğretilmesi ise telefonların aptallığını ortaya koyuyor. Bir başka nokta ise, öğrencilerimden bir uygulama indirmelerini isteyince, indirilenler adlı simgeye basıyorlar. Öğrenciler Google Play'in oyunlar için hazırlandığını sanıyor. İnternete girmelerini istediğinizde, onlar bunun Samsung internet, Chrome, OK Google veya İnternet adlı bir şeyin mi kastedildiğini anlamıyor. Gençler, yaşlı insanlara akıllı telefonların sezgisel olduğunu söylüyor. Fakat bu konuda oldukça yanılıyorlar.
Akıllı telefonlarla ilgili hem bu sorunlar hem de onların yeni becerileri bölgeye göre farklılık gösteriyor. Örneğin, Şangay'daki yaşlı insanlar, telefonun modernliğine kucak açıyor ve bir restoranda telefonlarına dalıyor, gençler ise birbirleriyle direkt olarak sohbet ediyor. İnsanların maddiyata önem vermediği bir ülke olan Japonya'da ise cin benzeri özelliklere sahip nesne geleneği ve bu süreçleri anlamlandıran Japonlara has bir yakınlık kurma alışkanlığı zaten vardı.
Akıllı telefonların kullanımı ve etkileri hakkında bilinçli bir tartışma için, onları akıllı kılan teknik yönler kadar kültürel ve bireysel süreçleri de incelememiz gerekiyor.
Daniel Miller, UCL'de maddi kültür profesörü. Bu makale ilk The Conversation’da yayınlandı
 



Hindistan ve Pakistan nükleer silahlarının hikayesi

Hindistan-Pakistan çatışması (Shutterstock)
Hindistan-Pakistan çatışması (Shutterstock)
TT

Hindistan ve Pakistan nükleer silahlarının hikayesi

Hindistan-Pakistan çatışması (Shutterstock)
Hindistan-Pakistan çatışması (Shutterstock)

Muhammed Mansur

Hindistan ve Pakistan'ın 1947 yılında ayrılmasından bu yana iki ülke arasındaki ilişkiler gerginliğini korurken, geçici bir ateşkes ile kalıcı çatışma arasında gidip gelmeye devam etti. Keşmir meselesi başından beri sönmeyen bir kıvılcım olurken, defalarca çatışmaya ve ciddi diplomatik krize yol açtı. Ancak bugünkü gerilimi benzersiz ve tehlikeli kılan, uzun bir geçmişi olan bu çatışmanın her iki tarafın da nükleer silahlara sahip olduğu gerçeğiyle birleşmesi. Bunun da işlerin kontrolden çıkması halinde nereye varabileceği sorusunu beraberinde getirmesidir.

Çeyrek asrı aşkın bir süre önce, 1998 yılının mayıs ayında Racistan'daki Pokhran Test Sahası yakınlarındaki sıcak ve kuru Tar Çölü'nün derinliklerinde Hindistan, 'güç' anlamına gelen 'Operasyon Shakti’ kod adıyla nükleer silah sahibi ülkeler kulübüne resmen girdi.

Hindistan, Güney Asya'daki güvenlik dengelerini sarsan ve uluslararası tepkilere yol açan bir hamleyle beş nükleer bomba patlattı.

Hindistan'ın nükleer programının kökleri, genç bir fizikçi olan Homi K. Bhabha'nın Tata Sanayi Grubu'nun yardımıyla Tata Temel Araştırma Enstitüsü'nü (Tata Institute of Fundamental Research/TIFR) kurduğu 1945 yılına kadar uzanıyor. Pakistan-Hindistan bölünmesinden sonra hükümet, 1948 yılında Atom Enerjisi Yasası ile nükleer programın ilk yasal adımlarını attı ve ardından Hindistan Atom Enerjisi Komisyonu'nu (AECI) kurdu.

Hindistan 1974 yılında ‘Gülümseyen Buda’ kod adlı ilk yeraltı nükleer denemesini gerçekleştirdi. Bu testin her ne kadar ‘barışçıl’ olduğu söylense de uluslararası endişelere ve Yeni Delhi ile nükleer iş birliğine kısıtlamalar getiren Nükleer Tedarikçiler Grubu'nun (NSG) kurulmasına yol açtı.

Uluslararası baskı

Takip eden on yıllar boyunca Hindistan'ın nükleer programı, özellikle Homi K. Bhabha'nın ölümüyle birlikte uluslararası baskı ve yaptırımlardan ve iç siyasi istikrarsızlıktan zarar gördü. Yine de Hindistan nükleer altyapısını inşa etmeye devam etti ve 1980'li yıllarda Ebubekir Zeynelabidin Abdulkelam ve Rajagopala Chidambaram gibi bilim adamlarının çabaları sayesinde füze geliştirme ve uranyum zenginleştirme için paralel programlar başlattı.

Hindistan 1990'lı yıllarda çok sayıda nükleer bomba yapmak için yeterli malzeme ve bileşene sahipti, ancak yeni bir deneme yapmadı. 1998 yılında Atal Bihari Vajpayee’nin lideri olduğu Hindistan Halk Partisi’nin (Bharatiya Janata Partisi/BJP) iktidara gelmesiyle her şey değişti. Vajpayee, Hindistan'ı nükleer silahlarla donatma niyetini açıkça ifade ederek bunu bir ‘egemen hak’ ve ‘savunma ihtiyacı’ olarak değerlendirdi.

1990'lar kararlı bir tutumun hâkim olduğu yıllardı. 1998 yılında Hindistan nükleer denemelerini gerçekleştirdikten sonra Pakistan'ın cevabı gecikmedi.

Ancak uluslararası tepki gecikmedi. ABD, Japonya ve diğer ülkeler, vakit kaybetmeden Hindistan’a ekonomik yaptırımlar uyguladı. Çin bölgede bir nükleer silahlanma yarışından duyduğu endişeyi dile getirdi.

Hindistan'ın komşusu ve geleneksel rakibi Pakistan, 28 Mayıs 1998 tarihinde Chagai Tepeleri'nde birkaç deneme yaparak komşusunun bu hamlesine hemen karşılık verdi ve nükleer güçler kulübüne girdiğini resmen ilan etti. Bu sadece bir güç gösterisi değil, 1971 yılında Bangladeş'in ayrılmasıyla başlayan ve ülke tarihinin en büyük yenilgilerinden birinin ardından gelen uzun bir sürecin zirve noktasıydı.

Sind eyaletinin Haydarabad kentinde toplanan ve Hindistan karşıtı bir protesto gösterisi sırasında Hindistan Başbakanı Narendra Modi'nin kuklasını yakan protestocular, 9 Mayıs 2025 (AFP)Sind eyaletinin Haydarabad kentinde toplanan ve Hindistan karşıtı bir protesto gösterisi sırasında Hindistan Başbakanı Narendra Modi'nin kuklasını yakan protestocular, 9 Mayıs 2025 (AFP)

Pakistan’ın nükleer silahlarla olan hikayesi 20 Ocak 1972'de Başbakan Zulfikar Ali Butto’nun Multan şehrinde üst düzey bilim adamları ve mühendisleri bir araya getirmesiyle başlar. Pakistan'ın Hindistan ile bir “caydırıcılık dengesi” olmadan hayatta kalamayacağını ilan etti. Butto, açık sözlülükle “Gerekirse ot yeriz ama bomba yapacağız” ifadelerini kullandı. Böylece Pakistan'ın nükleer programı resmen doğmuş oldu.

Nükleer fizikçi Munir Ahmed Han, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı'ndaki (UAEA) görevinden döndükten sonra, Pakistan Atom Enerjisi Komisyonu'nu (PAEC) yönetmekle görevlendirildi, ancak PAEC çok geçmeden özellikle gerekli bölünebilir malzemenin üretilmesi konusunda büyük teknik zorluklarla karşılaştı. Hollanda'daki uranyum zenginleştirme tesislerinde çalışmış bir metalürji mühendisi olan Abdulkadir Han'ın ismi burada ortaya çıktı. Han, ülkesine santrifüj uranyum zenginleştirme alanında önemli bilgiler ve teknikleri kazandırdı.

Hükümetin tam desteğiyle daha sonra Pakistan'ın ana nükleer araştırma kurumu haline gelecek olan Kahuta tesisini kuran Han, PAEC ile birlikte nükleer programın geliştirilmesinde iki paralel hat oluşturdu. Han'ın, dönemin Cumhurbaşkanı General Muhammed Ziya-ül Hak'a gönderdiği bir mektuba göre Pakistan 1984 yılında geniş, ağır gözetime ve Batı ülkelerinin uyguladığı yaptırımlara rağmen yüksek oranda zenginleştirilmiş uranyum üretmeyi başararak nükleer silaha sahip oldu.

1990'lar kararlı bir tutumun hâkim olduğu yıllardı. 1998 yılında Hindistan nükleer denemelerini gerçekleştirdikten sonra Pakistan'ın cevabı gecikmedi. Aynı ay içinde Pakistan ülkenin batısındaki Chagai Çölü'nde beş nükleer bomba denemesini aynı anda yaptı. İki gün sonra da Haran Çölü'nde altıncı denemeyi gerçekleştirdi. Bu, Pakistan'ı dünyada nükleer silah geliştiren ve deneyen yedinci ülke haline getirerek bölgesel gerilimi arttırdı ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin (BMGK) 1172 sayılı kararla kınamasına yol açtı.

Hindistan'ın plütonyumu, Pakistan'ın uranyumu

Hindistan ve Pakistan’ın nükleer devletler kulübüne girmelerinden sonra bu iki ülkenin kapasiteleri ve hangi ülkenin daha üstün olduğu konusundaki tartışmalar hiç bitmedi. Her iki ülke de nükleer denemelerini aynı yılın aynı ayında gerçekleştirmiş olsa da iki program arasındaki teknolojik farklılıklar başından beri vardı ve bugün de devam ediyor.

Hindistan orta ve uzun menzilli balistik füzelerin yanı sıra nükleer füze fırlatabilen denizaltılardan oluşan geniş bir cephanelik geliştirerek kara, deniz ve havayı kapsayan üç boyutlu bir caydırıcılık kabiliyetine sahip oldu.

Hindistan, nükleer programını, nükleer silah tasarımında daha yüksek teknik kabiliyet ve hassasiyeti yansıtan bir seçim olarak nükleer araştırma reaktörlerinden elde edilen plütonyum temelinde geliştirdi. Buna karşın Pakistan, Kahuta Santrifüj Tesisi’nde üretilen yüksek oranda zenginleştirilmiş uranyum kullandı. Teknik olarak, plütonyum savaş başlıkları için boyut ve ağırlık açısından daha verimli, ancak teknik olarak işlenmesi daha zor.

Kanıtlar, Hindistan'ın hidrojen termobarik bomba tasarımına odaklandığını gösteriyor. Hindistan, 1998 yılında yapılan bir testte bu bombanın kullanıldığını duyurmuş olsa da tam ölçekli testin başarısı konusunda şüpheler söz konusu. Termonükleer bomba fisyondan sonra nükleer füzyona dayanır ve Pakistan'da olduğu gibi muazzam bir patlama gücü sağlar. Pakistan sadece fisyon bombalarını ve bazı geliştirilmiş bombaları test etti, ancak henüz termal bir silaha sahip olduğunu ilan etmedi.

Plütonyum ve uranyum bombaları arasında bölünebilir maddenin türünde ve kullanılan patlatma yönteminde farklar söz konusu. Hiroşima'ya atılan bomba gibi uranyum bombaları uranyum-235 adlı madde temelinde geliştirilmiştir ve ‘top’ olarak bilinen nispeten daha basit bir tasarıma sahiptir. Burada iki kritik altı kütle hızla birbirine itilerek bir patlama meydana getirilir. Uygulanması nispeten kolay olsa da büyük miktarda saf zenginleştirilmiş uranyuma ihtiyaç duyulur.

Buna karşılık Nagazaki'ye atılan ‘Fat Man’ (Şişman Adam) bombası gibi plütonyum bombaları, plütonyum-239 maddesi temelinde geliştirilir ve plütonyumun son derece koordineli patlayıcılar kullanılarak kritik kütleye sıkıştırıldığı ‘patlama’ olarak bilinen daha karmaşık bir tasarım gerektirir. Bu da daha küçük boyutta daha güçlü ve verimli bombaların yapılmasına olanak sağlar. Ancak son derece gelişmiş mühendislik teknolojisine ihtiyaç duyar. Plütonyum ayrıca daha radyoaktif bir maddedir. Kalıplanması ve depolanması daha zor. Bu da onu fiziksel ve güvenlik açısından zor bir maddeye dönüştürüyor. Şarku’l Avsat’ın al Majalla’dan aktardığı analize göre bununla birlikte, yüksek yoğunluğu ve daha küçük boyutlarda daha büyük patlamalar üretme kabiliyeti nedeniyle modern silah tasarımlarında tercih ediliyor.

İslamabad, kısa menzilli Nasr füzesi gibi taktik nükleer silahların kullanılmasının, özellikle Hindistan'ın sayısal ve lojistik üstünlüğüne ayak uyduramaması çerçevesinde konvansiyonel bir savaş durumunda Hindistan'ın olası bir ilerlemesini durdurmanın tek yolu olabileceğine inanıyor.

Hindistan orta ve uzun menzilli balistik füzelerden oluşan geniş bir cephaneliğin yanı sıra nükleer füze fırlatabilen denizaltılar geliştirerek kara, deniz ve havayı kapsayan üç boyutlu bir caydırıcılık kabiliyetine sahip oldu. Buna karşılık Pakistan, Şahin ve Ghauri gibi etkili, ancak daha kısa menzilli, daha az çok yönlü bir füze sistemine sahip. Bu da uzun menzilli caydırıcılıktan ziyade hız ve anında karşılık verme yaklaşımını ön plana çıkarıyor.

Hindistan’ın üstünlüğü

BM Silahsızlanma İşleri Ofisi’ne (UNODA) göre Hindistan yaklaşık 172, Pakistan ise yaklaşık 170 nükleer savaş başlığına sahip. Bu sayısal yakınlığa rağmen, her iki tarafın nükleer doktrini, kullandığı teknoloji ve stratejik yönelimleri önemli ölçüde farklılık gösteriyor. Bu da aralarındaki dengeyi kırılgan hale getiriyor.

Hindistan kamuoyu önünde ‘ilk adımı atmama’ politikasını benimsiyor. Yani nükleer bir saldırıya karşılık vermedikçe nükleer silah kullanmayacağını taahhüt ediyor. Ancak Yeni Delhi hükümetinin üst düzey bazı isimleri son zamanlarda bu doktrinin gözden geçirilebileceğinin sinyallerini verdi. Pakistan ise böyle bir politikayı benimsemeyi kategorik olarak reddederken, varoluşsal bir tehdit algılaması halinde nükleer silahları önleyici olarak kullanma hakkını savunuyor.

İslamabad, kısa menzilli Nasr füzesi gibi taktik nükleer silahların kullanılmasının, özellikle Hindistan'ın sayısal ve lojistik üstünlüğüne ayak uyduramaması çerçevesinde konvansiyonel bir savaş durumunda Hindistan'ın olası bir ilerlemesini durdurmanın tek yolu olabileceğine inanıyor.

Nükleer silahlar dışında, Pakistan sadece 560 bin askere sahipken Hindistan, 1,24 milyondan fazla askeriyle konvansiyonel kabiliyetlerde askeri üstünlüğe sahip.

İslamabad'da düzenlenen Pakistan Milli Günü geçit töreni sırasında Nasr (sağda) ve Babur (solda) füzelerini taşıyan askeri araçların üstünden selam veren Pakistan askerleri, 23 Mart 2022 (AFP)İslamabad'da düzenlenen Pakistan Milli Günü geçit töreni sırasında Nasr (sağda) ve Babur (solda) füzelerini taşıyan askeri araçların üstünden selam veren Pakistan askerleri, 23 Mart 2022 (AFP)

Hindistan, ithalata bağımlılığın azaltılmasına ve modernizasyona odaklanarak 2025-2029 yılları için 415,9 milyar dolarlık devasa bir savunma bütçesi ayırdı. Buna karşın Pakistan, içerideki ve sınır güvenliği alanındaki zorunluluklar nedeniyle 2028 yılında sadece 10 milyar dolara ulaşması beklenen savunma bütçesiyle daha mütevazı ilerliyor.

Hindistan 220'den fazla Rus yapımı Suhoy Su-30 MKI çok amaçlı savaş uçağı ve 36 gelişmiş Fransız yapımı Rafale savaş uçağı ile sayısal ve niteliksel olarak Pakistan karşısında üstün bir konuma sahip. Pakistan ise Pekin ile ortaklık kurarak Hindistan'ın üstünlüğünü dengelemek amacıyla JF-17 ve J-10C gibi Çin yapımı savaş uçaklarına ve bazı eski Amerikan yapımı F-16'larına güveniyor.

Hindistan, başta Rus yapımı T-90 tankı ve kendi yapımı Arjun tankı olmak üzere çok çeşitli bir tank filosunun yanı sıra, K9A1 gibi modern obüslere sahip. Öte yandan Pakistan, neredeyse tamamen Khalid ve VT-4 gibi Çin tanklarından oluşan bir tank filosuna sahip ve Amerikan M109 silahlarını kullanıyor. Hindistan ise Rus yapımı S-400 ve İsrail yapımı Barak-8’den oluşan ikili hava savunma sistemine sahip. Buna karşın Pakistan’ın aradaki teknolojik farkı azaltmak amacıyla edindiği uzun menzilli HQ-9 ve orta menzilli LLY-80 gibi Çin yapımı hava savunma sistemleri var.

Hindistan iki uçak gemisi, nükleer ve hücum denizaltıları ile çok sayıda destroyer ve fırkateynden oluşan güçlü bir donanmaya sahipken, Pakistan’ın uçak gemisi olmayan sınırlı bir donanması var. Donanmanın envanterinde eski Fransız Agusta denizaltıları ile bazı Çin yapımı fırkateynler bulunuyor.

Hindistan’ın hava ve deniz kuvvetlerindeki üstünlüğüne ve daha geniş bir askeri üs ve tesis ağına sahip olmasının yanında bu üstünlüğü, paradoksal bir şekilde, Pakistan'ın erken nükleer saldırı seçeneğini sürdürmesinin ana nedenlerinden biri. Çünkü İslamabad, kısa menzilli Nasr füzesi gibi taktik nükleer silahların kullanılmasının, özellikle Hindistan'ın sayısal ve lojistik üstünlüğüne ayak uyduramaması nedeniyle konvansiyonel bir savaş durumunda Hindistan'ın olası bir ilerlemesini durdurmanın tek yolu olabileceğine inanıyor.