​Fransa-İtalya krizi tatlıya bağlandı

Büyükelçi Christian Masset, Roma’ya geri döndü ve İtalyan Cumhurbaşkanı Sergio Mattarella’ya Fransa Cumhurbaşkanı’ndan Paris’i ziyarete davet eden bir mektup iletti (AFP)
Büyükelçi Christian Masset, Roma’ya geri döndü ve İtalyan Cumhurbaşkanı Sergio Mattarella’ya Fransa Cumhurbaşkanı’ndan Paris’i ziyarete davet eden bir mektup iletti (AFP)
TT

​Fransa-İtalya krizi tatlıya bağlandı

Büyükelçi Christian Masset, Roma’ya geri döndü ve İtalyan Cumhurbaşkanı Sergio Mattarella’ya Fransa Cumhurbaşkanı’ndan Paris’i ziyarete davet eden bir mektup iletti (AFP)
Büyükelçi Christian Masset, Roma’ya geri döndü ve İtalyan Cumhurbaşkanı Sergio Mattarella’ya Fransa Cumhurbaşkanı’ndan Paris’i ziyarete davet eden bir mektup iletti (AFP)

Fransa ve İtalya arasındaki karşılıklı suçlama sürecinin kızışmasının ardından Paris’e çağrılmasından bir hafta sonra Fransa’nın Roma Büyükelçisi, İkinci Dünya Savaşı günlerinden bu yana iki ülke arasındaki en ciddi diplomatik krizin son bölümüne nokta koymak için Roma’ya geri döndü. Söz konusu kriz, Avrupa Birliği’nin kuruluşundan bu yana iki Avrupa ülkesi arasında türünün ilk örneğidir. Büyükelçi Christian Masset, Roma havaalanına ulaşır ulaşmaz, doğrudan Cumhurbaşkanı Sergio Mattarella tarafından kabul edildiği Quirinali Sarayı’na gitti. Büyükelçi,  Cumhurbaşkanı Mattarella’ya Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un mektubunu ve Paris’i ziyarete yönelik resmi davetini iletti. İtalya Cumhurbaşkanı ise söz konusu daveti kabul etti.
Krizle ilgili tüm taraflar,  iki devlet ve Avrupa kıtasındaki ortak ülkeler için çok hassas bir aşamada, ikili düzeyde ve Avrupa düzeyinde ciddi çağrışımlarla tehdit eden siyasi çatışmanın fitilinin sökülmesi konusundaki memnuniyetlerini ifade ettiler. Ancak, bu boyuttaki bir krizin hızlı bir şekilde örtülmesi, iki ülke arasındaki ilişkilerin Fransız Büyükelçisi’nin Roma’ya geri dönmesiyle yoluna girip girmediği ya da Paris’in hamlesinin krizin İtalya’da iktidardaki radikal sağ- popülist koalisyonun lehine olan halk dolaşımından çekilmesini ve siyasi ve ekonomik alana aktarılması için daha iyi koşulların beklenmesini amaçlayıp amaçladığı sorularını gündeme getiriyor.
Fransızlar, Avrupa Rönesansı’nın beşiği ve onlardan birçoğunun ikinci vatanı olan İtalya’yı seviyorlar ve Fransız bayrağının bugün Monte Carlo ve Korsika Adası üzerinde dalgalandığını unutmuyorlar. Çünkü İtalya, bu toprakları Avusturya kuvvetlerini yenmesine yardım eden müttefiki Fransa’ya hediye etmişti. İtalyanlar, onların duygularını paylaşıyorlar ve on yıldır Fransa’yı ilk turistik rotaları ve Almanya’dan sonra ikinci ticari ortakları olarak görüyorlar.
Avrupa projesinin 1957’de İtalya’nın başkentinden başlatılmasından bu yana Paris ve Roma’nın Avrupa ile ilgili ve uluslararası meseleler hakkındaki tutumları nadiren birbirinden uzaklaştı. Ancak mevcut İtalya hükümetinin geçen yaz başında iktidara gelmesiyle, iki ülke arasında Avrupalı diyalog masasında tartışmalı konuların çoğunda derin bir ayrılık ve görüş çatışması yaşandı.
Tartışmalı konuların başında göç meselesi yer alıyordu. Koşullar, göç meselesini, İtalya’daki iktidar koalisyonunun, özellikle de son dönemdeki tüm anketlere göre İtalyan siyasi sahnesinin ön saflarına taşıdığı popülerliğini arttırdığı ölçüde göç konusundaki tutum ve politikalarında sertleşen sağcı radikal parti Kuzey Ligi’nin en önemli kartı.
Paris ve Roma arasında göç meselesi hakkında yaşanan açık çatışma geçen yılın başlarında, İtalya hükümeti tarafından alınan, Avrupalı ve uluslararası sözleşmelere ve anlaşmalara aykırı olan ve Cumhurbaşkanı Macron liderliğindeki Fransız yetkilileri kışkırtan ve onları İtalya hükümetine karşı sert ifadeler kullanmaya sevk eden tedbirlerle başladı. Söz konusu sert ifadeler, İçişleri Bakanı ve Kuzey Ligi lideri olan ve ortağı “Beş Yıldız” hareketinin lideri Luigi Di Maio’yu Roma’nın bir banliyösünde “Sarı Yelekliler” hareketinin sert kanadını karşılamaya ve harekete destek verdiğini ve mücadeleye devam etmesini teşvik ettiğini duyurmasına neden olan bir teklife zorlayan Matteo Salvini’nin beklediği tırmanışa kapı açtı. Salvini, “Fransızların çok kötü olan liderlerinden yakında kurtulmalarını” umuyordu.
Devletlerin hiçbir şekilde, dost devletlerin hükümetlerini devirmeye çalışmaması, diplomatik geleneğin yazılı olmayan temel kurallardan biridir. Ancak, İtalyan hükümetinin iki lideri Di Maio ve Salvini’nin, özellikle de İtalya Başbakan Yardımcısı ile görüşmesinden sonra “Darbeye evet, iç savaşa evet” diyen radikal kanadının lideri Christian Chalonson’un Fransız hükümetini devirmeye çalışan protesto hareketine desteklerini ilan ederek haftalardır yaptıkları şey budur. Bu, anlaşmazlıklara yol açan ve Paris’i büyükelçisini Roma’dan geri çağırmaya sevk eden bir adımdır. Büyükelçinin geri çağrılması sadece diplomatik ilişkilerin kesilmesi halinde uygulanan bir prosedürdür.
İki ülke arasındaki ilişkilerde bu durumun daha önceki tek örneği İtalya’nın Fransa’ya savaş ilan ettiği 1940’da yaşanmıştı.  Paris, ayrılmadan önce, İtalya Dışişleri Bakanı ve Mussolini’nin damadına bunun sırtından bıçaklamak olduğunu söyleyen büyükelçisini geri çağırma kararı almıştı. Mevcut krizle iki ülke arasındaki dünya savaşının başlangıcında yaşanan krizi kıyaslamanın uygun olmadığı doğrudur. Ancak, dört yıl sürecek olan İtalyan hükümetindeki tırmanma düzeyinin yükseldiğini bilen Paris’in hedefleri,  Avrupa projesini tamamen içeriden sarmak için geniş çapta bir girişimde, ikili ilişkileri ihlal ediyor. Paris, büyükelçisini Roma’ya geri göndermeye karar verdiğinde ve büyükelçisi aracılığıyla İtalya Cumhurbaşkanı’nı Fransa’ya resmi ziyaret için davet ettiğinde, İtalya rejimindeki yürütme otoritesinin başı olarak kabul edilen Başbaşkan’ı, yalnızca iktidardaki koalisyonun hükümet politikasını yönlendiren ve eylem koşullarını cumhurbaşkanına dikte eden iki liderinin bir sözcüsü olması itibarıyla görmezden gelmeyi amaçladı.
Di Maio, büyükelçinin geri dönmesinden memnuniyet duyduğunu ifade ederek ve protestolarda şiddet ve sabotajdan vazgeçtiğini söyleyerek tutumunda biraz gerileme gösterdi, ancak “Sarı Yelekliler” hareketinin toplumsal taleplerini desteklemede ısrar etti. Salvini ise şöyle demekle yetindi: “(Alışılan saldırgan dile geri dönmek için) Büyükelçinin dönüşünden sonra ne olacağını göreceğiz. Fransa’da yıllardır serbest olan 15 İtalyan teröristin durumunu tartışmak için Fransız mevkidaşımla görüşmeyi hala bekliyorum.”



İsrail, Husiler ve Trump'ın değişken stratejisi

ABD Başkanı Donald Trump ve İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, 7 Nisan'da Washington'daki Beyaz Saray'ın Oval Ofisi'nde
ABD Başkanı Donald Trump ve İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, 7 Nisan'da Washington'daki Beyaz Saray'ın Oval Ofisi'nde
TT

İsrail, Husiler ve Trump'ın değişken stratejisi

ABD Başkanı Donald Trump ve İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, 7 Nisan'da Washington'daki Beyaz Saray'ın Oval Ofisi'nde
ABD Başkanı Donald Trump ve İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, 7 Nisan'da Washington'daki Beyaz Saray'ın Oval Ofisi'nde

Michael Horowitz

Yaklaşık on yıl önce, Ortadoğu'daki güvenlik durumu hakkında bazı diplomatlara bilgi vermek üzere İsrail'deki bir büyükelçiliği ziyaret ettiğim sırada, biri meslektaşıma ve bana o zamanlar bize son derece tuhaf gelen bir soru sormuştu: Peki ya Husiler? İsrail'e tehdit oluşturabilirler mi? Husiler o dönemde İsrail'e saldırı tehdidinde bulunmuş olsa da soruya bir an hazırlıksız yakalanmıştık. Ne var ki bu tehdit şaşırtıcı değildi, zira örgütün sloganı “Amerika'ya ölüm, İsrail'e ölüm, Yahudilere lanet olsun” idi. Ancak o dönemde bu tehditler, Güney Arabistan'daki uzak bir savaşta mücadele eden izole bir grubun yüksek sesli övünmesinden ibaret görünüyordu.

Ama işler çok değişti. İran destekli Yemenli örgüt, 4 Mayıs 2025 Pazar günü, İsrail'in Tel Aviv yakınlarındaki Ben Gurion Uluslararası Havalimanı yakınlarına uzun menzilli bir balistik füze fırlatarak bir patlamaya yol açtı ve İsrail'in merkezinde hava saldırısı sirenlerinin çalmasına neden oldu. Bu olay, Husiler ile İsrail arasındaki gerginlikte bir dönüm noktası oluşturdu ve çok sayıda uluslararası havayolunun uçuşlarını geçici olarak askıya almasına yol açtı. Füzenin herhangi bir uçağa doğrudan isabet etmemesi, sadece küçük çaplı maddi hasara yol açması ve sınırlı sayıda insanı yaralaması bir yana, İsrail'in ana havalimanına ulaşması bile Husiler için oldukça önemli bir sembolik kazanım anlamına geliyor. İsrail buna karşılık Hudeyde Limanı ve Sana Uluslararası Havalimanı'nı hedef alan bir dizi hava saldırısı düzenledi. Başbakan Binyamin Netanyahu daha sonra İsrail'in karşılığının çıtasını yükselteceğine söz verdi.

Bunun Husilerin Ben Gurion Havalimanı'na yönelik ilk saldırı girişimi olmadığını, örgütün daha önce de burayı birkaç kez hedef aldığını iddia ettiğini açıklayalım. Geçtiğimiz mart ayında havalimanına üç ayrı saldırı düzenlediğini duyurmuş, füzelerden birinin havalimanına isabet ettiğini söyleyerek övünmüştü. 4 Mayıs'ta ise füze havalimanını çevreleyen hava sahasını başarıyla deldi, sınırlı sayıda can ve mal kaybına yol açtı, ancak ülkedeki hava trafiğini aksattı.

Şarku’l Avsat’ın Al Majalla’dan aktardığı habere göre İsrail erken uyarı sistemleri, füzeyi yaklaşırken tespit etti ve düşürmek için biri İsrail'e ait Arrow sisteminden, diğeri ise İsrail'de konuşlu, yüksek irtifalardan balistik füzeleri engellemek için tasarlanmış bir savunma sistemi olan Amerikan THAAD sisteminden iki adet füze fırlatıldı. Ancak her iki sistem de füzeyi engellemeyi başaramadı.

İsrail hava savunma sistemlerinin, ABD'nin THAAD bataryalarının desteğine rağmen diğer onlarca girişim arasından Yemen'den atılan bir füzeyi engelleyememesi üçüncü kez yaşanıyor. Her ne kadar genel sicil İsrail ile ABD arasında oldukça etkili bir savunma koordinasyonu olduğunu gösterse de, özellikle Ben Gurion Havalimanı gibi stratejik tesisleri hedef alan ve maddi kayıpların ötesinde sembolik ve operasyonel sonuçları olan saldırılara karşı bu sistemler henüz tam koruma sağlayamıyor.

Başarısızlığın nedenlerinin belirlenmesi için soruşturmalar devam ediyor. Husilerin, İsrail içinde hedef aldıkları noktaları mümkün olan en büyük etkiyle vurabilme şanslarını artırmak için farklı kriterleri test ettiği görülüyor. İsrailli yetkililer, Husilerin saldırının ardından yeni bir füze kullandıklarını iddia ettiklerini ancak İsrail’in tahminlerinin, bunun daha önce düşürülmüş bir füze ile aynı model olduğunu gösterdiğine dikkat çektiler. Ortaya atılan hipotezler arasında füzenin bir kısmının isabet almış olabileceği, ancak patlayıcı başlığın isabet almamış olabileceği, bunun sonucunda da füzenin havalimanı sınırları içerisinde düşerek patlamış olabileceği de yer alıyor.

İsrail savunmasının sınırlılığı

Hava saldırılarına ve askeri karşılıklara rağmen Husileri caydırmak hâlâ zor bir görev. ABD öncülüğündeki hava saldırıları, örgütün hem İsrail'e hem de ticari gemilere yönelik saldırılarını önemli ölçüde azalttı; ancak saldırıları tamamen durdurmak için karadan müdahale gerekiyor gibi görünüyor.

İsrail, Husi kontrolündeki bölgelerdeki altyapıyı, aralarında Hudeyde Limanının da bulunduğu yerleri defalarca hedef aldı. Son saldırıya da Sana Havalimanı'nın kapatılması ve üç sivil uçağın vurulması ile sonuçlanan saldırılarla karşılık verdi. Bu operasyonlar, Gazze'de savaşın patlak vermesinden önce de iç karışıklıklar ve ekonomik krizlerle karşı karşıya olan örgüt için bir yük olsa da, geri adım atmasını sağlama olasılığı düşük.

İran'ın İsrail ve ABD'ye karşı öncü gücü olan örgüt, Tahran'dan giderek artan maddi ve manevi destek görüyor. Çatışmanın merkezindeki konumu, ona muhalifleri bastırmak için ideolojik bir kılıf da sağlıyor ve bu konumunu, saflarını desteklemek için kapsamlı eleman devşirme kampanyaları düzenlemek için kullanıyor.

Ancak Husilere karşı daha etkili bir mücadele, Yemen'de iç savaşın zirve yaptığı dönemde, uluslararası alanda tanınan hükümete bağlı güçlerin Hudeyde'ye yönelik başarılı bir saldırı başlattığı türden bir kara harekâtını gerektiriyor. Ne var ki limandan insani yardım akışının aksaması endişesiyle artan uluslararası baskı, saldırının durdurulmasına ve söz konusu güçlerin daha acil olan başka cephelere çekilmesine yol açtı.

Karadan bir müdahalenin olmaması durumunda İsrail'in Husi saldırılarını hızla durduracak yeterli araçları bulunmuyor. Örgütün lider kadrosunu hedef alan hassas saldırılar düzenlemek (İsrail'in Hizbullah'a yaptığına benzer şekilde), lider kadrosunun hareketlerini izlemek için önemli miktarda istihbarat ve askeri kaynak tahsis edilmesini gerektiriyor. Bu da İsrail'in Hamas'ın faaliyetlerini veya İran'ın nükleer programındaki potansiyel ilerlemeyi izlemek gibi acil güvenlik önceliklerinden uzaklaşmasına neden olabilir.

İsrail yalnız mı?

Bu meydan okumalar, ABD ile Husiler arasında aniden duyurulan “ateşkes” ile daha da büyüdü. İsrail'in Yemen'de bir dizi yeni saldırı düzenlemesinden dakikalar sonra, Husilerin ateşkesi kabul ettiğinin bildirilmesinin akabinde Başkan Donald Trump, ABD ordusuna operasyonlarını durdurma emri verdiğini açıkladı.

Husiler bu iddiayı doğrulamazken, dahası bazı Husi yetkilileri Trump'ın açıklamasını yalanlarken, Husiler ile ABD arasında arabuluculukta önemli rol oynayan Umman Sultanlığı, ABD'nin hava saldırılarını durdurması karşılığında Husilerin de Kızıldeniz'deki saldırılarının durdurulması konusunda anlaşmaya varıldığını duyurdu.

Trump ile Kanada'nın yeni başbakanı arasında düzenlenen ve konuyla ilgisi olmayan bir basın toplantısı sırasında gelen açıklama, İsrail için bir şok etkisi yarattı. Zira anlaşmada Husilerin İsrail'e yönelik saldırılarının durdurulması ihtimaline dair hiçbir ifade, ayrıca bu saldırıların ateşkesin ihlali olarak değerlendirilip değerlendirilmeyeceğine dair bir bilgi de yer almıyor. Bu ayrıntının atlanması, Husileri İsrail'i dolaylı olarak tanımaya zorlayarak onları zor durumda bırakmaktan kaçınmak için kasıtlı olabilir ya da basitçe ABD'nin anlaşmaya varırken İsrail'in güvenliğini hesaba katmadığının bir göstergesi olabilir. Bu açıklamanın ani olması göz önüne alındığında Trump’ın, İsrail'i kaderiyle baş başa bıraktığı anlamına gelen son hipotez göz ardı edilemez.

Anlaşmanın sadece Kızıldeniz ile sınırlı kalması durumunda İsrail bunu gerçek bir gerileme olarak değerlendirecektir. Son aylarda nakliye gemilerine yönelik saldırılar durmuştu. Bu durum muhtemelen ABD'nin Husi mevzilerine yönelik geniş çaplı operasyonları ya da örgütün doğrudan İsrail'e saldırmaya odaklanması nedeniyleydi. Ancak ABD saldırılarının durması, Husilerin tehdit oluşturmaya devam edeceği ve istedikleri zaman deniz saldırılarına yeniden başlayabilecekleri anlamına geliyor.

Trump ile Kanada'nın yeni başbakanı arasında düzenlenen ve konuyla ilgisi olmayan bir basın toplantısı sırasında gelen açıklama, İsrail için bir şok etkisi yarattı. Zira anlaşmada Husilerin İsrail'e yönelik saldırılarının durdurulması ihtimaline dair hiçbir ifade yer almıyor.

Trump'ın hesapları

Peki Trump neden bu ani adımı attı?

İsrail basınında çıkan haberlere göre Trump Netanyahu'dan bıktı, çünkü kendisini “manipüle ettiğine” inanıyor. Bu nedenle onunla irtibatı kesmeye ve bölgeyle ilgili dış politika konularında tek taraflı kararlar almaya karar verdi.

Trump'ın ikinci döneminin İsrail’i hayal kırıklığına uğrattığı açıkça görülüyor. Zira Netanyahu hükümeti, ABD başkanının İsrail çıkarlarıyla tam uyumlu olacağını sanıyordu.

Ancak bu duyurunun, Arap Körfez bölgesine yapacağı ziyaretten önce yapılmış olması, eğer gerçekten gerçekleştiyse anlaşmanın tamamlanmasını hızlandırmak için ona ivme kazandırmış olması muhtemel. ABD Başkanı, Amerikan ekonomisine büyük Körfez yatırımları çekmeyi ve Washington liderliğindeki bölgesel müttefikleriyle ilişkilerinin gücünü göstermeyi amaçlayan gezisi kapsamında Suudi Arabistan, BAE ve Katar'ı ziyaret edecek.

asde

Trump'ın ikinci dönemindeki ilk bölge turundan beklentisi, özellikle ekonomik alanda içeride pazarlayabileceği başarılar elde etmek. Yeni yatırımlar çekmek ile ilgili başlıklar bir zorunluluk ve Beyaz Saray'ın isteyeceği son şey, Husilerin Amerikan çıkarlarına veya Kızıldeniz gibi stratejik su yollarına saldırılar düzenleyerek ziyareti bozması.

Trump'ın, İsrail'in varoluşsal bir tehdit olarak gördüğü tavizleri gerektirse bile, Tahran ile her ne şekilde olursa olsun bir anlaşma yapmayı ciddi olarak istediği açıkça görülüyor

Trump'ın Husilere yönelik saldırıları durdurma yönündeki ani kararı İsrail'de giderek artan endişelere yol açtı. Bu durum, ABD Başkanı'nın İran ile anlaşmaya varmak için bedeli ne olursa olsun elinden gelen her şeyi yapmaya kararlı olduğunun bir başka göstergesi olarak görülüyor. Yakın zamana kadar ABD'nin Husilere karşı askeri müdahalesi, Washington'un ciddiyetinin ve gerektiğinde güç kullanmaya hazır olduğunun en açık kanıtı olarak görülüyordu. Ama Trump'ın savaşlar başlatma değil sona erdirme niyetini defalarca dile getirdiği göz önüne alındığında, bu değerlendirme tartışmalı olabilir, ancak İran'ın son dönemde karşılaştığı zorluklar İsrail'e bir miktar güven vermişti.

Ancak bugün Trump'ın, İsrail'in varoluşsal bir tehdit olarak gördüğü tavizleri gerektirse bile, Tahran ile her ne şekilde olursa olsun bir anlaşma yapmayı ciddi olarak istediği açıkça görülüyor.