Antisemitizm ve anti-Siyonizm arasında kalan Avrupa

Antisemitizm ve anti-Siyonizm arasında kalan Avrupa
TT

Antisemitizm ve anti-Siyonizm arasında kalan Avrupa

Antisemitizm ve anti-Siyonizm arasında kalan Avrupa

Son birkaç hafta içerisinde hem Fransa hem de İngiltere’de yaşanan ‘antisemitizm’ ile bağlantılı iki olay oldukça dikkat çekiciydi. Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron yakın zamanda yaptığı bir konuşmada “Anti-Siyonizm, bir nevi antisemitizmdir” ifadesini kullandı. İngiltere’de ise ülkenin AB ailesinden ayrılması, yani Brexit meselesinden dolayı iktidardaki Muhafazakâr Parti ile muhalefetteki İşçi Partisi arasında yaşanan siyasi çekişme büyürken İşçi Partisi’nden birçok milletvekili parti üyeliğinden ayrıldığını duyurdu. Ayrılanlardan bazıları İsrail’in İşçi Dostları topluluğuna mensuptu. Söz konusu milletvekillerinin ayrılma gerekçeleri arasında parti yönetiminin Brexit politikası ile mevcut lideri Jeremy Corbyn döneminde parti içindeki antisemitizmin ‘kökleşmesine’ yönelik itiraz vardı.
Avrupa’nın genelinde etnik ve dini azınlıklar ile göçmenlere karşı çıkan aşırı sağın güçlenmesinin yanı sıra yaşanan bu iki olay, antisemitizm olgusuna ışık tutulması ve açıklanması ihtiyacını doğuruyor. Bilhassa İngiltere ve Fransa’da yaşanan iki durumun aşırı sağ ile değil, Yahudilere yönelik ırkçı ayrım ve Siyonizm gibi inanca dönük eleştiriyi reddeden siyasi bir düşünce ile bağlantılı olduğu belirtiliyor.
Antisemitizm, yüzyıllar boyunca Yahudi dinine mensup bireylere sistematik olarak uygulanan ırkçı ve zalim uygulamalar ile ortaya çıkan bir terim. İspanya, İngiltere ve Rusya’daki kıyımlar ile tarih boyunca birçok ülkeden kovulmaları için düzenlenen kampanyalar da söz konusu uygulamalara dahil oldu. ‘Nazi kıyımı (Holokost)’ ile doruk noktasına ulaştı. Bugün ‘antisemitizm’ tabiri, küresel çaptaki haber organlarına tekrar hâkim olarak Batı Avrupa’da yeni tür siyasi boyut kazanan bir tartışma başlattı. Çoğu zaman da Yahudi nesillerin halen çekmeye devam ettiği zulüm ile İsrail devleti uygulamaları ve Siyonist ideolojinin eleştirisi birbirine karıştı.
Bu tartışma hem Paris hem de Londra’da esaslı bir şekilde ortaya çıktı. Nitekim Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, anti-Siyonizmin, antisemitizmin en yeni sürümü olduğuna dair düşüncesini dile getirirken İngiltere’de artan suçlamalar, son 40 yılın en büyük siyasi ayrışması olarak baş gösterdi.
Batı Avrupa hükümetleri, ifade özgürlüğünü daraltmadan antisemitizme yeni bir tarif arıyorken bazı aşırı sağ hareketler, antisemitizm, İslamofobi ve hatta beyaz ırkın üstünlüğü söylemlerini pekiştirmek için geleneksel partilere olan halk desteğinin azalmasının sebep olduğu siyasi boşluktan faydalanıyor.
Bu satırların yazıldığı zaman İngiltere, İşçi Partisi’nden önde gelen 9 milletvekilinin ayrılışına tanık oluyordu. Söz konusu milletvekillerinden birinin aktardığına göre ayrılışın gerekçeleri Brexit ve sol parti içerisinde ‘kökleşen’ antisemitizm olgusuna ilişkin meseleler. İsrail’in İşçi Dostları topluluğuna mensup olan diğer 6 milletvekili ile birlikte partiden ayrılan Yahudi Milletvekili Luciana Berger ‘bağnazlık ve korkutma’ kültürünü ardında bıraktığını belirttiği açıklamasında şunları söyledi:
“Bu kararı almak zor ve üzücü oldu. Ancak böyle olması gerekiyordu. Zira parti, kurumları ile birlikte antisemitist bir kimliğe büründü. İşçi Partisi’ni temsil etmek benim için utanç verici bir durum haline gelmişti.”
Partiden ayrılan bir diğer milletvekili Ian Austen de partinin lideri Jeremy Corbyn ve İşçi Partisi’nin Yahudi halkı için sebep olduğu aşağılayıcı ve üzücü tavırdan rahatsızlık duyduğunu ve solcu muhalefet liderinin yönetimi altında tavır almaktan utandığını dile getirdi. Yahudi soykırımından kurtulan bir sığınmacı tarafından evlat edinilen Milletvekili Austen, yerel bir gazeteye verdiği demeçte şunları söyledi:
“Aşırılık, antisemitizm ve hoşgörüsüzlük kültürünün iyi milletvekilleri ile hayatlarını kamusal politik faaliyetlere adayan düzgün insanların uzaklaşmasına sebep olması korkutucu. Aşırı sol, şu an parti dizginlerini eline almış durumda ve liyakat sahibi çok sayıda geleneksel milletvekilini de kaçıracak. Seçimleri kazanan ve ülkeyi daha iyi olmaya doğru değiştiren geleneksel partiye nasıl dönüş yapılacağını bilemiyorum.”
Ayrılana dek İsrail’in İşçi Dostları topluluğuna başkanlık eden bağımsız Milletvekili Joan Ryan da partinin Corbyn liderliğinde ırkçılık ve Yahudi karşıtlığı felâketine bulaştığını söyledi. Son istifaların Corby’nin İşçi Partisi’nde antisemitizm suçlamaları ile başa çıkma yönteminden sonra maruz kaldığı eleştiri dalgasının ardından yaşandığı belirtiliyor. Aynı şekilde bir diğer gerekçe olarak da Corbyn’in İngiltere’nin yasaklılar listesinde olan Hamas ve Hizbullah’ı desteklediğine dair önceki açıklamaları öne sürülüyor. Hatırlanacağı üzere Corbyn, bu iki örgütü ‘dostlar’ olarak nitelemiş ve 2016 yılında bu sözlerinden geri adım atmak durumunda kalmıştı.
Tartışmanın diğer tarafında ise diğer İşçi Partisi üyeleri, söz konusu suçlamaların siyasi sebeplerden dolayı ‘abartılı’ bulduklarını söylüyor. Bu, bedelini geçen çarşamba günü parti üyeliği askıya alınan ve açıkça özür dilemesine rağmen soruşturmaya tabi tutulan Milletvekili Chris Williamson’ın takındığı bir tutum. İşçi Partisi Yahudi Sesi sözcüsü Mike Cushman da aynı görüşü paylaşıyor. Şarku’l Avsat’a yaptığı açıklamada İşçi Partisi içerisinde antisemitizm yaklaşımının olduğunu inkâr etmediğini ancak yapısal açıdan yaygın ve büyük boyutlarda olduğundan şüphe duyduğunu söyleyen Cushman, partisinin büyük sorunlarla boğuştuğu bir zamanda tüm bu suçlamaların neden ortaya atıldığını sorguladı. Cushman açıklamasında şu ifadeleri kullandı:
“İşçi Partisi, İslamofobi ve siyahlara karşı ırkçılık gibi büyük sorunlarla yüzleşiyor. Bizim siyasi açıdan sağa yaklaştığımız her sefer antisemitizmin arttığına dair sinyaller beliriyor.”
Solcu bir Yahudi aktivist olan Cushman, İşçi Partisi’nde çıkan antisemitizme ilişkin suçlamaların başlıca üç sebebi olduğunu düşünüyor. Bunlardan ilki, Avam Kamarası’ndaki bazı milletvekillerinin 2015 yılında Corbyn’in parti lideri olarak seçilmesine karşıt tutumu ile bağlantılı. Bu karşıtlığın birçok sebebi olmakla birlikte Corbyn’in Filistinlilerin haklarına verdiği destek de bu sebeplerin başında geliyor.
İkinci sebep, Muhafazakâr Parti ile medya yandaşlarının, İşçi Partisi’ne saldırmak için uygun olan her silahı kullanmaya dayalı politikası.
Üçüncü sebep de İsrail’in insanlığa karşı suçlarını savunan ve Batı Avrupa’daki en büyük partinin bu suçların eleştirisine öncülük etmesini istemeyenlere ilişkin.
Cushman, İsrail’i ve politikalarını eleştirmek ile antisemitizmin birbirine karıştırılmasına yönelik “İsrail’in dünyadaki Yahudiler adına konuştuğu iddiası kabul edilemez. İsrail benim adıma konuşmuyor” dedi. Sözlerinin devamında Yahudi dini ile Siyonizmi eş değer gören söylemlere karşı çıkılması gerektiğini, zira Yahudiler, İsrailliler ve Siyonistler arasında fark olduğunu belirten Cushman, bizzat kendisinin antisemitizm kurbanı olduğunu kaydetti. Bir insanın yalan yere antisemitist olarak itham edilmesini, hele Yahudi’nin Yahudi olmayan biri tarafından suçlanmasını şahsını yaralayıcı bir durum olarak nitelendirdi.
Cushman, hâlihazırda İngiltere’de Yahudilere yönelik gerçek tehlikenin bireysel saldırılar düzenleyen ve mallarını gasp eden aşırı sağ topluluklardan kaynaklandığını söyledi. Ayrıca ülkede aşırı sağın yükselişe geçmesi ile birlikte soldaki antisemitizm endişesinin, solcu Yahudiler de dahil olmak üzere tüm Yahudileri büyük bir tehlikeye soktuğunu dile getirdi.
Siyasi uzmanlar, ülkede artan antisemitizm tehlikesinin gerçekliğini inkâr etmiyor. Nitekim İngiltere İçişleri Bakanlığı’nın yayınladığı son istatistiklerde 2017 yılı boyunca kayıtlara geçen nefret suçlarının yüzde 52’sinin Müslümanları, yüzde 12’sinin de Yahudileri hedef aldığı bilgisi yer aldı. Sonuçları bu yılın başında The Guardian gazetesinde yayınlanan bir araştırmaya göre ise İngilizler, sene içerisinde Google arama motorunda 170 bin kez ‘antisemitizm’ taraması gerçekleştirdi. Söz konusu aramaların yüzde 10’u ise ‘Yahudiler ölmeli”, “Yahudileri öldürün”, “Yahudiler ırkçı ve kötüdür” gibi ibareler içeriyor.  
Aşırı sağın yükselişi ve sol içerisindeki antisemitist tutumla paralel olarak artan antisemitist Twitter mesajları ile fiziksel saldırılardan hareketle artan Yahudi karşıtlığı, nefret suçları ile İsrail politikalarına yönelik eleştirilerin daha fazla birbirine karıştırılmasına neden oldu. The Guardian gazetesi yazarı Kenan Malik konuya ilişkin yaptığı değerlendirmede şu ifadeleri kullandı:
“Antisemitizmin artmasına, anti-Siyonizm ve Yahudilere karşı ırkçılık kavramlarının birbirine karıştırılması eşlik ediyor. İsrail karşıtı bazı davranışlar, bazen antisemitist eğilim taşıyor. Ancak bu iki olgunun ayrı olarak değerlendirilmesi gerekir.”
Kenan Malik hemfikir olan birçok kesim için antisemitizm, Yahudilere karşı düşmanca ve önyargılı duygu ve davranışları ifade ederken Siyonizmin tarihî Filistin toprakları üzerinden bir Yahudi devleti kurmayı hedefleyen bir siyasi ve ideolojik hareketin adı olduğunu savunuyor.
Bu iki kavramın birbirine karıştırılmasına dair tartışmanın özellikle İşçi Partisi içerisinde uzun bir tarihi var. Daha önce Londra’nın eski Belediye Başkanı Ken Livingstone’nun İsrail hakkındaki yorumlarının ardından üyeliği askıya alınmıştı. BBC’nin haberine göre söz konusu yorumlardan biri de Adolf Hitler’in Yahudi soykırımından önce Siyonizmi desteklediği yönündeydi.
İsrail hükümetinin politikalarına yönelik eleştiriler ile antisemitizmin birbirine karıştırılmadığını iddia edenler, Siyonist kelimesinin üstü kapalı olarak Yahudilere saldırmak için kullanılmasına karşı çıkıyor. Ayrıca Siyonizmin başta Hıristiyanlar ve İngilizler olmak üzere Yahudi harici unsurlar tarafından da desteklenen siyasi bir proje olduğuna dikkat çekiyorlar.
Londra merkezli Yahudi Siyasi Araştırmalar Enstitüsü’nün 2017 yılında yayımladığı bir araştırma, İsrail karşıtlığı ile antisemitist eğilimler arasında zorunlu bir bağlantının olmadığını ortaya koydu. Söz konusu araştırmada şu ifadeler yer aldı:
“İsrail karşıtı tutumlar genel olarak antisemitist değildir. İsrail’e karşı düşmanca tavır alanlar antisemitist değiller. Bununla birlikte İsrail karşıtı ve antisemitist duyguları aynı anda besleyen büyük bir azınlık mevcut.”



Korona: Küresel sistemdeki derin aksaklıkların gün yüzüne çıkması  

Korona: Küresel sistemdeki derin aksaklıkların gün yüzüne çıkması  
TT

Korona: Küresel sistemdeki derin aksaklıkların gün yüzüne çıkması  

Korona: Küresel sistemdeki derin aksaklıkların gün yüzüne çıkması  

Tarih boyunca şahit olunan başlıca olgulardan biri; adaletsizliğin faillerinin kendilerini temize çıkarıp, mağdurları suçlayarak eylemsizliklerini ve kötülüğü haklı çıkarmaya çalışmasıdır. Omicron varyantının ortaya çıkmasından Afrikalıların sorumlu olduğu iddiaları, dünyanın kuzey ülkelerinde aşı kullanımında isteksizlik ve Güneydeki ülkelerin düşük aşılanma seviyeleri, 2021 yılında bu utanç verici hikâyenin bir kez daha tekrarlandığını gösteriyor.  
Omicron Afrika'nın suçu değildir; temel sorumluluk, yüz milyonlarca aşıyı stoklayıp, tüm uyarılara rağmen, dünyanın en savunmasız bölgelerinin aşılanması ve virüsün mutasyonları konusunda çok az şey yapan zengin ülkelerin yönetimlerindedir.  
Kritik sorun, Afrika'daki hükümetlerin aşıları yasaklaması ya da ihtiyatlı yaklaşması değil, Afrika'nın aşılara erişememesidir. Elbette aşı karşıtları dünyanın her yerinde kaos yaymaya çalışıyor. Bununla birlikte, Afrika ve Asya ziyaretlerimde, unutamadığım sahne; bir anne ve çocuklarının, aşılanmak için kilometrelerce yol kat edip günlerce beklemesiydi. O anne, çocuk felci, difteri ve tüberküloz gibi hastalıklar karşısında, ailesinin hayatta kalmak için en iyi şansının aşı olmak olduğunun farkındaydı. O annenin kararlılığı ve tıbbın hayat kurtarıcı gücüne olan inancı, ihtiyacının karşılanması için icabet edilmesi gereken ahlaki bir çağrı anlamına gelir. 
Son zamanlarda yeni bir salgınla karşı karşıya olmamız bize pratik bir zorunluluğu hatırlatıyor: dünya genelinde aşılamada başarısız olursak ailelerimizi ve toplumlarımızı da yüzüstü bırakmış olacağız. Virüsün serbestçe mutasyona uğramasına izin vererek, tamamen aşılanmış olanlara bile musallat olmasına katkı sunmuş oluyoruz. Dünya Sağlık Örgütü, bu yılın eylül ayına kadar, yaklaşık 200 milyon vaka artışı ve 5 milyon ölü sayısı öngörüyor. Bu durum bize şu karamsar söylemi hatırlatıyor; hiçbir yerde kimse korku içinde yaşamasın diye, herkes her yerde korku içinde yaşayacak.  
 Bir ‘korona’ krizinden başka bir ‘korona’ krizine geçmek yerine, 2022 yılını, virüse karşı tam kontrol yılı yapma kararlılığını göstermeliyiz. Seçeneklerimiz tüm dünyanın aşılanmasıyla sınırlı tutulamaz. Nitekim şu anda tüm dünyayı aşılamaya yetecek kadar aşı üretiyoruz. Mevcut üretilmiş aşı miktarı 11,1 milyar doz civarında ve haziran ayına kadar bu sayı yaklaşık 19,8 milyar doza ulaşacak. Ancak buradaki en önemli ve kabul edilemez sorun, dağıtılan milyarlarca aşının yalnızca yüzde 0,9'unun düşük gelirli ülkelerde kullanılmasıdır. Aşıların yüzde 70'i yüksek ve orta gelirli ülkelerde dağıtıldı. Yine testlerin sadece yüzde 0,5'i düşük gelirli ülkelerde yapıldı. Bu ülkelerde, bırakın solunum cihazını, ciddi anlamda temel tıbbi ekipman sıkıntısı yaşanıyor.  
Dünya genelinde tahmini 500 milyon yoksul insan, zorunlu sağlık hizmetleri ödemeleri nedeniyle aşırı yoksulluğa itiliyor.  
Düşük gelirli ülkelerde aşılanma oranları ortalama yüzde 4,8, Afrika genelinde bu oran yüzde 9,96 olarak kayda geçmiş durumda.  Bu kasvetli bir tabloyu yansıtıyor, kuzey ülkelerine kıyasla çok daha düşük maliyetlerle güney ülkelerinde aşılama yapabiliriz. Bu utanç kaynağı eşitsizlik sadece tıbbi bir başarısızlık olarak değil, bizim için ahlaki bir düşüşü göstermektedir.  
2022'de bizi bekleyen en büyük küresel zorluk, dünyanın zenginleri ile korunmasız yoksulları arasındaki büyük uçurumu kapatmak için finansman sağlayarak bu utancı ortadan kaldırmamızdadır. Küresel sağlık çabalarını desteklemeli ve gerekli finansmanı sağlamalıyız.  
Küresel ekonominin 1,1 trilyon dolarla desteklendiği 2009 mali kriziyle ilgili deneyimlerimden biliyorum. İngiltere olarak, özellikle sağlık alanında istihdamı arttırmaya yönelmiştik. İngiltere’nin vatandaşlarının istihdamına yönelik bu vizyonu, dünya geneli için örneklik teşkil etmeye adaydır.  Mevcut her sağlık uzmanını istihdam etmeli, aşı ve ilaç çalışmaları ile muteber dağıtım ajanslarını desteklemeliyiz. Coca-Cola'nın haritalarda yer almayan en ücra yerlere ulaşması gibi, Pfizer'in de gerekirse drone’lar aracılığı ile aşıları her yere ulaştırması lazımdır. Böylelikle daha önce hiç aşı olmamış yetişkinlerin aşıya kavuşması sağlanabilir.  
Dünyadaki en zengin ekonomiler, Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) 23.4 milyar dolarlık acil taleplerine yanıt vermelidir.  
Bunun içinde, Kovid-19 salgınına karşı küresel aşı ve tedavi programının (ACT Accelerator) aciliyet içeren 1,5 milyar dolarlık fonu da yer almaktadır. Bu miktar çok yüksek görünebilir, ancak Koronavirüs salgının 2025 yılına kadar dünya ekonomisinde neden olacağı 5,3 trilyon dolarlık zarardan 200 kat daha küçüktür. 23 milyar dolar, kuzeydeki her vatandaş haftada 10 pence (pens) öderse bu meblağ karşılanabilir. Bu tarihteki en önemli yatırımlardan biri olacaktır. Tabi ki yaşam ve ölüm arasında fark yaratmanın, en ucuz bisküvi paketi fiyatından çok daha değerli olduğuna şüphe yok.  

Kovid-19 aşısı ve tedavi yöntemlerine eşit erişim için 23 milyar dolar gerekiyor, buna ek olarak; araştırmaları sürdürmek ve tedavilerin uygulanmasında dahili kapasite oluşturmak için 24 milyar dolara gereksinim var.  
Ayrıca, üç bağımsız kuruluş tarafından önerilen yıllık 10 milyar doları kapsayacak uzun vadeli finansman kaynağına ihtiyaç var. ABD Başkanı Joe Biden'in önümüzdeki aylarda davet edeceği Aşı Konferansı'nda bu meblağların taahhüt edilmesi, gelecekteki salgınları önlemek aşısından son derece önemli olacaktır.  
Öncelikle, uluslararası toplum olarak, tıpkı 1960'larda dünya genelindeki çiçek hastalığını ortadan kaldırmak için yaptığımız gibi, Birleşmiş Milletler, Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası'nın barışı koruma operasyonlarını finanse ettiği gibi, maliyetlerin ülkeler arasında adil bir şekilde paylaştırıldığı bir formül üzerinde anlaşmamız gerekiyor. Halihazırda, küresel sağlık finansmanı, bağış toplama kampanyalarıyla sağlanmaya çalışılıyor. Bunun yerine daha ciddi girişimlerin yapılması zorunludur. Bulaşıcı hastalıkların kontrolü için öncelikle DSÖ ve küresel sağlık çabaları, adil bir dağılımla ortak bir şekilde finanse edilmelidir. ABD ve Avrupa Birliği, maliyetlerin yaklaşık yüzde 25'ini sağlamalı, geri kalan ülkeler ödeme güçlerine göre katkılar sunmalıdır.  
İkinci olarak, koronavirüs salgının göz önüne serdiği, küresel sağlık sisteminin eksiklerinin bir an önce giderilmesine yönelik girişimler gerekiyor. Dünya Sağlık Örgütü salgınla mücadelesinde düşük kaynaklara sahipken, IMF ve kalkınma bankaları para kaynaklarının büyük çoğunluğuna hükmetmektedir. IMF’nin kaynaklarından 10 milyar doları yeni bir aşılama faaliyeti için ayırması lazımdır. Yine uzun vadede 100 milyar dolarlık bir fonun, küresel sağlık mekanizmasını iyileştirmek ve muhtemel salgınlara hazırlanmak için tahsis edilmesi gerekir.  
Üçüncü olarak, ihtiyaç duyulan finansman kaynaklarının sağlanmasında, kuzey ülkelerinin ortak para rezervlerinin kullanılmasına odaklanmalıyız. Sadece başlangıçta 2 milyar dolar ayırarak, en yoksul ülkelerin sağlık sistemlerine katkı sunmamız mümkün olacaktır.  
Son olarak, BM Küresel Sağlık Girişimi, 2006'dan bu yana küresel sağlıkla ilgili uluslararası havayolu vergilerinden yaklaşık 1,25 milyar dolar toplayabilmişti. Bu dayanışmanın benzerini, uluslararası ticari faaliyetlerin normale dönmesinden fayda sağlayacak olan şirketlerden talep edebiliriz. Bu şirketler, koronavirüs salgınıyla baş etme çabalarına katkı sunmalıdır.  
Umut kırılgan bir bileşendir. Bazı ülkelerde stoklardaki aşılar heba olurken, bazı ülkelerin aşıya umutsuzca ihtiyaç duyması umudu öldürebilir. Zengin ülkeler yoksul ülkelere yönelik kendi resmi taahhütlerini yerine getirmezse, kar etmenin insan hayatından öncelikli olduğu düşünülebilir. Ancak bu yıl umut tekrar canlanabilir.  
Bir zamanlar imkânsız görünen şey bugün mümkün olabilir. Önce bir zengin ülkenin katkıları, ardından iki ülkenin, sonra altı ülkenin, derken herkes bu ölümcül hastalığın yayılmasını durdurmak için birleşecektir. Sadece ölümlerin önüne geçmek için değil, tüm insanların yaşamına eşit değer verdiğimizi göstermek için bu böyle olacaktır.   
Bu dayanışma eylemleriyle, Afrika’daki binlerce yoksul anne, 2020 ve 2021'de sınavı kaybeden dünyanın, 2002’de birleştiğini ve kendilerine yardım ettiğini görecektir. O anneler, bizim de başkalarının acısını hissettiğimizi ve kendimizden daha büyük bir şeylere inandığımızı hissedecektir.