​Katar bin Ladin: Suudi Arabistan’ı havaya uçurma girişimi

​Katar bin Ladin: Suudi Arabistan’ı havaya uçurma girişimi
TT

​Katar bin Ladin: Suudi Arabistan’ı havaya uçurma girişimi

​Katar bin Ladin: Suudi Arabistan’ı havaya uçurma girişimi

Mansur el-Merzuki’nin Alyamamah dergisinde yayınlanan makalesi
 
Katar rejimi ile el-Kaide örgütünün çıkarlarının kesişmesi ve Bin Ladin kasetlerinin el-Cezire kanalının stüdyolarına, kanalın da Tora Bora mağaralarına girmesi tesadüf eseri değildi. Katar, el-Cezire’nin minberlerinde el-Kaide örgütü hutbelerine başkasının görüşüne itibar ettiği için değil şu ortak amaç uğruna yer verdi: Suudi Arabistan’ı havaya uçurma girişimi.
Bin Ladin, dünyayı hayır ve şerrin arasında büyük bir savaş meydanı olarak gördü. Onun için insanlık iki kısma ayrılıyordu: İyi ve bozguncu. Kendisinin Harameyn topraklarında bir devlet kurmaya yönelik projesinin büyük bir stratejik engelle karşı karşıya olduğunu düşünüyordu, bu engel de Suudi Arabistan’dan başkası değildi. Bunun için Riyad, onun gözünde kendisine yakın en büyük düşmandı (Batı ve özellikle Washington ise uzak ve daha küçük düşman). Bu engeli yani en büyük düşman Suudi Arabistan’ı, bir devlet olarak Suudi Arabistan Krallığı’nı bitirerek ortadan kaldırmaya çalışıyordu. Hedefini gerçekleştirme uğrunda şu üç yolu izledi: Suudi Arap halkının devletine olan güvenini sarsmak, Riyad’ı Batı ile olan ittifakından uzaklaştırmak ve örgütü için takipçi çekmek.
Bu üç yaklaşım, 11 Eylül saldırılarının asıl amacıydı. Bu saldırılarla hedeflenen strateji; Riyad ile Batı (Batı ve tümel olarak İslam) arasındaki ilişkilerde büyük bir gedik açmak, Krallık içinde İslam’ı devletin karşısına, yapısındaki dini boyutu sarsabilecek şekilde suçlayıcı bir konumda yerleştirmek, terör örgütü elemanlarının savaşta ilerledikleri düşüncesine dayalı tutumlarını güçlendirmek ve kutuplaşma için uygun bir zemin yaratmak idi. Bin Ladin, İslam’ın zulüm altında olduğunu söylerken, aslında kendi terörü İslam’ı zan altında bırakmayı hedefliyor; söylemleri de bunu doğruluyor ve kendisi sığınak oluyordu. El-Kaide örgütü, 11 Eylül saldırılarını gerçekleştirmek için terör ekibinin çeşitli uyruklardan oluşan büyük bir kısmını uzaklaştırarak onların yerine Suudi uyruğu taşıyanları yerleştirdi. Bu bir tesadüf olmayıp amaç, saldırıya Suudi görüntüsü vererek Batı’nın Riyad’a karşı dönmesini sağlamaktı. Bin Ladin, bu stratejisinde oldukça başarılıydı.
Bin Ladin gibi Doha da Riyad’a kurtulunması gereken büyük bir stratejik engel gözüyle bakıyor ve bu engeli yoldan kaldırmak için bir devlet olarak Suudi Arabistan Krallığı’nı bitirmeye çabalıyor. Perde arkasındaki asıl yönetici olan eski Katar Emiri Şeyh Hamd b. Halife ile onun eski Dışişleri Bakanı Şeyh Hamd b. Casim, Suudi Arabistan’ı üç devlete bölmeye dayalı bir komplo kurmak üzere Muammer el Kaddafi ile bir araya geldiklerinde tam olarak bundan bahsediyorlar (bkz. https://www.youtube.com/watch?v=jfyjx2KQe14). Şeyh Hamd b. Casim, bir televizyon programında bu komployu haklı göstermeye çalışmıştı (bkz. https://www.youtube.com/watch?v=wT3AkHKfTyY).
Katar’ın Riyad’a stratejik bir engel olarak bakmasının bir bağlamı var. Önceki yazılarımda Doha’daki ‘stratejik psikolojik zayıflık’ olarak adlandırdığım ve Katarlı yetkililerin daimî zafiyet hissetmelerine sebep olan şeyden bahsetmiştim. Bu kısmen haklı. Nitekim Katar, coğrafya ve nüfus büyüklüğü sebebiyle askeri saldırılar veya doğal afetler türünden darbelerin üstesinden gelemeyecek bir ülke (bu durumu tarif etmek için kullanılan kavram, ‘stratejik derinlikten yoksunluk’ tabiridir). Bu boşluğu doldurmak için Katar, bölgedeki şu iki kamp arasında sürekli bir denge kurmaya çalışıyor: Bölgesel statükoya uyan kamp ve revizyonist kamp. Revizyonist kampta İran ve İhvan-ı Müslimin gibi iki oyuncu yer alıyor ve bu kamp, bölgesel sistem ile oyuncular arasındaki ilişkilerin çerçevesini çizen kural ve geleneksel sistemi yeniden yapılandırmak için çaba gösteriyor. Çünkü mevcut sistem, onların çıkarları ve dünya görüşü ile uyuşmuyor.
Bu revizyoncu tavrı ve Katar’ın bundaki rolünü İran’ın yayılmacılığından bağımsız olarak anlamak pek mümkün değil.
İran’ın stratejik derinliği kısmen, özellikle Arap ülkelerindeki milisler olmak üzere, devlet dışı oyunculardan oluşan şiddet unsurları ile işbirliği üzerine kuruludur.  Bu ittifakların birinci dayanağı, işbirliğinin temeli olan mezhepçi ideoloji iken ikinci dayanağı devletin meşru şiddeti kullanma üzerindeki tekeli kırmaktır. Devletin şiddet tekelini kırıp şiddet uygulamak için rakip haline gelmedikçe milislerin etkin olmaları mümkün değildir. Milisler, mezhepçilik egemen iklim olmadığı sürece, kutuplaşma ve karşı seferberlik meydana getiremez. Bu, bir yandan devletin zayıflamasına yol açarken diğer yandan mezhepçiliğin yükselmesine sebep oluyor ki bu durum, İran’ın etkin olduğu tüm alanlarında görülen bir özelliktir.
Stratejik bakımdan bu milisler, İran için iki vazifeyi yerine getiriyor: Donmuş bir çatışma ve etkisizleştirici bir unsur. Donmuş çatışma, milislerin çatışmalar ve anlaşmazlıklar için harekete geçirilmesi ve uygun görüldüğünde İran düşmanlarına karşı bir güç olarak seferber edilmesi ile alakalıdır. Etkisizleştirici unsur ise, bir yandan İran’ın yalnızlığının üstesinden gelmeyi diğer yandan da bölgesel gündemleri iteklemeyi hedefler. Örneğin; İran’ın Lübnan’da cumhurbaşkanı seçimine ilişkin herhangi bir siyasi düzenlemeye çomak sokmasıyla bölgesel oyuncular, yalnızlaştırılmış Tahran ile bir anlaşmaya varmaya çalışırlar. Bu ise aslında onun yalnızlığını gideren bir şeydir. İran da buna karşılık onların gündemlerini ileri götürmeye yardımcı olacak bir şeye sahip olmuş olur.
İran’ın milisler oluşturabilmesi için Arap ülkelerine tek tek girmesi gerekir. İşte İran yayılmacılığı budur. İlginç olan şu ki; İran’ın yayılmacılığı da, İslam Devleti Örgütü ve el-Kaide gibi (mezhepçilik ve merkezi hükümetlerin zayıflığından beslenen) başka terör örgütlerinin yaygınlaşmasına katkı sağlayan bir boşluk yaratıyor.
Bunun yanı sıra benim ‘İran revizyonculuğu’ adını verdiğim bir olgu da var. Tahran, sürekli olarak bu milisleri, bölgesel siyasi gerçeklikte doğal bir unsur haline getirmek için normalleştirme gayreti içerisinde. Dolayısıyla bölgesel sistemin revizyonu ve yeniden yapılanması, bu milislerin normalleştirilmesi adına İran için bir zorunluluk halini alıyor. Üstelik İhvan-ı Müslimin’in bölge için ‘Çözüm İslam’dır’ söylemi ile temsil edilen bir revizyon görüşü var. Bu görüş, Arap ülkelerinin devrilerek tek bir oluşum içinde, tüm meselelere bu çözümü yani İslam’ı getirecek tek bir şemsiye altında birleştirilmesi anlamını taşıyor.
Katar, bir yandan İran ve İhvan-ı Müslimin’in başı çektiği revizyoncu oyuncular ile bir işbirliği ağı kurmak için tek kartı olan maddi imkânlarını kullanırken, aynı zamanda bölgesel statükoya uyan kampta etkin bir oyuncu olmak için çabalıyor. Doha’nın hedefi, bölgesel statüko ile revizyoncu yaklaşım arasında kendi stratejik derinlik yoksunluğunu ve zafiyetini aşmasına izin veren bir kontrol ve denge mekanizması üretmektir. 
Bu çerçevede Katar, bir güvenlik şemsiyesi elde etmeye çalıştı. Amerikan ve Türk askerî varlığıyla istediği bu şeye sahip oldu. Petrol pazarında kendisi ile Suudi egemenliği arasına bir mesafe koymak adına gaz alanındaki zenginliğine dayanarak enerji alanında da işbirliklerini çeşitlendirdi. Emirlik, İhvan-ı Müslimin ile bir ortaklık ilişkisi kurdu ve bu ilişki, Suudi Arabistan’daki İhvan uzantıları da dahil olmak üzere bölgenin farklı noktalarına uzandı. Bu esnada Katar, Amerikan ve Türk askerlerinin varlığından ve bu cemaat içerisinde kolaylıkla ikna edebileceği az sayıda kişi bulunmasından ötürü içeride kendisini Cemaatin etkisinden güvende hissetti. 2000 yılından Suriye devriminin patlak verdiği zamana değin Katar; Türkiye, İran ve İran’ın yörüngesinde hareket eden Hizbullah ve Beşşar Esed rejimi ile sıkı dayanışmasını korudu. Katar aynı zamanda İsrail ile de ticari, siyasi, kültürel ve sportif ilişkiler kurmaya devam ediyordu.
Öte yandan Suudi Arabistan, kararlı bir tavırla Katar’ın faaliyetlerini kabullenmeyeceğini belirtti. Böylece Riyad, Katar için en büyük stratejik engel haline geldi. Bu, Katar emirlerinin Suudi Arabistan Krallığını üç devlete bölme planının anlaşılmasına yardımcı olur. Bin Ladin nasıl Suudi Arabistan’ın patlatılması için çaba harcıyorsa, Katar da medya aracılığıyla bunu yapıyor ve (daha önceki bir makalede [bkz. https://bit.ly/2EZJxJ4] ele aldığım yapısal sebeplerden ötürü zaten önyargılı olan) Batı’yı kışkırtmaya ve Suudi kamuoyunu yanlış yönlendirmeye, ona hâkim olmaya ve yenik düşürmeye çalışıyor.
Katar, Suudi Arabistan’a karşı bir medya savaşı başlatıyor. Bu savaşta vermek istediği mesaj ise şu: Suudi Arabistan’ın siyasi tercihleri hatalı; kendisini Batı’ya sattı ve uçurumun eşiğine geldi. Bu mesajı desteklemek, yaymak, kökleştirmek ve özel bir tartışma konusu haline getirmek içinse şu dört araçtan faydalanıyor: Bunlardan ilki, Middle East Eye, AlAraby ve benzerleri gibi Doha tarafından finanse edilen ve denetlenen el-Cezire kanalı ki ben bunu ‘Katar’ın gölge medyası’ olarak isimlendiriyorum. İkincisi görev ve para bakımından Doha’nın cebinde bulunan İhvancı eğilime sahip kişiler. Üçüncüsü, Batı gazetelerinde sipariş üzere çalışan köşe yazarları. Dördüncüsü ise, bölgede ve Batı’da Doha’nın finanse ettiği düşünce merkezleri.
Birinci ve ikinci araç ile Katar’ın kiraladığı kalemler ve İhvan unsurlarından oluşan yapıya ‘Katar’ ve ‘İhvan’ kelimelerinin birleşiminden meydana gelen ‘Katvan’ kelimesiyle işaret edebiliriz. Katvan Partisi, kendisini hizipleşmenin üstünde görüyor ve hakikat ipine sımsıkı sarılmış, ümmetin yükünü yüklenmiş ve yüksek insani değerlere bağlı olduğuna inanıyordu. Katar onları propaganda aracına çevirdi. Katar’ın Arap komşuları ile yaşadığı kriz onlara, hedeflerine ulaşmak için her şeyi yapmaktan çekinmeyen bir partinin parçası olduklarını gösterdi. Üstelik bunun farkına varmalarına rağmen değerleri bildikleri şeyleri bir kenara koyarak itaat etmekten başka ellerinden bir şey gelmeyeceğini gördüler. Menfaatlerinden ayrı düşmek onlar için zordu.
Bir kişi çıkıp da Katar’ın araçlarının bir listesini yapmaya kalkışsa, birden o araçların Katar Hükümeti’nin pusulasına göre harekete geçmesiyle karşılaşabilir. Sanki tek bir posta listesini paylaşıyorlarmış gibi mesaj onlara geliyor ve ufukta Suudi Arabistan’a karşı bir saldırı uçuşuyor. Aynı kişi listenin bazı üyelerinin tarihini araştırsa, bu sefer de onların Suudi Arabistan’a karşı tutumlarının Katar’ın Arap komşuları ile olan anlaşmazlığı öncesi ve sonrasında farklılık gösterdiğini görecektir.
Katar’ın dış siyasetinin bir aracı olarak bu listenin rolü, Suudi Arabistan’a yönelik saldırı ile sınırlı olmayıp, aynı zamanda ‘güvenilirliğin yenilenmesi’ adını verdiğim şey için de geçerlidir. Bu kavram ile Katar Hükümeti’nin bu listedekilere (Katar’ın güvenilirliğini, tutumlarının doğruluğunu, Suudi Arabistan başta olmak üzere rakiplerini çirkin gösterip düşürmesini pekiştirecek) bir makale yayınlamasını işaret ettiği durumu kastediyorum. Listede yer alan üyeler, birbirleri için tanıklık ediyor ve organize bir çaba içerisinde bu grubun güvenilirliğini pekiştiriyor. Sonra Katar Hükümeti, kendilerine işaret ettiği şeylere dayalı tutumunu güçlendirmek için liste üyelerine şahitlik ediyor.
Mesela Katar yanlısı bir Fransız araştırmacı olan ve ‘Marsad Katar’ adlı internet sitesini (www.marsadqatar.qa ) yöneten Nebil en-Nasri, el-Cezire kanalının aktardığına göre şöyle diyor: “Boykotçu ülkeler, Katar’a boyun eğdiremedi. Aksine Doha, bu boykotun etkilerini aştı”. Sonra el-Cezire kanalı tutup Nebil en-Nasr’ı bölge dışından sağlam bir bilimsel görüşü temsil eden yani bağımsız biri olarak sunuyor ve Katar Hükümeti’nin söylemlerinin güvenilirliğini pekiştirmek için onu şahit gösteriyor. Hâlbuki bu araştırmacıya söylediklerini öğreten Katar Hükümeti’nin kendisi. Katar Dışişleri Bakanlığı’ndan aynı düşünceyi ifade eden bir açıklama yayınladığında da bu açıklama, Nebil en-Nasr’ın ‘bağımsız bilimsel görüşü’ ile el-Cezire kanalının ‘tarafsız basın izlemesi’ arasında güvenilirliği yenilemeye dayanıyor.
Katar’ın Arap komşuları ile olan krizinden önce Katvan Partisi, Tahran’a karşı Arap savaşında Riyad’ın liderliğini destekliyordu. Krizden sonra ise aynı Katvancılar, Suudi Arabistan’ı parçalamak için elindeki tüm gücüyle onun üzerine atılan ancak başaramayan yaralı bir vahşi hayvana dönüştü. Önderlerimizin İran’ın yayılmacılığını oka tutmayı hedeflediği her bir savaşta bizi sırtımızdan vuruyorlar ve dişlerinden bizim kanımız akıyor.
Katar, bir devletken hicivci bir şaire dönüştü; Suudi Arabistan’dan başka gündemi yok. Herkes deve ile gitti, onunsa elinde sadece bir kaside var.
Ancak Bin Ladin nasıl başarısız olup hayallerini ve sanrılarını yele verip gittiyse, Katar’ın vehimleri de öylece gidecek. Bin Ladin’in başarısızlığı nasıl tesadüf eseri değilse, Katar’ın ve Katvancıların başarısız akıbetleri hakkında konuşmak da temenni kabilinden olmayıp Riyad’ın medeni derinliğine ve stratejik konumuna dayanmaktadır. Suudi Arabistan Krallığı, Arapların kıblesi olan Ukaz Çarşısı ile Müslümanların kıblesi olan Mekke’yi bağrında taşımaktadır. ‘Muallaka’nın ortaya konduğu, Arap milletinin doğduğu, vahyin inerek İslam ümmetini meydana getirdiği yer orasıdır. Arkasında Kaydar, Kinde ve Dadan krallıklarından Darü’n-Nedve, Hılfu’l-Fudûl (Erdemliler Hareketi), sikaye ve rifadeye; Medine Anayasası, es-Sakife ve fetihlerden Irak’ın Persler’den, Şam’ın Rumlardan alınması ve Mısır, Mağrip ve Endülüs’ün fethedilmesine kadar kadim ve şanlı bir tarihin mirası duruyor. Hâtem et-Tâî’ni torunları aynı zamanda bir zenginlik denizi ve sağlam bir ekonomi üzerinde oturuyor; Amr b. Külsüm’ün torunları, (Körfez, Arap, İslam ve dünya düzleminde) bir ittifak bağı ile korunuyor.
Binlerce Katvancıyı da seferber etse tarihin hareketi, Katar bin Ladin’de durmayacak.



Demokratik ülkeler ‘gri bölge’ savaşlarını nasıl kazanır?

Rusya devlet Başkanı Putin, Kırım'ın Ukrayna'dan alınması ve Rusya'ya ilhakının yıl dönümünü bir Rus savaş gemisinde kutladı (Reuters)
Rusya devlet Başkanı Putin, Kırım'ın Ukrayna'dan alınması ve Rusya'ya ilhakının yıl dönümünü bir Rus savaş gemisinde kutladı (Reuters)
TT

Demokratik ülkeler ‘gri bölge’ savaşlarını nasıl kazanır?

Rusya devlet Başkanı Putin, Kırım'ın Ukrayna'dan alınması ve Rusya'ya ilhakının yıl dönümünü bir Rus savaş gemisinde kutladı (Reuters)
Rusya devlet Başkanı Putin, Kırım'ın Ukrayna'dan alınması ve Rusya'ya ilhakının yıl dönümünü bir Rus savaş gemisinde kutladı (Reuters)

Savaş ve barış arasında, kavramların farklılaştığı ve kuralların karmaşıklaştığı ‘gri bölge’ olarak anılan belirsiz bir bölge var. Bu bölge, bir ülkenin bir başka ülkeye zarar veren faaliyetlerde bulunduğu yeri temsil ediyor. Öte yandan bu faaliyetler, savaş eylemleri olarak kabul edilse de yasal açıdan savaş eylemleri değildir.
Eski bir İngiliz ordu mensubu olan Albay Richard Kemp tarafından hazırlanan ve ABD merkezli Gatestone Enstitüsü tarafından yayımlanan bir raporda, demokratik ülkelerin gri bölgedeki otoriter devletlerin ve terör örgütlerinin eylemlerine ilişkin tutumları ve bunlarla nasıl mücadele edebileceklerine dair bir incelemeye yer verildi.
İngiltere Kabine Ofisi'nde uluslararası terörle mücadele ekibinin başkanı olarak görev yapan Kemp, ABD Başkanı Joe Biden yönetiminin, bu ay geçici ulusal güvenlik strateji belgesini yayınladığını, aynı şekilde Atlantik Okyanusu’nun karşısında İngiltere Başbakanı Boris Johnson’ın, Parlamento’ya entegre bir güvenlik, savunma, kalkınma ve dış politika belgesi sunduğunu söyledi. Biden ve Johnson, söz konusu belgelerde gri bölgedeki giderek artan zorluklarla ilgili endişelerini dile getirirken bunlara daha etkili bir şekilde yanıt vermek için önlemler alma sözü verdiler. Rapor, gri alanın, ülkeler arasındaki normal jeopolitik rekabetin dışında kalan, ancak silahlı çatışma düzeyine ulaşmayan zorlayıcı eylemlerin yer aldığı barış ve savaş arasındaki yer olduğuna dikkati çekti. Gri bölgedeki eylemler, genellikle teröristler dahil olmak üzere vekiller kullanan ülkeler ve terör örgütlerinin kendileri tarafından gerçekleştiriliyor. Gri bölgenin kuralları genellikle agresif, belirsiz, inkar edilebilir ve görünmezdir. Hedef ülkelere zarar vermeyi, onları zorlamayı ve etkilemeyi veya istikrarlarını bozmayı ya da uluslararası statükoya zarar vermeyi amaçlar. Bir yandan büyük bir askeri müdahaleden kaçınırken diğer yandan gerilimi daha da artırma tehdidiyle hedef ülkeyi yıldırmaya ve caydırmaya çalışırlar.
Albay Kemp, Alman Haber Ajansı’nda (DPA) yer alan analizinde, gri bölgenin yeni bir fenomen olmadığını, aksine dünya genelinde en baskın çatışma biçimi olduğunu belirtiyor. Bunun yanı sıra küreselleşme ve teknolojinin, bu tür eylemlerin sıklığını, etkililiğini ve ortaya çıkma hızını artırdığına işaret eden Albay Kemp, ABD ve İngiltere'nin de bu durumun farkında olduklarını vurguladı. Albay Kemp, siber alan, uzay, internet, sosyal medya, dijital propaganda ve insansız hava araçları (İHA) gibi giderek daha güçlü hale gelen ‘gri savaş’ araçlarını kullanan daha fazla aktörün devreye girdiğine dikkati çekti. Bu aktörlere verilen örnekler arasında Rusya’nın 2018 yılında Birleşik Krallık'ta bir kişiyi sinir gazı ile öldürme girişimi, Kırım'ın ilhakı, Avrupa parlamentosu seçimlerine müdahale çabaları, Çin'in Güney ve Doğu Çin denizlerindeki tartışmalı adalar üzerinde egemenlik ilan etme taktikleri ve eylemleri, Hindistan'a karşı Ladakh bölgesindeki askeri saldırısı, Hong Kong'a yönelik şiddetli baskısı ve İran’ın Ortadoğu, Güney Amerika, ABD, Avrupa ve diğer yerlerde tekrarlanan terörist saldırıları, uluslararası tankerlere el koyma ve saldırıda bulunma ve vekilleri aracılığıyla Irak’taki ABD’ye ait tesislere füze saldırıları düzenlemesi de yer alıyor. Batılı ülkelerin elinde, kendilerini veya müttefiklerini hedef alan ve çok taraflı koordinasyonu daha etkin bir şekilde kullanan gri bölge eylemlerine karşılık vermek için birçok proaktif ve reaktif seçenek bulunuyor. Amaç, caydırıcılığın yanı sıra topyekün bir çatışmaya yol açabilecek gerilimleri önlemektir. Seçenekler, diplomasi, basın, ekonomi ve askeri olmak üzere dört kategoriye ayrılır.
Söz konusu gri bölge eylemlerine askeri olarak karşılık verme kategorisi, NATO güçlerinin, Rusya'nın saldırı olasılığına karşı Litvanya'da konuşlandırılması ve İngiliz Kraliyet Donanmasına ait uçak gemilerinin Güney Çin Denizi'ndeki seyrüsefer özgürlüğünün sağlanması için devriye gezmeleri gibi sembolik güç gösterilerinin yanı sıra sınırlı konvansiyonel savaş, gizli operasyonlar, siber saldırılar ve casusluk gibi seçenekleri barındırıyor. 
Bu seçeneklerin her biri, gri bölge eylemlerine karşı son derece önemli olabilir, ancak önemli politik riskleri de beraberinde getirmektedir. ABD’nin 2020’de İran'ın Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani'yi hedef alan füze saldırısı, bunun en büyük örneğidir. Süleymani, diğer kötü niyetli faaliyetlerin yanı sıra, uzun yıllar ABD’yi ve müttefiklerini hedef alan saldırıları organize eden ve gri bölgenin önde gelen isimlerinden biriydi. Demokratik ülkelerin gerilim yaşama korkusu, gri bölgede askeri seçeneklerin kullanımı konusunda büyük kısıtlamalara yol açarken bu durum İran gibi otoriter ülkeler tarafından sömürülüyor. Oysa verilecek karşılık dikkatli bir şekilde hesaplandığı takdirde Başkan Biden’ın uyardığı türden bir tırmanma pek olası değildir. Gri bölge eylemlerinin asıl amacı, ABD ve müttefikleri ile topyekun bir çatışmaya girmekten kaçınmaktır.
Kemp, Batılı güçler tarafından yürütülen tüm askeri operasyonların, hükümetlerin askeri operasyonların yürütülmesinin veya kanunları uygulama prosedürlerinin belirli operasyonlarda geçerli olup olmadığına dair net bir karar almasıyla gri bölge de dahil olmak üzere iç ve uluslararası hukuka uygun olarak yürütülmesi gerektiğini düşünüyor.
Ancak yasalara bağlı olmak, askeri operasyonun siyasi açıdan zarar vermeyeceğini garanti etmez. Özellikle de operasyon ters giderse bu kaçınılmaz olur ve oldukça risklidir. Bazı durumlarda, dolaylı bir yaklaşım benimsenmesi ve gri bölgede başka bir ülkedeki bir düşmana ve onu harekete geçiren davadan farklı bir davaya karşı askeri bir operasyon düzenlenmesi gerektiğinden durum daha da karmaşık bir hale alır.
Eğer siyasi çıkarlar çok yüksekse, gri bölgedeki askeri operasyona karşılık vermek gerekir mi? İngiltere Başbakanı Johnson’ın Parlamento’ya sunduğu belgede, “Ülkeleri cezalandırılma ihtimalleri olduğunu belirterek, bu eylemleri yapanları açığa çıkararak, bunları kimin işlediğini açıklayarak ve buna göre cevap vererek düşmanca eylemlerinden caydırmaya çalışacağız. Caydırıcılık tek başına askeri bir seçenek anlamına gelmez. Mümkün olduğunda, yaptırımların uygulanması için diplomasi ve basın yolunun kullanılması ve ekonomik tedbirler alınması tercih edilir. Ancak bazen aynı şekilde yanıt vermek gerekebilir. Askeri seçeneği kullanmak isteyen gri bölge muhalifleri de gerçek bir askeri tehditle karşı karşıya kalmalıdır” ifadeleri yer aldı.
Albay Kemp raporunda “Liberal demokrasilerin gri bölgede çalışmak istediklerinden ne kadar eminiz?” diye soruyor. İngiltere, on yılı aşkın bir süredir İran’ın askeri mühimmatlarını kullanan vekil güçler, Irak'ta İngiliz (ve Amerikan) askerlerini öldürüldüğünde ve sakat bıraktığında dahi gri bölgede herhangi bir askeri operasyon düşünmedi. Her şey ortada olmasına rağmen İran’a düşmanlık bile beslemedi.  Bunun yerine diplomatik çabalara dayandı ve cinayetler devam etti” değerlendirmesinde bulunuyor.
Bu zayıf tutumun sonuçları, İran'ın devam eden gri bölge saldırılarında görülmeye devam ediyor. Eğer bu zayıflığın nedeni, -askerleri öldürülen ülkelerin- siyasi liderlerinin o dönemdeki gerilim yaşama korkusu ve siyasi yankılarsa, bugün özellikle çok yüksek bir risk taşımıyorsa gri bölgede askeri operasyonlar düzenlemeyi ciddi olarak düşünme ihtimalleri nedir?