​Katar bin Ladin: Suudi Arabistan’ı havaya uçurma girişimi

​Katar bin Ladin: Suudi Arabistan’ı havaya uçurma girişimi
TT

​Katar bin Ladin: Suudi Arabistan’ı havaya uçurma girişimi

​Katar bin Ladin: Suudi Arabistan’ı havaya uçurma girişimi

Mansur el-Merzuki’nin Alyamamah dergisinde yayınlanan makalesi
 
Katar rejimi ile el-Kaide örgütünün çıkarlarının kesişmesi ve Bin Ladin kasetlerinin el-Cezire kanalının stüdyolarına, kanalın da Tora Bora mağaralarına girmesi tesadüf eseri değildi. Katar, el-Cezire’nin minberlerinde el-Kaide örgütü hutbelerine başkasının görüşüne itibar ettiği için değil şu ortak amaç uğruna yer verdi: Suudi Arabistan’ı havaya uçurma girişimi.
Bin Ladin, dünyayı hayır ve şerrin arasında büyük bir savaş meydanı olarak gördü. Onun için insanlık iki kısma ayrılıyordu: İyi ve bozguncu. Kendisinin Harameyn topraklarında bir devlet kurmaya yönelik projesinin büyük bir stratejik engelle karşı karşıya olduğunu düşünüyordu, bu engel de Suudi Arabistan’dan başkası değildi. Bunun için Riyad, onun gözünde kendisine yakın en büyük düşmandı (Batı ve özellikle Washington ise uzak ve daha küçük düşman). Bu engeli yani en büyük düşman Suudi Arabistan’ı, bir devlet olarak Suudi Arabistan Krallığı’nı bitirerek ortadan kaldırmaya çalışıyordu. Hedefini gerçekleştirme uğrunda şu üç yolu izledi: Suudi Arap halkının devletine olan güvenini sarsmak, Riyad’ı Batı ile olan ittifakından uzaklaştırmak ve örgütü için takipçi çekmek.
Bu üç yaklaşım, 11 Eylül saldırılarının asıl amacıydı. Bu saldırılarla hedeflenen strateji; Riyad ile Batı (Batı ve tümel olarak İslam) arasındaki ilişkilerde büyük bir gedik açmak, Krallık içinde İslam’ı devletin karşısına, yapısındaki dini boyutu sarsabilecek şekilde suçlayıcı bir konumda yerleştirmek, terör örgütü elemanlarının savaşta ilerledikleri düşüncesine dayalı tutumlarını güçlendirmek ve kutuplaşma için uygun bir zemin yaratmak idi. Bin Ladin, İslam’ın zulüm altında olduğunu söylerken, aslında kendi terörü İslam’ı zan altında bırakmayı hedefliyor; söylemleri de bunu doğruluyor ve kendisi sığınak oluyordu. El-Kaide örgütü, 11 Eylül saldırılarını gerçekleştirmek için terör ekibinin çeşitli uyruklardan oluşan büyük bir kısmını uzaklaştırarak onların yerine Suudi uyruğu taşıyanları yerleştirdi. Bu bir tesadüf olmayıp amaç, saldırıya Suudi görüntüsü vererek Batı’nın Riyad’a karşı dönmesini sağlamaktı. Bin Ladin, bu stratejisinde oldukça başarılıydı.
Bin Ladin gibi Doha da Riyad’a kurtulunması gereken büyük bir stratejik engel gözüyle bakıyor ve bu engeli yoldan kaldırmak için bir devlet olarak Suudi Arabistan Krallığı’nı bitirmeye çabalıyor. Perde arkasındaki asıl yönetici olan eski Katar Emiri Şeyh Hamd b. Halife ile onun eski Dışişleri Bakanı Şeyh Hamd b. Casim, Suudi Arabistan’ı üç devlete bölmeye dayalı bir komplo kurmak üzere Muammer el Kaddafi ile bir araya geldiklerinde tam olarak bundan bahsediyorlar (bkz. https://www.youtube.com/watch?v=jfyjx2KQe14). Şeyh Hamd b. Casim, bir televizyon programında bu komployu haklı göstermeye çalışmıştı (bkz. https://www.youtube.com/watch?v=wT3AkHKfTyY).
Katar’ın Riyad’a stratejik bir engel olarak bakmasının bir bağlamı var. Önceki yazılarımda Doha’daki ‘stratejik psikolojik zayıflık’ olarak adlandırdığım ve Katarlı yetkililerin daimî zafiyet hissetmelerine sebep olan şeyden bahsetmiştim. Bu kısmen haklı. Nitekim Katar, coğrafya ve nüfus büyüklüğü sebebiyle askeri saldırılar veya doğal afetler türünden darbelerin üstesinden gelemeyecek bir ülke (bu durumu tarif etmek için kullanılan kavram, ‘stratejik derinlikten yoksunluk’ tabiridir). Bu boşluğu doldurmak için Katar, bölgedeki şu iki kamp arasında sürekli bir denge kurmaya çalışıyor: Bölgesel statükoya uyan kamp ve revizyonist kamp. Revizyonist kampta İran ve İhvan-ı Müslimin gibi iki oyuncu yer alıyor ve bu kamp, bölgesel sistem ile oyuncular arasındaki ilişkilerin çerçevesini çizen kural ve geleneksel sistemi yeniden yapılandırmak için çaba gösteriyor. Çünkü mevcut sistem, onların çıkarları ve dünya görüşü ile uyuşmuyor.
Bu revizyoncu tavrı ve Katar’ın bundaki rolünü İran’ın yayılmacılığından bağımsız olarak anlamak pek mümkün değil.
İran’ın stratejik derinliği kısmen, özellikle Arap ülkelerindeki milisler olmak üzere, devlet dışı oyunculardan oluşan şiddet unsurları ile işbirliği üzerine kuruludur.  Bu ittifakların birinci dayanağı, işbirliğinin temeli olan mezhepçi ideoloji iken ikinci dayanağı devletin meşru şiddeti kullanma üzerindeki tekeli kırmaktır. Devletin şiddet tekelini kırıp şiddet uygulamak için rakip haline gelmedikçe milislerin etkin olmaları mümkün değildir. Milisler, mezhepçilik egemen iklim olmadığı sürece, kutuplaşma ve karşı seferberlik meydana getiremez. Bu, bir yandan devletin zayıflamasına yol açarken diğer yandan mezhepçiliğin yükselmesine sebep oluyor ki bu durum, İran’ın etkin olduğu tüm alanlarında görülen bir özelliktir.
Stratejik bakımdan bu milisler, İran için iki vazifeyi yerine getiriyor: Donmuş bir çatışma ve etkisizleştirici bir unsur. Donmuş çatışma, milislerin çatışmalar ve anlaşmazlıklar için harekete geçirilmesi ve uygun görüldüğünde İran düşmanlarına karşı bir güç olarak seferber edilmesi ile alakalıdır. Etkisizleştirici unsur ise, bir yandan İran’ın yalnızlığının üstesinden gelmeyi diğer yandan da bölgesel gündemleri iteklemeyi hedefler. Örneğin; İran’ın Lübnan’da cumhurbaşkanı seçimine ilişkin herhangi bir siyasi düzenlemeye çomak sokmasıyla bölgesel oyuncular, yalnızlaştırılmış Tahran ile bir anlaşmaya varmaya çalışırlar. Bu ise aslında onun yalnızlığını gideren bir şeydir. İran da buna karşılık onların gündemlerini ileri götürmeye yardımcı olacak bir şeye sahip olmuş olur.
İran’ın milisler oluşturabilmesi için Arap ülkelerine tek tek girmesi gerekir. İşte İran yayılmacılığı budur. İlginç olan şu ki; İran’ın yayılmacılığı da, İslam Devleti Örgütü ve el-Kaide gibi (mezhepçilik ve merkezi hükümetlerin zayıflığından beslenen) başka terör örgütlerinin yaygınlaşmasına katkı sağlayan bir boşluk yaratıyor.
Bunun yanı sıra benim ‘İran revizyonculuğu’ adını verdiğim bir olgu da var. Tahran, sürekli olarak bu milisleri, bölgesel siyasi gerçeklikte doğal bir unsur haline getirmek için normalleştirme gayreti içerisinde. Dolayısıyla bölgesel sistemin revizyonu ve yeniden yapılanması, bu milislerin normalleştirilmesi adına İran için bir zorunluluk halini alıyor. Üstelik İhvan-ı Müslimin’in bölge için ‘Çözüm İslam’dır’ söylemi ile temsil edilen bir revizyon görüşü var. Bu görüş, Arap ülkelerinin devrilerek tek bir oluşum içinde, tüm meselelere bu çözümü yani İslam’ı getirecek tek bir şemsiye altında birleştirilmesi anlamını taşıyor.
Katar, bir yandan İran ve İhvan-ı Müslimin’in başı çektiği revizyoncu oyuncular ile bir işbirliği ağı kurmak için tek kartı olan maddi imkânlarını kullanırken, aynı zamanda bölgesel statükoya uyan kampta etkin bir oyuncu olmak için çabalıyor. Doha’nın hedefi, bölgesel statüko ile revizyoncu yaklaşım arasında kendi stratejik derinlik yoksunluğunu ve zafiyetini aşmasına izin veren bir kontrol ve denge mekanizması üretmektir. 
Bu çerçevede Katar, bir güvenlik şemsiyesi elde etmeye çalıştı. Amerikan ve Türk askerî varlığıyla istediği bu şeye sahip oldu. Petrol pazarında kendisi ile Suudi egemenliği arasına bir mesafe koymak adına gaz alanındaki zenginliğine dayanarak enerji alanında da işbirliklerini çeşitlendirdi. Emirlik, İhvan-ı Müslimin ile bir ortaklık ilişkisi kurdu ve bu ilişki, Suudi Arabistan’daki İhvan uzantıları da dahil olmak üzere bölgenin farklı noktalarına uzandı. Bu esnada Katar, Amerikan ve Türk askerlerinin varlığından ve bu cemaat içerisinde kolaylıkla ikna edebileceği az sayıda kişi bulunmasından ötürü içeride kendisini Cemaatin etkisinden güvende hissetti. 2000 yılından Suriye devriminin patlak verdiği zamana değin Katar; Türkiye, İran ve İran’ın yörüngesinde hareket eden Hizbullah ve Beşşar Esed rejimi ile sıkı dayanışmasını korudu. Katar aynı zamanda İsrail ile de ticari, siyasi, kültürel ve sportif ilişkiler kurmaya devam ediyordu.
Öte yandan Suudi Arabistan, kararlı bir tavırla Katar’ın faaliyetlerini kabullenmeyeceğini belirtti. Böylece Riyad, Katar için en büyük stratejik engel haline geldi. Bu, Katar emirlerinin Suudi Arabistan Krallığını üç devlete bölme planının anlaşılmasına yardımcı olur. Bin Ladin nasıl Suudi Arabistan’ın patlatılması için çaba harcıyorsa, Katar da medya aracılığıyla bunu yapıyor ve (daha önceki bir makalede [bkz. https://bit.ly/2EZJxJ4] ele aldığım yapısal sebeplerden ötürü zaten önyargılı olan) Batı’yı kışkırtmaya ve Suudi kamuoyunu yanlış yönlendirmeye, ona hâkim olmaya ve yenik düşürmeye çalışıyor.
Katar, Suudi Arabistan’a karşı bir medya savaşı başlatıyor. Bu savaşta vermek istediği mesaj ise şu: Suudi Arabistan’ın siyasi tercihleri hatalı; kendisini Batı’ya sattı ve uçurumun eşiğine geldi. Bu mesajı desteklemek, yaymak, kökleştirmek ve özel bir tartışma konusu haline getirmek içinse şu dört araçtan faydalanıyor: Bunlardan ilki, Middle East Eye, AlAraby ve benzerleri gibi Doha tarafından finanse edilen ve denetlenen el-Cezire kanalı ki ben bunu ‘Katar’ın gölge medyası’ olarak isimlendiriyorum. İkincisi görev ve para bakımından Doha’nın cebinde bulunan İhvancı eğilime sahip kişiler. Üçüncüsü, Batı gazetelerinde sipariş üzere çalışan köşe yazarları. Dördüncüsü ise, bölgede ve Batı’da Doha’nın finanse ettiği düşünce merkezleri.
Birinci ve ikinci araç ile Katar’ın kiraladığı kalemler ve İhvan unsurlarından oluşan yapıya ‘Katar’ ve ‘İhvan’ kelimelerinin birleşiminden meydana gelen ‘Katvan’ kelimesiyle işaret edebiliriz. Katvan Partisi, kendisini hizipleşmenin üstünde görüyor ve hakikat ipine sımsıkı sarılmış, ümmetin yükünü yüklenmiş ve yüksek insani değerlere bağlı olduğuna inanıyordu. Katar onları propaganda aracına çevirdi. Katar’ın Arap komşuları ile yaşadığı kriz onlara, hedeflerine ulaşmak için her şeyi yapmaktan çekinmeyen bir partinin parçası olduklarını gösterdi. Üstelik bunun farkına varmalarına rağmen değerleri bildikleri şeyleri bir kenara koyarak itaat etmekten başka ellerinden bir şey gelmeyeceğini gördüler. Menfaatlerinden ayrı düşmek onlar için zordu.
Bir kişi çıkıp da Katar’ın araçlarının bir listesini yapmaya kalkışsa, birden o araçların Katar Hükümeti’nin pusulasına göre harekete geçmesiyle karşılaşabilir. Sanki tek bir posta listesini paylaşıyorlarmış gibi mesaj onlara geliyor ve ufukta Suudi Arabistan’a karşı bir saldırı uçuşuyor. Aynı kişi listenin bazı üyelerinin tarihini araştırsa, bu sefer de onların Suudi Arabistan’a karşı tutumlarının Katar’ın Arap komşuları ile olan anlaşmazlığı öncesi ve sonrasında farklılık gösterdiğini görecektir.
Katar’ın dış siyasetinin bir aracı olarak bu listenin rolü, Suudi Arabistan’a yönelik saldırı ile sınırlı olmayıp, aynı zamanda ‘güvenilirliğin yenilenmesi’ adını verdiğim şey için de geçerlidir. Bu kavram ile Katar Hükümeti’nin bu listedekilere (Katar’ın güvenilirliğini, tutumlarının doğruluğunu, Suudi Arabistan başta olmak üzere rakiplerini çirkin gösterip düşürmesini pekiştirecek) bir makale yayınlamasını işaret ettiği durumu kastediyorum. Listede yer alan üyeler, birbirleri için tanıklık ediyor ve organize bir çaba içerisinde bu grubun güvenilirliğini pekiştiriyor. Sonra Katar Hükümeti, kendilerine işaret ettiği şeylere dayalı tutumunu güçlendirmek için liste üyelerine şahitlik ediyor.
Mesela Katar yanlısı bir Fransız araştırmacı olan ve ‘Marsad Katar’ adlı internet sitesini (www.marsadqatar.qa ) yöneten Nebil en-Nasri, el-Cezire kanalının aktardığına göre şöyle diyor: “Boykotçu ülkeler, Katar’a boyun eğdiremedi. Aksine Doha, bu boykotun etkilerini aştı”. Sonra el-Cezire kanalı tutup Nebil en-Nasr’ı bölge dışından sağlam bir bilimsel görüşü temsil eden yani bağımsız biri olarak sunuyor ve Katar Hükümeti’nin söylemlerinin güvenilirliğini pekiştirmek için onu şahit gösteriyor. Hâlbuki bu araştırmacıya söylediklerini öğreten Katar Hükümeti’nin kendisi. Katar Dışişleri Bakanlığı’ndan aynı düşünceyi ifade eden bir açıklama yayınladığında da bu açıklama, Nebil en-Nasr’ın ‘bağımsız bilimsel görüşü’ ile el-Cezire kanalının ‘tarafsız basın izlemesi’ arasında güvenilirliği yenilemeye dayanıyor.
Katar’ın Arap komşuları ile olan krizinden önce Katvan Partisi, Tahran’a karşı Arap savaşında Riyad’ın liderliğini destekliyordu. Krizden sonra ise aynı Katvancılar, Suudi Arabistan’ı parçalamak için elindeki tüm gücüyle onun üzerine atılan ancak başaramayan yaralı bir vahşi hayvana dönüştü. Önderlerimizin İran’ın yayılmacılığını oka tutmayı hedeflediği her bir savaşta bizi sırtımızdan vuruyorlar ve dişlerinden bizim kanımız akıyor.
Katar, bir devletken hicivci bir şaire dönüştü; Suudi Arabistan’dan başka gündemi yok. Herkes deve ile gitti, onunsa elinde sadece bir kaside var.
Ancak Bin Ladin nasıl başarısız olup hayallerini ve sanrılarını yele verip gittiyse, Katar’ın vehimleri de öylece gidecek. Bin Ladin’in başarısızlığı nasıl tesadüf eseri değilse, Katar’ın ve Katvancıların başarısız akıbetleri hakkında konuşmak da temenni kabilinden olmayıp Riyad’ın medeni derinliğine ve stratejik konumuna dayanmaktadır. Suudi Arabistan Krallığı, Arapların kıblesi olan Ukaz Çarşısı ile Müslümanların kıblesi olan Mekke’yi bağrında taşımaktadır. ‘Muallaka’nın ortaya konduğu, Arap milletinin doğduğu, vahyin inerek İslam ümmetini meydana getirdiği yer orasıdır. Arkasında Kaydar, Kinde ve Dadan krallıklarından Darü’n-Nedve, Hılfu’l-Fudûl (Erdemliler Hareketi), sikaye ve rifadeye; Medine Anayasası, es-Sakife ve fetihlerden Irak’ın Persler’den, Şam’ın Rumlardan alınması ve Mısır, Mağrip ve Endülüs’ün fethedilmesine kadar kadim ve şanlı bir tarihin mirası duruyor. Hâtem et-Tâî’ni torunları aynı zamanda bir zenginlik denizi ve sağlam bir ekonomi üzerinde oturuyor; Amr b. Külsüm’ün torunları, (Körfez, Arap, İslam ve dünya düzleminde) bir ittifak bağı ile korunuyor.
Binlerce Katvancıyı da seferber etse tarihin hareketi, Katar bin Ladin’de durmayacak.



Eski bir Suudi diplomat ABD Başkanı'na açık bir mektup gönderdi

Ali Asiri, ülkesinin Obama'ya karşı üzüntü hissettiğini ve Trump ile ilişkisinin güçlü olmadığını söyledi (Reuters)
Ali Asiri, ülkesinin Obama'ya karşı üzüntü hissettiğini ve Trump ile ilişkisinin güçlü olmadığını söyledi (Reuters)
TT

Eski bir Suudi diplomat ABD Başkanı'na açık bir mektup gönderdi

Ali Asiri, ülkesinin Obama'ya karşı üzüntü hissettiğini ve Trump ile ilişkisinin güçlü olmadığını söyledi (Reuters)
Ali Asiri, ülkesinin Obama'ya karşı üzüntü hissettiğini ve Trump ile ilişkisinin güçlü olmadığını söyledi (Reuters)

Ziyad el-Fifi
‘Bir Suudi vatandaşından açık mektup’ adını vermiş olsa da Ali Avad Asiri’nin yazdığı büyükelçilerin el ele vermek için kullandığı diplomatik bir mektuptu. Ancak o, bunu tüm dünyanın huzurunda ABD Başkanı Joe Biden’a okumayı tercih etti.
ABD menşeili ‘The National Interest’ dergisi, daha önce Riyad'ın İslamabad ve Beyrut büyükelçisi olarak görev yapan Suudi bir diplomat tarafından yazılmış bir makale yayınladı. Suudi yazar bu makalede, ABD Başkanı’na hitap ederek iki ülke arasındaki ilişkilerin, önceki iki başkan dönemine, geçmişe ve geleceğe değindi.
Asiri, makalesini Beyaz Saray hükümdarı ile karşılık oturup konuşuyor gibi kaleme aldı. Bu vesile ile iki ülke arasındaki tarihsel ilişkinin kaybolan ve tarihin kenarında üzücü bir olay haline gelen ve ‘trajik bir kaza’ olarak nitelendirdiği ‘dengesizlik’ sonrasında başladığı yeni bir noktayı ortaya çıkarmaya çalışıyor. Emekli Suudi diplomat, Biden'in ülkesinin, Riyad ile ilişkilerini yeniden değerlendirmek için başlangıç ​​noktası olarak seçtiği noktayı, ilişkinin yeni bir aşamasına geçmek için bir fırsat olarak görüyor.

Washington'un güvenilirliğini aşındırması
Eski Suudi yetkilinin Beyaz Saray’ın Efendisiyle iletişim kurmak için neden bu yolu seçtiği bilinmiyor. Bununla birlikte, yaklaşık yarım yüzyıla yayılan siyasi tecrübesiyle yetmişlerindeki bu adama hitap eden mektubunun başında, bölge ve sorunlu karmaşıklığıyla kendi istediği gibi değil de olduğu gibi ilgilenmesini talep etti.
Asiri, “Obama yönetiminde Başkan Yardımcısı olarak Irak'taki mezhepsel çekişmenin etkisiz hale getirilmesine yardımcı oldunuz. Arap Baharı’nın ardından, temkinli sesiniz, liberal demokrasi gündeminin destekçilerini Ortadoğu krizinin sosyal ve ekonomik yapısını ilk etapta dikkate almaya ikna etti. Ancak Ne yazık ki, o zamandan beri, Obama ve Trump yönetimlerinin siyasi çelişkiler ve kararlılık eksikliği, ABD'nin Arap devletleri için güvenilir bir ortak olarak itibarını büyük ölçüde aşındırdı” ifadelerini kullandı. Önceki iki yönetimin neden olduğu kafa karışıklığını gidermek için farklı bir yaklaşım benimsemesini istedi.

‘Sözde müttefikin’ acısı
Ali Asiri, mektubunda, doğrudan söylemese de Biden'ın Barack Obama'nın daha modern bir versiyonu olduğu görüşüne değinmeyi de göz ardı etmedi. O dönemde kartları karıştıran kişinin Obama’nın gölgesi ve yardımcısı olan Biden olduğuna işaret etti.
Asiri, ülkesinin eski Demokrat Başkan tarafından yapılan ve ‘sözde müttefiklik’ olarak nitelendirdiği şey ve Araplar ile İran arasındaki sorunu çözmek için ‘bölgeyi Tahran ile paylaşmayı önererek’ yaptığı ‘haksız planın’ acısını hala hissettiğine değindi. Ayrıca Washington nezdinde İran’ın hala terörizm sponsoru olduğuna dikkat çekti.


Obama yönetiminin İran ile yaptığı anlaşma Körfez ülkelerini alarma geçirdi (Reuters)

44’üncü Başkan’ın ülkesi ile bölgedeki geleneksel müttefikleri arasında başlattığı krizin tetikleyicisi olan nükleer anlaşmaya atıfta bulunmadan Obama döneminden ve Körfez'den söz etmek mümkün değil. Mektupta, İran'la ortak eylem planı, ‘İran devrimci rejiminin Yemen, Suriye, Irak ve Lübnan'daki militan vekillerini desteklemek için bir örtü olarak kullandığı kusurlu anlaşma’ olarak nitelendirildi.
Bunun yanısıra Suudi diplomata göre ‘Arap Baharı’ olarak adlandırılan dönemin olumsuz yansımaları, ‘Mısır'daki Müslüman Kardeşler gibi aşırılık yanlısı güçlere güzelleme yapma ve Suriye'deki çatışma kurbanlarını baskıcı bir rejimin gazabıyla karşı karşıya bırakma’ hatasının sonucuydu ve bu ülkeler hala o dönemin zorluklarıyla karşı karşıya.

Trump'la olan ilişki bir ‘takastı’
Görünüşe göre eski Başkan Donald Trump ile selefinin dönemine kıyasla tüm sıcaklığıyla ilişki Suudiler için pek tatmin edici değildi.
Ali Asiri, Trump'ın Suudi Arabistan ile Amerika arasındaki stratejik ilişkiyi, askeri ve diplomatik düzeyde iki ülke arasındaki ilişkilerdeki iyileşmeyi kabul etmesine rağmen, bir ‘takas ilişkisine’ dönüştürdüğünü vurguladı.


Saudi Aramco tesislerin 2019 yılında hedef alındığı saldırıdan bir kare (Reuters)

Ayrıca, Eylül 2019'da iki Aramco tesisine düzenlenen saldırının, İkinci Dünya Savaşı sırasında Pasifik'teki ABD filosunu etkileyen ‘Pearl Harbor’ saldırısına benzer olduğunu belirtti. ABD’nin bunun ardından bir savaş başlattığına işaret eden Asiri, ancak ABD’nin iki yıl önceki tepkisinin ‘sembolik’ olduğunu söyledi. Bunun üzerine bir de Riyad’ın bedeli ödemesini talep ettiğini ifade etti.
Yazı, Washington ile Riyad arasındaki son dört yıldaki ilişkiyle ilgili olarak, ülkesi ile önceki ABD yönetimi arasındaki ilişki olarak nitelendirilmesinin yanlış bir tanım olduğu ifadesiyle sona eriyor.

Veliaht Prens’in eleştirilmesi
Suudi diplomatın mektubu, Körfez devletindeki yeni politikanın ne yapmaya çalıştığına dair daha net bir yaklaşım sunuyor. Yazıda Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman liderliğindeki Suudi yönetiminin yaklaşımının, ‘ideolojik mülahazaları ülkenin uluslararası davranışını ve iç politikasını tanımlayan kalkınmacılarla değiştirmeye’ çalışmak olduğuna işaret edildi.
Asiri, Suudi Veliaht Prensine karşı yürütülen kampanyanın eski Beyaz Saray Baş Danışmanı Jared Kushner ile kişisel ilişkisinin bir sonucu olduğunu ima etti.


Suudi Veliaht Prensi ve Jared Kushner arasındaki ilişkinin güçlü ve derin olduğu biliniyor (SPA)
Suudi diplomat bu konuyla ilgili şu ifadeleri kullandı: “İç Amerikan siyasetindeki mevcut bölünmeleri anlıyoruz, ancak görünen o ki, uluslararası ilişkiler ve Suudi liderliği, Capitol Binası içindeki partizan çıkar savaşında, özellikle de insan hakları gruplarıyla ittifak halindeki Demokratların çıkarları için hedef haline geldi. Söz konusu gruplar, Washington'daki siyasi bloklar için rızaya dayalı bir figür olmayan Kushner ile olan ilişkisi nedeniyle Suudi iktidar düzenindeki ikinci isim olan Veliaht Prensi hedef almak için hiçbir çabadan kaçınmıyor.”
 Suudi diplomat, bunun iki ülkenin uzun süredir devam eden ilişkilerine eğer kontrol altına alınmazsa büyük zarar vereceği konusunda uyararak şu ifadelere yer verdi: “Tüm bunlar, genellikle yerel siyaseti veya liderlik seçeneklerini aşan ve uzun süredir devam eden ilişkimize büyük zarar veriyor. Zamanla üstesinden gelinmezse, aynı güçler daha büyük zararlara neden olacaklar.”