Mısır eski Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek: İktidarı devraldığımda Arap ülkeleri ile gayri resmi ilişki sürdürdüm

Mısır’ın eski Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek, Fecr es- Said’e verdiği röportajda, İktidarı devraldığında Arap ülkeleri ile gayri resmi ilişki sürdürdüğünü söyledi.

Mısır’ın eski Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek'in Fecr es- Said verdiği röportaj anından bir kare
Mısır’ın eski Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek'in Fecr es- Said verdiği röportaj anından bir kare
TT

Mısır eski Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek: İktidarı devraldığımda Arap ülkeleri ile gayri resmi ilişki sürdürdüm

Mısır’ın eski Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek'in Fecr es- Said verdiği röportaj anından bir kare
Mısır’ın eski Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek'in Fecr es- Said verdiği röportaj anından bir kare

Mısır eski Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek’i 2011 yılındaki Arap Baharı devrimlerinden önce yakından tanımıyordum. Onunla görüşmek aklımdan bile geçmemişti. Ancak o iktidardan ayrıldıktan ve Mısır sokakları kargaşaya bulaştıktan sonra Mübarek ile görüşmeye çalıştım. Amacım yalnızca ona şu mesajı iletmekti; Kuveyt halkı, Irak savaşında Kuveyt’i kurtarmada oynadığınız önemli siyasi rolden ötürü size minnettar ve iktidarda olmasanız da sizi büyük bir Arap lider olarak görüyor.
Allah’a çok şükür çabalarım meyvesini verdi ve ben Mısır’ın eski cumhurbaşkanına ulaşarak ona bu mesajımı ilettim. Daha sonra savaş süreci ve en önemlisi Mısır, Irak, Ürdün ve Yemen arasındaki Arap İşbirliği Konseyi’nin kuruluşu ile ilgili eski olaylar hakkında sohbet etmek üzere uzun bir görüşme sözü aldım. Bekleyiş uzadı ve o günün üzerinden yıllar geçmesine rağmen bu söz hayata geçirilmedi. Ta ki ben onun doğum gününde görüşme talebinde bulunana dek. Tarihe ismini savaş ve barış kahramanı olarak geçiren büyük bir Arap liderin doğum tarihinin düşüldüğü bir fotoğrafa ulaşmayı umarak… Benimle savaş sürecine dair anıları ve sırları, Yüzyılın Anlaşması ve sonuçlarını, Ekim Savaşı, Sina’nın kurtarılması ve Taba Savaşı’nı ve Ortadoğu’da Rusların ve Amerikalıların bıraktığı etkiyi konuşmak için haber göndermesi sürpriz oldu. Bu fırsatı kaçırmadım ve ona eski sözünü hatırlattım. Bana, ne istersem sorabileceğimi söyledi ve röportaj böylece başladı.
Mısır’ın eski Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek’in Fecr es-Said’e verdiği röportajın tamamı;
-Öncelikle Arap İşbirliği Konseyi’nin kurulduğu koşullar hakkında konuşmak istiyoruz

Yok, önce Arap ülkeleri arasındaki ilişkilerin dönüş koşullarından bahsetmem lazım. Cumhurbaşkanı Enver Sedat’ın Kudüs’ü ziyaret edip İsrail ile barış yolunu adımladığı andan benim iktidarı devraldığım zamana kadar Arap ülkeleri arasındaki ilişkiler kopuktu. Bu noktada şunu söylemek istiyorum ki Sedat, 1977 yılında Halk Meclisi’ndeki konuşmasında, İsrail’e gitmeye hazırlandığını açıkladığında, Yaser Arafat da Halk Meclisi’nde bizimle birlikte bu konuşmayı dinliyordu. Bundan birkaç gün sonra Amerikalılar, Sedat’a İsrail’i ziyaret etme çağrısında bulundu. Bunun üzerinde Sedat, Hafız Esed’i Kudüs’e gitme kararından haberdar etmek üzere Suriye’ye gitti. Ancak Suriyeliler buna karşı çıktı. Sonra onların Sedat’ı alıkoymayı veya Kudüs’e gidemesin diye uçağı bozmayı bile düşündüklerini duyduk. Sedat, Kudüs’e İsmailiye’ye yakın askeri havalimanı Ebu Suveyr’den gitti. Ben onunla yolculuk gününün sabahında görüştüm. Ben ve yazar Musa Sabri, onunla birlikte Knesset’te yapacağı konuşmayı gözden geçirdik. Ardından onunla Ebu Suveyr Havalimanı’na kadar gittim ve onu orada bıraktım. Başkan Sedat, cesur ve vizyon sahibi bir liderdi. Tarih onun ne kadar ileri görüşlü olduğunu ispat etti.
-İktidarı devraldığımda Arap ülkeleri ile gayri resmi ilişki sürdürdüm
Özellikle belirtmek isterim ki ben iktidarı devraldığımda gayri resmî olarak birçok Arap ülkesi ile iletişimi sürdürdüm. Ben iktidara geldikten kısa bir süre sonra Kral Halid’in cenazesine gittiğimde bir ilişki yoktu. Ortada resmi bir ilişki yokken Irak’ı İran’a karşı savaşında destekledik. 1987 yılında Kuveyt’teki İslam Zirvesi’ne geldiğimde Şeyh Zayid beni karşıladı ve bana zirveden sonra BAE’ye döndüğünde beni ziyarete beklediğini söyledi. Onu zor duruma sokmak istemediğimi söyledim ama ısrar edince arada ilişki olmamasına rağmen bir ziyaret gerçekleştirdim. Daha sonra Saddam Hüseyin, ilişkilerin yeniden kurulduğunu ilan etti. İlişkilerin yeniden kurulmasının ilanı sonrası Kral Hüseyin Halk Meclisi’nde bir konuşma yaptı. Böylece Mısır’ın Arap ülkeleri ile olan ilişkisi yeniden kuruldu ve Arap Birliği, Kahire’deki binasına geri döndü. El-Fav savaşı esnasında, onlara İran ile olan savaşlarında destek olmak için operasyon odasında Saddam Hüseyin ve Irak yönetimini ziyaret ettim. Tüm Körfez ülkeleri bu savaşta maddi anlamda Irak’ı destekliyordu. Zira Saddam, kendisinin Arap dünyasının doğu cephesini savunduğunu söylüyordu.
-İslam zirvesinde Esed’le gerilim
Kuveyt’teki İslam Zirvesi’nde Hafız Esed de bulunuyordu. Benim zirvedeki konuşma sıram onlarınkinden önceydi ancak o ikisi benden önce konuşmak için ısrarcı oldular. Benim için bir sorun olmadığını belirttim. Hafız Esed konuşmasını Sedat’a saldırı ile başlattı. Benimle birlikte heyette olan bazıları kalkıp Hafız’ın konuşmasına bir son vermemizi söylediler, ama ben buna yanaşmadım. Benim konuşma sıram geldiğinde Hafız Esed’in Sedat hakkında o şekilde konuşmasının doğru olmadığını söyledim. Sedat, Hakk’ın rahmetine kavuşmuştu. Mısır’ın cumhurbaşkanı ve Arap bir liderdi. Ve biz İslam Zirvesi’nde hem zirveye hem de zirvenin öncüsüne saygımızdan ötürü, kötü bir karşılık vermeyecektik. Benim konuşmamın başında Hafız Esed ve Suriye heyeti kalktı ve dinlemek istemedikleri için ayrıldılar. Ben umursamayarak konuşmamı tamamladım. Herhangi bir Mısır liderine ama özellikle de Başkan Sedat’a yönelik bir saldırı veya kötülemeye izin vermem söz konusu olamaz.  
-İsrail ile olan ilişkisinde Mısır hiç taviz verdi mi? Arap ülkeleri ile ilişkilerin geri kazanılması için de?
Hayır, taviz de ne demek. Benim Mısır için yaklaşımım bu. Geri dönüş yok. Arap ülkeleri bunu iyi anladı. Ben, başta Filistin meselesi olmak üzere Araplara ait davalara hizmet uğruna tarihi rolümüzü oynamaktan vazgeçmeyeceğimizi vurguladım. İşte bu yüzden Arap ülkeleri ile ilişkilerin yeniden kurulmasından sonra, dünya karşısında güçlü bir ses ve konumumuz olsun diye Arap birleşimi için özellikle çabaladım. Mayıs 1990’da Bağdat’ta Arap Zirvesi kararlaştırıldığında var olan ayrılık halinden çıkmak adına tüm Arap ülkelerinin katılması için çalıştım. Hafız Esed dışında tüm liderleri gelmeleri için ikna etmeyi başardım. Onu da ikna etmeye çalıştım ama o Saddam ile arasında olan derin anlaşmazlıkları gerekçe göstererek gelmeyi reddetti. 1989 yılında, ilişkilerin geri dönüşünden sonraki ilk Arap Zirvesi olan Fas’taki konferansta aralarında şiddetli atışmalar yaşandı. O günlerde Saddam ile konuşup ona Hafız Esed’e yönelik tutumunda, aralarındaki ilişkileri kördüğüm haline getirecek kadar katı olduğunu söyledim. Aralarındaki anlaşmazlık derindi…
-Savaşın birkaç ay öncesinde yapılan Bağdat Zirvesi’nde nasıl bir hava vardı?
Bağdat Zirvesi henüz yapılmamış ama Arap ilişkileri yeniden kurulmuşken, Kral Hüseyin bana Mısır, Ürdün ve Irak’ı içine alacak şekilde Körfez İşbirliği Konseyi’ne benzer bir Arap İşbirliği Konseyi kurma düşüncesini iletti. Bu, Saddam ile hakkında konuştuğumuz şeydi. Ona buna engel bir durum olmadığını, detayları düşünmemizi söyledim. Konuşma özellikle ekonomik işbirliği topluluğu üzerineydi. Biraz sonra Kral Hüseyin, Saddam’ın Yemen’i de bu topluluğa katmayı düşündüğünü söyledi. Sayın Kral’a; Irak, Ürdün ve Mısır’a Yemen eklenirse bunun Suudi Arabistan’a karşı bir tavır olarak algılanabileceğini, yanlış yorumlanmaması için Suudi Arabistan’ı bilgilendirmek gerektiğini belirttim.
Daha sonra Kral Hüseyin ve Cumhurbaşkanı Ali Abdullah Salih, bana güç alışverişi için güvence veren askeri bir işbirliği meselesini düşünebileceğimizi söylediler. Şöyle ki ben, Irak ve Ürdün’e güçlerimi gönderecektim, onlar da bana. Bu fikre karşı çıktım. Ekonomik işbirliğine evet, ama askeri olana hayır. Her şeyden önce İsrail ve Ürdün ile bir barış anlaşması yapmıştım. Askeri işbirliği bunu baltalamak olurdu. Hem sonra Arap ülkelerine yönelik herhangi bir düşmanlığa karşı koymak için ortak Arap savunmasına ilişkin de bir anlaşmamız vardı.
-Arap Konseyi’nin oluşturulmasına ne oldu?
İlk toplantı Ürdün’deydi. Hatırladığıma göre sonraki ikisi de önce Irak sonra Yemen’de oldu. Daha sonra İskenderiye’de bir toplantı yapmaya çalıştığımızda askeri işbirliğine dair çabalara şahit oldum. Böyle bir şey olamaz. Ali Abdullah Salih’ten istihbarat teşkilatlarını birleştirme teklifini aldığımda, bunun imkânsız olduğunu ve bu yönde hiçbir şeyi kabul etmediğimi belirttim.
-Saddam bu konular hakkında sizinle konuştu mu?
Hayır. O, konuların bana açılmasını Kral Hüseyin ve Ali Salih’e bırakmıştı. Neticede ben tüm bunlara itiraz ettim ve işbirliği ekonomik çerçevede devam etti. Ancak birtakım şüpheler belirdi.
-Peki ya Bağdat Zirvesi?
Zirvenin havası genel anlamda normaldi. Ama Saddam, Körfez ülkeleri, özellikle de Kuveyt ve BAE hakkındaki söylemlerinde sertti. Sürekli onların savaşta kendilerine yeterince destek olmadıklarını, kendisinin aleyhine olacak şekilde petrolün fiyatını düşürdüklerini tekrarlayıp duruyordu. Üstelik Irak’ın borçlarından feragat etmelerini istiyordu. Ona bu şekilde saldırmasının meşru olmadığını açıkladım ama o, onlar hakkında şikâyetlerini sürdürdü. Tabi kimse işlerin sonraki aşamaya varacağını düşünmemişti. Zirvenin ardından Saddam’a olan bitenden kendisini haberdar etmek için Hafız Esed’e uğrayacağımı söyledim, ama o bunun bir önemi olmadığını söyledi. Ona, birleşmeye ihtiyacımız olduğunu söyleyerek, gideceğimi bildirdim. Gerçekten de Hafız Esed’e gittim. Bana, “İyi ki zirveden önce gelmedin, yoksa benim de gelmem gerekecekti” dedi. 
-Daha sonra ne oldu da işler savaşa doğru vardı?
Saddam üslubunu sertleştirmeye devam etti. Temmuz ayının sonlarında Irak’ın sınıra asker topladığı ve bu güçlerin büyüklüğüne ve konuşlandıkları noktalara bakıldığında savunma güçleri gibi durmadığına dair haberler geldi. Elbette ben Suudi Arabistan, Kuveyt ve BAE başta olmak üzere Körfez ülkeleri ile sürekli iletişim halindeydim. Saddam ile görüşüp olayların durulması için hemen Irak’ı ziyaret etme kararı aldım. Irak’a 24 Temmuz Salı günü gittim. Kral Fahd’ın elçisi olarak Suud Faysal, Saddam ile görüşmemden önce benimle istişare etmek için sabah 06.00’da havalimanına geldi.
Sabah 07.00’da uçağım havalandı. Irak’a gidip Saddam, Tarık Aziz ve daha başka kişilerle yaklaşık 5 saat görüştüm. Kuveyt’ten yana olan şikâyetlerini sürdürdü. Ona sövüp saymadan ve tehditten uzak sakin bir diyalog başlatırsa, hiçbir sorun olmayacağını söyledim. Sonra da Kuveyt sınırında asker bulundurmakla tam olarak neyi hedeflediğini sordum. Bana Kuveyt’e yönelik bir saldırı niyetinde olmadığını söyledi, ancak benden onlara bunu söylemememi istedi. Bu sözleri garipsedim ve iki tarafın heyet üyeleri olmaksızın baş başa oturduğumuzda tekrar niyetini sordum. Bana saldırı hedeflemediğini belirtti. Irak ve Kuveyt arasında bir görüşmenin gerekli olduğundan bahsettim. Ona Kuveyt ve Suudi Arabistan’a gidip 29 Temmuz Pazar günü Suudi Arabistan’da bir görüşme ayarlama önerisini ileteceğimi söyledim. Sonra Kuveyt’e yöneldim.
Uçakta iken Tarık Aziz’in ben ayrıldıktan hemen sonra bir basın toplantısında kendilerinin benimle ikili ilişkileri masaya yatırmak için uzun konuşmalar gerçekleştirdiklerini söylediği haberini aldım. Şüphelerim daha da arttı. İkili ilişkiler de ne demek? Ben sabahın bu erken saatinde ikili ilişkileri tartışmak için mi geldim! Kuveyt’e vardığımda havalimanında Şeyh Cabir ile buluştum. Ona, Saddam’ın bana açıkça herhangi bir askeri operasyon yapmayacağını söylediğini ilettim, ancak önlem almaları gerektiğini, zira Saddam’ın hilekâr olduğunu söyledim. Ardından Kuveyt’in istediği her türlü savunma desteğini vermeye hazır olduğumu belirttim. Ayrıca ortalığın sakinleşmesi için Kuveyt, Irak ve Suudi Arabistan’ı bir araya getiren bir toplantı ayarlamak için Kral Fahd ile istişare etmek üzere Suudi Arabistan’a gideceğimi söyledim. Şeyh Cabir’e Veliaht Şeyh Saad’ı da bu buluşmaya getirmesini teklif ettim.
-Medyada çıkan haberden ötürü mü Şeyh Cabir’e Saddam’ın bir saldırısından çekindiğinizi ilettiniz? Saddam’ın askeri bir operasyon gerçekleştirmeyeceği konusunda ona güvence vermemiş miydiniz?
Ben Şeyh Cabir’e Saddam’ın verdiği sözü ilettim. Ama aynı zamanda onun hilekârlığı konusunda da uyardım. O bana verdiği güvenceyi Kuveyt’e iletmememi söylemişti. Şüphelerim vardı ve bunun için Şeyh Cabir’e tedbirli olmasını ve benim de savunmaya ilişkin herhangi bir destek veya ihtiyacı sunmaya hazır olduğunu belirttim.
-Suudi Arabistan’a etki edebildiniz mi?
Evet. Kral Fahd ve Emir Abdullah ile görüştüm. 29 Temmuz Pazar günü Suudi Arabistan’da Iraklıları ve Kuveytlileri içerecek bir görüşme çağrısı yapmanın önemi konusunda onlarla görüş birliğine vardık. Emir Abdullah, 29 Temmuz Pazar günü Cidde’de bir toplantı davetinde bulundu. Ancak Irak heyeti, 31 Temmuz Salı günü gelmeye karar verdi. Emir Abdullah, toplantılardan önce onlarla akşam yemeğinde bir araya geldi. Kuveyt heyetinin başındaki isim Şeyh Saad, Irak heyetinin başındaki isim de İzzet İbrahim idi. İki heyet salı akşamı ve çarşamba günü öğlen bir araya geldi. Irak heyetinin belirli şeyleri söylemek üzere hazırlanıp geldiği ve anlaşmayı çözmek için müzakere yürütme yetkisine sahip olmadığı anlaşıldı. İki heyet yola çıktı ve Iraklılar, umre yaparak, Irak’a perşembe sabahı döndüler. Çok geçmeden Iraklı güçler Kuveyt’e girdi…
-Savaştan ne zaman haberiniz oldu?
Ben Burc el-Arab’daki ofisimdeydim. 2 Ağustos Perşembe sabahı beni uyandırdılar ve Iraklı güçlerin Kuveyt’e girdiğini haber verdiler. Şok olmuştum. Saddam’ın böyle bir işe kalkışacağını düşünmezdim. Bir Arap ülkesi, egemenlik sahibi başka bir ülkeye saldırıyor ve onu işgal ederek topraklarına katıyordu. Akla sığar bir yanı yok. Bazıları olsa olsa petrol kuyularının bulunduğu noktalarda çatışma çıkar diye düşünüyordu. Ama Kuveyt’e saldırı ve işgal ile toprakların Irak’a ilhak edilmesi akıl alır gibi değil.
-İşgalden sonra Saddam Hüseyin ile iletişime geçtiniz mi?
O gün Şeyh Zayid beni ziyaretteydi. Onunla olan biten hakkında istişarede bulundum. Mısır Cumhurbaşkanlığı uçağıyla Abu Dabi’ye döndü. Zira Saddam Hüseyin’in Şeyh Zayid’in uçağını vurmaya çalışacağına dair bir endişe vardı. Olanlardan sonra Saddam’ın bir şeyler yapabileceğine dair duygular hâkim oldu. Öğleden sonra Kral Hüseyin ile bir araya geldik. Ona, “Sayın Kral, Saddam’ın bu yaptığı da nedir? Sürekli Arap dünyasının doğu kapısını savunduğunu söylerken, Arap ülkelerine saldırıp işgal ediyor” dedim. Kral’a Saddam geri adım atmazsa, bu olanlara karşı kesin bir tavır almam gerekeceğini söyledim. Kral, benden Saddam ile görüşebilecek hiç kimseye bu konuda bir açıklama yapmamamı istedi. Ona, Saddam’ın itibarını korumak için her türlü şeyi yapmaya hazır olduğumu, ancak bunun, onun Kuveyt’ten geri çekilmesine bağlı olduğunu; küçük bir zirve yapıp meseleyi tartışabileceğimizi, ama böyle bir şeyin olması için hemen geri çekileceğine dair bir söz vermesi gerektiğini ilettim.
Kral, ertesi gün onunla görüşmeye gitti. Buluşmadan sonra Kral bana Saddam’ın geri çekilmeyeceğini söyledi ve benden bir çözüm fırsatı sunmak adına bundan kimseye bahsetmememi talep etti. Tabi ki ben böyle bir durum karşısında sessiz kalamazdım. Mısır’ın açık ve net bir tutum alması gerekirdi. Olanlara dair bir kınama mesajı yayınlanarak, Irak’ın geri çekilmeye teşvik edilmesine ve Irak ve Arap dünyası için istenmeyecek sonuçlar konusunda uyarılmasına dair bir açıklama yapılması için talimat verdim.
Kuveyt; Suudi Arabistan ve BAE ile Mısır’ın kendilerini savunmak için asker göndermeye hazır olması için istişarede bulunuyordu, zira görünüşe bakılırsa Saddam, bu konuyu Kuveyt’in işgali ile kapatmayabilirdi. İşgal gününün akşamında Mısır’daki Irak Büyükelçisi’ni çağırttım ve ondan Saddam Hüseyin’e durumun ciddiyetini iletmesini, benim bu durumdan çıkma ve Saddam güçlerini Kuveyt’ten çekmeye söz verirse, küçük bir zirve gerçekleştirme hazırlığında olduğumu söylemesini istedim. Büyükelçi Irak’a döndü ama Saddam’dan herhangi bir yanıt alamadım.
-İşgalden sonra çağrısı yapılan Arap Zirvesi hangi koşullarda yapıldı?
Ben durumun kötüleştiğini ve dünyanın sustuğunu gördüğümde, 8 Ağustos günü, durumun ciddiyeti konusunda uyararak, acil bir Arap zirvesi yapılması çağrısında bulundum. Ertesi gün zirve gerçekleşti. Bu zirve, her yoldan başarısız kılınmak için çeşitli çabalara ve aşağılamalara sahne oldu. Suudi Arabistan, Kuveyt’in himaye edilip kurtarılması için yabancı güçleri davet edebileceği bir kararın çıkmasını istiyordu. Arap güçleri, sorun çıkarmadı, zira ortak Arap savunmasına ilişkin bir anlaşmamız vardı. Ben daha sonra meclisin onayını alarak, Mısır güçlerini Suudi Arabistan ve BAE’ye gönderdim. Irak heyeti, Kuveyt’i Irak’a kattıkları için Kuveyt heyetinin katılmamasını talep etti. Böyle bir şey olabilir mi?! Konferans salonunda Kuveytli heyet ile aralarında bir laf dalaşı oldu. Ben Kuveyt heyetiyle aralarında bir sürtüşme yaşanmasını önlemek için Iraklı heyete ayrı bir konut ayarladım. Zaten durum yeterince karışıktı…
Irak heyeti Kuveyt’in konferansta konuşmasını istemedi
Taha Yasin Ramazan başkanlığındaki Irak heyeti ile görüştüğümde, bana Kuveyt heyetinin konferansta konuşmasını istemediğini söyledi. Ona Kuveyt’in egemenlik sahibi bir Arap ülkesi olduğunu söyledim. Biz bu zirveyi bunun için mi yaptık? İşgali onaylayalım diye mi? Tabi bu soruları onlara sormadım. Oturuma başladığımızda kimileri kararın doğrudan ortaya konmasını istedi, kimileri ise üzerinde tartışmak. Yaser Arafat, Saddam ile görüşmeye gitmek için ben, Şeyh Zayid ve daha başkalarından oluşan bir heyet oluşturulmasını önerdi. Ona, “Sen gitmeyecek misin?” dedim. Kaddafi, oturumun yürütülmesine itiraz ederek, oylama yapılmasını istedi. Ben önce herkesin konuşması, daha sonra kararın oylamaya sunulması konusunda ısrarcı oldum. 
“Iraklı heyetin bana sövdüğünü işittim ama duymazdan geldim”
Birliğin genel sekreteri bir Tunuslu olan Şazeli el-Kleybi idi. Oturum kızışınca, onun karara yönelik oyları toplamakta kafasının karıştığını gördüm. Dizginleri elime aldım ve oylamaya başladım. Çoğunluk oyuyla karar kabul edildi ve oturum kapandı. Ben salondan çıkarken, Iraklı heyetin bana sövdüğünü işittim ama duymazdan geldim. Onlar, zirvenin başarısız olması için ortalığı karıştırmak derdindeydi. Kaddafi, kızgındı ve itiraz ediyordu. Salonda Kaddafi’ye döndüm, zira o öfkeli bir komutandı. Onu zapt ettim ve dedim ki; “Ey Muammer, oy çokluğu elde edildi.” Aynı gün içerisinde onu ve Hafız Esed’i İskenderiye’de bir araya getirdim ve durumu kontrol altına aldım. Zirveyi başarısız kılma çabaları böylece boşa gitti. Başarısızlık, durumu olduğu gibi kabullenip, Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerini Saddam’ın tehdidi altında bırakmak demekti. Bu kabul edilebilir bir şey olmazdı.
-Bundan sonra Mısırlı askerler Suudi Arabistan’a gitti mi?
Halk Meclisi’nin onayını aldıktan sonra askerleri Kuveyt’i Kurtarma Koalisyonu güçleri kapsamında Suudi Arabistan’a gönderdim. Şeyh Zayid, benden oradaki petrol kuyularını korumak üzere asker isteyince de Yıldırım Tugayı’nı gönderdim. Suudi Arabistan’daki askerlerin görevi, Kuveyt’i kurtarmaktı; Irak’a girmek değil.
Mübarek ABD başkanını neden tehdit etti?
ABD Başkanı, savaşın bitiminden önce benimle görüşerek, Saddam Hüseyin’i ele geçirmek için Koalisyon güçlerinin Irak’a girmesi hakkında benden görüş istedi. Ona verdiğim cevapta Mısırlı tek bir askerimin Irak’a girmeyeceğini söyledim ve kendilerine böyle bir işe kalkışmaları halinde Arap desteğini kaybedeceklerini bildirdim. Bunun üzerine bu görüşünü geri çekti ve savaş, Kuveyt’in kurtarılması ile sona erdi.
İşgal döneminde Saddam’ın Kuveyt’ten geri çekileceğine dair bir umudunuz var mıydı?
Saddam’ın geri çekilmeme konusundaki ısrarından sonra en ufak bir umut hızla sönüyordu. Onu defalarca uyardım. Uluslararası oyun sahasına dönük okumalarının hatalı olduğunu belirttim, geri çekilmezse, kendisine yönelik bir askerî harekâtın kaçınılmaz olduğunu söyledim. Ama ne fayda…  İletişim Bakanı’nın açıklaması üzerinden bana verdiği yanıt benim basit düşündüğüm ve durumu anlamadığım oldu.
-15 Ocak akşamı televizyon binasına gittiniz ve canlı yayında bir konuşma yaparak Saddam’a son bir uyarıda bulundunuz. Kurtarma savaşının tam olarak ne zaman başlayacağını biliyor muydunuz?
Hayır, o konuşmayı yaptığım esnada belirli bir bilgiye sahip değildim. Ama tüm işaretler, savaşın kapıda olduğunu gösteriyordu. Güvenlik Konseyi, geri çekilme için son tarih olarak 15 Ocak’ı belirlemişti. Cenevre’de Tarık Aziz ve James Baker arasındaki son görüşmeler de herhangi bir çözüm yolu bulunamadan sona erdi. Saddam, bu toplantıda olup da sadece geri çekilme hazırlığında olduğunu bile söyleseydi, Amerikalıların saldırıyı başlatması zor olurdu. Çatışmanın kaçınılmaz olduğu çok açıktı.
-Amerikalılar savaşın ne zaman başlayacağını size bildirdi mi?
Harekât sahasında askerlerimiz olduğu için askeri ve siyasi bir irtibatımız vardı tabi. ABD Başkanı Bush, 16 Ocak sabahı telefonla bana Amerikan halkına Kuveyt’i kurtarma operasyonunun başlangıcını duyuracağını iletti. Bundan birkaç saat sonra da hava harekâtının başladığını duyurdu.
-Sizce savaş esnasındaki kritik anlar nedir?
Ben savaşın ne demek olduğunu iyi biliyorum. Cumhurbaşkanı olduğumda, askeri güçlerimizi sınır dışında savaşmak için gönderme kararı aldım. Elbette bu görevi iyi bir şekilde yerine getirebileceklerinden, kendilerini savunup güçleri korumak için yeterli imkânlara sahip olduklarından daima emin olmam lazım. Hava harekâtı yaklaşık 40 gün sürdü. Saddam, Scud füzeleri atmak suretiyle İsrail’i bu savaşa sürüklemeye çalıştı. Hatırlıyorum, bir sabah İsrail’e ilk Scud füzesinin atıldığı haberini aldım. Herkes İsrail’in buna karşılık vererek, Irak’a saldırmasını bekledi. Hemen ABD Başkanı ile iletişime geçerek, İsrail’i bu füzelere karşılık vermekten men etmesi gerektiğini, zira böyle bir adımın işleri daha da karıştırıp, Kuveyt’i kurtarmada ortak Arap güçlerine sorun teşkil edeceğini söyledim.
Savaşın en kritik noktası
Başkan Bush, beni gayet iyi anladı ve İsrail’i karşılık vermeme konusunda ikna ederek, Skud füzeleri ile başa çıkmak için onları Patriot füzeleri ile destekledi. İşte, savaşın oldukça kritik noktası buydu. Bir diğeri de daha önce de belirttiğim üzere Amerikalıların Irak’a girme düşüncesiydi. Ben bu konuda uyarımı yaptım, ABD Başkanı da kabul etti. Son olarak kara harekâtının başlamasıyla Mısır güçlerinin devamlı olarak takip edilerek, güvenliklerinden ve görevi tamamlayabildiklerinden emin olmak kaldı.
Bilindiği üzere Mısırlı güçler, Kuveyt sınırının karşısındaydı. Irak sınırı karşısında konuşlanmalarını kabul etmedim. Bizim görevimiz açıktı: Kuveyt’i kurtarma operasyonuna katkı sağlamak. Irak’a girmek veya ona saldırmak gibi bir niyetimiz hiç olmadı.
-Bu savaşın bugüne kadar bölgesel duruma olan etkisi hakkında ne düşünüyorsunuz?
Hiç şüphem yok ki Kuveyt’in işgali ve bunun artçı gelişmeleri, bugüne değin bölgedeki durumların gerilemesi yönünde gölgesini düşürdü. Arap dünyası, tıpkı daha önceki gibi ayrıştı. Dış müdahaleler ve arzular, emellerine ulaşmak için bunu fırsat bildi. Irak ve İran arasındaki terazi, bölgede İran lehine ağırlaştı. El Kaide gibi örgütler, 11 Eylül saldırısında doruk noktasına varan terör eylemlerini Körfez’deki Amerikan varlığına direnmek iddiasıyla gerçekleştirdi. Daha sonra 2003 yılında Irak işgal edildi ve bu, bölgedeki sıkıntıları artırdı. Nihayetinde Hamas, Gazze’de iktidarı ele geçirdi ve bugüne dek kapanmayan derin bir Filistin yarası açıldı. 2011 olaylarının etkisi tüm Arap bölgesine sıçradı ve bölge, modern tarihinde hiç tanık olmadığı terör eylemlerine ve parçalanmalara sahne oldu. Maalesef ki bu sorun ve sıkıntıların birçoğunun kaynağı bizim Arap ellerimizdir.
-Bu Filistin ayrışmasının gölgesinde Filistin meselesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Filistin meselesini ben zayi edilmiş fırsatlar olarak adlandırıyorum. Başkan Enver Sedat, işe koyulup bu meseleye bir çözüm bulmak uğruna sunulan tüm fırsatları işletmede, Arapların ne tür haklara sahip olduğunu müzakere etmek için Arapları ve Filistinlileri Mena House Konferansı’na davet ettiği o günlerden beri… Mevcut Filistin ayrışması, 2007’de müzakere edilecek bir Filistinli ortak olmadığını söyleyerek, bu durumu haklı gösteren İsrail ve dünya sayesinde, Hamas’ın Gazze’deki iktidarı ele geçirmesiyle başladı. Tabi bu, Gazze’deki Filistin halkının karşılaştığı sıkıntılara ek oldu.
İsrail, bir Filistin devletinin kurulmasının yolunu kapatmak için hep Gazze ve Şerit arasında bir ayrılık çıkarmaya çalıştı. Oslo Anlaşması ve sonrasında 1993 ve 1994 yıllarındaki Kahire Anlaşması ile sonuçlanan görüşmeler başladığında ortaya atılan ilk görüş, sadece Gazze’nin güvence altına alınmasıydı. Biz anlaşmanın en azından Batı Şeria’yı kapsamına alması konusunda ısrarcı olmaları için Filistinlileri teşvik ettik ki böylece İsrail, Gazze’yi Şeria’dan ayırma düşüncesine odaklanamasın. Bu noktada Gazze-Eriha Anlaşması yapıldı. Ben Arafat’a bizzat eşlik ettim ve 1994 yılındaki Kahire Anlaşması’ndan sonra onu Gazze’ye soktum. Oslo Anlaşması’nın sonucunda, Filistin meselesinin tarihinde ilk defa olarak ulusal iktidarda Tahrir Örgütü (FKÖ) liderleri varlık gösteriyordu ve yetkilileri işgal edilmiş Filistin topraklarında faaliyet yürütüyorlardı. Tüm dünya daha sonra onu bir terör örgütü olarak tanıdı. Çok iyi hatırlıyorum, biz her ileriye adım atmak istediğimizde, İsrail’de Arafat’a muhalif olan bazı Filistinli gruplar tarafından desteklenen bir intihar bombacısı eylemi yaşanıyordu. Amaç, ilerlemeyi baltalamak ve kamuoyu baskısı altında İsrail’i Filistin topraklarından çekilme işlemini durdurmaya zorlamaktı.
Bu doğrultuda önce Rabin suikasta uğrayınca, ardından Peres ve sonra da Netanyahu iktidara geldi. Rabin’in liderliğinde süreç, umut ve iyimserlik aşılıyordu. Nitekim Araplar ve İsrailliler, Fas, Kahire ve Ürdün’de Davos Ekonomik Forumu’nda buluşmaya başladılar. Hatta Peres, Başbakan olduğunda Fas ve Amman’ı ziyaret etti. Demem o ki bir sıçrama, bir umut ve işbirliği başlangıcı vardı. Neden? Çünkü nihai bir çözüm için siyasi bir yol, bir barış süreci, müzakere ve gelecek vardı.
Netenyahu karşılıksız bir barış istedi
Gelgelelim 1996 yılında Netanyahu geldi ve ‘barış karşılığında toprak yok’ dedi. İstediği, bedava bir barıştı. Rabin ile yapılan anlaşmaları uygulamaktan vazgeçti. Clinton, 1996-97 yıllarında Washington’da Mısır, Kral Hüseyin ve Netanyahu’nun yer alacağı bir toplantı çağrısı yaptı. Ben bu toplantıya katılmayı reddettim ve Başkan Clinton’a mazeretimi bildirerek, Netanyahu, müzakere sürecine geri dönme sözü verip de üzerinde anlaşmaya varılan Filistin bölgelerinden çekilmeyi tamamlamadığı sürece bunun bir faydası olmayacağını belirttim. Bu toplantının ardından Clinton, benimle konuşarak, benim yokluğumu Netanyahu’ya karşı baskı unsuru olarak kullandığını söyledi. Daha sonra İsrail’de başbakanlık koltuğuna Barak oturdu.
Mübarek: Kudüs’ü gözden çıkarabilecek bir Arap lideri yok
Clinton, nihai bir çözüme varmak için hareketsizliği bitirmeye çalışarak, Camp David’de onunla Arafat arasında bir görüşme ayarladı. Clinton, Camp David’de iken benimle iletişime geçerek, bana, Arafat’ın önemli bir konuda bir karar almak için benimle istişare etmek istediğini iletti. Bunun üzerine Arafat, Camp David’de benimle konuşarak, Kudüs’ten vazgeçmesi için kendisine baskı yaptıklarını söyledi. Dedim, “Mümkün değil; Kudüs’ü gözden çıkarmayı kabul etmen imkânsız.” Sonrasında Amerikalılar, benim Arafat’a baskı yaptığımı ve görüşmelerin bu yüzden başarısız olduğunu söylediler. Ben daha sonra Clinton’a Camp David’deki görüşmelerin detayları hakkında bir bilgiye sahip olmadığımızı, zira heyetlerin hiç kimseyle iletişime geçmediğini ve Amerikalıların medya karartması yaptıklarını söyledim. Ardından Kudüs’ü gözden çıkarabilecek bir Arap lideri olmadığını açıkça ifade ettim. İsrailliler ve Filistinliler, Taba’da bizimle bir araya gelerek Kudüs konusundaki görüşmeleri tamamladılar. İsrail heyeti, görüşmelere gelerek, bana yol haritalarından bahsetti. Buna göre Kudüs’te bazı noktaların İsraillilere, bazılarının ise Filistinlilere verilmesi konusunda müzakere yürütülüyor, ancak sorun kutsal mekânlarda düğümleniyordu. Harem bölgesinde toprağın altında ve üstünde egemenlik hakkında görüşmeler başladı. Demek istiyorum ki tüm sıkıntı ve zorluklara rağmen bir çözüme varmak için bir gelecek ve müzakere umudu vardı.
Suriyeliler bizi bilgilendirmedi ama Rabin, bize her şeyi anlattı
İsrailli ve Suriyeliler arasındaki meselede de Rabin’i onlarla müzakere yürütmesi konusunda teşvik ettim. Gerçekten de Amerika’da müzakere masasında bir araya geldiler. Suriyeliler, müzakerenin detayları hakkında bizi bilgilendirme konusunda çekimser davrandılar. Ama Rabin, bize her şeyi anlattı. Ertesi gün Kahire’de sabah 07.00’de bana, “Suriyelilerle her konuda anlaştık; topraklarını geri alacaklar. Ama bizim elçilik açmamızı ve ilişki kurmamızı kabul etmediler. Halbuki bu, Knesset’in onayını alabileceğim tek noktaydı” dedi. Bundan sonra Rabin suikasta uğradı ve onun yerine Netanyahu gelerek, Suriye ve Suriyelilerin yolunu kapadı. Rabin’in emanetini yerine getirmemiz gerekir, dediler ama tabi fırsat elden gitti ve sahne kapandı.
-Peki şu an çözüm için bir umut var mı?
Şimon Peres, 1996 yılında Kahire’ye gelerek, bana bölge ülkeleri arasında geniş bir işbirliği kurmak istediklerini söyleyince ona, “Bunun için bir engel yok, ama siyasi bir yol izlemeniz gerekir” karşılığını verdim. Ancak o söylemek istediklerini daha net bir şekilde ifade ederek, “Biz İsrail’in de dahil olduğu tüm bölge ülkelerini içine alacak kapsamlı bir oluşum için faaliyet yürütmek istiyoruz” dedi. Ona hemen, “Tam olarak ne istiyorsunuz? Arap Birliği’ni korkutmak mı? Bunu unut. Arap Birliği, Arap evine sahiptir” dedim. Bununla birlikte 2002 yılında merhum Suudi Kralı Abdullah, daha sonra Arap girişimi haline gelen cesur girişiminde bulundu ve bu girişim 2002 yılında Beyrut Zirvesi’nde onaylandı. Bu girişim, Arap ülkelerinin bir Filistin devletinin kurulmasını ve İsrail’in işgal topraklarından geri çekilmesini güvence altına alacak adil ve kapsamlı bir barış gerçekleştirmek şartıyla, İsrail ile normal ilişkileri ve işbirliğini memnuniyetle karşılaşacağını dile getiriyordu. Nitekim 2002 yılından bu yana Arap ülkeleri adil bir çözümle eş zamanlı olarak bunun gerçekleşmesini diliyor. Bu girişime ve bileşenlerine dayanma noktasında mevcut Arap tutumu ortada. Adil ve sürekli bir çözüm, bu çekişmenin sona ermesi için temel güvence. Güç dengesini bozmak için bölgeye dayatılan herhangi bir çözüm kalıcı olmayacak ve her an patlamaya hazır bir bomba gibi duran geçici bir çözüm olacak.
-Yüzyılın Anlaşması’nı mı kastediyorsunuz?
ABD’nin masaya sürmesi beklenen barış planından mı bahsediyorsunuz?
-Evet. Şu anda hakkında çok konuşuluyor.
Gazetelerin sözleri ve sızıntı haberler, belli belirsiz. Bununla birlikte tatmin edici olmayan bazı noktalar var.
-Ne gibi?
ABD Büyükelçiliği’nin Kudüs’e taşınması, İsrail’in Golan Tepeleri’ni ilhak ettiğini duyurması ve ABD’nin bunu tanıması, işgal edilmiş topraklardaki yerleşimlerde süregelen yayılma… Hem sonra ben Netanyahu’yu iyi tanırım. Aynı şekilde o da beni ve ne kadar net olduğumu gayet iyi bilir. O iki devletli çözüm istemiyor, ‘barış karşılığında toprak’ ilkesine inanmıyor. O, Gazze’yi Şeria’dan ayırmak istiyor. 2010 yılının sonlarında beni ziyaret ettiğinde bu konu hakkında benimle konuşmuştu. Bana, eğer mümkünse Gazze’deki Filistinlilerin Sina’daki sınır şeridinin bir kısmına yerleşmelerini söyledi. Ona, “Bunu unut. Bu konuyu bana bir daha açma. Bir sonrakinde savaş çıkar” dedim. Bana, “Hayır, tamam” dedi ve konuşma sona erdi. Bugün bu topraklardaki her şey iki devletli çözümü baltalıyorsa, öyleyse alternatif ne? Siyasi gelecek ne? Projeler, yatırımlar ve işbirliği çok güzel tamam da, siyasi süreç hani? Tüm Arapların, resmi bir şekilde açıklandığında ABD’nin önerisine karşı harekete geçip cevap vermeye hazır olmaları gerekir.
-Yani siz iyimser değil misiniz?
Ben özünde iyimser bir insanımdır. Ama bu konudaki genel görünüm pek iyimserlik vaat etmiyor. Ancak Arap dünyasının bu konuda öne sürülebilecek veya duyurulabilecek her şeyle başa çıkmaya hazır olması lazım.
-Şu anda İran’ın İsrail için değil de Araplar ve Körfez için bir tehdit oluşturduğu söyleniyor
Ben İran’ın bölgeyi karıştırmak için çabaladığına ve bunun Arap ulusal güvenliğini tehdit ettiğine katılıyorum. Tam olarak 2011’den sonra bölgemize dair arzuları olan tüm güçler, bu çıkarlarına erişmek için bu tarihi koşulu değerlendirmek istediler. Mısır, İran’a karşı savaşında, Irak’ın arkasında durdu. Mısır, herhangi bir İran tehdidine karşı Körfez’deki kardeşlerinin yanındaydı. İran’ın bölgedeki arzularına karşı koymak için Suudi Kralı Abdullah ile birlikte ortak bir vizyonumuz ve bir açılım, yani onlarla anlaşma teşebbüsümüz vardı. Ben Cumhurbaşkanı Hatemi döneminde, İran ile ilişkileri iyileştirme çabası ile onunla Cenevre’de bir araya geldim. Ama onlar sabit fikirli oldukları için ilişkileri iyileştirmeye dönük her fırsatı baltaladılar. Ocak 2011’deki Mısır olayları esnasında İran Devrim Rehberi bir cuma günü çıkıp, alışılmadık bir şekilde Arapça hutbe verdi. Hutbesinde, Mısır’da bir İslam devrimi yapılmasını teşvik ediyordu. İran’ın hırsları ve çabaları aşikâr ve Körfez’e yönelik tehditleri karşısında susmak mümkün değil. İsrail’in de özellikle mevcut hükümet döneminde hedefleri açık. İki meselenin birbirine karıştırılmadan ele alınması gerekir. Kanaatimce Filistin meselesi, mevcut bölgesel ve küresel koşullardan ötürü gizli görünebilir. Ancak söylediğim gibi güç dengesini bozmak üzere adil olmayan çözümler dayatma teşebbüsü, kalıcı bir barış ve işbirliği sonuç vermez ve durum, herhangi bir zamanda patlak verebilir.
67 savaşında neler yaşandı
-Mısır, birkaç gün önce Sina’nın kurtuluş gününü kutladı. Hüsnü Mübarek için ne anlam ifade ediyor?
Benim tüm hayatım askeri ve siyasi anlamda ülkeye hizmet yolunda geçti. Benim ordudaki neslim, İsrail’e karşı tüm çağdaş savaşlara katıldı. Başta 1967’de olmak üzere, yenilginin acısını tattık. Ben o gün eğitim uçuşundaydım. 15 Mayıs 1967’den beri tam hazırlık hali vardı. Yemen savaşındaki son bombardıman uçuşundan dönen tek kişi bendim. Bölüğün komutanı, General Muhammed Eyyub adlı bir pilottu. 2 Haziran’da Kahire’nin batısındaki bir havalimanına geldi. Bazı subaylar şikâyetlerini dile getirince, 20 gün tatil ilan etti. Bize, “Yeter, bu sadece bir gösteriydi. İkaz durumunuzu düşürün” dedi. Ona, “Nasıl olur? İsrail önlem almamızı gerektiriyor. Hayır, ben talimatları Hava Kuvvetleri Komutanı’ndan alırım” dedim. 20 gün uçuşsuz geçti ve hazırlık için eğitim uçuşlarına başladık. 5 Haziran sabahı saat 09.15’te eğitim uçuşunu başlattık. Biz 3 ‘Tu’ ağır bombardıman uçağıydık. Ben havalandıktan birkaç dakika sonra kule bana havalimanının saldırıya uğradığını, çöktüğünü ve oraya bir daha iniş yapamayacağımı bildirdi. Daha sonra harekât komutanlığının Fahd planını uygulama talimatını iletti. Bu plan, düşmana yönelik bir saldırı planıydı. Onlara, “Siz planı uygulayın, benim iniş yapıp pilotları operasyona hazırlamam lazım” dedim.
Bir kargaşa vardı. İsrail, 08.45’te saldırıya başlamış, ancak kimse bizi bilgilendirmemişti. Daha sonra merkezi operasyon biriminden nereye iniş yapacağım konusunda beni yönlendirmelerini istedim. Vadi el-Cedid Havalimanı kısa bir geçitti. Ancak yanıt alamadım. Onlara, “Hızım çok yüksek. Güneye yaklaştım, ancak yakıtım yeterli değil” dedim. Kararımı aldım ve el-Uksur’a indim. Zira Asvan’da yüksek barajı koruma füzeleri vardı ve bizi vurabilirdi. El-Uksur’a iniş yaptık ve bir saat sonra İsrail uçakları oradaki ordumuzun uçaklarını vurdu. Kahire’ye trenle döndük. Moral, sıfırdı. Yenilgiyi hazmetmek çok zordu. Ama Allah’a şükürler olsun silahlı güçler, 6 sene sonra hazırlandı ve yenilgiyi yaşayan aynı nesil, zaferi de tattı. 6 Ekim’de güçlerimizin komutanlığı makamında olmaktan şeref duyuyordum.
1967 yılında el-Uksur’da iken gözlerimin önünde vurdukları, ‘Tu’ ağır bombardıman uçakları, Ekim Savaşı’nda saldırıyı başlattıklarımın aynısıydı. 6 Ekim günü saat 1.30 gibi ‘Tu’ uçağı, her biri 3 ton ağırlığında, iki füze yüklü olarak Beni Süveyf Havalimanı’ndan havalandı. Saat 1.55 gibi hedeften 70 kilometre uzağa, İsmailiye yakınlarındaki Ebu Suveyr Havalimanı semalarına ulaştı. Hedef, İsrail’in radar istasyonları ve İsrail ile Sina arasında bağlantıyı sağlayan iletişim merkezleri idi. İsrail’in Sina’daki güçleri ile iletişimi tam anlamıyla felce uğradı. Eğitimliydik ve güneydeki Asyut’u hedefleyerek, benzer saldırıyı denedik. Saat tam 2’de 220 uçak Süveyş Kanalı’ndan geçti ve savaş başladı.
Ordudaki herhangi bir subay veya asker için gurur kaynağı olan bu askeri zaferden sonra kader, benim son karışına kadar topraklarımızın geri alınması için ülkenin en üst düzey sorumluluğunu üstlenmemi istedi. İsrailliler, son çekiliş tarihi olan 25 Nisan 1982’den önce sorun çıkarmaya çalışarak, Taba sorununu ortaya koydular. Geri çekilmeyi durdurmak istiyorlardı. Bana karşı her şeyi denediler ve fırsatı kaçırdılar. Geri çekilmenin 25 Nisan’da tamamlanmasını, ondan sonra bizim yasal bir mücadele olan Taba savaşını sonlandıracağımızı söyledim. Nitekim bu savaş Taba’yı bize geri veren kararla sona ermişti. Bu karardan önce benden taviz ve yardım istediklerini söylemeye çalıştılar. Ancak ben, “Toprak, topraktır. Ülkemin toprağının herhangi bir karışını gözden çıkaramam” karşılığını verdim. Söylemeliyim ki benim hayatımın en değerli günü, 19 Mart 1989’da Taba’da bayrağın dalgalandırıldığı gündür. Bu ordudaki tüm neslin savaşıydı. Çünkü onurumuzu ve toprağımızın son karışını geri alıyorduk. Kader, bu bayrağı hepsinin ve onurunu ve topraklarını geri almak için birçok kurban veren tüm Mısır halkının yerine benim kaldırmamı nasip etti.
-Ekim Savaşı’nın tarihi ne zaman belirlendi? Eşref Mervan hakkında kaleme alınan bir kitap üzerine İsrail’de söylenenler doğru mu? Savaşın zamanını onlara o mu haber verdi?
Bu kitabı okudum. Ben ancak tanık olduğum olaylar hakkında yorum yapabilirim. Ben Nisan 1975’te Silahlı Kuvvetler bünyesindeydim. Sedat, beni vekil olarak seçtiğini bildirmek için Kanatir’de benimle görüştüğünde, aramızda uzun bir konuşma geçti. Bana Temmuz 1952 tarihini anlattı. Sonra da Ekim Savaşı hakkında konuştuk. Bu noktada Sedat, Eşref Mervan’ı İsrailliler ile görüşmek üzere Londra’ya göndereceğini, ellerinde çarpıtılmış bilgiler olduğunu söyledi. Öyleyse Sedat, Eşref Mervan’ın Londra’da onlarla gerçekleştirdiği tüm görüşmelerden haberdardı. O, bizzat Sedat tarafından görevlendirilmişti. Tarih mezunuydu. Onu Başkan Sedat’tan şahsen dinledim.
Ancak savaşın tarihi ile alakalı bu kitapta yer alan bilgiler mantıklı değil. Bir örnek vereyim. Savaşın tarihinin 1973 yıllarının başında olduğunu, Sedat’ın ordu komutanlarını ile Kasım 1972’de bir toplantı yaptığını, Savaş Bakanı ile anlaşmazlığa düştüğünü ve bunun da savaşın 1973 başlarında olacağı şeklinde onlara ulaşan bir bilgi ve işaret olduğunu söylüyorlar. Ben o toplantıda bulunuyordum. Söz konusu anlaşmazlık da silah imkânlarının sınırlı olduğu bir durumda, kapsamlı bir savaş başlatmaya ilişkindi. Sedat, Rusların istenen silahların tümünü vermeyeceklerini düşünüyordu. Savaş Bakanı ise yeterli bir silahlanma ile bir savaş başlatabilmek için beklememiz gerektiği fikrindeydi.
Sedat, dönemin Savaş Bakanı Muhammed Sadık’ı görevden alarak yerine Korgeneral Ahmed İsmail’i getirdi. Böyle birkaç komutan değişikliği daha yaptı. Ancak o zaman savaş planı ya da hazırlıkları henüz başlamamıştı. Yani bu toplantının sonucunu, savaşın başlangıcının yakın olduğuna bir işaret olarak almak ya da söylemek söz konusu olamaz. Çünkü biz ne savaş planı yapmıştık ne de eğitim.
Savaşın tarihi İskenderiye’de Suriyelilerle toplantıda belirlendi
Savaş için sürekli eğitim ve hazırlık vardı ancak savaş için belirli bir planın yapılıp hazırlığın başlaması Mart 1973’te oldu. Tarih ise 6 Ağustos 1973’te İskenderiye’de biz ve Suriyeliler arasındaki bir toplantıda belirlendi. Suriye Savaş Bakanı Tılas’ın beraberinde sınırlı sayıda asker vardı. Bu bilgiye ise sadece Savaş Bakanı Ahmed İsmail, Genelkurmay Başkanı, Harekât Başkanı, Hava Savunma Komutanı, Hava Kuvvetleri Komutanı ve Deniz Kuvvetleri Komutanı sahipti. Sedat, benden bu toplantıdan sonra doğruca onun yanına gitmemi istedi. İskenderiye’de el-Mamure’ye gittim. Bana hava kuvvetlerinin hazır olup olmadığını sordu. Ben de eğitimin devam ettiğini, Eylül’de haber vereceğimi söyledim. Hava kuvvetleri tam anlamıyla hazır olduğu sürece savaştan korkmayacağını, 1956 ve 1967’de Hava Kuvvetleri vurulduğunda savaşı kaybettiğimizi ve daha uzun bir süreye ihtiyacı varsa Hava Kuvvetleri hazır olana kadar savaşı erteleyeceğini söyledi. Eylül sonlarında el-Kanatir yardım tesisinde ikinci kez yanına giderek, “Efendim, hava kuvvetlerinin eğitim durumu oldukça iyi ve savaşa hazırlığı tam” dedim. 6 Ekim sabahı Genelkurmay Başkanı da dahil olmak üzere Hava Kuvvetleri komutanları bile savaşın tarihini bilmiyordu. Herkes hazır bir şekilde kararı bekliyordu. Saldırı anından önce tüm birimlere kapalı zarflar içinde görevlerini bildirdim.
Saat 1.55 gibi Sina’daki iletişim merkezine ilk darbe gerçekleştirildiğinde, merkez operasyon odasındaki işaret subayı benimle konuşarak, “Sina’daki iletişim koptu. Siz mi bir şey yaptınız?” diye sordu. Öğrendiğimde kendisine bildireceğimi söyledim. Hava Kuvvetleri Operasyon Komitesi Başkanı bana, “Biz operasyon odasındayız. Sina’da iletişim merkezini vuran 'Tu' uçağının hareketlerinden haberdarız. Efendi, burada gerçekten savaşıyoruz, değil mi?” dedi. Ben de ona, “Ah elbette, biz de burada eğlenmiyoruz” dedim. Ondan birkaç dakika sonra 220 uçak Süveyş Kanalı’ndan geçiş yaptı ve savaş başladı. Yani demem o ki savaşın zamanını bilen birkaç üst düzey komutan haricindekilerin görüşleri kehanetten ibaretti. Sedat ve Silahlı Kuvvetler olarak biz, hile ve çarpıtma operasyonu yaptık ve bu düşmanı şaşırttı. Zaferi getiren sebeplerden biri de budur.
-Bugün Ortadoğu ve Arap bölgesini ilgilendiren konularda sizce Rusların ve Amerikalıların rolü nedir?
Başkan Putin’i iyi tanırım. Cumhurbaşkanı iken de Başbakan iken de birçok kez görüştük. O, Rusya’nın Ortadoğu ve dünyadaki rolünü geri kazanmaya çabalıyor. Bu rolü bölgesel ve küresel tüm konularda etkin bir şekilde geri almayı başardı da. ABD Başkanı’nı şahsen tanımıyorum. Mevcut ABD yönetimi ne Amerika içinde ne de uluslararası düzlemde geleneksel bir yönetim. Amerikan halkı bu yüzden onu seçti. Ancak umarım yönetimi, Ortadoğu’nun özel durumunun ve Arap-İsrail barış süreci başta olmak üzere bölgenin sorunlarının tarihi mirasının bilincindedir. ABD’nin bu çerçevedeki girişimleri, ancak bu şekilde başarılı olacaktır. Bununla birlikte ben, ABD Büyükelçiliği’nin Kudüs’e taşınmasının, İsrail’in Suriye’nin Golan Tepeleri’ni ilhak etmesinin ve işgal edilmiş topraklarda devam eden yerleşim yayılmacılığının bölgedeki barış fırsatlarını büyük oranda baltaladığını düşünüyorum. Mevcut ABD yönetimi, görevi devralmadan önce ve Obama yönetiminin son zamanlarında Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nden (BMGK) işgal edilmiş topraklardaki yerleşimleri kınayan bir kararın çıkmasını engellemek için çalıştı ve son iki senedir bu yayılmanın devam etmesi karşısında hiçbir şey yapmadı. ABD Dışişleri Bakanı yakın zamanda önceki ABD yönetiminin, bu meselenin çözüme kavuşturulması için gösterdiği çabaların herhangi bir başarı gerçekleştiremediğini, dolayısıyla kendilerinin yeni ve farklı bir yol izlemeleri gerektiğini açıkladı. Ancak Başkan Sedat’ın vekili olduğumdan itibaren, tecrübelerim ve tanıklıklarım yolun önemli olmadığını söylüyor. Önemli olan biçimi ne olursa olsun bu yolun başlangıç noktası olan temeldir. Bu ABD yönetiminin ortaya attığı planlanmış yeni yol, çekişmenin temelini oluşturan özlü meseleleri ele almayacaksa bölgede adil ve kalıcı bir barışa varma başarısı göstermek biraz zor olur.
-Kuveyt halkına vermek istediğiniz bir mesaj var mı?
Kuveyt ve halkı, benim nazarımda özel bir değere sahiptir. Kuveyt halkından birçoğu ile bugünlere uzanan kardeşlik ilişkilerim mevcut. Emir Şeyh Sabah el-Ahmed ile iletişim halindeyim. Kuveyt’in işgali ve kurtarılması bağlamında birlikte çok çalıştık. Kendisi o zaman dışişleri bakanıydı. Kuveyt, bugün, Arap dünyası ve Körfez bölgesinde etkin ve dengeleyici bir role sahip. Kuveyt halkı ve emiri için Allah’tan iyilik dilerim.



Halep Valisi Azzam el-Garib: Kürtler ve Şeyh Maksud mahallesi sakinleri ile ilişkilerimiz iyi, devletin egemenliğine geri dönecekler

Halep Valisi Azzam el-Garib (Al Majalla)
Halep Valisi Azzam el-Garib (Al Majalla)
TT

Halep Valisi Azzam el-Garib: Kürtler ve Şeyh Maksud mahallesi sakinleri ile ilişkilerimiz iyi, devletin egemenliğine geri dönecekler

Halep Valisi Azzam el-Garib (Al Majalla)
Halep Valisi Azzam el-Garib (Al Majalla)

Abbas Şerife

Şarku’l Avsat’ın Al Majalla’dan aktardığı röportajda Halep Valisi Azzam el-Garib, ‘Kürtlerle ilişkilerin olumlu olduğunu ve bu ilişkilerin köklü bir arada yaşama temeline dayandığını’ söyledi. Vali Garib, 10 Mart'ta Suriye Demokratik Güçleri (SDG) ile yapılan anlaşmanın Halep'teki Eşrefiye ve Şeyh Maksud mahallelerini kapsadığını ve ‘bu mahallelerin tamamen devletin egemenliğine geri dönmesinin ve Halep Şehir Konseyi'nin yönetimi altında hizmetlerin yeniden sağlanmasının öngörüldüğünü belirtti.

Şehrin DEAŞ’a bağlı hücreler de dahil olmak üzere ‘karmaşık güvenlik sorunları’ ile karşı karşıya olduğunu belirten Vali Garib, güvenlik güçlerinin ‘Hayderiya, el-Halk ve es-Safira mahallelerinde terörist faaliyetlere karışan kişileri yakalamak amacıyla özel operasyonlar düzenlediğini’ açıkladı. Suriye'nin ikinci büyük şehri olan Halep'te silahların kontrol altına alınamamasının büyük bir sorun olduğunu ve gönüllü silah teslim programları aracılığıyla yasadışı silahları topladıklarını ifade eden Vali Garib, yetkililerin güvenliği artırmak için 2 bin güvenlik kamerasının kurulması çalışmasına başladığını belirtti. Vali Garib, istikrar ve yeniden yapılanma ile Halep’in 5-10 yıl içinde ekonomik başkent olarak eski konumunu geri kazanacağını söyledi.

Türkiye'nin Halep'in istikrarında ‘merkezi’ bir rol oynadığını ve ‘stratejik bir ortak’ olduğunu vurgulayan Vali Garib, “Türkiye'nin Suriye topraklarında herhangi bir emeli olduğunu düşünmüyorum” diye devam etti.

İşte Halep Valisi Azzam el-Garib ile gerçekleştirilen röportajın tam metni:

*Bu geçiş döneminde özellikle Halep rejim ordusu tarafından savaş ve yıkımdan çok fazla zarar gördüğünden karşılaştığınız zorluklar neler? Birkaç gün önce başlatılan “Senin için ey Halep” girişimi ne anlama geliyor?

Suriye'nin karşı karşıya olduğu zorluklara rağmen Halep, güvenlik istikrarını güçlendirme, idari performansı iyileştirme, enerji krizlerini çözme ve devlet kurumlarını yeniden kurma ve kamu hayatının düzenini sağlama konusunda ulusal uzlaşıları uygulama çabalarını sürdürüyor.

Birkaç gün önce, ‘Senin için ey Halep’ adlı bir girişim başlattık. Bu girişim altyapıyı iyileştirmek, güvenlik durumunu düzeltmek, parkları ve sokakları güzelleştirmek, sağlık ve eğitim hizmetlerini iyileştirmek ve yerinden edilmiş kişilerin geri dönüşünü hızlandırmak amacıyla valiliğin desteğiyle başlatılan bir sivil girişimdir.

İstikrar ve yeniden yapılanma ile Halep, uluslararası ve yerel destek sağlanması koşuluyla Halep’in 5-10 yıl içinde ekonomik başkent olarak eski konumunu geri kazanacak.

*Halep vilayetinin karşı karşıya olduğu en önemli güvenlik sorunları nelerdir? Özellikle güvenlik, kalkınmanın iyileştirilmesi ve yatırımcıların çekilmesi için en önemli faktör olduğu bilindiği üzere, güvenlik istikrarını sağlamak için ne gibi çalışmalar yapıyorsunuz?

Halep, Beşşar Esed rejiminin düşüşünden sonra karmaşık güvenlik sorunlarıyla karşı karşıya. Ancak, özellikle SDG ile yapılan ve Şeyh Maksud ve Eşrefiye mahallelerini kapsayan anlaşmanın ardından, güvenlik tehditlerinde önemli bir azalma görüldü. Bununla birlikte, başta aşağıdakiler olmak üzere birçok sorun halen devam ediyor:

1- DEAŞ’a bağlı hücreler: Güvenlik güçlerinin Hayderiya, Helek ve Safira mahallelerinde gerçekleştirdiği operasyonlar sonucunda terör faaliyetlerine karışan unsurlar yakalandı.

2- Eski rejimin kalıntıları: Güvenlik operasyonları kapsamında ihlallere karışan kaçak kişilerle sert bir şekilde mücadele edilirken, geçiş dönemi adalet komisyonları da faaliyete geçirildi.

3- Kaçak silahlar: Gönüllü teslim programları aracılığıyla yasadışı silahların toplanması.

4- Daha fazla istikrar sağlamak için, güvenlik güçlerinin yeniden yapılandırılması, birleşik yerel güçlerin eğitilmesi ve toplumsal diyalog ve girişimler yoluyla güvenin güçlendirilmesi.

5- Senin için ey Halep Girişimi kapsamında güvenlik kameraları yerleştirmek üzere ‘Güvenliğimiz Geleceğimiz’ projesi başlatıldı. Fiber optik kabloların döşenmesinin yüzde 80'ini tamamladık ve ikinci aşamada güvenliği artırmak için 800 bin dolarlık bir maliyetle 2 bin kamera kurmayı hedefleniyor.

df
Başkent Şam'ın Duveylia bölgesindeki Mar İlyas Kilisesi'nde meydana gelen intihar saldırısının yol açtığı hasar ve kan, 22 Haziran 2025 (AFP)

*Halep, ulusal üretime büyük katkı sağlayan Suriye'nin ekonomik başkenti olduğu biliniyor. Yerel ekonomiyi canlandırmak ve yatırımı teşvik etmek için ne gibi planlarınız var? Halep yeniden Suriye’nin ekonomik başkenti olacak mı?

Halep muazzam bir ekonomik potansiyele sahip. Ancak önceki rejimin mirası olan kurumsal gevşeklik, idari yolsuzluk, verimsizlik ve dengesiz vergi sistemi gibi sorunlarla boğuşuyor. Planımız şunları içeriyor:

İlk olarak, vergi sistemini reform etmek ve büyümeyi teşvik etmek için hükümetle koordinasyon içinde vergileri yeniden düzenlenmesi.

İkincisi, geleneksel sektörlerin canlandırılması ve Şeyh Neccar gibi sanayi bölgelerinin yeniden yapılandırılması, vergi kolaylıkları ve enerji desteği sağlanması. Ayrıca Halep’teki turizm sektörünü destekleyecek çeşitli atölye çalışmaları düzenledik.

Senin için ey Halep girişimi kapsamında, ‘Işılda ey Halep’ projesi Halep'in doğu ve batı sokaklarını aydınlatmaya devam ediyor. 2,3 milyon dolarlık bir bütçeyle 11 bölgede 3544 aydınlatma ünitesi kurmayı hedefledik. Sivil toplum kuruluşlarıyla iş birliği içinde ilk aşamayı (45 km için 932 aydınlatma ünitesi) tamamladık ve ikinci ve üçüncü aşamaları Halep kırsalını da kapsayacak şekilde tamamlayarak ticari faaliyetleri güçlendirdik.

Halep'in yeniden ekonomik başkent olmasına gelince istikrar ve yeniden yapılanma ile Halep, uluslararası ve yerel destek sağlanması koşuluyla, 5-10 yıl içinde eski konumunu geri kazanma adaylığı için uygun olacak.

Türkiye'nin Suriye topraklarında herhangi bir emeli olduğunu sanmıyorum, özellikle de Türkiye her zaman Suriye topraklarının bütünlüğünü desteklemiş ve bölünme projelerini reddetmiştir.

Kürt sorunu, Suriye genelinde zorlu bir sorun oluşturuyor. Ancak Halep düzeyinde sorarsak, Eşrefiye ve Şeyh Maksud'daki Kürt nüfusla ilişkisini nasıl tanımlarsınız?

Kürt bileşenle ilişkiler olumlu ve tarihsel bir arada yaşama üzerine kuruludur. SDG ile yapılan anlaşma, Eşrefiye ve Şeyh Maksud mahallelerini kapsıyor. Dolayısıyla bu mahallelerin kaderi, devletin egemenliğine tamamen geri dönmek ve Halep Belediye Meclisi'nin yönetimi altında hizmetlerin geri gelmesidir.

Yerel temsil konusunda, yerel meclislerde ve yönetim kurumlarında Kürtleri dahil ediyor ve adil temsilini sağlıyoruz.

u7ı
Suriye Cumhurbaşkanı Ahmed eş-Şara (sağda) ve SDG Genel Komutanı Mazlum Abdi, Şam’da SDG'nin devlet kurumlarına entegrasyonu için anlaşma imzaladı, 10 Mart 2025 (AFP)

*Türkiye, geçtiğimiz yıllarda Suriye'nin kuzeyinde açık bir nüfuza sahipti, ancak şimdi (Beşşar Esed rejiminden) kurtarılmasından sonra Türkiye'nin Halep'teki rolünü nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu stratejik bir ortaklık mı yoksa geçici bir iş birliği mi?

Türkiye, altyapı ve hizmetleri destekleyerek Halep'in istikrarında merkezi bir rol oynuyor.

Rolün değerlendirilmesine gelince, şu anda stratejik bir ortaklık var, ancak bu ortaklık bölgesel dengelerle ilgili bazı koşullu yönler içeriyor. İş birliği örnekleri arasında Gaziantep ile imzalanan kardeş şehir anlaşması, mültecilerin geri dönüşünü destekleyen projeler ve Türkiye'nin eğitim ve sağlık alanındaki projeleri sayılabilir. İş birliğinin Halep’in çıkarlarına uygun olmasını ve Halep'in egemenliğini ve önceliklerini saygı duyulmasını önemsiyoruz.

*Türkiye’nin Halep'te stratejik çıkarları olduğuna şüphe yok. Bazıları bu hedefleri Suriye'nin kuzeyindeki hırslar olarak tanımlamaya çalışsa da sizin bakış açınızdan Halep Türkiye için stratejik olarak ne kadar önemli?

Türkiye'nin Suriye topraklarında özellikle de Suriye'nin toprak bütünlüğünü her zaman desteklemiş ve bölünme projelerini reddetmiş olması nedeniyle herhangi bir emeli olduğunu sanmıyorum. Ancak Halep'in Türkiye için birçok nedenden dolayı büyük önemi olduğu söylenebilir:

1- Coğrafi konumu. Halep, Suriye'nin kuzey kapısıdır ve bu da onu ticari bir merkez ve Türkiye'nin ulusal güvenliğinin destekçisi haline getiriyor.

2- Mülteci akınını sınırlayan ve (DEAŞ, kontrolsüz silahlı gruplar gibi) güvenlik tehditlerini azaltan istikrar.

3- Ekonomik çıkarlar: Halep tarihi bir ticaret merkezidir ve Türkiye ticaret ilişkilerini güçlendirmeyi hedefliyor. Halep'in çıkarları, dengeli ortaklıklar aracılığıyla bu ilişkinin bir parçası olacaktır.

Eğitim ve sağlık alanlarında, ‘İzini Bırak’ girişimi ve eğitim desteği planlarımız kapsamında okul ve hastanelerin iyileştirilmesi için çalışıyoruz.

*Halep Valisi olduğunuzda bir vizyonunuz ve çalışma planınız olduğuna şüphe yok. Bu yüzden size şunu sormak istiyorum: Önümüzdeki beş yıl içinde Halep'in Suriye haritasındaki konumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Halep, konumu ve geçmişi sayesinde hayati bir merkez olmaya devam edecek. Cumhurbaşkanı Ahmed Şara, Halep'e yaptığı son ziyaretinde, şehrin en büyük ekonomik fener olacağını vurguladı ve kalenin kalbinden, zorbalarla savaşımızın sona erdiğini ve yoksullukla mücadelemizin başladığını açıkladı.

Ekonomik olarak, sanayi bölgelerinin yeniden inşası ve altyapının iyileştirilmesi ile sanayi ve ticaret merkezi olarak rolünü geri kazanacak. İdari olarak, siyasi gidişata bağlı olarak, ademi merkeziyetçilik kapsamında daha bağımsız bir idari merkez haline gelebilir. Mevcut zorluklar arasında güvenlik ve finansman eksikliği de yer alıyor. Ancak vizyonumuz ve hedeflerimiz Halep'i hızlı toparlanmanın bir örneği haline getiriyor.

cdy
Suriye Cumhurbaşkanı Ahmed Şara, Halep’teki Hristiyan mezhebinden bir heyeti kabul etti, 28 Mayıs 2025 (Suriye Cumhurbaşkanlığı)

*Karşılaştığınız zorlukların büyük ve çetin olduğuna şüphe yok. Ancak önümüzdeki dönemde önceliklerinizi belirlediğinizi düşünüyorum. Vali olarak acil ve başlıca öncelikleriniz neler?

Önceliklerimiz; güvenlik, yani kaçak silahların toplanması ve ihlallerin kontrol altına alınması, Güvenliğimiz Geleceğimiz Girişimi kapsamında 800 bin dolarlık bir maliyetle 2 bin adet güvenlik kamerasının kurulması gibi birçok alanı kapsıyor.

Altyapı konusunda ise elektrik ve su şebekelerinin onarımına devam ediyoruz. Hükümet, 5 bin megavat kapasiteli elektrik santralleri kurmak üzere Katarlı bir şirketle sözleşme imzaladı. Bu sayede üç yıl içinde elektrik kapsama oranı yüzde 70-85'e çıkacak. Yerel düzeyde Deyr Hafir santralini faaliyete geçiriyor, iç şebekeyi onarıyor, endüstriyel şebekeyi ev şebekesinden ayırıyor ve kablo hırsızlığıyla mücadele ediyoruz.

Eğitim ve sağlık alanında, İzini Bırak Girişimi ve eğitim desteği planlarımız kapsamında okulları ve hastaneleri yenileme çalışmaları yürütüyoruz. Bu planlar arasında okulların onarımı, model okulların kurulması ve üniversite hastanesi için endoskopi gibi gelişmiş cihazlarla hastanelerin geliştirilmesi yer alıyor. Ekonomi alanında ise bürokrasiyi reform ederken, yatırımı teşvik etmek ve fabrikaları çalıştırmak için çalışıyoruz.

*Hiç şüphesiz yükler ağır ve devlet ile valilik tek başına tüm bu yükleri kaldıramaz. Peki, yerel topluma alan açmayı düşünüyor musunuz? Yerel toplum ve yerel konseylerin Halep'in istikrarında rolü nedir?

Yerel toplum ve yerel konseyler temel bir dayanak noktası. Toplumun rolüne gelince biz sivil girişimleri teşvik ediyor, memnuniyetle karşılıyor ve destekliyoruz. Halep, geçtiğimiz aylarda bu türden birçok girişime sahne oldu ve bunların şehrin gerçekliği üzerinde doğrudan bir etkisi olduğunu gördük.

Ayrıca, idari ademi merkeziyetçiliği destekliyoruz. Yerel konseylerin hizmet ve kalkınma kararlarını almalarını sağlarken, tüm bileşenlerin temsil edilmesini garanti ediyoruz.

Şu an karşı karşıya olduğumuz en büyük zorluk, geçiş dönemi ve geçiş aşaması nedeniyle mevcut merkeziyetçilik, ancak yerel temsilciliği desteklemek için yasal bir çerçeve üzerinde çalışıyoruz.

Halep'i ekonomik ve sosyal bir merkez olarak yeniden inşa etme taahhüdümüzü, şehrin çeşitliliğini ve tarihini koruyarak teyit ediyoruz. Ayrıca, halkının ve ortaklarının desteğiyle, ilin eski ihtişamını geri kazandıracak bir gelecek hayal ediyoruz.

*Biliyorsunuz, Halep’in doğusu rejim ordusu tarafından büyük bir yıkıma uğradı. Bu durum bir göç ve sığınma dalgasına neden oldu. Halep’in doğu mahallelerini yeniden inşa etmek ve mültecilerin geri dönüşünü hızlandırmak için nasıl bir planınız var?

Halep'in doğu mahalleleri büyük bir yıkıma uğradı. Şu anda yeniden inşa, altyapı (su, elektrik, yollar) ve konutların hedef alınması, enkazın kaldırılması ve okulların ve hastanelerin rehabilite edilmesini içeren bir planımız var. Senin için ey Halep Girişimi kapsamındaki Işılda Ey Halep Projesi, ilk aşamada doğu mahallelerine 45 kilometre karelik bir alana aydınlatma desteği sağlıyor ve şehirdeki kavşakları ve girişleri güzelleştiriyor. 

Karşılaştığımız zorluklar ise finansman eksikliği ve mülkiyet haklarının karmaşıklığıdır. Eski rejimin milisleri, birçok vatandaşın mülklerini yasadışı yollarla ele geçirmiştir. Ancak, daha önce el konulan tüm mülklerin mülkiyet haklarını incelemek ve gözden geçirmek üzere ‘Zorla El Koyma Komitesi’ni kurduk.

yh
Halep’te hasar görmüş bir binanın önünden motosikletle geçenler, 14 Mayıs 2025 (Reuters)

*Halep'in yurtdışındaki evlatlarına, Halep'li tüccarların ve Arap yatırımcıların sermayedarlarına ne söylemek istersiniz?

Mülteci olunan ülkelerde ve mülteci kamplarında yaşayan Halep halkına mesajım şu: “Halep sizi bekliyor, size çok ihtiyacı var ve yaralarını sarmanız ve ona yeniden hayat vermeniz için size sesleniyor. Eskisi gibi ona sadık kalın!” Ayrıca Suriyeli ve Arap yatırımcıları, Suriye'nin kalbi ve ekonomik başkenti olan Halep'e yatırım yapma fırsatını kaçırmamaya davet ediyorum. 

Şu anda, lojistik kolaylıklar ve desteklerle birlikte, endüstri (tekstil, gıda), ticaret ve hizmetler (turizm, lojistik) alanlarında büyük yatırım fırsatları bulunuyor. Altyapı ve güvenlik iyileştiriliyor.

Yatırımcılara mesajım: “Halep'in yeniden canlanmasına yaptığınız yatırım ve katkınız, sadece ekonomik bir kazanç değil, şehrin geleceğini inşa etmek anlamına da geliyor. Bu, kâr elde etme çabasından önce ahlaki ve vatansever bir tutum olacaktır.

*Peki Halep’in geleceği için ne söyleyeceksiniz?

Halep'i ekonomik ve sosyal bir merkez olarak yeniden inşa etme taahhüdümüzü, şehrin çeşitliliğini ve tarihini koruyarak teyit ediyoruz. Ayrıca, halkının ve ortaklarının desteğiyle, ilin eski ihtişamını geri kazandıracak bir gelecek hayal ediyoruz.


Şera bir Yahudi gazetesine ilk röportajını verdi: İstikrarlı bir Suriye nutuk ve sloganlarla inşa edilmeyecek

Suriye Cumhurbaşkanı Ahmed eş-Şera, geçtiğimiz şubat ayında Şam'da düzenlenen Ulusal Diyalog Konferansı’nın kapanışında konuştu. (AFP)
Suriye Cumhurbaşkanı Ahmed eş-Şera, geçtiğimiz şubat ayında Şam'da düzenlenen Ulusal Diyalog Konferansı’nın kapanışında konuştu. (AFP)
TT

Şera bir Yahudi gazetesine ilk röportajını verdi: İstikrarlı bir Suriye nutuk ve sloganlarla inşa edilmeyecek

Suriye Cumhurbaşkanı Ahmed eş-Şera, geçtiğimiz şubat ayında Şam'da düzenlenen Ulusal Diyalog Konferansı’nın kapanışında konuştu. (AFP)
Suriye Cumhurbaşkanı Ahmed eş-Şera, geçtiğimiz şubat ayında Şam'da düzenlenen Ulusal Diyalog Konferansı’nın kapanışında konuştu. (AFP)

Suriye Cumhurbaşkanı Ahmed eş-Şera, iç ve dış politikadaki sorumlulukları veya pozisyonları hakkında yorum yaparken devrik lider Beşşar Esed'i çevreleyen tüm duvarları yıkıyor. Şera doğrudan konuşuyor; İsrail ile ilişkiler ve Suriye topraklarının işgali gibi daha önce çifte dille konuşulan, bazıları sloganlarla kamuoyuna duyurulan ancak gerçeklerin masanın altında olduğu ‘tabu konular’ hakkında açıkça konuşmaktan çekinmiyor. Şera, 6 aydan kısa bir süre önce iktidara gelmesinden bu yana ilk kez  bir Yahudi medya kuruluşuna konuştu. Şera, The Jewish Journal’a röportaj verdi.

Esed rejiminin mirası

28 Mayıs'ta yayınlanan röportaj, Jonathon Bass'ın şu sözleriyle başlıyor: “Pek çok Suriyeli, Cumhurbaşkanı Ahmed eş-Şera'da bir devrimci değil; savaş yorgunu, kimliği yıpranmış bir ulusu yeniden inşa edebilecek, yenilenmiş bir lider görüyor. Tarihin her duvarından fısıldadığı, yaşayan en eski şehir olan Şam, iktidarla değil, yeniden inşa, uzlaşma ve uzun süredir parçalanmış bir ulusa liderlik etme yüküyle ilgili bir diyalog için uygun bir yer.”

Bass, Suriye Cumhurbaşkanı hakkındaki izlenimlerini şöyle aktarıyor: “Sessiz biri ama söylediği her kelimeyi düşünerek söylüyor. Sesinde zafer tonu yok, sadece kastettiği ve vurguladığı kelimeler var.”

Şera röportajın başında, “Bize enkazdan daha fazlası miras kaldı. Travma, güvensizlik ve yorgunluk miras aldık. Ama aynı zamanda umudu da miras aldık. Kırılgan bir umut” ifadelerini kullandı.

fgthyj
Sednaya Hapishanesi’ndeki tutukluların ailelerinden oluşan bir kalabalık, hayatta kalanları arama çalışmalarının sürdüğü binanın dışında bekliyor. (Suriye Sivil Savunma Müdürlüğü)

Suriye on yıllar boyunca sadakat ve sessizliği, bir arada yaşama ve nefreti, istikrar ve baskıyı birbirine karıştıran bir sistemle yönetildi. Esed hanedanı, Hafız ve ardından Beşşar, ülke üzerindeki kontrollerini sağlamlaştırmak için korku ve infazları kullanarak demir yumrukla yönetirken, ülkenin kurumları soldu ve muhalefet ölümcül bir ayaklanmaya dönüştü.

Gazeteci Jonathon Bass, Şera'nın aldığı miras konusunda açık görüşlü olduğunu düşünüyor. Zira Şera şöyle diyor: “Temiz bir sayfadan bahsetmek sahtekârlık olur. Geçmiş, her insanın gözünde, her sokakta, her ailede mevcuttur. Şimdi görevimiz bunu tekrarlamamak. Daha hafif versiyonu yok. Tamamen yeni bir şey yaratmalıyız.”

Suriyelilerin güveni

Eş-Şera'nın iktidara geldiğinden beri attığı ilk adımlar, röportajı yapan kişinin de belirttiği gibi, temkinli ama son derece sembolik oldu. Siyasi tutukluların serbest bırakılmasını emretti, sürgün edilen ya da susturulan muhalif gruplarla diyalog başlattı ve kötü şöhretli Suriye güvenlik aygıtında reform yapma sözü verdi. Ayrıca, kayıp ve ölülerin akıbetini ele almak üzere bir bakanlık kurulmasını önerdi.

Suriye'deki toplu mezarların ardındaki gerçeği ortaya çıkarmak için Şera, DNA veri tabanları oluşturmaktan geçmişteki zulümlerden sorumlu olanların iş birliğini sağlamaya kadar adli tıp teknikleri ve ekipmanları sağlamak için ABD ile bir ortaklığa ihtiyaç olduğunu söyledi.

Şera, “Eğer konuşan tek kişi bensem, Suriye hiçbir şey öğrenmemiştir. Tüm sesleri diyalog masasına davet ediyoruz. Devlet artık başkalarına dikte ettiğinden daha fazla dinlemelidir” dedi.

‘Ama insanlar bir kez daha güvenecek mi? Diktatörlüğün küllerinden doğan bir hükümetin vaatlerine inanacaklar mı?’ sorusuna Şera şöyle cevap verdi: “Ben güven istemiyorum, sabır ve inceleme istiyorum. Beni sorumlu tutun. Güven bu şekilde sağlanır.”

Suriyelilerin evlerini yeniden inşa etmeleri gerekiyor

Şera, Suriyelilerin şu anda en çok neye ihtiyacı olduğu sorusuna tereddüt etmeden cevap verdi: “Eylem yoluyla haysiyet. Amaç yoluyla barış.”

Savaşın boşalttığı şehirlerde ve çatışmanın etkilerinden halen mustarip olan köylerde kimse siyaset istemiyor, normale dönüş istiyor; evlerini yeniden inşa etme, çocuklarını büyütme ve barış içinde hayatlarını kazanmak istiyorlar.

dfgthy
Halep'te yıkılan evlerin yeniden inşası bazı bölge sakinlerinin kişisel inisiyatifiyle gerçekleştiriliyor. (Reuters)

Şera bunun gayet farkında. Tarım, sanayi, inşaat ve kamu hizmetlerinde istihdam yaratmaya odaklanan acil ekonomik programlar için bastırıyor. Şera, “Artık mesele ideoloji değil, mesele insanlara kalmak için bir neden, yaşamak için bir neden, inanmak için bir neden vermek. Bir işi olan her gencin radikalleşme riski daha az olacak. Okuldaki her çocuk gelecek için bir ses” dedi.

Şera, bölgesel yatırımcılarla ortaklıkların, geri dönenlere yönelik küçük işletme hibelerinin ve ‘gençler için mesleki eğitimin’ önemini vurguladı. Şera, “İstikrarlı bir Suriye nutuklarla ya da sloganlarla değil, eylemlerle inşa edilecek; pazarlarda, sınıflarda, çiftliklerde, atölyelerde... Tedarik zincirlerini yeniden inşa edeceğiz. Suriye bir ticaret merkezi olarak geri dönecek” şeklinde konuştu.

İsrail ile ilişkiler

Bu ekonomik vizyonun ardında daha derin bir vizyon var. Bir neslin kaybından sonra Suriyeliler çatışmadan yoruldu. Barışa, sadece savaşın yokluğuna değil, fırsatların varlığına da hasretler. Bass şöyle diyor: “Sohbetimizin en hassas bölümlerinden birinde Şera, Suriye'nin İsrail ile gelecekteki ilişkisine değindi. 1948'den bu yana bölgeyi rahatsız eden bu konu, her hava saldırısı, gizli operasyon ve vekalet savaşı suçlamasıyla daha da şiddetleniyor.”

ı89o
Golan'daki tampon bölge sınırında duran bir İsrail askeri (AFP)

Şera, “Açık konuşmak istiyorum. Sonsuz karşılıklı bombardıman dönemi sona ermeli. Hiçbir ülke korku ile doluyken gelişemez. Gerçek şu ki ortak düşmanlarımız var ve bölgesel güvenlikte kilit bir rol oynayabiliriz” ifadelerini kullandı.

dwert5y6
İsrail saldırılarına tepki olarak 25 Şubat'ta Suriyeli Dürziler tarafından açılan bir pankart: ‘Suveyda, Suriye'nin sırtındaki zehirli hançer olmayacak.’ (AP)

Şera, sadece bir ateşkes hattı olarak değil, karşılıklı itidal ve sivillerin, özellikle de güney Suriye ve Golan Tepeleri’ndeki Dürzilerin korunması için bir temel olarak 1974 Ayrılma Anlaşması’nın ruhuna geri dönme arzusunu dile getirdi. Şera, “Suriye'nin Dürzileri piyon değildir. Onlar vatandaştır, köklüdür, tarihsel olarak sadıktır ve yasalar çerçevesinde her türlü korumayı hak etmektedir. Onların güvenliği müzakere edilemez” dedi.

Derhal normalleşme önermekten kaçınan Şera, uluslararası hukuk ve egemenlik temelinde gelecekteki görüşmelere açık olduğunu belirtti.

Trump bir barış adamı

Belki de Trump'ın yaptığı en önemli diplomatik jest, doğrudan masaya oturma isteğiydi. Şera şunları söyledi: “Medya onun hakkında ne imaj çizerse çizsin, ben onu bir barış adamı olarak görüyorum. İkimiz de aynı düşman tarafından saldırıya uğradık. Trump nüfuzun, gücün ve sonuçların ne anlama geldiğini biliyor. Suriye'nin diyaloğu yeniden başlatabilecek dürüst bir arabulucuya ihtiyacı var. Eğer bölgede istikrara ve ABD ile müttefiklerinin güvenliğine katkıda bulunacak bir uzlaşma ihtimali varsa, ben bu diyaloğu kurmaya hazırım. Bu bölgeyi onarabilecek ve bizi adım adım bir araya getirebilecek tek kişi o.”

ferty6
ABD Başkanı Donald Trump ve Suriye Cumhurbaşkanı Ahmed Şera, 14 Mayıs'ta Riyad'da bir araya geldi. (AP)

Bass şu yorumu yaptı: “Bu sadece açık sözlülüğü açısından değil, aynı zamanda içerdiği anlamlar açısından da dikkate değer bir açıklamaydı. Yeni Suriye, barış ve tanınma arayışında alışılmadık adımlar atmaktan korkmuyor. Şera Suriye'nin sorunlarını (toplu mezarlarda bir milyondan fazla ölü, 12 milyon yerinden edilmiş insan, yaşam destek ünitesine bağlı bir ekonomi, halen yürürlükte olan yaptırımlar ve kuzeyde saklanan milisler) yumuşatarak anlatmıyor. ‘Bu bir peri masalı değil. Bu bir iyileşme ve iyileşme sancılıdır’ diyor.”


Mustafa el-Kazımi Irak'a hangi nedenlerle döndüğünü ve yeni dünya düzenini nasıl gördüğünü anlattı

Irak eski Başbakanı Mustafa el-Kazımi (Nur Eyyub – Al Majalla)
Irak eski Başbakanı Mustafa el-Kazımi (Nur Eyyub – Al Majalla)
TT

Mustafa el-Kazımi Irak'a hangi nedenlerle döndüğünü ve yeni dünya düzenini nasıl gördüğünü anlattı

Irak eski Başbakanı Mustafa el-Kazımi (Nur Eyyub – Al Majalla)
Irak eski Başbakanı Mustafa el-Kazımi (Nur Eyyub – Al Majalla)

İbrahim Hamidi

Eski Irak Başbakanı Mustafa Kazımi iki yılı aşkın bir sürelik ‘savaşçı molasının’ ardından Irak'a döndü. Titiz hesaplamaları ve adımlarıyla tanınan Kazımi'nin dönüşü birçok soru işaretine ve spekülasyona yol açtı. Tüm bunlara bir de ülkesine 7 Ekim 2023'ten sonra Ortadoğu'nun büyük dönüşümlere sahne olduğu ve ABD Başkanı Donald Trump'ın yeniden Beyaz Saray’a dönüşüyle dünyanın yeni bir döneme girdiği bir dönemde dönmüş olması eklendi.

Saddam Hüseyin’in iktidarı döneminde sürgünde gazeteci olarak çalışan Kazımi, Irak'ta, bölgede ve dünyada, müttefikler ve çatışan taraflar arasındaki geniş ilişki yelpazesiyle tanınıyor. Kazımi aynı zamanda Bağdat'taki büyük değişimin ardından iç ve dış dönüşümler, krizler ve değişimler arasında bağlantı kurabilen, sinyallerin ve değişimlerin anlamlarını okuyabilen az sayıdaki isimden biri.

Kazımi’ye Irak, Ortadoğu'daki değişimler ve yeni dünya düzeni hakkında pek çok soru sordum. Bir kısmı Londra'da gerçekleşen röportaj, 26 Mart 2025 tarihinde e-posta yoluyla yazılı olarak tamamlandı.

Kendisine Bağdat'a dönüşünün ne anlama geldiğini, seçimlere katılmayı planlayıp planlamadığını ve ne tür garantiler istediğini, ABD askerlerinin Irak’tan çekilmesini ve Irak'ta Tahran ile Washington arasındaki ilişkileri, Beşşar Esed rejiminin düşmesinden sonra Ortadoğu’yu ve Hizbullah’ın başarısızlıklarını, ABD Başkanı Donald Trump'ın İran'a yönelik ‘azami baskı’ tehditlerini, Suudi Arabistan-ABD ilişkilerini, yeni dünya düzenini, ABD, Çin ve Rusya arasındaki ilişkileri ve Arap ülkelerinin uluslararası konumunu sordum.

İşte Şarku’l Avsat’ın Al Majalla’dan aktardığı  Mustafa el-Kazımi röportajın tam metni:

*Sayın Başbakan, iki yılı aşkın bir aradan sonra Irak'a geri döndünüz. Dönüşünüz hangi sebeplere dayanıyor?

Öncelikle bana bu fırsatı verdiğiniz için teşekkür ederim. Başbakanlık görevimi tamamladıktan sonra Irak'tan ayrılmaya karar verdim. Bu kararın kendince sebepleri ve gerekçeleri vardı. Kişisel olarak böyle bir çalışma döneminden sonra bir mola vermeye ihtiyacım vardı. Sorumluluk üstlendiğim dönem sadece başbakanlıkla sınırlı değildi, Milli İstihbarat Teşkilatı'nın başında bulunduğum 2016 yılından görevi mevcut Başbakan'a devrettiğim 2022 yılının ekim ayına kadar uzanıyordu.

Bazı kardeşler benim ‘savaşçı molası’ verdiğimi söylediler. Bu tanımda bir miktar doğruluk payı var. Birçok görüşmede tepede durduğumu ifade ettim. Bu da bir yandan durumun takibi ve gözlemlenmesiyle karışık bir mola, diğer yandan da görüşler, fikirler ve yaklaşımlar geliştirmenin yanı sıra deneyimin değerlendirilmesi, kaydedilmesi ve belgelenmesi için çalışma anlamına geliyordu. Özellikle bölgeyi ve dünyayı kasıp kavuran değişimler aynı zamanda sükûnet ve esneklik gerektirdiğinden, mevcut koşullara ve karmaşıklıklara rağmen uygun çözümler üretmemize yardımcı oldu. Duygulara kapılmamalı ve Irak'ın, halkının ve bölgenin genel çıkarlarını gerçekleştirmek için ahlaki, insani ve ulusal değerleri korumalıyız.

Beşşar Esed rejiminin çöküşü ve Lübnan'da Hizbullah'ın yaşadığı gerilemenin Irak’a yansımaları olacak. Henüz fırtınanın içindeyiz, dolayısıyla bu sonuçların kapsamını ve niteliğini tam olarak kestirmek zor.

Bölgedeki gelişmeler ve bunların genel olarak Arap dünyasına, özelde ise Irak'a yansımaları, engellerin aşılmasına ve hesapsız maceralardan uzak bir şekilde gerçeğe hızlı bir şekilde dönülmesine katkıda bulunacak fikirleri üretmeye açık bir şekilde çalışmak ve başlatmak için beni daha fazla motive etti.

Mola bitti İbrahim Bey. Arap dünyasındaki durumun bir parçası olmaya çalışmanın zamanı geldi. Irak, bu uzlaşıdan ve bu eğilimden sapmayan bir Arap ülkesi ve bundan uzak kalamaz. Bu derinlik başka bir derinlikle yer değiştiremez.

*Önümüzdeki seçimlere katılmak için ittifaklar kurmak istediğiniz doğru mu?

Önümüzdeki seçimlere katılma, ittifaklar kurma ya da koalisyonlara katılma konusunu zamana bırakıyorum. Çok sayıda ve çeşitli seçeneklerimiz var. Vizyonumuzla örtüşen ve farklı yaklaşımları paylaşan güçler ve partilerle açık ve kesintisiz olarak iletişim halindeyiz. Bu konu halen tartışılıyor.

İki önemli noktaya değinmek istiyorum. Bunlardan birincisi, eğer önümüzdeki seçimlere katılmaya karar verirsek özellikle 2005 yılından bu yana geçmiş seçimlerde yaşadığımız tecrübeler çerçevesinde, bu seçimlerin adil olacağına ve en üst düzeyde şeffaflığa sahip olacağına dair garantiler talep ediyoruz. Daha önce pek çok zorluk, aksaklık ve haksızlık yaşandı.

cfvgthy
Al Majalla Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Hamidi eski Irak Başbakanı Mustafa Kazımi ile bir röportaj gerçekleştirdi (Al Majalla)

İkincisi olarak seçimlere katılalım ya da katılmayalım, iktidarda olsun ya da olmasın, hükümete ya da siyasi sisteme yakın yahut muhalif olsun herkes, ulusal ve tarihi sorumluluklarını üstlenmeli. İçinde bulunduğumuz dönem ortak yarar için, Irak'ın iyiliği için çalışmamızı gerektiriyor. Çünkü fiyasko ve başarısızlığın bedelini hepimiz, Irak ve Iraklılar ödeyecek. Ben de her zaman bundan korkuyor ve buna karşı uyarıyorum.

*ABD, askerlerini bir takvim dahilinde Irak’tan geri çekmeye karar verdi. Sizce bunun Irak üzerinde nasıl bir etkisi olacak?

Hükümetim döneminde, ABD muharip güçlerinin Irak'tan çekilmesini tamamladık, ancak belirli sayıda askeri danışmanı bulundurmaya devam ettik. Onlara güvenlik güçlerimizin bazılarını eğitme ve DEAŞ çeteleriyle mücadele edebilmeleri için gerekli tavsiye ve desteği sağlama görevi verdim.

Bu anlaşmayı ve etkilerini değerlendirme sürecinde değilim. Ancak Irak'ın Amerika Birleşik Devletleri ile olan ilişkisinin stratejik ve önemli olduğu ve bundan taviz verilemeyeceğini söylemek istiyorum. Bu ilişkiyi nasıl güçlendireceklerini ve geliştireceklerini araştırıp ABD’nin yeteneklerinden, uluslararası konumundan ve Irak'a bir devlet, kurumlar ve halk olarak hizmet etme potansiyelinden yararlanmak yetkili kardeşlerimizin görevi.

Daha önemli ve talihsiz olan bir diğer konu ise Irak halkına cehaletle birlikte ikiyüzlülüğün ihraç edilmesidir. Bir yandan ABD ile bağların koparılması çağrısında bulunurken diğer yandan gizlice ve üstü kapalı bir şekilde köprüler kurmaya ve Irak içinde ve dışında ABD’li yetkililere kimliklerini sunmaya çalışan sahte slogancılardan bahsediyorum!

*Irak’a döndüğünüzde bölge çok değişmişti. Örneğin Beşşar Esed rejimi düşmüş ve Hizbullah başarısızlığa uğramıştı. Bu durum Irak'a da yansıdı mı?

Elbette. Beşşar Esed rejiminin düşmesi ve Lübnan'da Hizbullah'ın yaşadığı gerilemenin Irak'a yansımaları olacak. Henüz fırtınanın içindeyiz, dolayısıyla bu sonuçların kapsamını ve niteliğini tam olarak kestirmek zor. Sanırım önümüzdeki birkaç ay içinde bu daha da netleşecek.

Ne yazık ki, Irak'taki silahlar sınırların dışından kararlaştırılmış ve Irak'ın oyun sınırlarını aşan anlaşmaların bir parçası olarak birçok kez kullanılmıştır. Bu kesinlikle kabul edilemez.

En önemlisi başkalarının deneyimlerinden ders çıkarmaktır. Iraklılar olarak, başkalarıyla aynı hataları yapmamak için kendi deneyimlerimizden ve başkalarının deneyimlerinden ders almalıyız. Aynı hataları yapmak ne haklı gösterilebilir ne de kabul edilebilir. Bugünün dersi, başkalarının deneyimlerini iyi anlamak, koşulları, faktörleri ve sonuçları iyi okumak ve bir sonraki aşamayı doğru bir şekilde kurmaktır. Ancak bu şekilde daha sonra bir gerileme yaşamaktan kaçınırız. Devlete, devletin tercihine ve devletin kurumlarına inanmalıyız, çünkü herkesi koruyan onlardır, tersi değil.

*Irak ve İran arasındaki ilişkiyi nasıl görüyorsunuz?

Irak ve İran arasındaki ilişkinin, her iki ülkenin özgünlüklerine saygı göstererek ve her iki ülke için de en iyisini elde etme çabası çerçevesinde, olumlu etkileşim ve iyi komşuluk temelinde olması gerekiyor. Irak'ın iç işlerine her türlü müdahaleyi reddediyorum. Her iki ülkenin de çıkarlarını korumak için Irak'ın İran'ın arka bahçesi olmasına izin verilmesine karşıyım.

Burada, İran’daki ilgili kardeşlerimi, genel olarak bölgeye ve özelde Irak'a ilişkin vizyonlarını yeniden gözden geçirmeye ve ikili iş birliği ve iletişimde devlet ve kurum mantığını yerleştirmeye çağırıyorum.

Bölgemizde değişimler yaşanıyor. Herkesin bu değişimlere ayak uydurması gerekiyor. Herkes, bölge ülkeleri ile halklarının çıkarlarına hizmet eden iş birliği ve ekonomik entegrasyon ilkeleri doğrultusunda çalışmalı. Ancak bu şekilde güvenlik ve istikrarın temelleri atılıp hiç kimsenin çıkarına olmayan bir çatışmaya herkesi itebilecek pervasız maceralar önlenebilir.

*Devletin kontrolü dışındaki silahlar ne olacak?

Silahlar devletin kontrolü dışında olduğu zaman Irak öldü demektir. Uluslararası toplum ve bölgesel komşular, devletin, devlet kurumlarının ve halkın iradesi olmaksızın savaşa ve barışa karar verme konusunda risk almaya ve ileri gitmeye hazır taraflara ve milislere sahip bir devletle uğraşmamaları konusunda uyarıyor.

Ne yazık ki, Irak'taki silahlar sınırların dışından kararlaştırılmış ve Irak'ın oyun sınırlarını aşan anlaşmaların bir parçası olarak birçok kez kullanılmıştır. Bu kesinlikle kabul edilemez. ABD karşıtı sloganlar atanlar, ABD’nin hükümetle koordineli olarak bulundurduğu askerlerini ‘işgal’ olarak değerlendirirken, devlet ve hükümet bu askeri varlığı dünyanın en güçlü askeri gücüyle güvenlik iş birliği ve stratejik ortaklığın bir parçası olarak görüyor.

Bu çelişkiyi nasıl açıklayabiliriz? Daha önce de söylediğim gibi, Irak halkının kasıtlı olarak cehaletiyle birleşen bir ikiyüzlülük var ve bu onlara çok pahalıya patlayacak. Çünkü halk artık gerçekleri ayırt edebiliyor.

*Pekin’deki anlaşmanın zeminini hazırlayan Suudi Arabistan-İran görüşmelerinin Bağdat’ta yapılmasında rol oynadınız. Üzerinden geçen iki yılın ardından anlaşmayı nasıl görüyorsunuz?

Bu görüşmeler karşılıklı iyi niyetlerle yapıldı. Irak, coğrafi konumu, yakınlığı ve iki komşusuyla da olan etkileşimi sayesinde bunun görüşmelere uygun ve elverişli bir zemin hazırlayabildi. Müzakerelerin sayısı beş tura ulaştı. Bu turlarda iki taraf arasında açıklık ve şeffaflık ön plandaydı. İki taraf arasında çözüm bekleyen konuların çoğu ele alındı. Irak, aradaki boşlukları doldurmaya istekli bir arabulucu olabildi, fakat -açıkça söylemek gerekirse- Irak bu tür görüşmelerin sonuçlarının garantörü olamaz. Bu tür görüşmelerin bölgesel değil, uluslararası bir garantöre ihtiyacı olduğu bir gerçek. Çin de her iki tarafa görüşmenin sonuçlarının garantörü olmayı önerdi.

7 Ekim'den önceki bölge ile sonraki bölge aynı değil. Sadece çatışmaların yaşandığı coğrafyada değil, bir bütün olarak bölgesel sistemde de büyük değişimler yaşandı.

Bölgemizde yaşanan onca şeyden sonra, bu diyaloğun bazılarının zaman kazanmak ve bir aşamayı geçmek için kurduğu geçici bir diyalog olarak değil, yeni bir strateji ve herkese olumlu yansıyacak farklı bir bölgesel yaklaşım için temel bir diyalog olarak görülmesini umuyorum. Ben halen her iki tarafta da iyi niyetin var olduğuna ve bu anlaşmayı geliştirme potansiyelinin bulunduğuna inanıyorum.

*Irak İran'ın komşusu. Trump İran'a ya azami baskı uygulayacağını ya da bir anlaşma yapacağını söylüyor. Siz bunu ve Irak üzerindeki etkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Başkan Trump, ABD'nin hasımlarına karşı azami baskı politikası uyguluyor. Bu bağlamda İran'a baskı uyguluyor ve davranışlarını değiştirmeye zorlamak için güç kullanma tehdidinde bulunuyor. Ancak bu politikayı daha tehlikeli kılan en temel değişken, 7 Ekim 2023 tarihinden bu yana Ortadoğu'da yaşanan büyük çalkantıların ortasına denk gelmesidir. Bu durum, iki taraf arasındaki gerilimi tırmandırırken bir yandan İran-Irak ilişkilerinin diğer yandan da ABD-Irak ilişkilerinin seyrini doğrudan etkiliyor.

fergt
ABD Başkanı Donald Trump, 2020 yılında ilk başkanlık döneminin sonlarında dönemin Irak Başbakanı Mustafa el-Kazımi'yi Beyaz Saray'da ağırladı (AFP)

Washington ve Tahran arasındaki gerilimin niteliği ne olursa olsun, Irak'ın menfaati bunun olumsuz yansımalarını kontrol altına almayı ve iki taraf arasında diyalog kanalları açabilecek etkin bir rol sahibi olmasını gerektiriyor. Aynı durum, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Katar gibi bölge ülkeleri için de geçerli.

Irak, ABD-İran çatışmasının somut jeostratejik ve tarihi gerçeklerine en fazla cevap veren ülke konumunda olduğundan bu boşluğu doldurmada ve perspektifleri yakınlaştırmada yapıcı bir rol oynamayı hak ediyor. Irak'ın, temel çıkarlar, ulusal güvenlik ve Arap derinliği olmak üzere bu üç temele dayanan dengeli bir vizyon temelinde değişikliklere uyum sağlama yeteneğine sahip olması da önem taşıyor.

Öte yandan İran’daki kardeşlerimizi bölgedeki, özellikle de Irak'taki deneyimlerini değerlendirmeye ve koşulları tek tarafın yararına kullanmak yerine çözümü düşünmenin ve çözüm bulmanın yanında komşularla ilişkilerde devlet ve kurumları kavramına geçmeye ve devrim fikrini kendi sınırlar içinde tutmaya ve onu ihraç edip orada burada sorun yaratmamaya dayalı kapsamlı bir vizyon geliştirmeye çağırıyorum.

*7 Ekim 2023 olaylarının ardından yeni bir bölgesel düzenin şekillenmekte olduğundan bahsediliyor. Siz bunun hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bölgenin 7 Ekim öncesiyle sonrasında aynı olmadığı kesin. Sadece çatışmaların yaşandığı coğrafyada değil, bir bütün olarak bölgesel düzende de büyük dönüşümler yaşandı. Ancak tamamen yeni bir bölgesel düzenden bahsetmek için henüz çok erken.

Bölgedeki tüm aktörler yaşananları objektif ve cesur bir şekilde yeniden okumalı. Uzun süreli savaşların ardından zayıflık dengelerine dayalı bir stratejik alana girmek yerine bölge halklarının çok boyutlu ve çoğulcu çıkarlarıyla uyumlu bir siyasi bütünleşme mantığı oluşturmak üzere bazı dersler ve ibretler çıkarmalı. Bölgedeki bazı ülkelerin tanık olduğu ekonomik-kalkınma rönesansının temeli olarak her zamankinden daha acil hale gelen siyasi-güvenlik istikrarını tesis etmek için gerçekçilik ve dengeli sorumluluğu harmanlayan stratejik seçeneklere açık olmalı.

Son otuz yıl, uluslararası sistemi Soğuk Savaş'ın gerçeklerine ve Sovyetler Birliği'nin çöküşüne uygun perspektifler temelinde şekillendirmeye yönelik yoğun girişimlerin yaşandığı bir dönem oldu.

Bölge ülkeleri arasında iş birliği, etkileşim ve ağ oluşturma alanları yaratmak ve küresel düzeyde ekonomik varlıklarını arttırmak için gerçek bir fırsatla karşı karşıyayız. Bu da çeşitli güçlerin inandığı, kendini dayatabilecek yeni bir gerçeklik üretebilecek yeni bir yaklaşım gerektiriyor.

Irak’ın devlet, hükümet, kurumlar ve aktif güçleri bunu dikkatle okumalı.

*Tüm bunlar Trump'ın ikinci başkanlık döneminin başlarında gerçekleşiyor. Trump’ın yeniden başkan seçilmesi ve bölgemiz üzerindeki etkisi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Trump’ın ikinci dönemi, birinci döneminden farklı değil. Ortadoğu'ya yönelik dış politikası ilk dönemindeki politikasının bir uzantısı. Yine “Önce Amerika” ilkesiyle yola çıkıyor. Ekonomiye öncelik veriyor ve savaşa başvurmadan düşmanlarını kontrol altına almayı amaçlayan ‘baskıcı güç’ stratejisine çerçevesinde düşmanlarına karşı azami baskı politikasını izliyor. Trump yönetiminin yeni politikası ve uygulamaları temelde 7 Ekim sonrası yaşanan önemli gelişmelerin bıraktığı siyasi iklim ve stratejik dönemeçlerden dolayı farklılaşıyor. Bu da bölgedeki denge haritasının yeniden çizilmesi için ABD'nin aktif ve yoğun olarak katılım göstermesini gerektiriyor.

Burada, ABD'nin uluslararası arenada ve önemli meselelere yönelik politikasının Trump’ın şahsına indirgenemeyeceğini belirtmemiz gerekiyor. Bu konuda temelde belirleyici olan ABD'nin bölgedeki ve dünyadaki çıkarlarını ve ABD ulusal güvenliğinin korunmasını dikkate alan derin kurumsal yapısıdır.

Bu kritik tarihi anda, bölgede barışı ve istikrarı sağlamak için ABD ile olgun bir stratejik ortaklık üzerinde düşünmeli ve bu tür bir iş birliğini kalkınma ve ilerleme yollarına hizmet etmek ve nesillere gelecek vaat eden bağlamlar oluşturabilecek yaratıcı fırsatlar sağlamak için kullanmalıyız.

*Trump, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile anlaşmaya varmak ve Çin Devlet Başkanı Şi Cinping ile rekabet etmek istiyor. Üç ülke arasındaki ilişkileri ve bunların dünya üzerindeki etkilerini nasıl okuyorsunuz?

Son otuz yıl, uluslararası sistemi Soğuk Savaş'ın gerçeklerine ve Sovyetler Birliği'nin çöküşüne uygun perspektifler temelinde şekillendirmeye yönelik yoğun girişimlerin yaşandığı bir dönem oldu.

Ancak bu rekabet tek kutuplu sistemde köklü bir değişikliğe yol açmadı. Uluslararası sistemin bu tek kutuplu yapısını değiştirme girişimleri, başta Çin ve Rusya olmak üzere, uluslararası arenadaki yerlerini ve rollerini yeniden kazanmaya çalışan ve özellikle jeostratejik etki alanlarında ABD’yi zayıflatmaya çalışan bazı uluslararası güçlerin ana hedeflerinden biri oldu ve olmaya devam ediyor.

ABD, özellikle dünyanın tanık olduğu jeopolitik ve ekonomik değişimler çerçevesinde uluslararası arenadaki gücünün ve liderlik rolünün geleceğiyle ilgili bazı zorlukla karşı karşıya.

ABD için Çin, ABD Merkezi İstihbarat Teşkilatı (CIA) Direktörü William Burns'ün de belirttiği gibi, ‘21. yüzyılın en önemli jeopolitik tehdidini temsil ediyor’. Bu yüzden ABD vizyonu ve bundan kaynaklanan stratejiler ve taktikler açısından Rusya'dan farklı. Washington, küresel ekonomik dümene liderlik etmek için kızışan güç yarışında en tehlikeli rakip olarak Pekin ile karşı karşıya. Her ikisi de uluslararası sistemin doğasını yeniden tanımlamayı ve onu hem ekonomik hem de askeri açıdan çok kutuplu bir kimliğe taşımayı hedeflediğinden, ABD'nin tek taraflılığına karşı koymak Çin-Rusya ilişkilerinin en önemli ayağını oluşturuyor.

Rusya-Ukrayna savaşı ve Beşşar Esed rejiminin düşmesinin ardından, uluslararası piramidin tepesine doğru çıkmaya başlayan Rusya'nın, ABD'nin dünya düzeni liderliğine tehdit oluşturan uluslararası bir güç olmaktan ziyade uluslararası boyutu olan bölgesel bir güç haline geldiğini söyleyebiliriz. Gerçekte ABD, Rusya-Çin stratejik ittifakı ile çatışma halkalarını dağıtmayı başardı. Washington, ABD’ye karşı giderek büyüyen bir tehdit olarak gördüğü Çin'i kuşatmayı amaçlayan stratejilerine kendini adama fırsatı buldu. ABD yönetimi, bu bakımdan pusulayı Çin'in yükselişini engellemeye çevirmek için bölgede ve uluslararası alanda meşgul olduğu arenaları azaltmaya çalışıyor. Dolayısıyla, ABD'nin Rusya-Ukrayna çatışmasını sona erdirme girişimi ve Trump'ın Putin ile yakınlaşması, Trump'ın ‘şahsi diplomasi’ ilkesine olan inancına, yani Putin ve Kuzey Kore lideri Kim Jong-un ile şahsi bağlantılar kurarak Rusya ve Kuzey Kore ile çelişkileri yönetme ve onları dizginleme çabasına ek olarak anlaşılabilir.

dfergty
Kazımi Londra'da Al Majalla Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Hamidi’ye röportaj verdiği sırada (Nur Eyyub – Al Majalla)

Trump, küresel ekonominin dümenine geçmek isteyen Çin’i engelleyecek kararlı adımlar atmak için zamana karşı yarışıyor. Çünkü ABD'yi büyük zorluklardan kurtarıp sürdürülebilir fırsatlara ulaştırmayı başaran istisnai bir lider olarak tarihe geçmek istiyor.

*Yeni dünya düzenine nasıl bakıyorsunuz?

ABD, teknolojik, ekonomik, kültürel, askeri ve diplomatik olmak üzere çeşitli alanlarda üstünlüğünü korumaya çalışarak, uluslararası kurumlara ve Varşova Paktı'nın dağılmasından sonra uluslararası arenada tek başına kalan Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü'ne (NATO) liderlik ederek ve başta Çin ve Rusya olmak üzere potansiyel rakiplerinin bir süper güç seviyesine yükselmesini engellemeye çabalayarak uluslararası sistem üzerindeki liderliğini sürdürmenin yollarını arıyor.

Günümüzün akışkan ve karmaşık dünyasında, uluslararası haritayı basit kavramlara indirgemeyen çok boyutlu bir okumayı tercih ediyorum.

ABD, özellikle dünyanın tanık olduğu jeopolitik ve ekonomik dönüşümler çerçevesinde uluslararası arenadaki gücünün ve liderlik rolünün geleceğiyle ilgili bazı zorlukla karşı karşıya. Bundan dolayı gücün artık tek bir kutbun elinde toplanmadığı, ancak üç boyuta bölünmüş bir modele göre dağıtıldığı ve böylece birden fazla gücün aynı anda etkileşime girdiği söylenebilir.

ABD, gerek bütçe gerek teknoloji gerekse dünyanın dört bir yanında sahip olduğu askeri üsler bakımından olsun askeri güç açısından açık ara tek taraflı hakim güç olmaya devam ediyor. ABD'nin askeri üstünlüğü Washington'ı eşsiz bir konuma oturtuyor. Ancak yükselen güçleri, özellikle de sessiz ve derinden devasa silah cephanelikleri geliştirmeye ve geçtiğimiz yüzyıldaki Sovyetler Birliği'nden farklı olarak ABD’nin gücüyle rekabet edebilecek bir askeri yapı inşa etmeye çalışan Çin'i izlemesi ve takip etmesi gerekiyor.

Başta Körfez’dekiler olmak üzere Arap ülkelerinin kalkınma deneyimleri cesaret verici olmanın da ötesinde, küresel düzeyde sıçramalar ve sınırlar çiziyor. Bu da kardeş Arap ülkeleri tarafından desteklenecek bir projeyle ilerlemek için bir teşvik ve motivasyon oluşturuyor.

Ekonomik güç düzeyinde, on yılı aşkın bir süredir ABD, Avrupa Birliği (AB), Çin ve Japonya gibi büyük ekonomik güçler arasındaki hararetli rekabet başta olmak üzere çok kutupluluk yönünde bir tablo çiziliyor. Buna yansımaları ve etkileri nedeniyle uluslararası arenada büyük önem kazanan Hindistan ve Brezilya gibi yeni oyuncular ekleniyor.

Burada dikkat edilmesi gereken üçüncü bir boyut daha var. O da ulus ötesi ilişkilerle ilgili boyuttur. Geleneksel anlamda devletleri temsil etmeyen geleneksel olmayan güçler bu boyutta etkileşime girer ve bu boyutta ulus ötesi terörizm, uluslararası suç ve siber güvenlik gibi zorluklar ortaya çıkar. Salgın hastalıklar ve iklim değişikliği gibi tüm insanlığın karşı karşıya olduğu ortak sorunlar uluslararası iş birliği yapılmasını gerektirdiğinden tek bir güç tarafından ele alınamamalı. Bu boyutta güç, çok çeşitli ölçeklere dağılmış olup, tek kutupluluk ya da çok kutupluluk kavramlarını, uluslararası gerçekliğin ve mücadelelerinin karmaşıklığını tanımayan basit bir kavram haline getiriyor.

*Arap ülkelerinin bu küresel sistemdeki konumlarını, rollerini ve katkılarını nasıl görüyorsunuz?

Arap dünyasının engin potansiyeline, bol kaynaklarına ve zengin medeniyet mirasına yakışacak şekilde küresel sahnede anlamlı bir etki kazanmasının en etkili yolu Arap entegrasyonu projesidir. Bu proje, çabaları birleştirecek, içerideki çelişkileri yapıcı bir farkındalıkla yönetecek ve Arap siyasi dokusunu yeniden yapılandırmak ve Arap dünyasının küresel meseleleri şekillendirmesine izin verebilecek muazzam enerjisini ortaya çıkarmak için gizli yetenekleri kullanacak. Bir süre önce, bölgemizi etkileyen kronik krizleri aşmak üzere tasarlanmış bir girişim olan ‘Yeni Levant (Maşrık) Projesi'ni önermiştim. Bölgenin çıkmaza girmiş gerçekliğine meydan okuyan Yeni Levant Projesi, maceracı ya da gerçekçi olmayan bir vizyon sunmaktan ziyade gerçekliğin akışkanlığına ve karmaşıklığına ayak uyduran, dönüşümün üretilmesine olanak tanıyan bir öneridir. Proje, bölgedeki kilit oyuncular olan Irak, Mısır ve Ürdün arasında stratejik ve yapıcı bir entegrasyon öngörüyor. Irak zengin doğal kaynaklara, Mısır büyük bir nüfusa ve önemli bir endüstriyel uzmanlığa, Ürdün ise önemli bir jeostratejik konuma sahip. Bu özelliklerin hepsi, bölgede kendi kabiliyetlerine dayalı yeni bir rota çizmek ve kendine daha fazla inanan ve yapısal ilerleme için dayanışmanın gerekliliğine daha fazla ikna olmuş bir bilinci yeniden üretebilecek hayati bir model oluşturmak için her ülkenin güçlü yanlarından karşılıklı olarak faydalanmak üzere iş birliği yapmak üzere bir araya getirilebilir.

Yeni Levant Projesi, ne yazık ki bölgesel söylemlerimizin çoğunda pratikten ziyade retorik bir değer haline gelen entegrasyon ilkesine yaptığı vurguyla öne çıkıyor.

Böyle bir projenin özellikle Körfez İşbirliği Konseyi’ndeki (KİK) kardeşlerin vizyonunu tamamlayacağını ve ortak Arap eylemine dayalı yeni bir Ortadoğu inşa etmek için ufuklar açabileceğini ve gerçek fırsatlar yaratabileceğini düşünüyorum.

Başta Körfez’dekiler olmak üzere Arap ülkelerinin kalkınma deneyimleri cesaret verici olmanın da ötesinde, küresel düzeyde sıçramalar ve sınırlar çiziyor. Bu da kardeş Arap ülkeleri tarafından desteklenecek bir projeyle ilerlemek için bir teşvik ve motivasyon oluşturuyor. Çünkü ortak çıkarlar bu tür bir gücün engellenmesini değil, yükselmesini gerektiriyor. Bu güç, daha güvenli, gelişmiş ve ileri bir stratejik ortam yaratma ve sadece stratejik kısırlık üreten çatışma alanlarını boğma çerçevesinde etkili ve verimli ekonomik, siyasi ve güvenlik dinamiklerine dayanıyor. Bu da Arap dünyasını, küresel sahnede öne çıkan eylemin sadece bir alıcısı olmanın ötesine taşıyıp uluslararası dönüşümlerin oluşumuna daha fazla dâhil ediyor.