İlyas Huri, Siyonist söylemlere Filistinli karakterlerle karşı çıkıyor

Lübnanlı roman yazarı İlyas Huri (YouTube)
Lübnanlı roman yazarı İlyas Huri (YouTube)
TT
20

İlyas Huri, Siyonist söylemlere Filistinli karakterlerle karşı çıkıyor

Lübnanlı roman yazarı İlyas Huri (YouTube)
Lübnanlı roman yazarı İlyas Huri (YouTube)

Lübnanlı roman yazarı İlyas Huri ilk olarak 1998 yılında kaleme aldığı “Güneşin Kapısı” adlı kitabıyla tanındı. Ardından 2002 yılında çıkan “Yalo” ve 2016’da çıkan “Getto’nun Çocukları: Benim Adım Adem” yayımlandı. Son olarak ise yazarın 2019’da Dar Al Adab yayın evinden çıkan “Getto’nun Çocukları 2: Deniz Yıldızı” adlı kitabı okuyucularıyla buluştu. Eserlerinin tümünde Filistinlilere yönelik hassasiyetlerini kaybetmediği görülen yazar, Filistinlilerin olası veya imkansız hikâyelerini kaleme almaya çalışıyor. Bunu yaparken de romanlarında büyük ölçüde doğruluk payı olan, bazı siyasi düşüncelerle (ilerici) karakterize bir gerçeklikle ve yerli olaylardan ya da efsanelerden türetilen ana temayla tutarlı bir takım dini ve şiirsel miraslarla bezeli ana hatlar çiziyor. Buna karşılık kitabındaki yaklaşımda yer alan şiirsel anlatımın, tarihten alıntılanmış ve modern anlatımla bütünleşmiş sembol ve figürlerle yapılan kurguya engel olmadığını gösteriyor.
İlyas Huri’nin birçok edebiyat ödülü kazanmasını sağlayan ve birçoğu yabancı dillere de çevrilen 15’i aşkın romanında - siyasi ve ahlaki olarak - kendi dönemine halen sadık olduğu dikkat çekiyor.
Belki de Huri’yi, siyasetle olan göbek bağlarını kesen diğer Lübnanlı yazarlardan ayıran da budur. Yaklaşık 40 yıl önce bu ağır yükü sırtlanmayı kabul eden Huri, bunu yeni şekillerde somut olarak ortaya koyma konusunda başarılı oldu. Bunu da sadece hikaye düzeyinde değil, sürekli kendisini aşan bir romancılıkla gerçekleştirdi. Aynı zamanda iki taraftan da (ABD - Filistin) bakarak duygusal sorunlara dokunmayı, hikayeyi -anlatıcının kaderi de dahil- hem içeriden hem de dışarıdan aktarmayı başardı.
Getto’nun Çocukları 2: Deniz Yıldızı romanının hikayesine başlamadan önce bir önceki romana kısaca göz atmak gerekiyor. Yazar “Getto’nun Çocukları” adlı roman serisine, “Benim adım Adem” isimli romanıyla başladı. Okuyucu romanı okurken İsrail’in 1948 yılında Filistin topraklarındaki Arap nüfusu kovmak için başlattığı savaş sırasında babası öldürülen, o yıllarda henüz bir bebek olan, şimdi ise New York’ta yaşayan Filistinli bir gurbetçi olan Adem’in  (Annesinin adı Newal, babasının adı ise Hassan bin Ali Denun olan Adem’in) hikayesini okuduğunu biliyor. Adem, İsrail işgal ordusu ve çetelerinin Celile'deki köy ve şehirlerden sürülen Filistinlilere uyguladığı getto döneminin bitmesini beklerken Memun adında kör bir adam tarafından evlat edinilmiş ve aynı adam annesinin de bakımını üstlenmişti. İsrailliler adeta Avrupalılar ve Nazilerin Yahudilere uyguladığı zulümlerin intikamını Filistinlilerden alırcasına onları gettolara (toplama kamplarına) kapatmıştı.
Yazar kitabın ikinci bölümünde (getto günleri) İsrail askerlerinin Filistin şehirlerini işgal ederken insanları rastgele öldürmeleri, keyfi infazları, ailelerin parçalanmaları ve anlatım boyunca devam eden katliamlardan geriye kalanların önlerinin kesilmesini betimleyen felaket sahnelerini okuyucunun gözünde canlandırıyor. 1980’lerde yaşanan Sabra ve Şatilla katliamlarını ise neredeyse tüm boyutlarıyla (katliam anındaki çılgın danslar ve ölü bedenlerin toplaması gibi) birbirine bağlamayı başarıyor.
Roman, 1949 yılında gettoların çevrelerine dikenli tellerin çekilmesiyle biterken yazar “başkalarının hatıralarını arama” niyetiyle kitabını sonlandırıyor.


Deniz Yıldızı adlı romanın kapağı (Dar Al Adab)

Deniz Yıldızı
Getto’nun çocukları serisinin ikinci kitabı, yani bu yıl piyasaya çıkan “Deniz Yıldızı” adlı kitap, 1963 yılında Adem Denun’un 15 yaşında genç bir çocukken annesi Newal’in işgalci İsrail makamlarıyla iş birliği yapan üçüncü kocası Abdullah el-Eşhel’in zorlamasıyla evini terk ederek tek başına çıktığı yolculukla başlıyor. Adem, hem kendi kaderinin hem de bu yolculukta karşısına çıkan diğer Yahudilerle tanışarak, kendini ve kimliğini tanıyarak ve işgal altındaki toprakları vatanı yapan insanları aklına getirerek karakterini şekillendiren zorluklarla karşı karşıya kalıyor.
Hikayenin anlatıcısı tüm bunları yaşayan ve artık New York’ta hayatını sürdüren Filistin asıllı ABD vatandaşı olan Adem’in ta kendisidir. Yaşadıkları ve geçtiği duraklardan birinde Adem, Yafa en-Nasriyye ile el-Muceydil arasındaki yol üzerinde Gabriel Tandrov adında Yahudi bir adamla karşılaşır (s. 35). Bu karşılaşmanın asıl can alıcı noktası ise Adem’in Gebriel’in Arap isyancılara (!) karşı yapılan savaşlarda ölen erkek kardeşine çok benziyor olmasıdır. Söz konusu benzerlik, Adem’in bir Yahudi’nin evine girebilmesini ve diğer Arap işçilerle birlikte onun tamirci dükkanında çalışabilmesini sağlar. Adem yersiz yurtsuz bir evsizken Gabriel ona Vadi es-Salib’teki Yahudi yerleşimlerinden birindeki evinde yer açar. Bu arada Adem ile Gabriel’in 16 yaşındaki lise öğrencisi olan kızı Rebeka arasındaki dostluk aşka dönüşür ve onunla arasındaki ilişki ortaya çıkana kadar bu sevgi günden güne büyür. Rebeka ile ilişkisi ortaya çıkan Adem, 16 yaşındayken yerleşim bölgesinden kovulur. Ancak bu arada lise eğitimini bir İsrail işgal okulunda tamamlamıştır.
Ardından hayatının üçüncü aşamasına giren Adem, eşi tarafından terk edilmiş fırıncı bir ablanın yanında her sabah hamur yoğurmak karşılığında geçici olarak kalmaya başlar. Böylece 17 yaşındaki Adem, İbrani dili ve edebiyatı üzerine üniversite eğitimine başlar ve 1930’da Berlin’de doğan, Aramice ve eski Mısır dillerinde uzman bir Yahudi olan Prof. Jakob Ebenhauser ile tanışır. Anlatıcı, Araplar tarafından sevilen bu kişinin Tevrat’ı Yahudi halkının tarihi değil, edebiyatı olarak okuduğunu vurguluyor. Adem ve profesör arasındaki ilişki günden güne güçlenirken, profesör önceki nesil Yahudilerin çektiği acıları anlaması için Adem’e Varşova ve Auschwitz'e seyahat etmesini önerir. İşte burada Lod gettosunda büyüyen Adem’le kendisi gibi gettolarda kalan Yahudiler arasındaki tezatlık ve Adem’in uzun zamandır ruhunun derinliklerine gömdüğü düşünceleri ortaya çıkar.
Adem, tavsiyesi üzerine profesöre şunları söyler;
“Dinle profesör! Ben üniversiteye ve bu eğitime gettoyu unutmak için başladım. Ancak siz benim bunları hatırlamamda ısrarcısınız. Evet, Lod, Ramle, Hayfa ve Yafa'da etrafı dikenli tellerle çevrilmiş gettolar var ve oralarda Yahudiler değil, sizin oraya koyduğunuz biz Filistinliler yaşıyor. Ben de bu gettoların oğluyum. Bir gettoda doğdum ve dikenli teller halen gözlerime bakıyor...” (s. 302)
Independent Araiba’dan Anton Ebu Zeyd’in haberine göre üniversiteyi tamamlayan ve diplomasını alan Adem, İbrani edebiyatı hocası olarak genç bir diş doktoru olan Kerma Samaan ile tanışıp, ona aşık olur.
Fakat tesadüfler bununla sınırlı kalmaz. Kerma’nın babası, annesi ve kız kardeşini onun gözleri önünde öldürmüştür. Katil tutuklandığında ise ihanet eden ve kızlarını ondan kaçırmak isteyen karısını öldüren kişinin Adem’in annesinin üçüncü kocası olan Abdullah el-Eşhel olduğu anlaşılır. Ardından cinayet soruşturması başka şeyleri de orta çıkarır. Suç aleti bir rahibededir ve bu rahibe kocasının kötülüklerinden kaçıp bir manastıra sığınan Newal’den başkası değildir.
Muhteşem özellikler
İlyas Huri’nin kitabının 476’ıncı sayfasında söylenildiği gibi kendinden öncekilerin en büyüğü olan Deniz Yıldızı’ndan adını alan yeni romanının ana ve yeni özelliklerinden şu şekilde bahsedebiliriz:
Öncelikle kitabın ana karakteri Adem ile işgal altındaki Filistin’deki yeri arasında olan bağ harika bir şekilde örüldüğünü söylemeliyiz.
İkincisi, romancı en büyük argümanını tamamlamaya, Siyonist ırkçı söylemlere, Filistin halkına yapılan zulümlere ve gettolara karşı tutumunu anlatmaya ve insanların mülklerinin gasp edilmesinin ırkçı ayrımcılıktan öte bir şey olmadığını ve aydın Yahudi çoğunluğun bunun farkında olduğunu ortaya koymaya çalışıyor.
Üçüncüsü, yazar şiirsel anlatımı pürüzsüz bir şekilde hikayeye uyarlarken anlatı, ana karakterin biyografisinin temposu eşliğinde sık sık biyografinin dışına çıkıyor.
Dördüncü ve son olarak da yazar hikayesini kayıp bir Yahudi karşılığında, kayıp bir Filistinli modeli oluşturmak yerine Filistin hikayesini destansılaştırmaya ve dünyanın en karmaşık ve en temel trajedisi olan Filistin trajedisini savunmaya çalışıyor.



Bir Minecraft Filmi'ne gidenler aynı şeyden şikayetçi

Bir Minecraft Filmi'ne gidenler aynı şeyden şikayetçi
TT
20

Bir Minecraft Filmi'ne gidenler aynı şeyden şikayetçi

Bir Minecraft Filmi'ne gidenler aynı şeyden şikayetçi

Bir Minecraft Filmi (A Minecraft Movie), izleyicileri ikiye bölen tuhaf bir sinema akımı yarattı.

Popüler video oyunu Minecraft'ın film uyarlaması şimdiden yılın en büyük gişe başarılarından biri olduğunu kanıtladı.

(The Independent'tan Clarisse Loughrey dahil) eleştirmenler tarafından pek de beğenilmemesine rağmen, Jack Black ve Jason Momoa'nın başrollerini paylaştığı filmin açılış haftasonunda yurt içinde 140 milyon dolar (tahmin edilenden çok daha yüksek) ve ABD dışından da 100 milyon dolardan fazla hasılat elde etmesi bekleniyor.

Filmin gösterime girmesinin ardından, salondakiler filmi izleyenlerin görüntülerini paylaşıyor. Bazı anlar seyircilerin yüksek sesli tepkilerine yol açıyor.

Filmin fragmanında öne çıkan anlardan birinde Black ve Momoa bir boks ringinde, başka bir karakterin bindiği küp şeklinde bir Minecraft tavuğuyla karşı karşıya geliyor. Black'in karakteri "Tavuk jokeyi" diye bağırıyor ve bu, görünüşe göre seyircileri çılgına çeviren, video oyununa yapılan bir gönderme.

Salondakilerin çektiği birkaç videoda izleyicilerin Black'le birlikte bu repliği söylediği ve ardından bağırıp yüksek sesle alkışladığı görülüyor. Sosyal medyada pek çok kişi benzer patlamalara tanık olduğunu ya da katıldığını ifade etti.

Bir kişi, "Jack Black fragmanlarda yer alan bir Minecraft öğesinin adını her söylediğinde salonum alkışladı ve Tavuk Jokeyi dediğinde önümdeki sıranın tamamı ayakta alkışladı" diye paylaştı.

Bir başkası, "Filmden yeni döndüm, o anda salondaki herkesin topluca 'TAVUK JOKEYİ' diye bağırdığını söyleyebilirim ve açıkçası muhteşemdi" diye yazdı.

sdefrgt
Söz konusu "Tavuk jokeyi" sahnesi (Warner Bros. Pictures)

Bir başkasıysa "Bu benim deneyimimi daha çok sevmemi sağladı çünkü film düşündüğüm kadar kötü olmasa da Jack Black ne zaman bir şeyin adını söylese tıklım tıklım salonda herkesin bağırması, alkışlaması ve tezahürat yapması bana gerçekten çok keyif verdi" yorumunu yaptı.

Ancak bu olay başkaları tarafından sertçe eleştirildi ve bazıları seyirci katılımının kendileri için sinema deneyimini "mahvettiğini" iddia etti.

Bir kişi, "HAYIR GERÇEKTEN arkadaşlarım ve benim tüm film deneyimimiz bu çocukların 'mutlak sinema' diye bağırması ve çok agresif bir şekilde alkışlası yüzünden mahvoldu. Sürekli bir şeyler alıntılıyorlardı ve bu gerçekten sinir bozucuydu!!!! Sinema salonu adabını normalleştirelim!!!!" diye yazdı.

Bir diğeriyse "Çıldıracağım" diye yazdı.

Bu tür film gösterimlerinden sadece ben mi nefret ediyorum? Eğer bir mimden başka bir şey için tezahürat yapıyorsanız tamam ama bu cidden iğrenç.

Bir başkası "Bu arada bu tür davranışlara izin vermeyi bırakmalıyız, Amerika'da sinema adabı yok, buraya yayılmasına izin vermeyin" diye yazarken, başka bir kişi de "Bu tuhaf bir tarikat gibi görünüyor" diye espri yaptı.

Bir Minecraft Filmi sinemalarda.

Independent Türkçe