Fransa'nın Körfez'de oynadığı arabuluculuk rolünün zorluğu

Fransa Dışişleri Bakanı Jean-Yves Le Drian ve İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani
Fransa Dışişleri Bakanı Jean-Yves Le Drian ve İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani
TT

Fransa'nın Körfez'de oynadığı arabuluculuk rolünün zorluğu

Fransa Dışişleri Bakanı Jean-Yves Le Drian ve İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani
Fransa Dışişleri Bakanı Jean-Yves Le Drian ve İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani

Fransa, bugüne kadar elde ettiği “yetersiz” sonuçlara rağmen Washington ile Tahran arasında arabuluculuğa yönelik fırsatın sürdüğüne yönelik inancını koruyor. Konuya dair bilgi sahibi olan diplomatik kaynaklar, Cumhurbaşkanlığı Elçisi Emmanuel Bonne’un haziranın sonu ve temmuzun başı olmak üzere Tahran’da iki kez gerçekleştirdiği girişimin ‘başarısız olmadığını’ belirtirken herhangi bir tereddüt olmadığını aktardı. Hâkim görüş bu yönde…
Şarku’l Avsat’a konuşan kaynakların açıklamalarından anlaşılan ilk şey şu: Fransa Cumhurbaşkanı, bir yandan ABD Başkanı diğer yandan İran Cumhurbaşkanı ile defalarca gerçekleştirdiği temaslarda gerilimi düşürmek ve Körfez’deki havayı serinletmek için geçebileceği bir arabuluculuk ‘boşluğu’ olduğu sonucuna vardı.
Zaten bundan emin olmasa karmaşık bir arabuluculuğun içine girmezdi. Bununla birlikte Macron’u harekete geçiren şey, iki tarafla da iletişim kurabiliyor olmasının yanı sıra ‘meydanda bu rolü oynayabilecek kendisinden başka kimsenin olmadığı’ yönündeki düşüncesi.
Ancak kaynakların açıklamalarına göre Fransız tarafı, iki temel engelle boğuşuyor. Bunlardan ilki ve en önemlisi, İran meselesinde birden fazla hattın varlığından ötürü Amerikan tarafı ile başa çıkmanın zorluğu. Nitekim bir yanda Başkan Trump var, diğer yanda kendisini çevreleyen ve başlıca iki ismi, Ulusal Güvenlik Danışmanı John Bolton ile Dışişleri Bakanı Mike Pompeo olan küçük çevre. Bu iki isim, Trump’ı İran’a karşı daha sert bir siyasete çekmeye çalışıyor. Ancak Trump askerî bir karşılaşmaya varabilecek bu yola yönelmiyor.
Bu ortamda Fransa’nın da vizyonunda sapma yaşandı. Fransa açısından Trump’ın sözleri doğrultusunda nasıl bir yol bulunabileceğini ve neyin kullanılacağını bilmek zor.
Fransız kaynakların aktardığına göre Trump, Kuzey Kore liderinden kayda değer bir taviz koparmada bugüne dek başarılı olunamamasına ve tutumlardaki derin farklılıklara rağmen İran ile Kim Jong-un ile kurduğu doğrudan ilişki modelini ‘kopyalamayı’ umuyordu. Ancak böylesi bir çaba, evvela İran’daki belirleyici sözün sahibi “Yüce Rehber” Ali Hamaney’in bu türden bir maceraya girmeyi reddetmesiyle darbe yedi. Diğer zorluk da cumhurbaşkanlığı, hükümet, kurumlar ve Devrim Muhafızları arasındaki yetki dağılımları ile siyasi çatışmaları sebebiyle güvenilir bir ‘alternatif’ bulma konusunda yaşandı.
Paris’e göre ikinci engel, İran’ın Washington’ın vaat ettiklerine karşı duyduğu güvensizlik. Tahran her şeyden önce ekonomisini hayatta tutmak için küresel malî devinimden faydalanmayı sürdürmek ve petrol ihracatı konusunda Amerikan tarafının kendisine vereceklerini bilmek istiyor. Bunlar, Tahran’ın Avrupalı ve diğer uluslararası gelen talepleri olumlu bir şekilde değerlendirmeyi kabul etmek için öne sürdüğü şartlar.
Avrupa ve uluslararası toplum tarafından desteklenen Fransız arabuluculuğu, İran’ı nükleer anlaşmaya yönelik ‘ihlallerinden’ ve zenginleştirilmiş uranyum stokunu artırma ile zenginleştirme oranı konusunda şimdiye kadar attığı adımlardan vazgeçirmeye çabalıyor. Her halükârda İranlı yetkililer, Trump’ın yürüttüğü politikanın ilk ve temel hedefinin önümüzdeki yıl güz seçimlerinde ikinci kez başkanlığı kazanmasına imkân verecek kozları elde etmek olduğuna ‘ikna olmuş’ durumda.
Söz konusu yetkililer, ABD Başkanı’nın ‘rejimden kurtulmayı değil, İran’ın politikalarını değiştirmeyi’ istediği konusunda pek ‘emin’ de görünmüyor. Fransız kaynakları duruma dair şunu soruyor:
“Böyle bir hedefi değiştirmek ve İran Devriminden bu yana iktidarda olan ekip ile Tahran’ın siyasetinde yapısal bir değişiklik meydana getirmek mümkün mü?”
Fransız arabuluculuğunun ‘gerilimi durdurma’ yolundaki ilk durağı oldukça zor olsa da ikinci durağı, yani müzakere masasına dönüş daha zor. Paris de gerçekleştirmek için çabaladığı görevin zor olduğunun farkında. Zira her iki tarafın da kendine özgü şartları var. Mesela İran müzakere istiyor ancak bundan önce Washington’ın ‘ekonomik savaşını’ durdurmasını ve anlaşmaya geri dönmesini talep ediyor. Böyle bir şeyi beklemek zor. Çünkü bu, ABD’nin İran siyasetinin temelini oluşturuyor.
Buna karşılık Washington da Dışişleri Bakanı’nın koştuğu 12 şarttan geri adım atmıyor. Dayattığı ve bu yolla Tahran’ı müzakereye zorlamayı umduğu ekonomik yaptırımları ‘yumuşatmak’ da aynı şekilde onun için zor olacak.
Washington’ın müttefiklerine aktardığına belirttiğine göre bu, Tahran’ın nükleer dosyanın yeniden müzakere edilmesini isteyen ABD’nin vizyonuna karşılık vermesi, nükleer silah edinme ihtimalinin sonlandırılarak füze ve balistik programını sınırlandırılması ve bölgede farklı bölgesel politikalar izlemeye sevk edilmesi için etkili bir yol.
Bir diğer ifade ile Tahran’ın Yemen ve Suriye’den çıkması, Irak’ın ve Lübnan’ın iç işlerine karışmaması ve milisler ile teröre olan desteği durdurması gerekiyor…
Fransız kaynaklara göre ABD Başkanı, seçim kampanyasında kullanabileceği ‘sonuçlar’ için çaba harcıyor. Zira sözünü verdiği dış ‘kazanımlardan’ yoksun. İran ise cevap vermek yerine gerilimi tırmandırma yolunda ilerliyor.
Bu noktada Washington’ın başta Fransa’nınki olmak üzere arabuluculukların önemini kabul ettiği de açık. Ancak sorun şu ki bu arabuluculuklar henüz başlangıç aşamasında ve kimse başarıya ulaşılacağının garantisini veremiyor. İlk engel olan gerilimi düşürmenin aşılması halen uzak görülüyor. Her gün işlerin her an raydan çıkabileceğine dair bir gösterge ortaya çıkıyor. Tarafların müzakereyi kabul etmeleri halinde, terör de dahil sayısı dörde çıkacak söz konusu üç meselenin her biri bitiş çizgisinden uzakta bulunuyor.
Muhammed Cevad Zarif’in ülkesinin balistik füzeleri ve kesin bir şekilde reddettiği söylemleri tartışmaya hazır olduğuna dair açıklamalarının İran’da sebep olduğu tartışma, bunun en iyi göstergesi olabilir. Amerikan yönetiminin durumunda olduğu gibi İran’daki iç ayrışmalar da başlı başına bir zorluk.
Bu karmaşık tablo karşısında Fransa’nın ‘misyonunun’ zorluğu kendini belli ediyor ve başarı şansı da azalıyor. Ancak iki ana taraf arasında güvenilir başka bir arabuluculuğun ve doğrudan iletişimin olmadığı bu süreçte Paris çabalarını sürdürüyor ve meydanı boş bırakmak istemiyor. Zira böyle bir durumun oluşması çatışma riskini daha da artırır.



İran ve İsrail: Büyük projelerin açmazı

İran'ın Gazze ve Lübnan'daki kolları ağır darbeler aldı (AFP)
İran'ın Gazze ve Lübnan'daki kolları ağır darbeler aldı (AFP)
TT

İran ve İsrail: Büyük projelerin açmazı

İran'ın Gazze ve Lübnan'daki kolları ağır darbeler aldı (AFP)
İran'ın Gazze ve Lübnan'daki kolları ağır darbeler aldı (AFP)

Refik Huri

İran'ın tarihi geriye dönük olarak düzeltmenin imkânsız bir iş olduğunu kabul etmesi kolay değil. Coğrafyayla oynaması ve Ürdün Kralı İkinci Abdullah'ın Arap ve Sünni ayından Şii Hilali koparmak olarak adlandırdığı projeyi gerçekleştirmek umuduyla, Hegel'in tarihin kurnazlığı olarak adlandırdığı şeye karşı koymaya devam etmesi bir yanılsamadır. Hiçbir orta güç, bölgesel projesine hizmet etmek için savaşlara, kaosa ve istikrarsızlığa İran kadar bel bağlamamıştır. Donald Trump'ın Beyaz Saray'a dönmesinden önce bile, Mollaların yönettiği İslam Cumhuriyeti kadar fırtınanın ortasında duran bir bölgesel güç daha yoktur.

İran, onlarca yıl içinde İslami direniş adı altında silahlı mezhepçi örgütler kurarak en tehlikeli siyasi, askeri, güvenlik ve ideolojik yatırımı yaptı. Ardından bu örgütleri kendisini korumaya, İsrail ve en başta ABD olmak üzere Tahran'ın bütün düşmanlarına karşı vekaleten savaşmaya teşvik etti. Direniş ekseni ve arenalar birliği stratejisi aracılığıyla İsrail ile yaşanan çatışmada kendisini askeri bir aktör olarak dayattı. ABD'ye karşı olan ve onu Batı Asya’dan çıkarmak isteyen, ama bir anlaşma şansı varsa Washington’dan yana oynayan bir oyuncu, Arap sahnesinde bölgesel bir siyasi aktör olarak empoze etti. Çin, Rusya ve Kuzey Kore ile Richard Fontaine ve Andrea Kendall Taylor'ın kargaşa ekseni adını verdiği bir tür örtülü ittifaka da ulaşmış durumda. Kargaşa ekseni, ABD öncülüğündeki uluslararası sisteme karşı duruş ve çok kutuplu sisteme çağrıdır. Çoğulcu bir sistemin yokluğunda, kargaşa ekseninin kaos yaratmak için bir sistem projesine ihtiyacı yoktur.

Ancak İran Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi'nin İslam Cumhuriyeti'nin gücünün en önemli bileşeni olarak kabul ettiği direniş ekseninin nispeten düşük maliyeti, jeopolitik ve stratejik olarak maliyetli hale geldi. Zira öncelikle Hamas, İsrail'i sarsan Aksa Tufanı operasyonunun Filistin'i özgürleştirme dalgasının başlangıcı olacağını sandı. İkincisi, Hizbullah Güney Lübnan cephesi üzerinden Hamas'a destek savaşı başlatmaya karar verdi. Üçüncüsü, İran Suriye'de yayıldı. İlk önce Gazze’nin yapıları ve halkı bir imha savaşına maruz kaldı. Ardından Hizbullah ağır darbe aldı. Son olarak da Suriye'de Esed rejimi devrildi, böylece İran Suriye köprüsünü, Filistin kalesini, Arap derinliğini ve Lübnan arenasını kaybetti.

Esasında İran'ın bölgesel projesi, Velayet-i Fakih yönetimine giden yolda bir aşama olan Filistin'i kurtarma projesinden daha büyük ve her iki proje de şu anda çıkmaza girmiş durumda. Filistin'i kurtarma projesi sadece İsrail ve kıyamet silahlarına değil, ABD ve Avrupa duvarlarına tosladı ve Rusya ile Çin tarafından da kabul edilebilir bir proje değil. Ayrıca 22 Arap ülkesini temsil eden Arap Zirvesi, 2000'li yılların başındaki Beyrut Zirvesi'nden itibaren barışın stratejik bir tercih olduğunu teyit etti. İran'ın bölgesel projesi, ABD'yi askeri, güvenlik ve hatta ekonomik olarak Ortadoğu'dan çıkarmak gibi zorlu bir meydan okuma ile çatışıyor. Aynı zamanda kendi halkı, liderleri, ittifakları ve önemli stratejik konumu bulunan büyük ve güçlü bir Arap dünyasıyla da çatışıyor.

Filistin’i gerçekten kurtarmak isteği bir yana, kurtarma gücüne sahip olmayan Tahran, İsrail ile anlaşmazlık yoluyla da olsa iki devletli çözüm yoluna taş koymaya katkıda bulunuyor.  Binyamin Netanyahu hükümeti Filistin devletinin kurulmasını reddediyor ve Batı Şeria ile Gazze'yi ilhak etmeyi amaçlıyor. Mollalar rejimi, Batı Şeria ve Gazze'de kurulacak Filistin devleti projesini engellemede İsrail’in ağırlığına ek ağırlık katıyor. Nitekim İsrail, Filistin devletinin kurulmasının Filistin'de bir İran terör üssü kurma projesi olduğunu iddia etmeye başladı. Netanyahu’ya göre sorun, İran'ın Suriye'den çekilmesinden ve İsrail'in Suriye ordusundan kalan stratejik silahları imha eden hava saldırıları düzenlemesinden ve Tahran adına savaşan örgütlerin zayıflatılmasından sonra bile devam ediyor. Hiçbir şey onun bu tutumunu değiştirmiyor. Oysa Irak’ın nükleer reaktörünü yerle bir eden saldırıyı düzenleyen 69. Filo'ya komuta eden pilotun İngiliz dergisi The Economist’e verdiği röportajda da söylediği gibi İsrail için en büyük tehdit İran değil, Filistinlilerle geçinememek ve birlikte yaşayamamaktır. Çünkü İsrail'in karşı karşıya olduğu asıl zorluk, ‘askeri gücünü stratejik kazanımlara ve barışa dönüştürmektir’, aksi takdirde kan daha uzun yıllar akmaya devam edecektir.

Büyük açmaz ikilidir; İran'ın bölgesel projesi, kendi kapasitesinden, Batı ile çatışmasından ve İsrail ile vekiller üzerinden savaşmasından daha büyüktür. Keza İsrail'in bölgesel projesi, Tel Aviv'in ekonomik, askeri ve sosyal olarak taşıyabileceğinden daha büyüktür. Batı ve Doğu'nun İsrail'in aşırılığına ve Filistin devletinin kurulması fırsatının kaçırılmasına yönelik sabrını zorlamaktadır. General Şaron'un dediği gibi, Washington'un hizmetinde olan “yüzen bir uçak gemisi” konumundan çıkıp Amerikan korumasına ihtiyaç duyan İsrail'in yükünü ABD'nin ne kadar süre ve ne ölçüde taşıyacağı da bilinmemektedir. Buradaki ders, herkesin göreceği şekilde duvara asılı olan Amerikalı stratejik analist Anthony Cordesman'ın şu sözüdür: “Savaşlar riskleri ortadan kaldırmakla ilgili değil, riskleri yönetmekle ilgilidir.”

*Bu makale Şarku’l Avsat tarafından Independent Arabia’dan çevrilmiştir.