Kuveyt işgali sırasında Arap dünyası nasıl tavır almıştı?

Mısır Devlet Başkanı’nın her bir Arap ülkesinin oylamadaki tutumunu açık bir oturumda ve canlı yayında açıklaması herkes için bir süpriz oldu.

Kuveyt işgali sırasında Arap dünyası nasıl tavır almıştı?
TT

Kuveyt işgali sırasında Arap dünyası nasıl tavır almıştı?

Kuveyt işgali sırasında Arap dünyası nasıl tavır almıştı?

Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesinin yarattığı şaşkınlık kadar Arap ülkeleri arasında bu nedenle yaşanan bölünmüşlük de büyüktü. İşgal edilen ülke Kuveyt; Arap ülkelerinin tutumlarını gözlemlerken bazı ülkeler bu işgali kınayarak Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin’e ön koşulsuz geri çekilme çağrısında bulunurken bazıları da diplomatik düzeyde bile olsa harekete geçmekten kaçındılar.
Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesinden (2 Ağustos 1990) birkaç gün sonra 8 Ağustos’ta, krize Arap Birliği çerçevesinde hemen bir çözüm bulmak amacıyla 24 saat içerisinden acil bir Arap Zirvesi düzenlenmesi çağrısında bulunan Eski Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek’in ifadesi ile: “Tablo korkunç ve çok karamsardı. Hemen bir çözüm bulunmaması halinde Arap ümmeti cansız bir beden gibi düşecek ve varlığının hiçbir anlamı kalmayacaktı.” Nitekim 10 Ağustos 1990’da Kahire’de toplanan zirve sırasında Araplar arasındaki bölünmüşlük tam anlamıyla Mübarek’in bu sözlerini yansıtmıştı.
Son yıllarda Arap ülkelerinin tutumunu takip edenler; Kuveyt’in işgalinin ve bazılarının ifadesi ile Arap ülkeleri ilişkilerindeki tehlikeli etkilerinin, Arap halklarının muzdarip olduğu bölünmüşlüğü bütün boyutları ile tutuşturan kıvılcım olduğunu görecektir. Peki Arap ülkeleri Irak’ın bu işgal girişimine karşı nasıl bir tutum benimsediler, Kuveyt’in kurtarılması krizi ya da uluslararası koalisyonun “Çöl Fırtınası” adını verdiği operasyonda nasıl hareket ettiler?
Fırtına Zirvesi
Eski Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek, Kahire’de onlarca basın mensubu ve kamera önünde zirve için yaptığı çağrıda; bir çözüme ulaşmak umuduyla Arap ülkelerinden 24 saat içerisinde acil bir zirve için bir araya gelmelerini talep etmişti. Mübarek’in deyimiyle kendisi bu çağrıyı karşılıklı suçlamalar ve hakaretlerde bulunmak için değil Arap ümmeti için daha onurlu olacak olan krizin Arap Birliği çerçevesi içinde çözüme kavuşturulmasını sağlamak için yapmıştı.
Zirvenin düzenleneceğinin açıklanması ile Arap ülkelerinin Irak’ın işgaline karşı nasıl bir tutum  benimseyeceklerini görmek için uluslararası toplumun bakışları onlara çevrildi. Nitekim dönemin ABD Dışişleri Bakanlığı Siyasi İşler Temsilcisi Robert Comet bu zirve hakkında şunu söylüyor: “Arap Zirvesi’nin nasıl sonuçlanacağını bilmediğimiz için kendisine biraz endişe ile bakıyorduk”. New York Times gazetesinin Irak’ın Kuveyt’i işgalinin yıldönümü vesilesi ile hazırlamış olduğu dosya çerçevesinde görüştüğü ve anılarını naklettiği Comet’e göre; bu Arap zirvesi çok sıkıntılıydı. Sonuç bildirgesinde herhangi bir belirsizlik olması Saddam Hüseyin’in Arap Birliği ve ılımlı ülkelerinin, ABD’nin kendisine yönelik almak istediği katı önlemleri desteklemeyeceğine dair inancını pekiştirebilirdi. Bu nedenle ABD, bunun gibi açık bir saldırının küçük ya da büyük olsun bölge ülkelerinin hiçbirinin çıkarına olmayacağı gerçeğini açıklamak için mümkün olan çok sayıda katılımcı ülkelerin heyetleri ile çalışmaya önem vermişti.
Mısır’ın bir Arap Zirvesi düzenlenmesi çağrısında bulunmasından birkaç saat sonra, 10 Ağustos 1990’da düzenlenmesi kararlaştırılan zirveye katılacak olan Arap ülkelerinin heyetleri Kahire’ye ulaşmaya başladı. İlk ulaşanlar arasında merhum Libya Devlet Başkanı Muammer Kaddafi ve dönemin Kuveyt Veliaht Prensi Şeyh Saad el-Abdullah es-Sabah vardı.
Kahire’nin bir Arap Zirvesi’ne ev sahipliği yapacağını deklare etmesinden 1 gün sonra, Arap tutumuna ve uluslararası gelişmelere bir karşılık olarak Irak; 9 Ağustos 1990’da Kuveyt’i topraklarına kattığını ve Kuveyt’in artık Irak’ın 19’uncu ili olduğunu deklare etti. Kuveyt’te mevcut bütün yabancı büyükelçilikler ile dünyanın her yerindeki Kuveyt büyükelçiliklerinin kapatıldığını, başkent Kuveyt’in adını “Kazima” şeklinde değiştirildiğini ve Kuveyt’in ana vatana döndüğünü açıkladı. Bu şekilde Irak, 4 Ekim 1963’te Kuveyt ile sınırlarını resmi bir şekilde tanımasına rağmen 1961 yılında İngiltere’den bağımsız olduğu zamandan beri Kuveyt ile ilgili dile getirdiği taleplerini gerçekleştirmiş oldu.
Kuveyt’in 1991 yılının şubat ayının sonlarında kurtarılmasından çok sonra Al-Arabiya kanalının hazırladığı belgeselde tanıklığına başvurduğu Kuveyt Veliaht Prensi Saad el-Abdullah’a göre; “Kuveyt, Arap zirvesinde çoğunluğun Irak’ın Kuveyt’i işgaline arka çıkmasından ve Saddam Hüseyin’in tutumunu desteklemesinden korkuyordu. Çünkü bu, Arap Birliği’nin işgale karşı olan tutumunun değişeceği anlamına geliyordu. Ayrıca tehlikeli sonuçlar da doğurabilirdi.” Buradan yola çıkarak; ABD ve Sovyetler Birliği’nin BM ve Güvenlik Kurulu’nda liderlik ettikleri uluslararası girişimlere paralel olarak bu “farklı zirve”nin hedef ve içerik olarak Arap tarihinde büyük bir öneme sahip olduğunu söyleyebiliriz.
O dönemi yaşayanların anılarına ve yazdıklarına göre; bu zirve, Arap Birliği çatısı altında Araplar arasında eşi benzeri görülmemiş bir bölünmeye tanık oldu.
Ünlü gazeteci Muhammed Hasaneyn Heykel “Körfez Savaşı: Güç ve Zafer Hayalleri” adlı kitabında şöyle diyor: “O döneme hakim olan kaos durumu tam anlamıyla Arapların acizliğini vurguluyordu.” Ardından şunu ekliyor: “Arap liderleri daha Kahire yolunda iken bir Arap çözümüne ulaşma  olasılığı azalmıştı. Çünkü Fas zaten Suudi Arabistan’a askeri bir güç göndermişti. Mısır da ileride Suudi Arabistan’da konuşlanacak olan güçlerinin kalacakları yerleri incelemesi için öncü bir idari birlik gönderme hazırlıklarına başlamıştı.”
Dönemin Mısır Dışişleri Bakanı Amr Musa da anılarına yer verdiği kitabında o günlerde yaşananları şöyle anlatıyor: “Arap Birliği Genel Sekreterliği o gün Kahire’ye ulaşamadığı,  bazı liderler geciktiği ve Tunus gibi bazı ülkeler zirveye yönelik çekincelerini belirtip birkaç gün ertlenmesini talep ettikleri için zirve, 9 Ağustos’ta düzenlenemedi. Tartışmaların ardından zirvenin açılış oturumunun 10 Ağustos Çarşamba günü sabah saat 9’da yapılması kararı alındı.”
Kararlanan saat ve günde zirvenin düzenlenmesi ile Arapların, Irak’ın Kuveyt’i işgaline karşı ortak bir tutuma sahip olmadıkları ve aralarında bir anlaşmazlık olduğunu gösteren tablo da netleşmeye başladı. Nitekim Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek ile Libyalı mevkidaşı Muammer Kaddafi arasında kameraların önünde cereyan eden tartışma da bunun örneklerinden biriydi. Bu tartışmanın nedeni; Mübarek’in zirvenin sonuç bildirgesinin açık bir oturumda oylanacağını deklare etmesinin ardından Kaddafi’nin konuşmak istediğini belirtip itiraz etmesi ve Mübarek’in ona: “Yaklaşık 7 saattir konuşuyoruz ama krizi kapsayacak bir çözüm ile ilgili bir konuşma bile duymadım. Herkes kendince bir şeyler anlatıyor” karşılığını vermesiydi. Bunun üzerine Kaddafi, karar tasarı ile ilgili oylamanın kapalı bir oturumda yapılmasını önerdi. Ama gerekli sayıya ulaşılamadığı için bu önerisi de kabul edilmeyip bir de çoğunluk (12 ülke) Arap Birliği’nin Kuveyt’in işgalini kınayan sonuç bildirgesini kabul etmesi Kaddafi’nin itirazları daha da yükseldi.
Musa’nın anılarına göre; son oturumda, kriz genel bir şekilde ele alınmadan ve daha sonra Irak’ın Kuveyt’i işgalini kınayan ve kendisinden kayıtsız şartsız hemen çekilmesini talep eden sonuç bildirgesi oylamaya sunulmadan önce ilk olarak Irak Heyeti Başkanı Taha Hüseyin Ramazan’a daha sonra da Kuveyt Heyeti Başkanı Şeyh Saad el-Abdullah es-Sabah’a söz hakkı verildi. Musa kitabında şunu da ekliyor: “Irak ve Kuveyt heyetleri başkanlarının konuşmalarının ardından salona tam bir kaos hakim oldu. Muhalif ve destekçi herkes kendisine söz hakkı verilmesini talep ediyordu. Bunun  üzerine oturumun başkanı olarak Mübarek müdahalede bulundu ve: “Bütün ülke heyetlerine sabah dağıttığımız karar tasarısını oylamaya açıyorum” dedi. Bu kez de konunun aceleye getirilemeyecek kadar tehlikeli, koşulların  ondan da tehlikeli olduğu ve gerektiği gibi ele alınmadığı gerekçesi ile kararın oylamasının ertelenmesini talep eden sesler yükseldi.”
Mısır Dışişleri Bakanı Musa anılarını şu şekilde noktalıyor: “Mübarek karar tasarısını kabul eden oyları -ki 20 asıl üye ülkeden 12’si bunu kabul etmişlerdi- saydıktan sonra Arap ülkeleri arasında Irak’ın Kuveyt’i işgali ile ilgili bir bölünme olduğu net bir şekilde ortaya çıktı. Bu bölünme, Arap bedeninin bugün hala muzdarip olduğumuz bir zayıflığa yakalanmasına yol açtı. Mısır Devlet Başkanı Mübarek, kararı açık bir oturumda oylamaya sunma kararı ile herkesi şaşırtmasaydı bu karar alınamayabilirdi. Çünkü Irak’ın Kuveyt’i işgalini kınamayı reddeden ülkelerin, bir araya gelerek bu kararın alınmasını engelleme ya da Arap Birliği’nden ayrılmakla tehdit etme olasılığı vardı. Oturum sona erdikten sonra Yaser Arafat’ın toplantı salonun dışında Irak’ı savunan bir söylev çektiğini gördüm. Bunun üzerine o dönemde Mısır Cumhurbaşkanlığı Hukuk Müşavirliği görevinde bulunan Müfid Şahab da Kuveyt’i savunan benzer bir ateşli söyleve başladı.”
İngiltere’nin savaştan yıllar sonra yayınladığı ve Arap ülkeleri arasındaki bölünmüşlüğü ele alan hükümet arşivleri belgelerine göre;  Araplar bu kriz nedeniyle derin bir ayrışma ve bölünme içindeydi. Özellikle de Kuveyt ve meşru hükümetinin safında yer alanlar ile tarafsız oldukları ve Irak’ın Kuveyt’ten çekilmesini sağlamak için arabulucululuk yapmak istedikleri konusunda ısrar etmelerine rağmen Saddam Hüseyin’i savunan ve onu  safında yer aldıklarını açıklayan ülkeler arasında bu bölünme daha da derindi.
Kral Hüseyin, Salih ve Arafat Saddam’ı destekledi
Bu belgeler ayrıca Körfez ülkelerinin Kuveytliler ile bu konuda dayanışma içinde olurken Ürdün Kralı Hüseyin, Yemen Cumhurbaşkanı Ali Abdullah Salih ve FKÖ Lideri Yaser Arafat’ın bir nevi Iraklıları destekleyen bir tutum benimsedikleri bilgisini veriyor. Yine bu belgeler arasında, İngiltere Dışişleri Bakanı Douglas Hurd’un 31 Ağustos-5 Eylül 1990 tarihleri arasında bölgeye düzenlediği ve birçok Arap lider ile görüşmeler gerçekleştirdiği ziyaret sırasında İngiltere’nin Amman Büyükelçisi Sir Anthony Reeve’nin hükümetine göndermiş olduğu bir telgraf da bulunuyor. Hurd’un Ürdün Kralı Hüseyin ve Veliaht Prens Hasan ile görüşmeleri hakkında bilgi veren telgrafta: “Kral Hüseyin hala gerilimi azaltmak ve bir orta yol bulmaya çalışmak istiyor. Veliaht ise Güvenlik Kurulu’nun 660 sayılı kararını tam anlamıyla uygulamak ve ufukta görünen ekonomik felaket ile yüzleşmek gerektiğinin daha çok farkında” deniliyor.  Büyükelçi buna benzer bir tutumu, Yemen Cumhurbaşkanı Ali Abdullah Salih ile Sana’da yaptığı görüşme sırasında da gözlemlediğini sözlerine ekliyor.
Kriz sırasında kim kimi destekledi?
Başta ABD ve Sovyetler Birliği olmak üzere Batılı ülkeler bu süreçte; Güvenlik Kurulu’nda Irak’ın Kuveyt’i işgalini kınayan kararlar almaya ve Bağdat’ı kayıtsız ve şartsız bir şekilde hatta gerekirse askeri güç kullanarak geri çekilmek zorunda bırakmak için uluslararası bir koalisyon kurmak için destek toplamaya çalışıyordu. İşte Arapların 10 Ağustos’ta kabul ettikleri ve Irak’ın Kuveyt’i işgalini kınayan, Bağdat’ın Kuveyt’i ilhak etme kararını ve bunun sonuçlarını geçersiz sayan, Irak’ın Körfez ülkelerine yönelik tehditlerini reddeden, Irak güçlerinin Suudi Arabistan sınırında konuşlanmasını kınayıp Riyad’ın topraklarının savunulması için Arap güçleri gönderilmesi talebini kabul eden kararı tam da bu süreçte alındı.
Arap Birliği arşivlerine göre; Irak’ın Kuveyt’i işgalini başta Körfez ülkeleri, Mısır, Suriye ve Fas olmak üzere 12 Arap ülkesi reddederken Libya, Ürdün, Cezayir, Moritanya, Sudan, Yemen ve Yaser Arafat liderliğinde FKÖ’nü kapsayan grup ise bunu desteklemiştir. Yine buna göre Mısır, Suriye ve Fas’ın Kuveyt’in kurtarılmasına katkıda bulunmaları için gönderdikleri askeri birlikler 11 Ağusutos 1990’da Suudi Arabistan’a ulaştı.
Irak’ın Kuveyt’i işgaline karşı Arap ülkelerinin tutumlarını gözlemleyen Independent Arabia’dan Ahmed Abdulhekim’e göre krizin devam ettiği 7 ay içerisinde Arap ülkeleri arasındaki bu bölünme artarak büyük bir çatlağa dönüştü. Arap ülkeleri destekleyenler ile karşı olanlar ve tarafsızlığı seçenler şeklinde birden fazla gruba bölündüler.
Başta Suudi Arabistan olmak üzere Körfez ülkeleri, Mısır ve Suriye işgale karşı ortak bir tutumda birleşmişlerdi.  Bu ülkelere göre mevcut krizin nedeni; bir Arap ülkesinin bir başka Arap ülkesini zorla işgal etmesi, topraklarına ilhak etme ve kimliğini ortadan kaldırmaya çalışmasıydı. Bu grup ayrıca bu işgalin neden olduğu bütün sorunların çözümü için öncelikle; kökeninin yani işgalin kendisinin ortadan kaldırılması gerektiğini, ardından Irak’ın geri çekilmesi ve Kuveyt’e meşruiyetin geri dönmesi ile her şeyin eski haline  döneceğini düşünüyordu.
Buna karşılık Ürdün, Libya, Yemen ve Filistin; sorunun temel olarak bunun bir Arap sorunu olduğunu, tek bir ev içerisindeki 2 Arap taraf arasında bir anlaşmazlıkdan kaynaklandığını, uluslararası seferberliği ve yabancı güçlerin yardımını gerektirmediğini düşünüyorlardı. Aynı şekilde; Arap doğal kaynaklarının dağıtımında büyük bir dengesizliğin var olduğunu ve Irak’ın Kuveyt’i işgalinin bu dengesizliğin düzeltilmesi gerektiğini ortaya çıkardığı görüşünü dillendirenler de vardı.
Ürdün, Irak’ın Kuveyt işgalini reddettiğini ve sonuçlarını kabul etmeyeceğini deklare ederken Sudan ve Yemen’in tutumu ise; meselenin kınama meselesi olmadığı, bilakis ilgili taraflar ile diğer Arap ülkeleri arasında yoğun olumlu çabalara ihtiyacı olduğu, yabancı güçlerin varlığının bütün olarak Arapların güvenliğine tehdit oluşturduğu ve sorunun Arap evi içerisinde çözülmesi gerektiğine odaklanıyordu.
Kuzey Afrika’da ise sadece Fas, Irak’ın muhtemel saldırlarını engellemek için Suudi Aarbistan’a askeri güç göndermek başta olmak üzere her türlü yardımı sunarken diğer ülkeler (Tunus, Cezayir ve Moritanya) Körfez krizinde 2 Arap taraf arasında arabuluculuk rolü oynamaya çabaladılar. Bu şekilde Kuveyt’i işgal etmekte ısrar eden Irak ile işgali kınayan Kuveyt, Suudi Arabistan, Mısır, Suriye ve diğer KİK üyesi ülkeler arasında orta bir tutum benimsemeye ve bunu korumaya çalıştılar.



BM raporu: Ortadoğu'da kaçak göçmenler arasındaki ölümler azalıyor

Uluslararası Göç Örgütü, mağdur sayısına ilişkin bilgi eksikliğini vurguladı (IOM)
Uluslararası Göç Örgütü, mağdur sayısına ilişkin bilgi eksikliğini vurguladı (IOM)
TT

BM raporu: Ortadoğu'da kaçak göçmenler arasındaki ölümler azalıyor

Uluslararası Göç Örgütü, mağdur sayısına ilişkin bilgi eksikliğini vurguladı (IOM)
Uluslararası Göç Örgütü, mağdur sayısına ilişkin bilgi eksikliğini vurguladı (IOM)

Birleşmiş Milletler Uluslararası Göç Örgütü (IOM) tarafından dün yapılan açıklamada, 2024 yılında 159'u çocuk ve 257'si kadın olmak üzere 3 bin 400 göçmenin ya kaybolduğu ya da öldüğü belirtildi.

Çatışmalar, ekonomik çöküş ve düzenli güzergahların olmaması nedeniyle pek çok göçmen ölüm tehlikesi olan yolculuklar yapmak zorunda kalıyor.

IOM tarafından dün Kahire'de açıklanan ‘Ortadoğu ve Kuzey Afrika'da Kayıp Göçmenler 2024’ raporuna göre bölge dışındaki deniz yolları en ölümcül rotalar olmaya devam ediyor. Bölgede 2 bin 500'den fazla ölüm ve kayıp vakası kayıtlara geçerken, kara yollarında da 900'den fazla vaka kaydedildi.

Bu sayı, yaklaşık 5 bin vakanın kaydedildiği 2023 yılına kıyasla yüzde 30'luk bir düşüş olduğunu gösterse de hala endişe verici derecede yüksek ve muhtemelen trajedinin gerçek boyutunu yansıtmıyor. Özellikle uzak çöllerde ve çatışma bölgelerinde ya da hayatta kalan kimsenin bulunamadığı boğulma vakalarında veri eksiklikleri nedeniyle birçok ölüm vakası rapor edilmiyor. Kesin olmayan izlemeler ve ülkeler arasındaki koordinasyon eksikliği ile insani yardıma sınırlı erişim, rakamların gerçeği tam olarak yansıtmamasına katkıda bulunuyor.

Bölge genelinde ‘güvenli olmayan göç yollarının’ yürek burkan gerçeklerine dikkat çeken raporda bölgesel iş birliğinin arttırılması, veri toplanmasının iyileştirilmesi ve göçmenlerin onurunu ve haklarını koruyan, hayat kurtarmaya ve kayıpların ailelerine destek olmaya öncelik veren kapsamlı adımlar atılması çağrısı yapıldı.

898o0
Raporun Kahire'de açıklandığı oturumdan (Şarku’l Avsat)

IOM Ortadoğu ve Kuzey Afrika Bölge Direktörü Osman el-Belbisi, raporun açıklandığı oturumda yaptığı konuşmada şunları söyledi:

“İstatistikler sabit sayılardır. Bu rapordaki her sayı, çok erken kaybedilen bir hayatı temsil ediyor. Bunlar anonim ve kaçınılmaz trajediler değil, bunlar kişisel, önlenebilir trajedilerdir. Acilen harekete geçmeli ve verileri iyileştirerek, daha güvenli rotalar sağlayarak ve ortak sorumluluğu teşvik ederek hayat kurtarmak için daha fazlasını yapmalıyız.”

Rapora göre 2024 yılında Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesinde (MENA) hayatını kaybeden göçmenlerin 739'u ve bölge içinde hayatını kaybedenlerin yüzde 80'inden fazlası Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkeleri vatandaşıydı.

Rapor, 2024 yılında küresel çapta 9 bin 103'ten fazla ölüm ve kayıp vakasını belgeledi. Verilerin tamamına ulaşılamaması, bu durumun izlenememesine yol açıyor. Göçmenler isimsiz bir şekilde hayatlarını kaybederken, aileleri çoğu zaman herhangi bir cevap bulamadan ve durum telafi edilmeden acılarını yaşıyorlar.

zdfgty
Deniz yolları en tehlikeli göç rotaları olmaya devam ediyor (IOM)

Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesinde göçün nasıl yönetildiğinin yeniden düşünülmesi çağrısında bulunan rapor, sınır ötesi veri toplama ve mağdur tespit sistemlerinin güçlendirilmesi, göçmenleri potansiyel risklere karşı etkin bir şekilde uyarmak için erken uyarı mekanizmalarının iyileştirilmesi ve böylece uygun önlemlerin alınması ve yolculukları sırasında can kayıplarının önlenmesine yardımcı olunmasının, daha etkili düzenli göç yollarının sağlanmasının, göç bağlamının insani doğasını yansıtan ve kamuoyu tartışmalarıyla bilgilendiren sorumlu ve dengeli medya anlatılarının desteklenmesinin yanı sıra, veri ve kanıt boşluklarını doldurmak ve politika oluşturulmasına katkıda bulunmak için akademik katılımın teşvik edilmesinin önemine dikkati çekti.

Raporun sunumu, IOM Bölgesel Veri Merkezi tarafından Kahire'deki Amerikan Üniversitesi (AUC) Göç ve Mülteci Çalışmaları Merkezi ve sinema ile sağlık arasındaki ilişkiye odaklanan bir kısa film festivali olan ‘Medfest Egypt’ ortaklığında düzenlenen bölgedeki düzensiz göçün riskleri, gerçekleri ve sorumlulukları konulu kısa film gösterimi ve panel tartışması ile birlikte yapıldı. Dün yapılan oturumun insani yardım kuruluşlarından, akademi camiasından ve medyadan gelen katılımcıları, koordinasyonsuz veri toplama, paylaşma ve doğrulamanın, olumsuz anlatıların ve reaktif politikaların can kayıplarının devam etmesine nasıl katkıda bulunduğunu ve bu gerçeği değiştirmek için koordineli, kanıta dayalı bir yaklaşım benimsemenin önemini müzakere etti.