İran, nükleer krizden çıkmak için Macron’dan gelen önerileri olumlu buluyor

İranlı muhalifler, dün Trocadero Meydanı’nda İran Dışişleri Bakanı Cevad Zarif’in Paris ziyaretini protesto ederken (AP)
İranlı muhalifler, dün Trocadero Meydanı’nda İran Dışişleri Bakanı Cevad Zarif’in Paris ziyaretini protesto ederken (AP)
TT

İran, nükleer krizden çıkmak için Macron’dan gelen önerileri olumlu buluyor

İranlı muhalifler, dün Trocadero Meydanı’nda İran Dışişleri Bakanı Cevad Zarif’in Paris ziyaretini protesto ederken (AP)
İranlı muhalifler, dün Trocadero Meydanı’nda İran Dışişleri Bakanı Cevad Zarif’in Paris ziyaretini protesto ederken (AP)

İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, 2015 yazında imzalanan nükleer anlaşmayı kurtarmayı ve ABD’nin anlaşmadan çekilip İran’a yönelik sert yaptırımları yeniden devreye sokmasına rağmen Tahran’ı anlaşma içerisinde tutmayı hedefleyen Fransız önerilerinin Macron ile görüşülmesini istedi. Bunun üzerine Fransa başkentine gelen İran Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif ile Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron arasında dün Elysee Sarayı’nda bir toplantı gerçekleşti. Toplantının detayları hakkında çok fazla bilgi sızdırılmamakla beraber Zarif, toplantının ardından yaptığı kısa bir basın açıklamasında görüşmeye egemen olan genel havayı ‘yapıcı ve iyi’ şeklinde niteledi.
Zarif, açıklamasında, “Fransa Cumhurbaşkanı ile gerçekleştirdiğimiz görüşmeler, yakın zamanda Ruhani ile Macron arasında yapılan telefon görüşmeleri bağlamındaydı. Fransa, İran’a, nükleer anlaşmanın nasıl kurtarılacağına ve iki tarafın atması gereken adımlara dair bir öneride bulundu. Biz de aynı şekilde nükleer anlaşmayı tamamen kurtarmak için bir teklif sunduk. Görüşmeler güzel ve verimliydi. İş kesinlikle AB’nin nükleer anlaşmadaki yükümlülükleri ve Amerika’nın ayrılmasından sonra verdiği taahhütleri yerine getirmesine bağlı” ifadelerini kullandı.
Elysee’deki görüşmenin sonrasında Fransız haber ajansı (AFP) ile yaptığı bir görüşmede ise Macron’un önerilerinin, “doğru yolda ilerlediğini” söyleyen Bakan Zarif, sona ulaşmak için daha ‘uzun bir yolun’ bulunduğu konusunda da uyarıda bulundu.
Zarif, bir kez daha Avrupa tarafına yönelik baskıları artırmak için çabaladı. Bu doğrultuda Tahran’ın aldığı kararlardan dönmesi (yani uranyumun seviyesi ve uranyum stok miktarı gibi anlaşmanın bazı maddelerinden vazgeçmesi) ile ‘Avrupalıların taahhütlerini yerine getirmek için harekete geçmesi’ arasında bağlantı kurarak ABD yaptırımlarından gördüğü zararları telafi etmesi ve bu yaptırımları atlatması için İran’a imkân tanımak üzere verilen Avrupalı sözlere işaret etti. Zarif, ‘nasıl bir yol izleneceğini görmek için’ Macron’un söz konusu önerileri Avrupalılarla ve diğer ortaklarla (Amerikan tarafı) ele alacağını belirtti.
Kritik G7 Zirvesi
Zarif’in Macron sayesinde olumlu sonuçlara varılacağı yönündeki iyimserliği görüşme öncesinde de göze çarpıyordu. Nitekim önceki gün, yani Fransa’nın başkentine henüz varmamışken bu arabuluculukla nasıl ilerleneceği konusunda Paris ile Tahran’ın ‘buluşma noktaları’ olduğu düşüncesini dile getirdi. Zarif’in G7 liderlerinin masasındaki başlıca madde olacak olan mesele hakkındaki görüşmeleri tamamlamak üzere mevkidaşı Jean-Yves Le Drian ile görüşmesi bekleniyordu. Macron’un varılan sonuçları, etkinlikleri bugün Biarritz şehrinde başlayan zirvedeki altı lidere, özellikle de birebir görüşeceği ABD Başkanı Donald Trump’a iletmesi bekleniyor. Macron, Çarşamba günü gazetecilerle yaptığı görüşmede zirvenin ‘İran meselesinin nasıl çözümleneceği’ konusunda bir anlaşmaya varması gerektiğini söyleyerek G7 topluluğu arasında esaslı anlaşmazlıkların bulunduğuna dikkat çekti. Bilindiği üzere Washington, ilk anlaşmada yer alan boşlukları gideren ve bölgesel politikasının yanı sıra balistik füze programını da ele alan yeni bir anlaşma imzalamak üzere Tahran’ı yeniden müzakere masasına oturtmak için yaptırım ve ‘olabildiğince baskı’ uygulamaya dayalı bir siyaset benimsiyor. 
ABD’nin yaklaşımına karşılık nükleer anlaşmayı imzalayan Avrupa ülkeleri Fransa, Almanya ve İngiltere ise anlaşmanın korunmasına bağlı kalıp Washington’un iki talebini kabul etmekle birlikte Tahran’a karşı muamelede diplomasiyi, güç siyasetine ve yaptırımlara tercih ediyor. Fransa’nın arabuluculuğu, Washington’u İran’a yönelik petrol yaptırımlarını hafifletmeye ikna etmek ve Tahran’ın ABD yaptırımlarını atlatmasını sağlayan INSTEX adındaki Avrupalı finans mekanizmasını işletmek üzerine kuruludur. Buna karşılık Tahran da bir yandan nükleer anlaşmanın tamamlanması diğer yandan füze programı ile bölgesel politika dosyalarının açılması için yeni müzakerelerin başlamasından önce yeniden anlaşmaya saygı göstermelidir. Macron, geçtiğimiz Çarşamba günü bu maddelere ayrıntı vermeksizin işaret etmişti.
Bu noktada Zarif’in iyimserliği bazı soru işaretlerine sebep oluyor. Zira İran Dışişleri Bakanlığı’nın dün yaptığı açıklamada Zarif’in, Macron ile buluşmasının ardından İran’ın tutumunun ‘tam olarak belirgin olduğunu’ belirttiği ve “Kapsamlı Ortak Eylem Planı yani nükleer anlaşmaya dair müzakerelerin tekrarlanamayacağını düşünüyoruz” ifadeleri aktarıldı. Şu anda Macron da Trump gibi mevcut anlaşmanın bazı maddeleri düştüğü için 2025 yılı sonrasında İran’ın nükleer programına yönelik bazı kısıtlamalar istiyor. İki lider ayrıca İran’ın füze programının ‘sınırlandırılmasını’ ve İran’ın Yemen, Suriye, Lübnan ve Körfez bölgesinde tamamen farklı bir bölgesel politika izlemeye sevk edilmesini de arzuluyor. Bununla birlikte İran, resmî ve en üst düzeyde bunu her zaman reddediyor.
Paris’in arabuluculuğunun kaderi Trump’ın ellerinde mi?
Şarku’l Avsat’a konuşan Avrupalı diplomatik kaynaklara göre, Fransa’nın arabuluculuğunun ‘kaderi’ ABD Başkanı’nın elleri arasında olup, bu iki buluşmadan önce Ruhani ve Trump ile iki telefon görüşmesi gerçekleştiren Macron’un Başkan’a sunacağı ‘teklife’ bağlıdır. Fransız girişimi ‘paralellik’ ve ‘dondurma’ ilkelerine dayanıyor. ‘Paralellik’ ile kastedilen şu ki tüm tarafların kolaylık ve taviz sunması gerekiyor. ‘Dondurma’ ile kastedilense gerilimi tırmandıracak adımları durdurmak ve tarafların aldığı bazı önlemleri askıya almaktır. Söz konusu önlemlere Amerikan tarafından alınan yaptırım kararları ile İran tarafından benimsenen anlaşmanın bazı maddelerinden vazgeçme kararı örnek gösterilebilir. Macron’a göre yüz yüze gelen iki ayrı İran ve Amerika yaklaşımı var ve bunların ikisinin de Ortadoğu bölgesi için olumsuz çağrışımlarda bulunması söz konusu. Mantıksal sonuç der ki söz konusu iki yaklaşımın yerine farklı bir yaklaşım geliştirilmeli. Bu yaklaşım, Fransız arabuluculuğunun dayandığı temeller olabilir. Paris, tarafların hiçbirinin savaş ve doğrudan karşılaşma istemediğinin, gerilimi azaltmak ve ‘herkesi müzakere masası etrafında toplamak üzere uygun koşulları bulmak’ için kullanılabilecek bir ‘fırsata’ sahip olduğunun da farkında. Dün AFP’nin Fransız bir yetkiliden aktardığı şekliyle, “Önemli olan üç Avrupa ülkesinin İran konusunda birlik halinde kalmasıdır. Fransa, İngiltere’den İran ve diğer konularda ‘alışıldık tutumunu’ korumasını beklemektedir.”
Bu çerçevede Reuters haber ajansı, İngiliz bir diplomatik kaynağın, “Başbakan Boris Johnson G7 zirvesi münasebetiyle Başkan Trump ile bir araya gelse de İngiltere’nin İran’a yönelik tutumunu değiştirmesinin muhtemel olmadığı” yönündeki sözlerini nakletti. İngiliz diplomatik kaynağın ifadesine göre Londra, İran ile 2015 yılında imzalanan nükleer anlaşmanın Tahran’ın nükleer silahlar edinmemesini sağlamanın hala en iyi yolu olduğunu düşünüyor.
Fransa başkentindeki gözlemcilere göre İran’ın tutumlarında görülen ‘yumuşama’, Tahran’ın Fransız arabuluculuğuna ‘bir can simidi’ olarak bakışı ile ilişkilendirebilir. Nitekim özellikle petrol ve finans sektörlerine yönelik ABD yaptırımlarının doğurduğu etki ile şiddetli bir şekilde boğuşmaya başladı.
Öte yandan şayet arabuluculuğu ve üç gün boyunca ev sahipliği yapacağı zirve başarılı sonuçlanırsa Macron, içerideki konumunu ve dış sahnedeki imajını güçlendirecektir. Bununla birlikte başarıyı engelleyen birçok şey mevcut. Macron’un bugün Biarritz’e taşıyacağı konuların Başkan Trump tarafından ne şekilde karşılanacağı bundan sonraki durumun ilk göstergesi olacak.



ABD’de kurum isimleri Trump’laşırken tartışmalar büyüyor

ABD Başkanı Donald Trump, Washington'daki Kennedy Merkezi'nde (AP)
ABD Başkanı Donald Trump, Washington'daki Kennedy Merkezi'nde (AP)
TT

ABD’de kurum isimleri Trump’laşırken tartışmalar büyüyor

ABD Başkanı Donald Trump, Washington'daki Kennedy Merkezi'nde (AP)
ABD Başkanı Donald Trump, Washington'daki Kennedy Merkezi'nde (AP)

ABD merkezli Axios internet sitesi, Kennedy Merkezi Yönetim Kurulu’nun Washington’un önde gelen sanat kurumlarından birinin adına eski Başkan Donald Trump’ın isminin eklenmesi yönündeki tartışmayı gündeme taşıdı. Siteye göre kurul, merkezin adının “Trump–Kennedy Merkezi” olarak değiştirilmesi seçeneğini değerlendiriyor.

Axios’un değerlendirmesinde Trump’ın, kendisini devlet yönetiminin odak noktasına taşıyarak öncüllerinden ayrıldığı ifade edildi. Site, Trump’ın ticari imparatorluğunda ve kampanya çalışmalarında kullandığı marka yaklaşımını devlet projeleri ile kamusal alanlara da aktardığına dikkat çekti.

df
Washington'daki Kennedy Merkezi binası (Reuters)

Axios, Trump’ın ikinci dönem hazırlıklarında kişisel tanıtım amacıyla kullandığı bazı yöntemleri mercek altına aldı.

Washington'daki binaların isimlerinin değiştirilmesi

Kennedy Merkezi’nin adının değiştirilmesine ek olarak, bu ayın başlarında ABD Barış Enstitüsü’nün adı da ‘Donald Trump Barış Enstitüsü’ olarak değiştirildi.

Axios, Beyaz Saray’ın her iki yeni yapının da Trump’ın görev süresi boyunca yürüttüğü çabaları onurlandırmayı amaçladığını belirttiğini aktardı. Beyaz Saray yetkilileri ve Trump’ın kendisi, önceki yönetimler döneminde zor durumda olduklarını ileri sürdükleri bu iki kurumun ayakta tutulmasında Trump’ın belirleyici bir rol oynadığını vurguladı.

Binalardaki afişler

Trump’ın adının binalara verilmesine ek olarak, yönetimi eylül ayında Washington’daki birçok federal binayı Trump’ın fotoğraflarını taşıyan afişlerle donattı. Bu durum, yetki aşımı ve propaganda yapıldığı yönünde endişelere yol açtı.

Demokrat Senatör Adam Schiff’in ofisi tarafından yayımlanan bir rapora göre, Trump yönetiminin fotoğrafını ya da politikalarını içeren afişlerin hazırlanması için vergi mükelleflerinin parasından 50 bin dolar kullandığı öne sürüldü. Raporda, Tarım, Çalışma ile Sağlık ve İnsan Hizmetleri bakanlıklarının da benzer afişler astığı belirtildi.

Milli Park giriş kartları

ABD İç Güvenlik Bakanlığı, kasım ayında 2026 yılına ait America the Beautiful ulusal park giriş kartını tanıttı. ABD’nin kuruluşunun 250. yıl dönümü dolayısıyla hazırlanan kartta, George Washington ile Donald Trump’ın fotoğraflarının yan yana yer aldığı bildirildi.

Ancak çevreyi koruma alanında faaliyet gösteren bir grup, kartta başkanın fotoğrafının kullanılmasının federal yasaya aykırı olduğu gerekçesiyle yönetime karşı dava açtı. Davada, 2004 tarihli Federal Arazilerde Rekreasyonu Teşvik Yasası uyarınca giriş kartlarında, Ulusal Parklar Vakfı tarafından düzenlenen yıllık fotoğraf yarışmasını kazanan eserin yer alması gerektiği vurgulandı. Söz konusu programın, kamu arazilerinin yönetimine milyonlarca dolar gelir sağladığı kaydedildi.

asdfr
ABD Başkanı Donald Trump (Reuters)

Biyolojik Çeşitlilik Merkezi İcra Direktörü Kieran Suckling yaptığı açıklamada, “Ulusal parklar kişisel tanıtım için bir fırsat değildir” dedi.

Axios, Trump’ın doğum gününde (aynı zamanda Bayrak Günü’ne denk geliyor) ulusal parklara ücretsiz giriş uygulanacağını açıklamasından kısa süre sonra söz konusu davanın açıldığına dikkat çekti.

Trump hesapları

Trump yönetimi, 2025-2028 yılları arasında doğan çocuklara sahip ebeveynlerin, Hazine Bakanlığı’ndan bin dolar alınarak ‘Trump hesaplarına’ yatırılması yönündeki başvurularını işlemeye başladı.

Bu plan, Trump’ın daha fazla Amerikalıyı hisse senedi piyasasına çekmeyi ve düşük gelirli Amerikalılar için servet edinme fikrini güçlendirmeyi amaçlayan daha geniş kapsamlı çabalarının bir parçası olarak değerlendiriliyor. Aynı zamanda Trump’a, bu girişimi ‘kişisel bir başarı’ olarak tanıtma imkânı da sağlıyor.

sdfrg
ABD Başkanı Donald Trump, bir başkanlık kararnamesini imzalarken. (EPA)

Yönetim, vergiden muaf tasarruf ve yatırım hesaplarının, uygun şartları taşıyan her Amerikalı çocuk için ‘emanet fonları’ oluşturmayı hedeflediğini belirtiyor.

Trump altın kartı

Trump yönetimi, bu ayın başlarında ‘Trump Altın Kartı’ için başvuruları kabul etmeye başladı. Yeni kart, ABD İç Güvenlik Bakanlığı’na 15 bin dolar ücret ödeyen ve onaylanmaları halinde ilave 1 milyon dolar katkı sağlayan başvuru sahipleri için göçmenlik işlemlerini hızlandırıyor. Kartta, Trump’ın fotoğrafının yanı sıra Özgürlük Heykeli ve kartal görselleri de yer alıyor.

Aynı dönemde yönetim, mülteciler, sığınmacılar ve düşük gelirli kişilerin ülkede ikamet imkânlarını kısıtlamaya yönelik politikalar izledi.


Demokrasilere karşı yürütülen gizli savaşın ilk uyarı işareti: Antisemitizm

Londra'daki İngiltere Parlamentosu önünde düzenlenen protesto gösterisinde antisemitizmin reddedildiği bir pankartı tutan bir kadın (AFP)
Londra'daki İngiltere Parlamentosu önünde düzenlenen protesto gösterisinde antisemitizmin reddedildiği bir pankartı tutan bir kadın (AFP)
TT

Demokrasilere karşı yürütülen gizli savaşın ilk uyarı işareti: Antisemitizm

Londra'daki İngiltere Parlamentosu önünde düzenlenen protesto gösterisinde antisemitizmin reddedildiği bir pankartı tutan bir kadın (AFP)
Londra'daki İngiltere Parlamentosu önünde düzenlenen protesto gösterisinde antisemitizmin reddedildiği bir pankartı tutan bir kadın (AFP)

Sevsan Mehanna

Sidney’deki Bondi Plajı yakınlarında bir grup Yahudi’ye karşı düzenlenen saldırı, Avustralya’nın bugüne kadar gördüğü en ciddi antisemitik olaylardan biriydi. Pakistan vatandaşı Sacid Ekrem ve oğlu Nevid Ekrem, Hanuka bayramını kutlayan Yahudileri hedef alan silahlı saldırıda 16 kişiyi öldürdü. Ölenlerin en küçüğü bir çocuk hastanesinde hayatını kaybeden 10 yaşındaki bir kız çocuğu, en büyüğü ise 87 yaşındaydı.

Avustralya yetkilileri saldırıyı ‘antisemitik bir terör eylemi’ olarak nitelendirdi, ancak saldırının arka planına ilişkin ayrıntılar vermedi. Polis, saldırıdan önce şüphelilerin neler yaptığı öğrenmeye çalışırken, Avustralya Başbakanı Anthony Albanese, saldırının ardında DEAŞ ideolojisinin yattığını ve saldırganların toplu katliamı gerçekleştirmeden önce örgüte katıldıklarını açıkladı. Başbakan Albanese, saldırının on yıldan fazla bir süredir yaygın olan ve nefret ideolojisine yol açan DEAŞ ideolojisi tarafından motive edildiğini ve bu durumda kitlesel cinayete girişme isteğine yol açtığını ekledi.

Albanese daha önceki bir açıklamasında ise, ‘DEAŞ’ın yükselişiyle birlikte on yıldan fazla bir süredir dünya radikalizm ve bu ideolojiden mustarip’ olduğunu söyledi.

İşsiz bir inşaat işçisi olan Nevid Ekrem'in (24) ‘bazı kişilerle olan bağlantıları nedeniyle’ 2019 yılında Avustralya istihbaratının dikkatini çektiğini belirten Albanese, “Onu ve ailesini, çevresindeki kişileri soruşturdular, ancak o dönemde Ekrem, şüpheli kişi olarak değerlendirilmedi” diye ekledi.

Albanese ayrıca, “Dün gördüğümüz saf kötülüktü. Avustralya’nın simgesel bir yerinde, bizim topraklarımızda gerçekleşen antisemitik ve terörist bir eylemdi" ifadelerini kullandı. Ülkesinin antisemitizmi ortadan kaldırmak için gerekli ne varsa yapacağını, bölünmeye, şiddete veya nefrete asla boyun eğmeyeceğini, bunu birlikte aşacağını ve bizi bir ulus olarak bölmelerine izin vermeyeceğini vurgulayan Avustralya Başbakanı, “Buna yanıt vermek için gerekli her türlü kaynağı seferber edeceğiz. Bu, ülkemizin tarihinde gerçekten karanlık bir gündü, ancak bir ulus olarak bunu yapan korkaklardan daha güçlüyüz” dedi. Albanese, hükümetinin, ulusal hükümet toplantısının gündemine daha sıkı silah yasaları koymayı planladığını açıkladı.

Netanyahu'nun tepkisi

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ise diğer ülkelerin liderlerini ‘antisemitizmle mücadele etmemekle’ suçladığı konuşmasında, “Avustralya'da yaşananlar korkunç, soğukkanlı bir cinayet ve ölü sayısı artıyor” dedi. Olayın ‘liderlerin antisemitizmle mücadele etmemesinin sonucu’ olduğunu öne süren Netanyahu, bunu ‘liderler sessiz kalıp harekete geçmediğinde yayılan bir kanser’ olarak nitelendirdi. Avustralya Başbakanı’na birkaç ay önce bir mektup göndererek, ülkesinin politikasının Avustralya sokaklarında Yahudilere karşı nefreti ve antisemitizmi teşvik ettiğini ve bu politikayı değiştirmeleri ve zayıflığı güçle değiştirmeleri gerektiğini söylediğini, ancak bunun gerçekleşmediğini ekledi.

Şarku’l Avsat’ın İsrail televizyonu Kanal 12’den aktardığı habere göre İsrail ordusu, kanlı saldırının ardından yurtdışında görev yapan askerleri için yeni talimatlar yayınladı. Habere göre İsrail Ordusu Operasyon Müdürlüğü, bu talimatları ‘askerlerin İsrail dışında bulundukları süre boyunca potansiyel tehlikeler konusunda farkındalıklarını artırmak amacıyla’ yayınladı. Askeri kaynaklar, bu adımın prosedürlerin sıkılaştırılması değil, mevcut talimatların güncellenmesi ve iyileştirilmesi olduğunu belirterek, askerlerin karşılaşabilecekleri olağandışı olayları derhal komutanlarına bildirmeleri gerektiğini vurguladı.

dcfgt
Sidney'deki silahlı saldırı mahalline intikal eden Avustralyalı polis memurları (AP)

İsrailli yetkililer, kanlı saldırının sorumlularını belirlemek için soruşturma yürütüyor. İsrail merkezli internet sitesi Ynet’e göre baş şüpheli İran olmakla birlikte İran baş şüpheli olmakla birlikte, yetkililer Hizbullah, Hamas ve El Kaide ile bağlantılı Pakistanlı örgüt Leşker-i Tayyibe (LT) gibi silahlı grupların da saldırıya karışmış olabileceğinden eminler. İsrailli bir güvenlik yetkilisi İran'ı saldırıyı gerçekleştirmekle suçlarken Tahran ve onun vekillerinin, dünya çapında İsrail ve Yahudi hedeflerini vurma çabalarını yoğunlaştırdığını belirtti.

Dünya genelinde kınama ve nadir görülen dayanışma

Saldırı, olayın hassasiyetini ve sembolik önemini yansıtan bir şekilde uluslararası alanda yaygın olarak kınandı. Batılı hükümetler, saldırıyı dini özgürlük ve bir arada yaşama hakkına yönelik bir saldırı olarak kınadılar. Antisemitizmin ‘demokratik toplumlarda yeri olmadığını’ vurguladılar. İsrail, Bondi’de yaşananların, Yahudilere karşı nefret dalgasının ulusötesi bir boyut kazandığının bir başka kanıtı olduğunu düşündü.

İsrail Dışişleri Bakanı Gideon Sa'ar, Sidney'de Hanuka Bayramı kutlamaları sırasında meydana gelen ölümcül silahlı saldırıdan şok olduğunu belirterek, “Bu saldırı son iki yıldır Avustralya sokaklarında yayılan antisemitizmin bir sonucu. Antisemitik ve kışkırtıcı bir ayaklanmanın küreselleşmesi çağrısı” şeklinde konuştu.

Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen, Bondi Plajı'ndaki trajik saldırı sebebiyle şoke olduğunu ve kurbanların ailelerine ve sevdiklerine içten taziyelerini ilettiğini söyledi. Avrupa Komisyonu Başkanı, Avrupa'nın, şiddet, antisemitizm ve nefrete karşı birleşmiş olarak Avustralya ve dünyanın her yerindeki Yahudilerin yanında olduğunu da sözlerine ekledi.

Afrika Birliği (AB) Komisyonu’ndan yapılan açıklamada, her türlü terörizmin reddedildiği ve masum sivilleri hedef almanın hiçbir gerekçesinin olamayacağı belirtildi. Saldırının, insan toplumlarının dayandığı barış, hoşgörü ve bir arada yaşama değerlerini zedelediğini vurgulayan Komisyon, nefret söylemleri, şiddet ve radikalizmin tırmanmasının sosyal barış ve uluslararası güvenliğe yönelik tehlikesine dikkati çekti.

Gazze’deki savaş sonrası

Geçtiğimiz ağustos ayında, Avustralya'nın birçok şehrinde Gazze ile dayanışma yürüyüşleri düzenlendi. Avustralya basınında yer alan haberlerde Filistin Eylem Grubu’nun, birçok şehirde 290 bin kişinin katıldığı, ülkedeki en büyük Filistin’e destek gösterilerinden birinin düzenlendiğini duyurduğu bildirildi. Haberlere göre Filistin Eylem Grubu, tarihindeki en büyük hareketlerden biri olan Avustralya şehirlerindeki çeşitli yürüyüşlere çok sayıda Filistin yanlısı gösterici katıldı. Organizatörlerin tahminlerine göre Sidney ve Melbourne'da 100 bin, Brisbane'de ise 50 bin kişi olmak üzere ülke genelinden 290 bin kişilik bir katılım oldu.

Basında yer alan haberler, 7 Ekim 2023’te Gazze’deki savaşın patlak vermesinden sonra ABD’de şiddet içeren saldırılar ve çevrimiçi taciz vakaları da dahil olmak üzere antisemitizm ve İslamofobi olaylarının arttığını gösterdi. Avrupa ülkelerinde gerçekleşen ve geçtiğimiz temmuz ayında yayınlanan büyük çaplı bir araştırma, Yahudilerin ‘Avrupa'da artan antisemitizm karşısında her zamankinden daha fazla endişeli olduklarına’ işaret ederken, Ortadoğu'daki çatışma AB’nin öncülüğündeki çabaları baltalıyordu.

frgty
Avustralya'da Filistinlilerle dayanışma için düzenlenen kitlesel protesto gösterilerinden bir kare (AFP)

Viyana merkezli Avrupa Birliği Temel Haklar Ajansı (FRA) tarafından yayınlanan rapora göre ankete katılanların yüzde 96'sı, anketin yapıldığı tarihten önceki 12 ay içinde çevrimiçi ortamda veya günlük yaşamlarında antisemitizmle karşılaştığını söyledi. FRA Başkanı Sirpa Rautio, ‘Hamas'ın Ekim 2023'teki saldırıları ve Gazze'deki savaşın başlamasından önce’ yapılan ankete dayanan raporun girişinde, ankete katılanların ezici çoğunluğunun ‘durumun son yıllarda kötüleştiğine’ inandığını belirtti.

Rautio, böylesi gergin bir atmosferde, Yahudilerin yüzde 76'sının Avrupa'da ‘bazen kimliklerini gizlediklerini’ söyledi. Bu durum özellikle Yahudilerin yüzde 83'ünün bunu yaptığı Fransa'da geçerli. Fox News tarafından yayınlanan bir araştırmada, yeni veriler son on yılda antisemitik saldırılarda şok edici bir artış olduğunu ortaya koydu. Sadece 2024 yılında 9 bin 500 olay rapor edildi.

Bundi Plajı olayına geri dönersek, bu olay açık bir kamusal alanda Yahudilerin dini ve sosyal bir etkinliği sırasında meydana geldi, bu da olayın sembolik ve güvenlik açısından etkisini iki katına çıkardı. Saldırı, birkaç tehlikeli unsur barındırıyordu. Bunların başında, dini gerekçelerle sivillerin doğrudan hedef alınması ve kapalı bir dini kurum yerine halka açık bir turistik yerin seçilmesi geliyordu. Bu da tehdit seviyesini artırdı. Bu durum, Avustralya makamlarını olayı derhal ‘antisemitik bir nefret saldırısı’ olarak değerlendirmeye ve kapsamlı güvenlik soruşturmaları başlatmaya itti. Olay, münferit bir eylem olarak değil, Gazze’deki savaşın patlak vermesinden bu yana Yahudilere yönelik artan bazı tehdit, vandalizm ve saldırı vakalarının doruk noktası olarak değerlendirilebilir.

Ulusal düzeyde, bu olay iki ana nedenden dolayı şok etkisi yarattı ve güvenlik yanılsamasını paramparça etti. Birincisi, devletin kamusal alanda azınlıkları koruma kabiliyetini yeniden gündeme getirdi ve Avustralya'nın Ortadoğu’daki çatışmalarla bağlantılı ideolojik şiddetten muaf olduğu yönündeki yaygın inancı paramparça etti. Yahudiler, saldırının kendilerini endişe durumundan bekalarına yönelik bir tehdit durumuna getirdiğini hissetti. Bu da, onların görüşüne göre siyaset kisvesi altında nefretin normalleşmesine izin veren kamuoyundaki söylemin gözden geçirilmesi ve güvenliğin artırılması taleplerine yol açtı.

İçeride ‘gölge savaş’ şüphesi

Gazze'de son savaşın patlak vermesinden bu yana, çatışmanın yansımaları Ortadoğu ile sınırlı kalmadı. Savaş alanından coğrafi olarak uzak bir ülke olan Avustralya'da antisemitik saldırılarda daha önce eşi ve benzeri görülmemiş bir artış ve sosyal bölünmelerle birlikte endişe verici bir eğilim ortaya çıkmaya başladı. Bu eğilim, Avustralya hükümetini İran'ın önderliğinde olası bir dış müdahale hakkında açıkça konuşmaya itecek düzeye ulaştı.

ewfr
Sidney saldırısının kurbanlarını anmak için büyük bir etkinlik düzenlendi (AFP)

Avustralya Başbakanı Albanese, geçtiğimiz ağustos ayında, 2024 yılının ekim ayında Sidney'in Bondi banliyösünde koşer sertifikalı yemekler sunan Louis's Continental Kitchen adlı kafeye düzenlenen kundaklama saldırısının arkasında Tahran'ın olduğunu söyledi. Avustralya istihbaratının aynı yılın aralık ayında Melbourne'daki Adass Israel Sinagogu’na düzenlenen kundaklama saldırısının da arkasında İran'ın olduğunu tespit ettiğini belirten Albanese, istihbarat teşkilatlarının, İran'ın Melbourne ve Sidney'deki antisemitik saldırıları organize ettiği yönünde ‘son derece rahatsız edici bir sonuca’ ulaştıklarını açıkladı. Bu durum Avustralya’nın İran'ın Canberra Büyükelçisi Ahmed Sadıki’nin ‘istenmeyen kişi’ ilan edilip sınır dışı edilmesine, Tahran'daki büyükelçisini geri çekmesine, büyükelçiliğinin faaliyetlerini askıya almasına ve İran Devrim Muhafızları Ordusu’nu (DMO) Yahudilerin kullandığı merkezleri hedef alan saldırıları düzenlediği gerekçesiyle ‘terör örgütleri’ listesine almasına neden oldu.

Gazze’deki savaş Avustralya sokaklarına taşınınca

Savaşın patlak vermesinden sonraki ilk haftalarda, Sidney ve Melbourne sokakları kitlesel protesto gösterilerine sahne oldu. Bu gösteriler, Gazze'deki savaşa duyulan öfkenin bir ifadesi olarak görünse de gerçekte İsrail'in politikalarını eleştirmek ile Yahudileri bir topluluk olarak hedef almak arasındaki çizgi bulanıklaşmaya başladı ve Avustralyalı Yahudiler işyerlerinde tacize uğradıklarını, sokakta tehdit edildiklerini ve kamuya açık yerlerde hakarete maruz kaldıklarını bildirdiler. Sosyal medyada, İsrail hükümeti ile nesillerdir Avustralya vatandaşı olarak yaşayan Yahudiler arasında ayrım yapmayan, toplu şeytanlaştırma dili yayıldı. O dönem yetkililer, durumu yakında yatışacak yoğun siyasi duyguların bir yansıması olarak değerlendirerek ciddiyetini küçümsediler. Ancak durum sözlerden vandalizme tırmandı ve yetkililer, 2024 yılında olayların niteliğinde niteliksel bir değişim yaşanacağını öngöremedi. Artık nefret söylemi veya hakaretlerle sınırlı kalmayıp, Yahudi sinagoglarına yönelik vandalizm, Nazi sloganlarının yazılması, dini ve eğitim kurumlarını hedef alan kasıtlı kundaklama girişimleri ve Yahudi okullarına ve kuruluşlarına ölüm tehditleri gönderilmesi gibi olaylar yaşanmaya başladı. Ayrıca Yahudilerin ve İsrail yanlısı aktivistlerin adresleri ve kişisel bilgileri de yayınlanmaya başladı.

Yahudi cemaatinin yıllık raporları, önceki yıllara kıyasla şiddet olaylarında belirgin bir artışla rekor rakamlar gösterdi ve yaşananları artık münferit olaylar olarak nitelemek mümkün değildi.

Sahnenin merkezinde İran

Avustralya Federal Polisi, 2024 yılı sonlarında, antisemitik şiddeti soruşturmak için özel bir güvenlik operasyonu başlattığını duyurdu ve resmi makamlarca yapılan açıklamaların tonu önemli ölçüde değişti. Artık sosyal gerilimden değil, iç güvenliğe yönelik bir tehditten bahsediliyordu. Sinagoglarda ve Yahudi okullarında sıkı güvenlik önlemleri alındı ve özellikle internette aktif olan kışkırtıcı taraflar hakkında derinlemesine soruşturmalar başlatıldı. Perde arkasında, devlet kurumları içinde, yaşananların yalnızca yerel öfkenin bir sonucu mu olduğu yoksa bu öfkeyi istismar eden ve şiddete yönlendiren taraflar mı olduğu konusunda tartışmalar başladı. Bu da İran’ın merkezinde olduğu en ciddi suçlamaya yol açtı.

Avustralya Başbakanı ile Dışişleri Bakanı’nın bu yıl yaptıkları açıklamalarda, elde edilen güvenilir istihbaratın İran'ın ülke içindeki antisemitik saldırıları yönlendirdiğini veya kışkırttığını gösterdiğini söylemeleriyle Avustralya hükümeti kırmızı çizginin ötesine geçti. Bu suçlama sadece sembolik değildi, İranlı diplomatların sınır dışı edilmesine, Tahran ile ilişkilerin düşürülmesine ve bazı olayların yabancı müdahale olarak sınıflandırılmasına yol açtı. Bu açıklamayla birlikte, antisemitizm meselesi sosyal meseleler alanından jeopolitik çatışma alanına taşındı. Bu mantığa göre Avustralya artık sadece iç nefretle değil, bölgesel bir gölge savaşın uzantısıyla da karşı karşıya.

Yanılsamanın bittiği an

Bondi Plajı'ndaki Yahudilerin bayram kutlamasına yapılan saldırı, kanlı bir doruk noktasıydı. Çünkü dini bir etkinlik sırasında sivilleri hedef almak, Avustralyalıların kendilerinden çok uzak olduğunu düşündükleri iç terör senaryolarını yeniden canlandırdı. Yetkililer bu saldırı ile İran arasında doğrudan bir bağlantı olduğunu açıklamamış olsa da saldırı suçlamalar ve korkularla dolu bir ortamda gerçekleşti. Bu da Yahudi toplumu içindeki şoku daha da artırdı. Birçokları için ‘Bondi Saldırısı’ Avustralya'nın Ortadoğu’daki çatışmaların etkilerinden korunduğu fikrinin çöktüğü andı.

Ancak Gazze’deki savaşın başlamasından bu yana tanık olunanlar, münferit olaylara indirgenemez ve komplo teorileriyle de tam olarak açıklanamaz. Gerçekler, siyasi öfkenin nefret söylemine, nefret söyleminin de vandalizm ve şiddete dönüştüğüne işaret ederken Avustralya devletine göre bu şiddetin bir kısmı dışarıdan müdahalenin izlerini taşıyor. Bu yüzden Avustralya, Yahudi vatandaşlarını hedef alınmaktan korumak ve aynı zamanda dış çatışmanın toplumu parçalayan bir iç kimlik savaşına dönüşmesini önlemek gibi ikili bir zorlukla karşı karşıya. Bu savaşın yalnızca güvenlik önlemleriyle kazanılamayacağı açık. Bu yüzden Bondi Plajı’ndaki olay sadece kanlı bir saldırı değil, ifade özgürlüğü ile azınlıkların korunması arasındaki kırılgan dengeyi ortaya koyan ve antisemitizmi sadece sosyal bir sorun olmaktan çıkaran, ulusal güvenlik sorunu haline getiren bir dönüm noktasıydı. Bu olay, Gazze'deki savaşın coğrafi olarak uzak olmasına rağmen, istikrarlı olan Batı toplumlarında doğrudan yansımaları olduğunu gösterdi.

dfrgt
Gerçekler, siyasi öfkenin nefret söylemine, nefret söyleminin de vandalizm ve şiddete dönüştüğüne işaret ediyor (AFP)

Ancak, yeniden gündeme gelen en hassas soru, ‘Sadece antisemitizmin neden arttığı değil öfkeli ve bölünmüş bir toplumda izole nefret olaylarıyla mı, yoksa özellikle İran'ın bazı saldırılara karıştığına dair resmi suçlamaların tekrarlanmasının ardından, Avustralya sahnesine sıçrayan bölgesel çatışma, gölge savaş ve dış müdahalenin bir uzantısıyla mı karşı karşıyayız?’ sorusudur.

Gazze savaşından sonra, coğrafi olarak uzak ülkelerde bile bu fenomenin neden kötüleştiğini açıklayan üç yerel kanal var. Bunlardan birincisi, kutuplaşma ve dış çatışmanın iç kimliğe dönüşmesiydi. İkincisi, Gazze ve İsrail konusundaki tutumu bir aidiyet işareti haline getiren protestolar ve karşıt söylemler, üçüncüsü, siyaset kimliğe indirgendiğinde, topluluklar, özellikle Yahudi topluluklar, misilleme tepkilerinin veya toplu şeytanlaştırmanın kolay hedefi haline gelmesiydi.

Şiddetin yanında daha az kanlı ama daha az tehlikeli olmayan başka bir çatışma üniversitelerde ve medyada patlak verdi. Bu ortamlar antisemitizmin tanımı üzerine tartışma arenalarına dönüştü. Yahudi örgütleri, üniversite yönetimlerini ifade özgürlüğü bayrağı altında kışkırtıcı sloganları hoş görmekle suçlarken, aktivistler İsrail'e yönelik her türlü eleştiriyi susturmak için bu suçlamayı siyasallaştırmamak gerektiği konusunda uyardı. Bu bölünme, toplumsal uçurumu derinleştirdi ve mücadelenin artık sadece güvenlikle değil, kültür ve ahlakla da ilgili olduğunu gösterdi.

“Gölge savaş” pratikte nasıl sürüyor?

Bir ülke başka bir ülkenin içindeki bu tür saldırıları yönlendirmekle suçlandığında, en yaygın senaryo kimlikli bir ajan değil, daha çok vekiller, yani sınırların dışındaki kışkırtıcılar ve finansörler ile ülke içindeki bireyler, organize suç ağları ve sempatizanlar veya hizmetlerden oluşan aracılardır. Amaç genellikle sadece topluma zarar vermekten ziyade onu terörize etmek, korku aşılamak, sosyal bölünmeyi körüklemek, bunu toplumu kutuplaştırıcı bir ulusal meseleye dönüştürmek ve böylece hükümeti zor durumda bırakıp vatandaşlarını koruyamadığı algısı yaymak.

Diğer bir eğilim ise dış politikayı iç politikaya çekmek. İç durum ne kadar kızışırsa, Tahran veya diğerlerine karşı herhangi bir dış politika tutumunun maliyeti de o kadar artar. Avustralya hükümetinin suçlamayı istihbarat şeklinde sunması dikkati çekiyor. Bu, kaynakları korumak için kanıtların büyük bir kısmının gizli kalabileceği anlamına gelir ve bu da basın için bir zorluk yaratır. Gizli dosyalara erişim olmadan bu hipotez nasıl kanıtlanabilir veya test edilebilir? Soruşturma, ‘olayların arkasında İran var’ demiyor, aksine biri Gazze’deki savaşın başlamasından sonra yaygın bir sosyal ve yerel gerginlik artışı, ikincisi devletin İran'ın yönlendirdiğine inandığı belirli olaylar olmak üzere iki katman olduğunu söylüyor.

Peki bu durum bölgesel boyut açısından ne anlama geliyor?

İran’ın suçlamalarının bölgesel yorumu, birçok ülkenin ‘asimetrik operasyonlar’ olarak adlandırdığı daha geniş bir modelden ayrı düşünülemez. Batı’nın diğer vakalarda defalarca dile getirdiği suçlamalara göre Tahran Batı ile doğrudan çatışmak yerine, gri alanları, yani siyasi baskı, dolaylı caydırıcılık ve yumuşak hedefler aracılığıyla mesajlar göndermeyi tercih ediyor. Özellikle Avustralya örneğinde, resmi suçlama, antisemitizm meselesini sadece çokkültürlü bir toplumdaki entegrasyon veya gerilim politikaları çerçevesinde değil, ulusal güvenlik ve dış müdahale çerçevesinde ele alınıyor.

İsrail'i eleştirmek ile antisemitizm arasındaki sınır nerede?

Batı'nın genelinde meselenin özü de bu. Birçoğu, İsrail'in politikalarını eleştirmekle Yahudilere karşı ırkçılık yapmayı bir tutmayı reddetse de sahada, genelleme, hükümetin kararlarından Yahudileri sorumlu tutma ve Orta Doğu'daki bir savaş ve Nazi sembolleri için Avustralya toplumunu cezalandırarak yerel hedefleme olmak üzere üç kapıdan geçen kaygan bir yokuş var. Bunlar siyasi söylem değil, tarihi bir soykırım.

Bu yüzden yetkililer, bir yandan ifade ve protesto etme özgürlüğünü vurgularken, diğer yandan suçları, kışkırtmayı, tehditleri ve şiddeti kınayan ikili bir yaklaşım benimsedi. Bu yaklaşım, ulusal düzeyde ortak eylemler ve toplantılar veya bu konuyla ilgili Ulusal Konsey görüşmelerini de içeriyordu.

Demokrasilere karşı ilan edilmemiş savaşın ilk aşaması

Batı ülkelerinde antisemitizm, artık sadece marjinal bir ırkçılık olgusu ya da kamusal söylemdeki ahlaki bir kusur değil, demokratik devletlere karşı içeriden yürütülen ilan edilmemiş bir savaşın ilk aşaması haline geldi. Bu savaş, askeri bir işgal yahut silahlı bir isyan olarak değil, tehlikenin patlak vermeden önce toplumların onu fark etme yeteneğinin yavaş yavaş sınanması şeklinde kendini gösteriyor. Temel sorun sözler ise sloganlar veya radikal söylemlerde değil, bunların ardındaki niyetlerde yatıyor.

Antisemitizm, genellikle şiddetin marjinalden merkeze, retorikten eyleme doğru ilerlediğinin ilk göstergesidir. Çünkü demokratik hoşgörünün sınırlarını test eder ve Batı'nın ifade özgürlüğü ve azınlık haklarına karşı duyarlılığını istismar eder. Bu aşamadaki tehlike, antisemitizmin kamuoyunu uyuşturmak için bir araç olarak kullanılmasının yanında tartışmayı dilbilimsel ve ‘eleştiri nedir? kışkırtıcılık nedir? ifade özgürlüğü nerede başlayıp nerede biter?’ gibi akademik argümanlara indirgemesidir. Tüm bunların yanında sorunun daha derin yapısı, yani ertelenmiş şiddeti besleyen bir ortamın yaratılması görmezden geliniyor. Böylece demokrasi, zayıf olduğu için değil, niyetlerin artık masum olmadığı bir tarihsel anda iyi niyet varsayımı yaptığı için, muhalifleri için koruyucu bir şemsiye haline geliyor.

Tarihte antisemitizm hiçbir zaman son değil, başlangıç olmuştur. Bu, iç düşmanın yeniden tanımlandığı ve bir grubun siyasi ve ahlaki insanlığının, daha sonra çemberin genişlemesine hazırlık olarak elinden alındığı aşamadır. Dolayısıyla buna müsamaha göstermek sadece belirli bir gruba ihanet etmek anlamına gelmiyor, aynı zamanda kamusal alanın, yani söylemin, ardından kurumların ve sonra da güvenliğin yavaş ve ölümcül bir şekilde işgaline kapı açmak anlamına da gelir. Batı'nın bugün yaptığı hata, yerleşik bir ilke olan ırkçılığı reddetmesinde değil, beyan edilmemiş terörizmle başa çıkamamasında yatıyor.

Bu terörizm, açıkça bayraklar dalgalandırmaz veya açık savaş ilan etmez, aksine görünüşte adil nedenlerle sızar, mağduriyeti sömürür ve çatışmanın maliyeti devletin bunu kontrol etme kapasitesini aşana kadar patlama anını geciktirir. Bu niyetler patlak verince, önleyici tedbirler için çok geç kalınmış olur ve ‘şok, kınama, soruşturma komisyonları ve sonra başlangıç noktasına dönüş’ şeklindeki hep aynı sahne bir kez daha tekrarlanır. Bunun yanında antisemitizmi sadece ahlaki bir başarısızlık olarak değil, stratejik bir uyarı zili olarak erken okumak, demokrasileri ilan edilmemiş, ama çoktan başlamış bir savaştan kurtarmak için son şans olabilir.

Gazze’deki savaşın başlamasından sonra Avustralya'da yaşananlar, sadece bir dizi münferit nefret olayına yahut her şeyi açıklayan bir ‘dış komplo’ teorisine indirgenemez. Avustralya devleti, gerçeğe daha yakın olanın, nefret suçları ve Yahudilere karşı artan şiddeti doğuran ikili bir model ve gergin bir iç ortam ile belirli bir operasyon katmanı olduğunu söylüyor. İstihbarat bilgilerine göre İran, bu olayların bir kısmını aracılar aracılığıyla yönlendirerek, sorunu ‘toplumsal gerilimden gölge savaşı ve dış müdahaleye’ kaydırmıştı. Her iki durumda da sonuç aynıydı; bir toplum, sürekli güvenlik mantığı altında yaşamaya zorlanırken bir devlet, demokratik alanı kısıtlamadan veya dış çatışmayı içerde kültürel bir iç savaşa dönüştürmeden vatandaşlarını koruma yeteneği açısından sınanıyordu.

 


İsrail: Hizbullah’ın deniz projesi İmad Emhez’in itiraflarıyla deşifre oldu

Lübnan’daki Telegram gruplarında dolaşıma giren kimlik kartının, İmad Amez Fadil’e ait olduğu öne sürülüyor.
Lübnan’daki Telegram gruplarında dolaşıma giren kimlik kartının, İmad Amez Fadil’e ait olduğu öne sürülüyor.
TT

İsrail: Hizbullah’ın deniz projesi İmad Emhez’in itiraflarıyla deşifre oldu

Lübnan’daki Telegram gruplarında dolaşıma giren kimlik kartının, İmad Amez Fadil’e ait olduğu öne sürülüyor.
Lübnan’daki Telegram gruplarında dolaşıma giren kimlik kartının, İmad Amez Fadil’e ait olduğu öne sürülüyor.

İsrail ordusu, Lübnan Hizbullahı’nın kıyı savunma füze birimi 7900’de kritik konumda yer alan ve yaklaşık bir yıl önce İsrail’e getirilerek sorgulanan İmad Emhez’in, soruşturma sırasında Hizbullah’ın gizli deniz dosyasına dair önemli bilgiler verdiğini açıkladı.

İsrail ordusunun Arapça medya sözcüsü Avichay Adraee’nin X platformunda yaptığı paylaşıma göre, “İsrail Deniz Komandoları Birliği 13’e bağlı askerler, yaklaşık bir yıl önce askeri istihbarat deniz biriminin yönlendirmesiyle, Lübnan’ın kuzeyindeki Batrun kasabasında, sınırın yaklaşık 140 kilometre uzağında gerçekleştiren operasyonla Emhez’i yakalayıp İsrail’e götürdü.”

Açıklamada, Emhez’in İran ve Lübnan’da askeri eğitim aldığı ve Hizbullah’ın kıyı füze biriminde yürüttüğü görev kapsamında geniş bir denizcilik tecrübesi edindiği belirtildi. Ayrıca, Lübnan’daki sivil denizcilik akademisi “Marasti”de eğitim aldığı, bunun da “Hizbullah’ın sivil kurumları terör faaliyetleri için kullanmasına” örnek teşkil ettiği ifade edildi.

Adraee, Emhez’in soruşturma sırasında Hizbullah’ın en gizli projelerinden biri olan deniz dosyasında merkezi bir görev yürüttüğünü kabul ettiğini belirtti. Emhez’in sunduğu bilgilerin, örgütün deniz faaliyetlerini sivil kisve altında örgütleyerek İsrail ve uluslararası hedeflere saldırı planlarını içerdiği aktarıldı.

İsrail ordusu sözcüsü, söz konusu gizli deniz projesinin, öldürüldükleri belirtilen Hizbullah lideri Hasan Nasrallah tarafından doğrudan yönetildiğini, askeri lider Fuat Şükr ile deniz dosyasının sorumlusu Ali Abdülhasan Nuriddin’in de süreçte yer aldığını iddia etti.

Açıklamada, Emhez’in verdiği bilgiler ve söz konusu lider kadronun etkisiz hâle getirilmesi sayesinde gizli deniz dosyasının ilerlemesinin kritik bir aşamada durdurulduğu bildirildi.

İsrail ordusu, Hizbullah’ın deniz yapılanması ile diğer deniz birimlerinin İran’ın maddi ve ideolojik desteğiyle geliştirildiğini öne sürerek, “Bu devasa kaynaklar Lübnan’ın kalkınması için kullanılmak yerine Hizbullah’ın terör faaliyetlerine aktarılıyor” ifadelerini kullandı.

İsrail ordusu, vatandaşlarına yöneldiğini belirttiği tehditleri ortadan kaldırmak için “tüm cephelerde gerekli adımların atılmaya devam edeceğini” duyurdu.