İran ve El Kaide: Dünya devriminden İran pragmatizmine

İran ve El Kaide: Dünya devriminden İran pragmatizmine
TT

İran ve El Kaide: Dünya devriminden İran pragmatizmine

İran ve El Kaide: Dünya devriminden İran pragmatizmine

Hasan Fahs
İran pragmatizmi, 1980'lerdeki İslam devrimi düşüncesi onu yenene kadar İranlıların zihinlerinde kalmaya devam etti.  İran rejimi, ‘devrimin ihracı’ fikri çerçevesinde bölgedeki tüm ülkelerde ve hatta kendisine sadık gruplar aracılığıyla Batı Asya bölgesinin de ötesine geçerek daha geniş bir çevrede etkilerini pekiştiren ve rolünü güçlendiren bir mekanizma halini aldı.
Evrensel İslam devrimi küresel bir nüfuz haline gelirken İran’ın rolünü de güçlendirdi. İran rejimi bulunduğu yerin tarihi, rolü ve coğrafyasını diğer bölgesel güçlere karşı rekabetçi bir çerçevede kullandı. Pratikte ise rejim, idari olarak kendisine ait olmasına rağmen devlet kurumlarından bağımsız ve İran Devrim Muhafızları Ordusu’yla (DMO) koordinasyonu olmadan çalışan ‘Kurtuluş Hareketleri’ ofisini kapattı. Eski İran Cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi’nin görevde olduğu sırada Dışişleri Bakanı olan Kemal Harrazi’nin yardımcısı Muhsin Eminzade’ye göre bu ofis tarafından kurulmuş olan tüm ilişkiler, Dışişleri Bakanlığı döneminde İran’ın dış politikasını çizmek için DMO’ya kapıyı açan Ali Ekber Velayeti'nin gözetimi altındaydı.
Bu karar, başta Araplara ait olmak üzere İranlı olmayan bazı İslami kuruluşlarla çalışmaların ya da işbirliğinin sona ermesine yol açarken diğerleriyle olan ilişkilerin, İran politikalarına ve çıkarlarına, sınır ve etkilerini güçlendirmedeki hizmetlerine dair bir çerçeveye koyulmasını sağladı. Özellikle Irak savaşının sona ermesi ve bu adımların uluslararası topluma açılması gerektiğinden rejim, uluslararası gelişmelere dayanarak ‘devrimi ihraç etme’ fikrini yeniden üretti. Özellikleri ise Ayetullah Haşimi Rafsancani’nin cumhurbaşkanlığı görevine gelmesiyle ortaya çıkmaya başladı.
Dolayısıyla İran rejiminin Afganistan krizi ve bu ülkenin Sovyet işgali ile ilgilenmeye başlaması bu çerçevede geliyor. O dönem özellikle Tahran ve Moskova arasındaki ilişki en karmaşık ve en kötü aşamalarından geçiyordu. Moskova'nın rejime karşı bir darbe girişimini desteklediği şeklindeki açıklaması ışığında Filistin’in Tahran Büyükelçisi Hani el-Hasan'ın 1980'lerin ilk yarısında verdiği özel bir röportajında ortaya çıktığı üzere Afganistan'daki Sovyet varlığı, Tahran tarafından ciddi ve doğrudan bir tehdit olarak görülüyordu.
Rejim, jeopolitik ve jeostratejik açıdan doğu tarafındaki bu Sovyet varlığını karıştırmak zorunda olduğuna ve bunun için Afgan savaşçı gruplara destek verilmesi gerektiğine karar verirken neredeyse dünyanın dört bir yanından ‘Mücahid’ gruplarla bir araya geldi. Tahran, Gulbeddin Hikmetyar ile gergin bir ilişki kurmayı göze alarak, Burhaneddin Rabbani ve Ahmed Şah Mesud liderliğindeki Kuzey İttifakı gruplarını desteklemeye karar verdi. Bununla birlikte o dönem Cumhurbaşkanı olan ve daha sonra İran Dini Liderliği’ni devralan Ali Hamaney ile Abdulali Mazari her ne kadar Şah’ın hapishanelerinden birinde hücre arkadaşlığı yapmış olsalar da Mazari’nin lideri olduğu Afganistan Ulusal İslami Birlik Partisi (Şii) ile dengesiz bir ilişki vardı.
İran ve Taliban hegemonyası
Taliban, 1998’de diğer gruplar pahasına Afganistan’ı kontrol etme hareketine başladığında, İran rejimi gelişmeleri izliyor ve eski Dışişleri Bakan Yardımcısı Muhsen Eminzade’nin öne sürdüğü üzere bu yeni sorunla başa çıkma ve Kuzey İttifakı aracılığıyla söz konusu hareket ve bu yeni grubun temelini oluşturan Pakistan hükümetiyle siyasi bir ortaklık kurma olasılığına dair bahis oynuyordu.  Buna bir de El Kaide lideri Usame bin Ladin’in 1996 yılında Sudan’dan Afganistan’a geçmesiyle Afganistan'a taşınmaya başlayan ‘Arap savaşçı’ grupları ile anlaşma olasılığını ekliyordu.
İran’ın böyle bir anlaşma yapabilme olasılığına oynadığı bahis, 1992 yılında Bosna Hersek savaş sırasında DMO’nun İranlı savaşçıları ile bu örgüt veya ‘Mücahid gruplar’ arasındaki ortak mücadele deneyimine dayanıyordu. Bu aşamanın, İran ile ‘İslam dünyası’ fikri temelinde Sudan'da başlayan ve Sovyetler Birliği'nin çöküşünden sonra yeni bir döneme geçen Afganistan arenasından uzak olmayan El Kaide yönetimi arasındaki ilişkinin ilk sinyalleri olduğu söylenebilir. El Kaide’den bir heyet, dünyadaki Müslümanların durumu ve ortak Batı düşmanlığı üzerine birleşme gereğini tartışmak üzere İran’ın başkenti Tahran’a ziyarette bulundu. İlk görüşme, Ebu Hacer el-Iraki tarafından Sudan’ın başkenti Hartum’da İran heyetiyle gerçekleşti. Ardından Kemil et-Tavil’in 6 Ekim 2001 tarihinde ‘El-Hayat’ gazetesinde yazdığı gibi bu ilişki örgüt liderleri ve ideolojik farklılıklar arasındaki iç tartışmalara rağmen gelişti.
Ancak Taliban’ın Mezar-ı Şerif’teki İran Konsolosluğu’ndaki 10 İranlı diplomat ve çalışanı infaz ettiği 8 Ağustos 1998'den sonra ilişki, gerilime girdi. Bu durumu yeni Cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi’nin reform projesini yok etmek için fırsat bilen DMO’daki milis gruplar, İran’ı, Afganistan’daki iktidarı ele geçiren Taliban’la açık bir savaşa sokmak için bir krizi tetiklediler.
Bu dönem aynı zamanda Afganistan arenasında etkisi ve rolü olan DMO’nun yurtdışı kolu Kudüs Gücü’nün liderliğine mevcut sorunları yönetmek, gerginliği sakinleştirmek ve krizi absorbe edebilmek için diplomatik çalışma alanı bırakmak isteyen Ahmed Vahidi'nin yerine Kasım Süleymani’nin getirilmesiyle bir değişime tanık oldu. Süleymani, İran'ın ulusal ve stratejik çıkarları için El Kaide de dahil olmak üzere bölgeyi kontrol eden güçlerin saflarında bir kırılma gerçekleştirmek amacıyla bu sahada yeni bir oluşum başlattı.
İdeoloji yerine pragmatizm
Başta Kudüs Gücü olmak üzere İranlı güvenlik ve askeri birimlerin liderlikleri, Afganistan’da olup bitenlerden ve özellikle de El Kaide’nin yürüttüğü faaliyetlerden habersiz değildi. DMO başta olmak üzere İranlı güvenlik birimleri, özellikle El Kaide’nin Afganistan'daki kamplarına katılmaya karar veren Arap unsurlar başta olmak üzere ‘gönüllülerin’ Afganistan’a gelişini kolaylaştırmak için bu örgütlerin, İran sınırındaki Meşhed şehrinde Afganistan’a ‘geçişin’ temel noktası haline gelen ‘irtibat bürosu’ açmalarına izin verdi. Gönüllüler buradan özellikle Ürdünlü Ebu Musab ez-Zerkavi tarafından kontrol edilen Herat kampına transfer ediliyorlardı. Bu durum, Zerkavi ile İranlı birimler arasında özel bir ilişki olduğu inancına yol açtı.
Tüm bunlar, Taliban'ın iktidarı ele geçirmesinden sonraki üç yıl boyunca grubun İran’ın müdahalesine neden maruz kalmadığını büyük ölçüde ortaya koyabilir. Örgütün faaliyetleri, Arap aleyhtarı rejimlere odaklanıp, Müslüman ülkelerdeki ABD varlığına karşı geldiği sürece İran’ın ‘dünyadaki ABD kibri’ ile mücadelesinde yarattığı bir misyonu ya da sloganı haline geldi.  Yani El Kaide bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde ister ABD’li ister Arap olsun ortak düşman paydasında, İran’ın bir koluna dönüştü.
11 Eylül saldırıları ve dönüşüm
İran rejimi, ABD’nin El Kaide’yi ortadan kaldırmak için Afganistan’da operasyon başlatmak üzere uluslararası bir koalisyon kurma kararı karşısında ‘olumlu tarafsızlık’ politikası benimserken El Kaide unsurlarına karşı da aynı politikayı izledi. İran destekli Kuzey İttifakı güçleri ise ABD’nin Taliban’a yönelik operasyonuna katılırken El Kaide bünyesindeki gruplarla doğrudan çatışmaya girmediler. Bununla birlikte İran, El Kaide üyelerinin kendi toprakları üzerinden ülkelerine geçebilmeleri için sınırlarını açarken Afganistan’dan rehin olarak çıkan örgüt liderlerini ‘tutmaya’ karar verdi ve dönemin Savunma Bakanı Amiral Ali Şemhani’nin de belirttiği üzere onları çeşitli sebeplerle elindeki bir takım kartlar olarak kullandı. Bu sebeplerin ilki, örgütün maruz kaldığı herhangi bir operasyonda misilleme yapıp yapmayacağından emin olmaktı. İkincisi, bu unsurları, ait oldukları ülkelere iade etme ya da istedikleri bir ülkeye gitmek üzere serbest bırakma -ki bu da onların terörist faaliyetlerine devam edebilecekleri ve bu ülkelerin güvenliğine ve istikrarına her an potansiyel bir tehdit oluşturabilecekleri anlamına geliyor - baskısı altında siyasal pozisyonlarda şantaj yapmaktı.
Üçüncüsü, ABD ile bir anlaşmazlık olması bağlamında bu örgütün çeşitli ülkelere yayılan hücrelerinin takip edilmelerini sağlayacak bilgiler için kendilerine teslim edilmesi, kovuşturulması veya sorgulanması imkânı karşılığında ayrıcalıklar kazanmaya çalışmaktı.
Dördüncüsü ise Afganistan’daki ABD askeri varlığının istikrarını olumsuz yönde etkileyebilmek için El Kaide ile iletişim kanallarını açık tutma olasılığı ve onların Tahran rejimine karşı doğrudan bir tehdit haline gelmelerini önlemekti. Bunu da örgüt üyelerinin hareketlerini ve hatta askeri, finansal ve lojistik desteğe erişimini kolaylaştırarak yaptı.
Zerkavi, ABD’nin Irak saldırmasına katkı sağladı
Ancak İran’ın en pragmatik adımı, ABD’nin Afganistan’a yönelik saldırısının başlangıcında İran’a sığınan, Zerkavi liderliğindeki Herat kampındaki El Kaide üyeleriyle ilgilenme biçimiydi. Kudüs Gücü,  İran Dışişleri Bakanlığı ile koordineli olarak Herat kampındaki 350 El Kaide üyesini aileleriyle birlikte doğudaki sınır bölgelerinden batı sınırındaki Irak’ın Kürdistan bölgelerine nakletti. Öte yandan söz konusu El Kaide üyelerinin bu bölgelerdeki gruplara katılmalarıyla dönemin ABD Başkanı George W. Bush yönetiminin, o dönem Irak lideri olan Saddam Hüseyin’i, El Kaide’ye destek vermek ve örgüt üyelerine ev sahipliği yapmakla suçlayarak Irak’a saldırmasının zemininin oluşmasında İran’ın kasıtlı veya kasıtsız katkısı oldu.
Söz konusu transferin gerçekleştiğini resmi olarak açıklamayan İran yönetimi tarafından öne sürülen bahane, bu terörist grupların tehlikesini doğu bölgelerinden uzaklaştırmak ve bu bölgelerin Afganistan’da görev yapan ABD güçlerine yönelik terörist eylemler veya askeri operasyonlar için bir savaş alanına veya bir sıçrama tahtasına dönüşmesini engellemekti. Fakat buna karşın hala bu gruplarla doğrudan savaş halinde olan Irak rejimini bu sürece dahil etmeye çalıştı.
2003 yılında Irak rejiminin yıkılmasından sonra başta El Kaide ve Zerkavi’nin grubu olmak üzere Irak'ta varlığını ilan eden aşırılık yanlısı gruplarla işbirliği yapmak ve iletişim kanallarını açılmak konusunda rahatsızlık duymayan İran’ın pragmatizmi o dönem en üst seviyeye ulaştı. İran, ‘direniş’ sloganı altında ABD yönetimi ve işgalini devirmeye yönelik askeri operasyonlar başlatan bu örgütlerin öfkesinden yararlandı.
İran bir yandan Afganistan ve Irak'a yapılan saldırıda ‘olumlu tarafsızlık’ politikası benimseyerek ABD'ye olumlu mesajlar göndermeye çalışırken, diğer yandan kendisini Afganistan ve Irak arasında konuşlandırılmış yaklaşık 300 bin ABD askerinin ‘kıskacında’ buldu. Bu yüzden El Kaide grupları ve Irak'ın yıkılmasından sonra bu örgütün bayrağı altında buluşan grupları faaliyete geçirebilmek için Usame bin Ladin’in bazı aile üyeleri ve eşlerinden biri dahil olmak üzere bazı örgüt liderleri ve ailelerini ağırlanması sebebiyle sahip olduğu kartların avantajlarından yararlandı.
Dönemin Cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi ile birlikte Tahran’ın Washington’ı bu bataklıktan çıkarmaya hazır olduğunu söylemekte tereddüt etmeyen İran Şura Meclisi Başkanı Ali Laricani’ye göre İran, El Kaide ile olan ilişkisi sayesinde Afganistan ve Irak’ın istikrara kavuşmasını engelleyecek eylemlerde bulunarak bu iki ülkede yarattığı ‘bataklığa’ ABD güçlerinin daha çok saplanmalarını sağladı.
Barındırma ve üye kazandırma
Başta ABD olmak üzere Batı’nın El Kaide liderlerinin İran topraklarında bulunduğu iddialarını doğrulamaları karşısında, İran rejimi bunu itiraf etmek ve El Kaide'nin liderleri ve üyelerinin İran hapishanelerinde bulunduğunu açıklamak zorunda kaldı. El Kaide lideri Usame Bin Ladin’i ülkesine iade etmeyeceklerini duyuran Cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi, Batılı ülkelerin şartlarına uygun olarak idam cezası uygulayan ülkelerin vatandaşı olan El Kaide üyeleri ve liderlerinin ülkelerine iade edilmeyeceğini vurgulamaya çalıştı. Elindeki El Kaidelilerle ilgili herhangi bir detay vermeyen İran ile bazı Arap ülkeleriyle yapılan tüm iade işlemleri, karşılıklı anlaşmalara dayanarak gerçekleşti. Başka bir deyişle bedava iade yoktu ve tutukluların takas anlaşmaları, siyasi konumları karşılığında gerçekleşti.
Şarku’l Avsat gazetesinin 23 Aralık 2009’da ortaya çıkardığı Usame bin Ladin’in kızının korumalarından kaçtığı haberi,  Bin Ladin ailesinin fertleriyle ilgili şüpheleri kesinleştirirken Cumhurbaşkanı Hatemi, Usame bin Ladin'in oğlu Said’in İran birimlerinin elinde olduğunu itiraf etti. Ancak bu kaçış, tıpkı Moritanyalı gazeteci Lemin Velid Salim tarafından kaleme alınan ‘Et-Tarih es-Seri Li’l-Cihad mine’l-Kaide ila’d-Devlet’il’İslamiyye’ (El Kaide’den DEAŞ’a Cihad’ın Gizli Tarihi) adlı kitabında Hafs el-Moritani olarak da bilinen El Kaide liderlerinden Mahfuz Velid el-Valid hakkında verdiği detaylarda belirttiği üzere El Kaide liderlerinin hapsedilmediğini, başkent Tahran'ın 45 kilometre batısındaki bir bölgede DMO güvenlik birimleri tarafından sıkı şekilde korunan evlerde sivillerle görüşmelerine izin verilmeden ve herhangi bir tutuklama veya soruşturmaya tabi tutulmadan ağırlandıklarını ortaya koyuyordu.
2004 yılında El-Hayat gazetesi tarafından ortaya çıkarılan dönemin DMO Genel Komutan Yardımcısı olan ve İçişleri Bakanlığı da yapan Muhammed Bekir Zulkadir ile Usame bin Ladin arasındaki ilişki bu bağlamda şaşırtıcı değildi. Zulkadir, Ladin’in kötüleşen sağlık durumu nedeniyle İran-Afganistan-Pakistan sınır üçgenindeki köylerden birinde kaldırıldığı tıp merkezine mobil bir diyaliz cihazı temin ettiği ortaya çıkmıştı.
El Kaide’nin yeterliliği ve unsurları, İran’ın bu örgüt ile Washington ve bölgesel rejimler arasındaki düşmanlıktan yararlanarak bölgedeki örgütler üzerindeki etkisini arttırmak için kullandığı bir hazineye dönüştü. Bununla birlikte İran, bu kartı Tahran’la Washington arasında, Bin Ladin’e gizlice bir operasyon düzenlenmesi sürecinde işbirliği yapma konusunda edindiği bilgiler sayesinde büyük ve stratejik bir bedel karşılığında masaya koydu. Bin Ladin’in İran'da tutulan eşlerinden birinin, yaşadığı sağlık sorunu nedeniyle tedavi için başkentteki bir hastaneye yatırıldığı duyuruldu. Buna daha sonra, DMO istihbarat biriminin, kadının tedavisi sırasında vücuduna bir izleme cihazı yerleştirdiği, bir süre sonra onu serbest bırakarak İran'dan çıkışını ve ABD istihbarat ajanslarının Bin Ladin’in Pakistan’ın Abbottabad şehrinde kaldığı yere ölümüyle sonuçlanan bir gizli operasyon düzenlemek için saklandığı yeri tespit edebilmeleri amacıyla, kocasının yanına gitmesini kolaylaştırdığı, bilgileri eklendi.
CNN o dönem, operasyon yapılan evde ABD ajanlarının bulduğu bazı belgelerde Bin Ladin’in özellikle İran’dan gelen aile fertlerinin izleme cihazı yerleştirilmesi korkusuyla doktor muayenesinden geçmesi talimatı verdiğinin ortaya çıktığını aktardı.
El Kaide ve DEAŞ, niteliksel ve ideolojik olarak İran rejimi karşıtlığı oluştursalar da Tahran'ın çıkarları doğrultusunda bölgenin istikrarını etkilemek için kullanılabilecek araçlar oldular. İran bu örgütlerin oluşumunda yer almasa da onları bölgedeki yayılma projesine hizmet edecek araçlara dönüştürdü.



Reisi'nin yokluğunun ardından İran

Reisi'nin ardından İran, iktidarın muhalefete "Allah ile savaştığı" temelinde bir darbe indirmesini sağlamak için Humeyni ideolojisini yoğunlaştırmaya yönelecek (AFP)
Reisi'nin ardından İran, iktidarın muhalefete "Allah ile savaştığı" temelinde bir darbe indirmesini sağlamak için Humeyni ideolojisini yoğunlaştırmaya yönelecek (AFP)
TT

Reisi'nin yokluğunun ardından İran

Reisi'nin ardından İran, iktidarın muhalefete "Allah ile savaştığı" temelinde bir darbe indirmesini sağlamak için Humeyni ideolojisini yoğunlaştırmaya yönelecek (AFP)
Reisi'nin ardından İran, iktidarın muhalefete "Allah ile savaştığı" temelinde bir darbe indirmesini sağlamak için Humeyni ideolojisini yoğunlaştırmaya yönelecek (AFP)

Velid Fares

İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi'nin, Dışişleri Bakanı ile birlikte helikopter kazasında hayatını kaybettiğini duyuran açıklamanın mürekkebi kurumadan, ölümünden kimin sorumlu olduğuna dair anlatılar başladı. Helikopterin zorunlu inişi gerçekten teknik nedenlerden mi kaynaklanıyordu, yoksa birisi motora sabotaj mı yapmıştı?

Haberlerin çoğu, teknik bir arızanın bir felakete dönüşen bu zorunlu inişe yol açtığı sonucuna varıyor. Ancak pek çok soru hâlâ soruluyor ve bunlar arasında şunlar da var; bu helikopter nasıl düştü, Cumhurbaşkanına eşlik eden iki helikopterden ikisi de neden zorunlu iniş alanına bakmadan yolculuklarına devam ettiler? Bazıları, kötü hava koşullarına rağmen kışın bile bu koridorun sürekli uçak ve helikopterler tarafından kullanıldığını söylüyorlar. Dolayısıyla ya bu olay benzersiz ya da olayların seyrini bu yöne iten yıkıcı bir el var.

Nihai raporların sonuçları ne olursa olsun, bu durum, İran rejimi içindeki kanatlar arasındaki güç tartışması çerçevesine giriyor. Bu kanatların ilki ölen Cumhurbaşkanı’nın devlet başkanı konumundayken başını çektiği kanattır. Kaynaklara göre Reisi, başkanlığını yaptığı devlet kurumlarının daha yetkili olması için çalışıyordu. Diğer kanat ise Dini Lider'in kanadı ve yüksek Humeyni otoritesi onun elinde. Yeni cumhurbaşkanlığı seçiminin tarihi yaklaşırken kanatlar arasındaki mücadele yoğunlaşmıştı ve Hamaney'in ölümüyle yerine geçecek yeni ismin bulunması için çalışmalar yapılıyordu. Bilgiler, Humeyni Otoritesinin başındaki ismin, yerine oğlu Mücteba Hamaney'i önerdiğini söylüyor. Ancak diğer kaynaklar, Reisi'nin Veliyyi Fakih’in halefi olmaya hazırlandığını, bunun da iki kanat arasında çatışmaya yol açtığını söylüyorlar.

Anlaşmazlık konularından biri de 2014'ten bu yana Batı'dan, özellikle de ABD'den aktarılan ve on milyarlarca dolar olduğu tahmin edilen paranın kontrolü. Bu büyük meblağlar doğal olarak hükümet, bürokrasi, güvenlik kurumları, bankalar ve sahayı kontrol eden milisler arasında büyük çatışmalara yol açıyor. Cumhurbaşkanlığı ve Genel Rehberlik makamları arasındaki çatışma, bir yandan rejimin gücünü güvence altına alan bu fonlar üzerindeki kontrolün niteliği, diğer yandan da rejimin dört Arap ülkesinde ve Filistin topraklarındaki Humeynici ve müttefik milislerle olan organik bağıyla ilgili derin farklılıkların bir sonucu olabilir.

Peki, Reisi’nin sahneden ayrılmasından sonra şimdi ne olacak?

En yakın ihtimal, kurumlardaki ve devletteki destekçilerinin zayıflatılması ve yerine Rehber’i çevreleyen dar çevrenin parçası olacak, yeni bir cumhurbaşkanının getirilmesidir. Böylece cumhurbaşkanlığı makamı yakın gelecekte Dini Lider’in halefi için hazırlanmış olacak. Bu durumda, İran'daki bu dramatik değişimlerin iç, bölgesel ve uluslararası arenadaki sonuçları nelerdir?

İran içinde, yoğun halk tepkisinden ve Tahran ile diğer şehirlerde gerçekleşen kutlamalardan, Reisi'nin ölümünün, muhalefetin bir bütün olarak rejimin varlığını reddetmesi, bir otorite boşluğu veya en azından otoritenin kanatları arasında bir çekişme olduğu temelinde otoriteye karşı yeniden protesto çağrısı yapması için yeni bir kapı açabilir. Bu elbette rejimi, uluslararası kamuoyunu sahayı kesin olarak kontrol ettiğine ikna etmek için büyük bir baskıda bulunmaya itecektir.

Bölgesel düzeyde bazı hükümetler, Tahran’daki yeni hükümet ve yönetim ile ilişkilere hazırlık olarak Hamaney'in otoritesini yeniden tanıdı. Bunların arasında devletlerin içişlerine karışmama anlaşması imzalayan ülkelerin yanı sıra, durumu izleyen ve yeni rejimin istikrarlı bir yönde gelişimini görene kadar harekete geçmeyecek Arap Körfez ülkeleri de var.

Uluslararası düzeyde, bazı Avrupa hükümetlerinin, İran liderliğine Avrupa, AB ve Tahran arasındaki mevcut anlaşmalara saygı duyulacağı konusunda güvence vermek amacıyla, Dini Lider’e sempatilerini ifade etmekte hızlı davrandıklarını gördük. Bu, İran'da en yüksek ve derin Avrupa çıkarlarına sahip olanlar için normaldir ve şu ana kadar rejimi değiştirmeye çalışan tüm İran muhalefetlerinden daha güçlüdür.

ABD'ye gelince, Dışişleri Bakanlığı, İran hükümetinin koşullarındaki değişikliğe rağmen kendisi ile diplomatik ilişkiler kurmadan, İran yönetimine sakin bir dille başsağlığı diledi. Çünkü yönetim Kongre'de her iki partiden de cumhurbaşkanı kim olursa olsun bu rejimle ilişki kurmak istemeyen bir çoğunluğun bulunduğunu çok iyi biliyor. Başkanlık seçimi kampanyası sırasında muhalefetin yönetime yönelik eleştirilerini yoğunlaştırdığı ve muhalefetin ABD yönetimini, terörist olarak gördüğü bir rejimi tanımaktan sorumlu tuttuğu biliniyor.

Dolayısıyla Biden yönetimi İran rejimini diplomatik olarak tanırken, popülist Cumhuriyetçi tabandan duyduğu korku nedeni ile kendisi ile ilişki kurmama ilkesini sürdürecek. Çünkü Cumhuriyetçiler önemli eyaletlerde çoğunluğu elde etmiş gibi görünüyor, bu da seçim sonuçlarını etkileyebilir.

Bunun gelecekteki en önemli sonuçları ne olacak?

İran rejiminin, önümüzdeki Kasım ayındaki ABD seçimleri öncesi Ortadoğu'da bir tür güç gösterisine hazırlık amacıyla kendi kurumlarını etrafında toplaması, onları koruması ve geliştirmeye çalışması mantıklı. Bu da demek oluyor ki, yaz başından kasım ortasına kadar Biden yönetiminin ya da diğerlerinin seçimler nedeniyle Ortadoğu'daki herhangi büyük hareketlenmeye karşılık veremeyeceği hassas bir dönem yaşanacak. Tahran bunu anladı ve eğer isterse aynı aşamayı bölgedeki bazı hedeflerini hayata geçirmek için de kullanmaya hazırlanıyor.

Reisi'den sonra İran, iktidarın Humeyni’nin deyimi ile "Allah ile savaşan" muhalefete bir darbe indirmesini sağlamak için Humeyni ideolojisini yoğunlaştırma yoluna gidecek. Ancak İsrail-İran çatışması çerçevesindeki yeni durum, bir yanda İsrail ve bölgesel müttefikleri, diğer yanda İran rejimi arasında tansiyonu yükseltmeyi, aynı zamanda rejim içinde yeni halk ayaklanmalarının başlamasını kolaylaştıracak bir iç bölünmenin yaşanmasını ümit eden İran muhalefetinin işine yarayabilir.

Fakat ABD'nin tutumu değişmediği sürece, mevcut aşamada bu rejimi değiştirmek zor olsa da seçim tarihi yaklaştıkça değişim fırsatları doğabilir. Her halükârda, Humeyni rejiminin temel direklerinden biri ve 1980'lerdeki binlerce idamın sorumlusu olan birinin yokluğu, İran'daki kurban aileleri için umut verici bir haber, rejime reform veya değişim yönünde baskı yapmak için motive edici bir faktördür.

*Bu makale Şarku’l Avsat tarafından Independent Arabia’dan çevrilmiştir.