Yeni İnsan: Felsefi bir gezinti

Yeni İnsan: Felsefi bir gezinti
TT

Yeni İnsan: Felsefi bir gezinti

Yeni İnsan: Felsefi bir gezinti


Ahmed el-Moslemany*

Bu filozofla tanışsaydım ilk önerim ismini değiştirmesi olurdu: Peter Sloterdijk; çağdaş Alman felsefesinin yıldızlarından biri. Bir felsefe yıldızı olmayı başardı. Sloterdijk, bir Alman televizyon programı üzerinden felsefeyi tanıttıktan sonra ünlü ZDF kanalında 2002 yılından itibaren Felsefe Meydanı adlı programı sundu. Sloterdijk, basında ‘Yeni Atina Meydanı’ olarak tanınan bu programda felsefesinden bahsettiği gibi önemli düşünce konularında sohbet etmek üzere düşünürleri ve filozofları ağırlıyor.
Sloterdijk felsefeyi ‘okuldan’ ‘televizyon’ ekranlarına taşıyor ve böylece pek çok mesele seçkinler dairesinden kamuoyu dairesine naklediliyor. Sloterdijk, neredeyse her şey hakkında yazdı. Kitaplarının çoğu meşhur oldu. Hamburg Üniversitesi’ndeki doktora tezi ‘İronik Aklın Eleştirisi’ 1983 yılında kitap olarak basıldı ve Avrupa’da en çok satılan felsefe eserleri arasındaki yerini aldı. Aynı şekilde 2001 yılında basılan ‘Havari Nietzsche’ ya da ‘Nietzsche’nin Beşinci İncili’ adlı kitabı da Almanya dışında pek çok kişi tarafından tanındı.
Sloterdijk, Nietzsche’nin peşine Tanrı’ya değil, insana inanan biri olarak düştü. Ondan sonra artık ne Tanrı’ya ne de insana inanır oldu. Sloterdijk, ‘Tanrı’dan Sonra’ başlığıyla sınırları aşan bir çalışma yayımladı. Daha sonra da insanın sonuna dair yine sınırları aşan bir konferans verdi. Her ikisinde de ne yaratıcıya ne de yaratılana inanan bir nihilistti.
Sloterdijk, 1999 yılında Bavyera’da önde gelen düşünürler karşısında verdiği konferansında ‘insan projesinin’ ve ‘insanın yeryüzünde varoluş tecrübesinin’ başarısızlığından bahsetti. Bunun ardından çağdaş insan hayatını sona erdirmek ve genetiğiyle oynanmış insana alan açmak gerektiği çağrısında bulundu. Her türlü eğitim ve kültür biçiminin başarısız oluşu, insanın mevcut oluşumu ile var olduğu bir durumda medenileşmenin imkânsızlığını teyit ediyordu ve insanın genetik oluşumunu değiştirip yeni bir insan getirmekten başka bir çözüm yoktu.
Sloterdijk şöyle diyor: İnsanın hayvani yanını kontrol etmek şeklindeki insani yöneliş başarısız oldu. İnsan türünü ıslah etmekten başka bir yol yok. Antropoloji teknolojisine, insan mizacını açıkça planlama fırsatı tanınmalı. Hiç şüphesiz insan düşüncesi iflas etti, tek çare biyolojik teknoloji. İnsanı daha iyi hale getirebilecek bir düşünür ırkı icat edilmeli. Kültürel eğitimin vahşi insan üzerinde başaramadığını genetik tedavi gerçekleştirecek. İnsanın biyolojik olarak keşfedilmesine ve o henüz ana rahmindeyken neslinin iyileştirilmesine acil bir ihtiyaç söz konusu. Daha fazla insan, annelerinin karnından bu şekilde çıkmamalı ve doğumdan önce seçici davranılmalı.
Sloterdijk, dünyanın en meşhur felsefe ekollerinden biri olan Frankfurt felsefe okuluna mensup. ‘Solun’ himayesinde olan bu ekol, ‘eleştirel teorinin’ kalesidir. Frankfurt’taki ‘Sosyolojik Araştırmalar Enstitüsü’nü kendisine merkez edindiği için bu isimle meşhur oldu. Theodor Adorno, Herbert Marcuse ve Erich Fromm, bu ekolün en ünlü felsefe yıldızları arasındadır. Son dönemlerdeki en bilinen yıldızı da ünlü filozof Habermas...
Frankfurt Okulu’nun yıldızı Jürgen Habermas, Almanya’nın ilk filozofudur. Eski Almanya Dışişleri Bakanı Joschka Fischer’e göre Habermas, “Yeni Alman Cumhuriyeti’nin filozofudur.” Bununla birlikte Sloterdijk’in zaman zaman kopardığı yaygara, ikisi de Frankfurt Okulu’na mensup olmasına rağmen Habermas’a denk bir gürültüdür.
Habermas, Sloterdijk’i eleştirdi. Başkaları da onun ölçüsüz bir Rönesans düşmanı haline geldiğini söyledi. Onun hakkında ünlü Der Spiegel dergisinde şu ifadelere yer verildi:
“Dili, faşist bir tınıya sahip. Nietzsche’nin meşhur çağrısına göre ‘süper insan’ kavramını yüceltiyor.”
Filozof Dieter Birnbacher ise Sloterdijk’in hatalarına işaret ederek şöyle dedi:
“O, bu görüşlerle Almanya’da eleştirel teorinin egemenliğine son veriyor. Almanlar arasında o, soldan kalan bir krizin temsilcisi. Frankfurt felsefe okulunun geleneklerine bir şefkat mermisi attı. Bu Adorno ve Habermas gibi düşünürlerin felsefi egemenliğinin düşmesi açısından harika bir şey.”
Sloterdijk’in solculuğu bir şüphe konusu. Nitekim çok geçmeden bir sağcı, sonra da aşırı neoliberalist biri oldu ve vergi sistemine saldırdı. Bunu gerçekten vergi ödemeye güç yetiremeyenler için değil, üretici olmayanların üreticileri sömürmesi olarak gördüğü için yaptı. Kapitalist sistemdeki gelir vergisini, sosyalist sistemdeki kamulaştırmaya eşdeğer kabul etti. Kapitalist sistem bu haliyle kapitalist değil, yarı sosyalist bir rejim oluyordu. Sloterdijk, vergilerin kaldırılması ve uygun gördükleri kadar bağış ve sadaka vermeleri için işin mal sahiplerine bırakılması çağrısı yaptı.
Filozofun düşünceleri, halk kavramının iptal edilmesine kadar vardı. Sloterdijk’e göre “halk diye bir şey yok. Bu bir hurafeden ibaret.” Sloterdijk, konuya dair düşüncelerini şu şekilde ifade ediyor:
“Hayatım boyunca erkekler ve kadınlar, gençler ve yaşlılar gördüm. Ama hiç halk görmedim. Mevcut halkçılık, bu sözde halk hurafesinin sürdürülmesinden başka bir şey değildir.”
Sloterdijk’in ‘demokrasi’ ve ‘seçim’ kavramlarını reddetmesi normaldi. Nitekim ona göre akıllı çoğunluk ilkesine güvenilemez. Hem sonra insanların çoğunluğu hiçbir seçime katılmamaktadır. Sloterdijk, daha da ileri giderek ‘piyango/rastgele’ yöntemiyle yapılan tercihin, seçimler yoluyla yapılan tercihten daha iyi olduğunu söylüyor. Oylama ile değil de kura ile gerçekleşen bu seçim türü, kadim Grek şehirlerinde de tercih ediliyordu.
Bu filozofun düşünce hayatından birkaç satır sunmayı istedim. Zira o, büyük oranda çağdaş Batı aklının yaşadığı krizin bir yönünü göstermektedir. Sloterdijk, siyasi ve entelektüel anlamda sallandıktan sonra nihayetinde bir nihilist olur. Ona göre hayat anlamsız, insan varlığının bir faydası yok. Önce Tanrı’nın, sonra da insanın varlığını inkâr etti. Dünyayı önemsemedi, ahireti kaybetti.
Entelektüel tasarısı, sömürgeciliği kaldıracağı ve sıkıntı ile yoksulluğun bitirilmesine ve mutsuz umutsuzların gözyaşlarının silinmesine katkı sağlayacağı yerde insanlığı ortadan kaldırdı. Filozofa göre çözüm, yoksulların ortadan kaldırılması, yoksulluğun değil; sefillerin ölmesi, sefaletin değil; hayatın son bulması, sıkıntının değil.
Bazılarının büyük bir akla ama zayıf bir kalbe sahip olması ne kadar da üzücü. Kalem, dağ yüksekliğindeyken ruh vadi alçaklığında. Heyhat! Kimi filozofların diplerin en tepesinden yazması epey hazin bir durum doğrusu!
*Ahmed el-Moslemany'nin Ahram Dergisi'ndeki yazısı



Siyasi tutumları daha gerçekçi yorumlamaya yönelik bir yaklaşım

Birçok kişi bazı Ortadoğu meselelerinin bir anda kamuoyunun gündemine oturmasını ve aniden sesinin kısılarak kaybolmasını eleştiriyor (AFP)
Birçok kişi bazı Ortadoğu meselelerinin bir anda kamuoyunun gündemine oturmasını ve aniden sesinin kısılarak kaybolmasını eleştiriyor (AFP)
TT

Siyasi tutumları daha gerçekçi yorumlamaya yönelik bir yaklaşım

Birçok kişi bazı Ortadoğu meselelerinin bir anda kamuoyunun gündemine oturmasını ve aniden sesinin kısılarak kaybolmasını eleştiriyor (AFP)
Birçok kişi bazı Ortadoğu meselelerinin bir anda kamuoyunun gündemine oturmasını ve aniden sesinin kısılarak kaybolmasını eleştiriyor (AFP)

Muhammed Bedreddin Zayid
Pek çok akademik toplantıda, siyasi seminerde tartışmaların, dünyanın süper gücünün veya uluslararası ya da bölgesel güçlerin belirli konulardaki ilgisinin bir diğerinin lehine azalması etrafında döndüğü göze çarpar. Hatta bazen, sözgelimi Ortadoğu ve sorunlarının ABD için ne ölçüde öncelikli olduğu gibi, bu boyutlardan bazıları hakkında tartışmalar yapılır.
Bazen de sanki ilginin gerilemesi, kendisine gösterilen ilgi ve dikkatin azaldığı taraf için bir hakareti temsil ediyormuş gibi mesele tepkisel bir hava kazanır. Dünyada Filistin davasına ve özel olarak Arap dünyasına olan ilginin yanı sıra genel olarak Washington'un Ortadoğu'ya ilgisi, bölgesel aktörlerin rolleri, bölgenin sorunlarına bağlılık, aynı şekilde Lübnan meselesinde uluslararası ve Arap ilgisinin azalması hakkında dönen pek çok tartışma hatırlıyorum.
Aslında burada sunmak istediğim yaklaşım, uzmanların ve politikacıların bu konuda genellemeler ve varsayımlara girişebilecekleri, oysa pratik uygulamada gerçeklik ve motivasyonların çok daha basit olabilecekleridir. Gerçek bir temel olmaksızın bazen sürprizlere yol açanın bu olduğudur.
Filistin davasından başlayabiliriz; birkaç ay öncesine kadar, üzgün bir dille bu konuya ilginin azalması ve halkının çektiği acılar hakkında konuşuyorduk. Sonra olaylar patlak verdi ve Filistin tekrar olayların odağına yerleşti, yeniden konuşulmaya başlandı. Kısa bir süre öncesine kadar ona olan ilginin azaldığını tasavvur edenler, şimdi kendilerini nasıl gözden geçirebilirler? Aslında her iki görüş de çok fazla abartı içeriyor. Bu davanın son yıllardaki tarihini gözden geçiren, bu konuya ilginin pek çok iniş ve çıkışa tanık olduğunu keşfedecektir.
Keza tek sebep bu olmasa da, geçmişe göre ilginin azalmasının, Arap Baharı'ndan bu yana çatışma ve kriz odaklarının çeşitlenmesinde yattığını, Filistin davasının ayağının altındaki halıyı çeken birçok şey olduğunu da fark edecektir. Bu konuya daha sonra döneceğim.
Genel bir çerçeveden başlayabiliriz; o da bazen bu konuyla ilgilenenlerin, karar vericiler, yazarlar, araştırmacılar, gözlemciler veya vatandaşlar olsun insan olduklarını unutmamız. Dikkat edilirse kamusal meseleler ile iç ve dış politika konularına etkilendikleri ölçüde ilgi gösterdiklerini, hepimizin hayatımızda farklı derecelerde bildiklerimizin onlar için de geçerli olduğunu unutmuş gibi yapıyoruz. Bu gerçeklerden biri mesela, arabasıyla bir ürün satın almak ya da bir akrabasını, arkadaşını ziyaret etmeye giden birisi kaza yaptığında ya da ani bir acı hissettiğinde, bu yeni ve daha acil krizle yüzleşmek için rotasını değiştirmekten başka seçeneği olmadığıdır.
Çağdaş Arap dünyamızda karşı karşıya olduğumuz en belirgin husus, kriz noktalarının çokluğu ve herkesin bu sıkıntılarla mücadele eden halklara karşı ilgisizlikten yakınması. Bu nedenle, Arap Baharı ile başlayan ve öyle ya da böyle devam eden bir Filistin yakınması da var. Pek çok kişi ilginin yakında yeniden gerilemesinden endişe ediyor. Öte yandan, bugün milyonlarca Suriyeli de dünyanın kendilerini unuttuğundan yakınıyor. Ne rejimi değiştirebildiler, ne de dünyanın mevcut rejimi yeniden tanıyıp kabullenmesini engelleyebildiler. Ne çözüm gerçekleşti ne de rejim karşıtları rejim ve destekçilerinin zaferlerini kutlamasını istiyorlar. Hala çeşitli tarafların işgali altında olan geniş Suriye toprakları var. Dolayısıyla Suriye'de tanınmış bir yazar ve şahsiyetin ortaya çıkıp “Putin-Biden” zirvesinin ülkesi hakkında somut bir şey üretmediğini kaydetmesi anlaşılabilir. Öte yandan Filistin davasına sempati duyan birçok Suriyelinin bakış açısına göre, bu dava ilgi çekmeye devam edecek, ancak Suriye ve halkının krizi hakkında kimse konuşmak istemiyor. Aynısını, gerçek bir siyasi durgunluk sürecinde gibi görünen Yemen için de tahmin edebiliriz. Farklı televizyon kanallarını takip edenler, kendilerini bazen çelişki derecesine varacak kadar özdeş olmayan dünyalar karşısında bularak, şaşıp kalıyorlar.
Bölgedeki bir kriz hakkında her yazdığımda bana “hani Yemen?” diye soran Yemenli bir arkadaşım var. Krizleri, acıları, milyonlarcasının yerinden edilmesine ilişkin Arap ilgisinin zamansal ve mekansal kapsamıyla ilgili ağır Yemen eleştirileri, aşırı derecede uyumsuzluğuna dönük  ithamları olduğunu biliyorum. Kendilerine yönelik uluslararası ilgiye karşı benzer izlenimleri olduğunu da. Bu ilginin durgun suları hareketlendirmek için zaman zaman boşuna önerilen ve harcanan siyasi çabalarda kayda değer bir başarı sağlayamadan insani yönlere odaklanmasına ağır eleştirileri olduğundan haberim var.  
Birçok Lübnanlı arkadaşımdan duyduğum Lübnan şikayeti de, aslında diğer krizlerin ağırlığını, sayısını, bunların tüm uluslararası ve bölgesel sistemdeki aciliyetini görmezden geliyor. Yukarıda saydığımız gibi karar vericilerden medya ve vatandaşlara kadar ilgililerin tüm bu büyük aktivizmi takip ederken dikkatlerinin dağıldığını göz adı ediyor. Güçlü kurumların varlığında bile Lübnan meselesi doğal olarak eninde sonunda tek bir karar verici veya tek bir karar verici kurumla çatışacak.
Aracını çarptığı için yapmak istediği işi bırakıp daha acil olan krizi çözmeye yönelen kişi hakkında daha önce verdiğimiz örneğe, kişinin bu sorun ile başa çıkmak için ne yapması gerektiğini bilmiyor olabileceğini de ekleyebiliriz. Şahsi görüşüm, şu anda uluslararası ve bölgesel tarafların, bu krizleri çözmek veya kendisiyle başa çıkmak için ne yapılması gerektiğine dair belirli ve başarılı bir yol bilmedikleridir.
Örneğin Lübnan krizinde bölgesel ve uluslararası taraflar ve bunların arasında da baskın bir esas taraf var, o da İran. Ama İran aynı zamanda müttefiki "Hizbullah" aracılığıyla, Lübnan Cumhurbaşkanı Mişel Avn'a bağlı ve Cibran Basil liderliğindeki Özgür Yurtsever Hareketi ile karmaşık bir ittifakla da zincirlenmiş durumda. İkinci taraf, sahnenin karmaşıklığı konusunda oldukça bilgili ve tıpkı kendisinin Hizbullah'a ihtiyacı olduğu gibi, Hizbullah'ın da kendisine ihtiyacı olduğunun farkında. İran'ın gücü ve zayıflığı karmaşık bir bölgesel denge sahnesinde iç içe geçerken, rejimi bu çıkmazdan çıkarmaya çalışan diğer taraflar felç olmuş ya da çözüm için yeterli araçlara sahip değillermiş gibi görünüyorlar.
Suriye'de Rusya ve müttefiklerinin zaferlerini deklare etmesini engelleyen Batılı güçlerin elinde ne yeterli araç var ne de kimsenin istemediği, maddi ve insani kayıplarının oldukça maliyetli olabileceği yeni bir kapsamlı çatışmayı sürdürmek için gerçek bir istek yok.
Suriye rejimine muhalif bu cephedeki ana oyuncu, yani Türkiye kapasitesinin sınırlarını biliyor ve başka bir şey üzerine bahis oynuyor; sınırlarına bitişik bölgesel genişleme ve bölgesel denge ve çatışmalarda kullanmak amacıyla aşırılıkçı milisler kartını elinde tutmak. Bu sayede bugün “Libya” dosyasında olduğu gibi başka dosyalarda, yarın da belki başka alanlarda avantaj ve kazanımlar elde etmek istiyor.
Bunun ışığında, Suriye krizinin daha fazla uzamaması için bir çözüm ve çıkış yolu bulmak isteyen tarafların, bu krizle başa çıkmak için yeterli araçlara sahip olmadıkları için ellerinden bir şey gelmiyor. Tıpkı yukarıda bahsettiğimiz arabasıyla kaza yapan, kendisini tamir etmese de sürebilen ama bu nedenle birkaç gün sonra arabasının çalışacağının bir garantisi olmayan kişi gibi. Arabasını tamir edemiyor çünkü parası yok, ama gidip alışveriş yapıp, ekmek falan alıyor ya da erteleyebileceği bir işi halletmeye çalışıyor. Söylemek istediğimiz, tüm insanlar bir noktada karşı karşıya oldukları krizle yüzleşmeye takatleri kalmadığını kabullenmeyebilirler, ama asıl sorun ve zor olan ne politikacıların ne de ülkelerin bunu alenen kabul etmemeleridir.
Son olarak, son İsrail savaşının dersleri bunu doğruladı. Bütün dünyanın çözülmemiş Filistin meselesinin devam etmesinden, krizlerin ve meydan okumaların çokluğundan yorulduğu doğru, ama aynı zamanda herkes henüz baskı yapacak ve bu krizi çözecek yeterli güce sahip olmadığının da farkında. İsrail aşırı sağı böyle bir vehme kapılmış olabilir ama eninde sonunda meselenin bundan çok daha karmaşık olduğunu keşfedecek. Liderlerinde de meselenin karmaşıklığını görememelerine neden olan bir inatçılık ve kibir var veya projelerinin etkileneceği korkusuyla bunu deklare etmeye cesaret edemiyorlar. Tıpkı Filistinlilerin haklarını savunan ama en azından şimdiye kadar ne yapacağını bilemeyen onlarca birbirine karşıt politikacı gibi. Bunu ifşa ve itiraf edemiyorlar ve çok azı bunun ötesine geçen geçici düzenlemeler veya çözümler düşünecek bilgeliğe ve hayal gücüne sahip.