Sıkça, 'şey' kelimesini kullananlar dikkat

Sıkça, 'şey' kelimesini kullananlar dikkat
TT

Sıkça, 'şey' kelimesini kullananlar dikkat

Sıkça, 'şey' kelimesini kullananlar dikkat

Nöroloji Uzmanı Doç. Dr. Hatice Balaban, unutkanlık başlangıcı ve kelime bulma güçlüğü çeken sıkça “şey” kelimesini kullananlarda Alzheimer başlangıcı olabileceğini söyledi.
Medicana Sivas Hastanesi Nöroloji Uzmanı Doç. Dr. Hatice Balaban, Alzheimer hastalığına yönelik belirtiler ve tedaviler hakkında bilgi verdi.
Alzheimer hastalığının belirtilerinden bahseden Doç. Dr. Balaban, “Randevularını, yemeği ocakta ya da anahtarı unutabilirler. Kelime bulma güçlüğü çekerler, sıkça ‘şey’ derler. Ellerini eskisi gibi kullanamazlar. Giyinip soyunmada zorluk yaşarlar. Bu belirtilerin sadece bir kaçı. “dedi.
“Erken teşhis çok önemli”
Tüm hastalılarda olduğu gibi Alzheimer hastalığında da erken teşhisin çok önemli olduğunu belirten Doç. Dr. Balaban, “ Tüm hastalıklarda olduğu gibi, Alzheimer hastalığında da erken teşhis çok önemli. Unutkanlık, günümüzde her yaştan bireyin günlük yaşamında ortaya çıkabilecek yaygın bir problemdir. Bu durumun çoğunlukla sebebi dikkat bozukluğudur ya da günlük koşuşturmalara bağlıdır ve bir hastalığa işaret etmez. Buna karşın unutkanlığın hastalığın bir parçası olan demans, kazanılmış zihinsel yetilerin sonradan bireyin günlük yaşam aktivitelerini etkileyecek derecede bozulduğu bir grup hastalığı kapsar. Demanslar birincil olarak beyin hücrelerinin yaşlanma ve ölümü ile giden ‘nörodejeneratif hastalıklar’ dediğimiz hastalıklar bünyesinde gelişir. Bunun dışında, çoklu beyin damar tıkanıklıklarından kronik infeksiyonlara kadar pek çok hastalıkta zihinsel yetilerde bozukluk olaya eşlik edebilir. Nörodejeneratif demanslar içerisinde en sık görülen Alzheimer hastalığıdır. Başlangıç yaşı 40-90 arasındadır. Sıklıkla 65 yaş üzerinde görülür. Hastalığın ilk başlangıç yakınmaları, beyinde sinir-hücre hasar ve ölümünün başladığı bölge ile ilişkilidir. “dedi.
“Günlük yaşamı olumsuz etkiler”
Alzheimer hastalarında en sık görülen ve dikkat çekenin ise kelime bulma güçlüğü olduğunu belirten Doç. Dr. Balaban, söyleyecekleri kelime yerine ‘şey’ sözcüğünü sık kullanma görüldüğünü söyledi. Doç. Dr. Balaban, “ Alzheimer hastalığının farklı tipleri bellekten çok mekanı algılama fonksiyonunda bozuklukla başlamakla birlikte; tipik klinik özelliği yakın hafızaya ait bozukluklarla başlamasıdır. Uzun süreli hafıza korunmuşken kısa süreli bellekte bozulmalar dikkati çeker. Zamanla, hastalığın ileri evrelerinde uzak bellek de bozulur. Bu bağlamda hasta, aynı soruları defalarca sorabilir. Anlattığı bir konuyu defalarca kez daha önce hiç anlatmamış gibi anlatabilir. Özel eşyalarını koyduğu yerleri kaybeder, randevularını unutur, yemeği ocakta ya da anahtarı kapıda unutabilirler. Kısa süreli bellek problemleri yanında lisan bozuklukları görülebilir. Hastalarda en sık görülen ve dikkat çeken ise kelime bulma güçlüğüdür. Söyleyecekleri kelime yerine ‘şey’ sözcüğünü sık kullanma görülür. Tutuk konuşma ve cümle uzunluğunun kısalması, evet-hayır şeklinde kısa kelimelerle yanıt verme diğer dikkat çeken durumlardır. Hastalığın ilerleyen dönemlerinde isimlendirme bozukluğu ve akıcı fakat anlamsız konuşma da olabilir. Beceri isteyen motor işlevlerin kaybı bir diğer durumdur ve ilerleyici beceriksizlik, sakarlık şeklinde anlatılır. Hastalar ellerini eskisi gibi kullanamadıkları, objeleri düşürdüklerinden yakınırlar. Üzerini giyip çıkarmada zorlanırlar ya da ters çıkarılmış bir elbiseyi düzeltemezler. Giyme işlemini başlatamaz ya da başarı ile tamamlayamazlar. Çatal, kaşık kullanmada zorlanırlar. Yazı yazma bozulabilir. Dikiş dikememe, marangozluk işlerinde beceriksizlik, mutfak ve diğer ev aletlerini kullanamama olabilir. “dedi.
“İyi bildiği yolda bile kaybolabilir”
Doç. Dr. Balaban, hastalarda az bildikleri yerlerde, hatta iyi bildikleri yerler dahi dış mekanda yolunu kaybetme olayının görülebileciğini söyledi. Balaban, “ Hastalarda az bildikleri yerlerde, hatta iyi bildikleri yerler dahi dış mekânda yolunu kaybetme görülebilir. Bazı hastalarda ise daha ilginç olarak aradığı eşya gözünün önünde olduğu halde diğer nesnelerden ayırıp bulamama, okurken satırların birbirine karışması, yazı karakterlerinin bozulması görülebilir. Görme, işitme ve dokunma algılamasının bozulması da olabilir. Buna bağlı olarak yüzleri, sesleri ve objeleri tanıyamama, vücut tarafını belirleyememe ya da ayırt edememe ortaya çıkabilir. Hücre yaşlanması beynin ön bölgelerine ulaşan hastalarda yargılama, soyutlama sosyal ortam ve konumlara uygun davranma ve dürtü kontrolü bozukluğuna bağlı yakınmalar ya da tam tersine içe kapanma, inisiyatif kaybı görülebilir. Bu olgularda dikkatin kolay dağılması, yeme bozuklukları da tabloya eşlik edebilir. Tüm bu zihinsel fonksiyonlardaki kazanılmış yeti kayıpları nihai olarak günlük yaşam aktivitelerinin pek çok alanında zorlanmalara sebep olur. “dedi.
“İlaçlar hastalığın ilerleyişini yavaşlatır”
Alzheimer hastalığını durdurucu ilaçların veya hastalığı durdurucu tedavinin günümüzde gelişmediğini belirten Balaban, “Günümüzde Alzheimer hastalığı tedavisinde kullanılan ilaçlar hastalığın ilerleme hızını yavaşlatmaya yöneliktir. Henüz hastalığı durdurucu ya da tamamen tedavi edici bir ilaç geliştirilememiştir. Bununla birlikte unutkanlık şikâyeti olan bireylerde tanının erken konması ve tedavinin mümkün olduğunca erken başlanması oldukça önemlidir. “dedi.



Hamilelikte stres yaşayan annelerin bebekleri daha erken diş çıkarıyor

Stres hormonu kortizol, diş ve kemik gelişimindeki süreçleri etkiliyor (Pixabay)
Stres hormonu kortizol, diş ve kemik gelişimindeki süreçleri etkiliyor (Pixabay)
TT

Hamilelikte stres yaşayan annelerin bebekleri daha erken diş çıkarıyor

Stres hormonu kortizol, diş ve kemik gelişimindeki süreçleri etkiliyor (Pixabay)
Stres hormonu kortizol, diş ve kemik gelişimindeki süreçleri etkiliyor (Pixabay)

Hamilelik dönemini daha stresli geçiren annelerin bebeklerinin, diğer bebeklerden daha erken diş çıkardığı tespit edildi.

Bebekler normalde 6 aylıkken diş çıkarmaya başlar ve üç yaşına geldiklerinde 20 süt dişinin tamamı oluşur. 

Bu süreçte genetik ve beslenme gibi faktörler etki etkili olsa da bilim insanları stresin de önemli bir rol oynayabileceğini belirtiyor.

Rochester Üniversitesi'nden Dr. Ying Meng liderliğindeki bir ekip, ABD'deki dezavantajlı bölgelerden gelen 142 anne adayını takip ettikleri bir çalışma yürüttü.

Araştırmacılar, gebeliğin ikinci ve üçüncü trimesterinde kadınlardan tükürük örnekleri toplayarak kortizol, progesteron ve testosteron gibi hormonların seviyelerini ölçtü.

Doğumdan sonra bebekler 24 ay boyunca belirli aralıklarla diş kontrolüne götürüldü.

Bulguları hakemli dergi Frontiers in Oral Health'te dün (18 Kasım) yayımlanan çalışmaya göre, 6 aylıkken bebeklerin yaklaşık yüzde 15'inin en az bir dişi vardı. 24 aylık sürenin sonundaysa çocukların yüzde 25'i 20 süt dişini tamamlamıştı.

Araştırmacılar 6. ayda, stres hormonu kortizol seviyesi en yüksek olan annelerin bebeklerinin, en düşük olanların çocuklarına kıyasla ortalama 4 dişi daha fazla çıkardığını saptadı.

Bilim insanları kortizolün, doğum öncesi büyümeyi ve mineral metabolizmasını etkileyebileceğini düşünüyor. Stres hormonu, kemik ve diş mineralizasyonunda kritik rol oynayan kalsiyum ve D vitamini seviyelerini değiştirebiliyor.

Çalışmada erken diş gelişimiyle, progesteron ve testosteron gibi hormonlar arasında da bağlantılar bulundu ancak bu ilişki kortizol kadar kuvvetli değildi.

Meng "Annenin hamileliğinin sonlarında stresle ilişkili hormonların, özellikle de kortizolün daha yüksek olmasının, bebeğin süt dişlerinin daha erken çıkmasıyla ilişkili olduğunu gösterdik" diye açıklıyor.

Bulgular ayrıca gebelikteki stresin, bebeğin biyolojik yaşlanma sürecini hızlandırdığı anlamına da gelebilir. 

Ancak erken diş gelişiminin, büyümenin hızlandığının bir işareti olup olmadığını anlamak için daha fazla çalışmaya ihtiyaç var.

Meng, "Hâlâ cevap bekleyen temel sorular var" diyerek ekliyor:

Örneğin, anneden gelen hangi hormonlar veya gelişim yolakları diş çıkma zamanındaki değişikliği tetikliyor, dişlerin erken çıkmasıyla biyolojik yaşlanma ve gelişim arasındaki ilişki tam olarak ne ve bu hızlanma çocuğun genel sağlığı hakkında ne söylüyor?

Independent Türkçe, Newsweek, New York Post, Frontiers in Oral Health


Bitki bazlı beslenmenin yeni faydaları keşfedildi

Fotoğraf: Unsplash
Fotoğraf: Unsplash
TT

Bitki bazlı beslenmenin yeni faydaları keşfedildi

Fotoğraf: Unsplash
Fotoğraf: Unsplash

Yeni bir araştırmaya göre, meyve, sebze, kuruyemiş ve baklagiller açısından zengin bir bitki bazlı diyete geçiş, hipertansiyon hastalarında kalp hastalıklarını önlemeye ve hatta tersine geriletmeye yardımcı olabilir.

Yüksek tansiyon, koroner mikrovasküler disfonksiyon (CMD) olarak bilinen bir kalp hastalığı türü için önemli bir risk faktörü. Kalp dokusuna kan akışını düzenleyen küçük kan damarları hasar gördüğünde ortaya çıkıyor. Hasarlı kan damarı hücreleri kasılarak kan akışını engelliyor ve göğüs ağrısına neden oluyor.

CMD, sık göğüs ağrısına, hastaneye yatışa, kalp yetmezliğine ve hatta ölüme neden olabiliyor. Kadınları erkeklerden daha şiddetli etkiliyor.

ABD'deki Georgia Eyalet Üniversitesi'nden araştırmacılar, mevcut tedavi seçeneklerinin yalnızca kısmen etkili olduğunu ve hastaların hastaneye yatıştan sonra bile kötü sonuçlar almaya devam ettiğini söylüyor.

Journal of the American Heart Association adlı akademik dergide yayımlanan son çalışmanın yazarlarından Rami S. Najjar, araştırmacıların hastalığın tedavisinde beslenmenin rolünü incelediğini ve "bitki bazlı beslenmenin hipertansif sıçanlarda hem CMD gelişimini önlediğini hem de mevcut CMD'yi tersine çevirdiğini, bunun da klinik uygulamalarla örtüştüğünü" bulduğunu söyledi.

İlginç bir şekilde, bitki bazlı beslenmenin CMD'deki faydalı etkileri, hipertansiyonun devam etmesine rağmen ortaya çıktı ve bu da beslenmenin kalbin küçük kan damarları üzerinde hedefli bir etkiye sahip olduğunu gösteriyor.

Araştırmacılar bu faydanın, hipertansiyonun zararlı etkilerini ortadan kaldırarak kan damarı hücrelerinin işlevini iyileştirmesinden kaynaklandığını düşünüyor.

Bitki bazlı beslenme, sıçanlarda kan damarlarının işlevini düzelterek tekrar normal şekilde genişlemelerini sağlıyor gibi görünüyor.

Araştırmacılar, insanlar için bu diyetin her gün bir fincan siyah fasulye, bir büyük kırmızı dolmalık biber, bir buçuk fincan Brüksel lahanası, iki limon, bir orta boy tatlı patates, bir buçuk fincan ceviz ve bir fincan yaban mersini anlamına geldiğini söylüyor.

Diyetin CMD tedavisine katkı sunabileceğini gösteren ilk çalışmalardan biri olan bu araştırma, insan klinik deneylerinin önünü açtı.

Araştırmacılar, dişi hipertansif sıçanları 6 ay boyunca bitkisel gıda içermeyen bir "kontrol diyeti" veya yüzde 28 oranında meyve, kuruyemiş, sebze ve baklagil içeren bir bitki bazlı diyetle besledi.

Diyetler tüm besin maddeleri açısından eşleştirildiğinden, bilinen tek fark bitki bazlı diyetin yüksek antioksidan içeriğiydi.

6 ay sonra kontrol diyetindeki sıçanlar, CMD oluştuktan sonra tedavisi için bitki bazlı diyete geçirildi.

Araştırmacılar, klinikte insanlarda kullanılan kalp damarı akımını ölçme yöntemiyle sıçanlardaki CMD'yi değerlendirdi ve kalp MR'ı da çektiler.

Araştırmacılar daha sonra kalpten alınan izole kan damarı hücrelerini değerlendirerek işlevlerini ve kalp dokusundaki hasar göstergelerini inceledi. Bitki bazlı bir diyetin hipertansif sıçanlarda "CMD gelişimini önlediği ve mevcut CMD'yi tersine çevirdiği" sonucuna vardılar.

Independent Türkçe


Kronik ağrı çekenlerde, hipertansiyona daha sık rastlandığı belirlendi

200 binden fazla yetişkin üzerinde yapılan bir analiz, kronik ağrı çeken kişilerin, kalp hastalığı ve felçte risk faktörü olan yüksek tansiyon geliştirme olasılığının daha yüksek olduğunu gösterdi (Unsplash)
200 binden fazla yetişkin üzerinde yapılan bir analiz, kronik ağrı çeken kişilerin, kalp hastalığı ve felçte risk faktörü olan yüksek tansiyon geliştirme olasılığının daha yüksek olduğunu gösterdi (Unsplash)
TT

Kronik ağrı çekenlerde, hipertansiyona daha sık rastlandığı belirlendi

200 binden fazla yetişkin üzerinde yapılan bir analiz, kronik ağrı çeken kişilerin, kalp hastalığı ve felçte risk faktörü olan yüksek tansiyon geliştirme olasılığının daha yüksek olduğunu gösterdi (Unsplash)
200 binden fazla yetişkin üzerinde yapılan bir analiz, kronik ağrı çeken kişilerin, kalp hastalığı ve felçte risk faktörü olan yüksek tansiyon geliştirme olasılığının daha yüksek olduğunu gösterdi (Unsplash)

Dünyada milyonlarca insan, genellikle depresyon, anksiyete ve diğer ruhsal ve fiziksel sağlık sorunlarına yol açan ve yaşam kalitesini ciddi biçimde düşüren bir rahatsızlık olan kronik ağrıyla yaşıyor.

Doktorlar, kronik ağrı yaşayan yetişkinlerde hipertansiyon riskinin arttığı ve kronik ağrının yol açtığı depresyonun da buna katkıda bulunan bir faktör olabileceği uyarısı yapıyor.

Glasgow Üniversitesi'nden Dr. Jill Pell, 200 binden fazla Britanyalı yetişkinin sağlık verilerinin analiz edilmesinin ardından yaptığı açıklamada, "Ağrı ne kadar yaygınsa hipertansiyon riski de o kadar artıyor" diyor.

Bulgular, ağrısı olan kişilerde depresyonun erken teşhis ve tedavisinin, yüksek tansiyon görülme riskini azaltmaya katkı sağlayabileceğine işaret ediyor.

Ancak tek muhtemel neden depresyon değildi. Doktorlar, ağrıyla ilişkili olabilecek veya olmayabilecek kronik iltihaplanmanın da rol oynadığını belirtiyor.

Şişlik veya acıya duyarlılığa yol açabilen iltihaplanma, vücudu hastalıktan veya yaralanmadan koruyan normal bir tepkiyken kronik iltihaplanma, vücutta istilacı bakteri veya yara olmamasına rağmen vücudun tepki vermeye devam etmesi durumunda ortaya çıkıyor ve zararlı olabiliyor.

Kronik iltihaplanmanın kanser, demans ve diğer kronik hastalıklara yol açtığı gösterildi.

Pell hem iltihaplanma hem de depresyonun yüksek tansiyon riskini artırdığı bilinmesine rağmen daha önceki hiçbir çalışmada, ağrı ve yüksek tansiyon arasındaki bağlantının iltihaplanma ve depresyon tarafından ne ölçüde etkilendiğinin incelenmediğini söylüyor.

Ekibinin bulguları, kronik ağrı, depresyon, yüksek tansiyon ve iltihaplanma arasındaki bağlantıları gösteren onlarca yıllık önceki araştırmalara dayanıyor. Washington DC'deki araştırmacılar 2011'de, "iyi hissetme" hormonu diye bilinen dopamin eksikliğinin tansiyonu yükseltebileceğini keşfetmişti.

Johns Hopkins Medicine'ın 375'ten fazla çalışmayı incelediği 2025 tarihli bir araştırması, kronik ağrı çeken yetişkinlerin yüzde 40'ının "klinik açıdan önemli düzeyde depresyon ve anksiyete" yaşadığını ortaya koymuştu. 2001'e kadar uzanan çalışmalarsa iltihaplanmayla yüksek tansiyon arasında bir ilişki olduğunu bulmuştu.

Amerikalı yetişkinlerin yaklaşık yarısı (120 milyon kişi) kalp hastalığı, felç ve böbrek hastalığında yaygın bir risk faktörü olan yüksek tansiyondan muzdarip. Her yıl 910 binden fazla kişinin hayatını kaybetmesine yol açan kalp hastalığı, ülkenin en önde gelen ölüm nedeni.

Yüksek tansiyon ve iltihaplanma riskini azaltmak için gece en az 7 saat uyumak, meyve ve sebze açısından zengin bir beslenme düzenini takip etmek ve günde en az 30 dakika orta yoğunlukta egzersiz yapmak gerekiyor. Bu egzersizler hızlı yürüyüş veya hafif koşu olabilir.

Aktif kalmak da önemli bir tavsiye. Kronik sırt ağrısı çeken 16 milyon Amerikalı için günde 100 dakika yürümenin fayda sağladığı kanıtlandı.

Independent Türkçe