Hoşyar Zebari: Irak'taki Sünni gösterilerini, hükümetin mezhepçi yaklaşımı ve güvenlik uygulamaları tetikledi

Irak'ın eski Dışişleri Bakanı Hoşyar Zebari (Getty Images)
Irak'ın eski Dışişleri Bakanı Hoşyar Zebari (Getty Images)
TT

Hoşyar Zebari: Irak'taki Sünni gösterilerini, hükümetin mezhepçi yaklaşımı ve güvenlik uygulamaları tetikledi

Irak'ın eski Dışişleri Bakanı Hoşyar Zebari (Getty Images)
Irak'ın eski Dışişleri Bakanı Hoşyar Zebari (Getty Images)

Rustem Mahmud
Irak'ın eski Dışişleri Bakanı Hoşyar Zebari, röportajımızın ikinci bölümünde bize Musul’a dönüşünden ve orada neler hissettiğinden bahsetmişti. Bize Saddam Hüseyin’in devrilmesinden sonra Kürt liderlerin Kerkük’ten büyük bir konvoyla nasıl geçtiklerini anlatan Zebari, ayrıca Şii din adamı Sistani'nin Irak'ın yeni anayasasının kabul edilmesindeki rolünü, Kürtlerin federal sisteme olan bağlılıklarını ve Suriye rejiminin silahlı radikal grupları desteklemedeki rolünü de aktarmıştı. Bununla birlikte Zebari, muhalefet güçleri ve Amerikalılarla Irak ordusunun lağvedilmesi kararı almalarının ortak bir hata olduğunu da itiraf etmişti.
Şarku'l Avsat'ın Independent Arabia'dan çevirdiği röportajın üçüncü ve son bölümünde ise 40 yılı aşkın bir süre devletiyle mücadele ettiği Irak’ın ilk Kürt bakanı olan Zebari, Dışişleri Bakanı olarak yurt dışına yaptığı ilk ziyaretini şöyle anlattı;
“Yönetim Kurulu döneminde Eylül 2003’deki ilk yurt dışı görevim, Kahire’de Arap Devletleri Ligi (AL) Dışişleri Bakanları Toplantısı'na katılmaktı. Ziyaretimiz öncesinde basında ve AL içerisinde Irak’ın üyeliği ile ilgili spekülasyonlar vardı. Ayrıca başka bir sürü söylentinin yanı sıra yeni temsilcinin veya bakanın, rejimin meşruiyeti açısından, Irak’ı temsil edemeyeceği iddia edildi. Ancak AL, tüm üye devletlerin referansı olduğu için ve Irak’ın da Arap Devletleri Ligi’nin kurucularından biri olması nedeniyle, katılmak zorundaydık. Kimsenin Irak’ın AL toplantısına katılmasını engelleme hakkına sahip olmadığını vurguladık.”
Arap Devletleri Ligi’nde sancılı süreç
Kahire’de yaşadıklarını ayrıntılarıyla aktaran Zebari şöyle devam etti;

“Kahire’ye, Nil Nehri’ne bakan Semiramis Otel’e ulaştık. Heyetimizden, herhangi bir temasta bulunmadan önce bir basın toplantısı düzenlemesini istedim. Basın toplantısında Irak'ın durumu ve yeni rejimin konumunu açıkladım. Böylece Irak’ın toplantıdaki yerini alacağımızı vurguladım. Biz bu toplantıya katılmak için gelmiştik. Mısır Dışişleri Bakanlığı ve AL temsilcileriyle temaslarımız oldu. Ertesi gün AL Genel Merkezi’ne geleceğimizi söyledik. Tüm davetliler oradaydı. Tipik bir toplantıydı. Akşam olunca Arap Dışişleri Bakanları arasındaki uzun toplantılar hakkında bilgiler bana ulaştı. Fakat henüz katılımımızla ilgili bir karar alamamışlardı. Kuveyt, Fas ve Katar, toplantıya katılmamız gerektiğine dair görüşün önderliğini yapıyorlardı. Tüm gece kesin kararın alınmasını bekledik. AL Genel Sekreterliği’ne toplantıya katılacağımızı bildirdim. O gece dönemin ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell ile görüştüm. Bana çekinmememiz gerektiğini söyledi. Ben de, ‘Bu bizim hakkımız. Toplantıya katılıp yerimize oturacağız. Biz AL’nin bir üyesiyiz’ dedim. Bana, ‘Bizden istediğiniz bir şey var mı? Herkesle, özellikle de Mısır tarafıyla iletişim kurduk. Sanırım yarın bir takım randevularınız olacak. Mısır Dışişleri Bakanı’yla görüşeceksiniz’ dedi. Ardından Mısırlılar bizimle temasa geçti ve bize toplantı öncesinde dönemin Mısır Dışişleri Bakanı Ahmed Mahir'le görüşeceğimiz söylendi. Ertesi sabah, bizden görüşme talep eden Kuveyt ve Fas Dışişleri Bakanlarıyla bir araya geldim. Bize toplantıya katılmamıza yönelik itirazların boyutunu aktardılar ve en azından biraz beklememizi söylediler. Kendilerini dinledim, fakat onlara; ‘Kararınızda özgürsünüz, ama toplantıya gelip o koltuğa oturacağım. Bunun için de kimseden izin istemeyeceğim’ dedim. Ardından Mısır Dışişleri Bakanlığı'na gittik.  Tüm Arap basını oradaydı. Ahmed Mahir'le oturduk, konuştuk. Görüşme esnasında Mahir’e bir çağrı geldi. Telefon konuşmasının ardından bana dönerek, ‘Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek’in selamları var. Katılımınızın iyi olacağını söyledi. Mısır, Irak’ı destekliyor’ dedi. Ben de ‘iyi’ diye karşılık verdim. Fakat sanırım bir sorun vardı. Bu yüzden toplantıya hemen girmememi tavsiye etti. Toplantı yapıp bir karar almaları ve daha sonra girmemiz gerektiğini belirtti.”
Hoşyar Zebari, toplantıdaki atmosferi ise şöyle aktardı;
“Suriye, Cezayir ve Filistin başta olmak üzere toplantıya katılımımıza karşı çıkan birkaç ülke vardı.  Fakat Kuveyt Dışişleri Bakanı bizimle görüşmekten memnundu ve bize ‘Toplantıya birlikte gideriz’ dedi.  AL Genel Merkezi’ne, (Arap Birliği Genel Sekreteri) Amr Musa ile görüşmeye gittik. Musa, bizi karşıladı ve okuyacağımız bir bildiri olduğunu söyledi. ‘Bildiriyi önceden okumam, onaylamam ve bir fikir yürütmem gerek’ dedim. Keskin ifadelerin olduğu bir bildiriydi. Kabul edilemez olduğunu söyledim. ‘Irak sadece bir Arap ülkesi değil, bazı şeyler değişti’ dedim. Bildiri Suriye lehçesiyle yazılmıştı. Musa, değişiklikler olduğunu kabul etti ve bunun resmi bir sorun olduğunu söyledi. Bize, ‘Toplantıya gireceğiz, bir karar alacağız ve karardan sonra toplantıya kabul edileceksiniz’ dedi. Toplantı başladı. Kararın ardından, salona girdim ve yerime oturdum. Irak’a ayrılan koltuğa oturduğumda bazı üyeler beni alkışladı.”
Yeni Irak’ı Saddam Hüseyin dönemindeki gibi bir rejim olarak değil, bir devlet olarak nitelendiren Zebari, Kahire'deki Irak Büyükelçiliği personeli ve AL Irak misyonunun üyelerine yönelik tutumlarını, “Onlara devlet memuru gibi davrandık. Kimse de itiraz etmedi” ifadeleriyle aktardı. AL Genel Sekreteri’nin kendilerini güzel bir şekilde karşıladığını ve Irak’ın AL’ye dönüşünden duyduğu memnuniyeti dile getirdiğini kaydeden Zebari, “Akıcı ve klasik Arapça konuşarak Araplara güven verici bir mesaj verdim. Irak'ın AL sözleşmesine ve taahhütlerine bağlı olduğunu söyledim. Filistin'le ilgili saygılı bir konuşma yaptım. Herkes alkışladı” ifadelerini kullandı.
Faruk Şara’nın öfkesi
Zebari, eski Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Prens Suud el-Faysal ve Mısırlı mevkidaşı Ahmed Mahir'in de katıldığı öğle yemeği davetini ve eski Suriye Dışişleri Bakanı Faruk Şara’nın davetlilere “10 Amerikalı öldürülse, kaçacaklar” deyişiyle ilgili anısını şöyle aktardı;

“Sinirlenmiştim. Şara’ya, ‘1982’deki ABD yok artık. 2 bin Amerikalı öldürürsen de Irak’ta kalmaya devam edeceklerdir’ dedim. Birkaç ay sonra Suriyeliler, Baasçı kalıntılarının işlerini kolaylaştırmaya ve yabancı savaşçıların turistik gezi bahanesiyle Şam Uluslararası Havaalanı üzerinden vizesiz olarak bir araya gelip örgütlenmelerinin önünü açmaya başladılar. Suriyeliler cesaretleniyordu. Çünkü ABD onlara yanlış mesajlar göndermişti. Yeni Irak’ın muhaliflerine destek vermek için acele ettiklerini düşünüyorum. Yıllar sonra dönemin Suriye İstihbarat Başkanı General Asaf Şevket'in bu kararın arkasında olduğunu öğrendik. Ancak planlama ve uygulamada Suriye rejiminin önde gelen isimleri ve organlarının parmağı vardı. Çünkü rejim merkezidir ve herkes alınan kararda ortaktır.”
Ancak, bir Kürt olarak milli kimliği, Türkiye ile olan ilişki ve iletişimde daha da hassaslaşan ve muhalif oldukları dönemde Türklerle ilişkileri ve iletişimleri olduğunu söyleyen Zebari şöyle devam etti;
“Muhalefetteyken ve Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’nin (IKBY) kuruluşu sırasında Türklerle ilişkilerimiz ve temaslarımız vardı. Kuruluş sürecinde özellikle hükümet, Dışişleri Bakanlığı, İstihbarat Başkanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı başta olmak üzere her düzeyde görüşmelerde bulunan müzakerecilerden ve koordinatörlerden biriydim.  Türk tarafı kim olduğumu biliyordu. Bu yeni bir durum değildi. Bu nedenle ilk ziyaretim sırasında normal karşılandım. Hassasiyet içeren bir durum yoktu.”
Türkiye'ye ilk ziyaretinin Kürt-Türk duyarlılığı dâhil olmak üzere bir takım ayrıntılarına ilişkin anılarını paylaşmaya devam eden Zebari, “Ziyaret programının bir parçası olarak Anıtkabir’i ziyaret etmemi istediler. Kürt milliyetçisi olmamam onlar için önemliydi. Saygı çerçevesinde Anıtkabir’e gittim. Irak Dışişleri Bakanı olarak Anıtkabir’deki ziyaretçi defterini imzaladım” dedi.
Suriye rejiminin bombalı saldırıdaki rolü
Yeni Irak'la ilişkilerde Türkiye ve İran’ın beklentileri arasındaki farklılıklara değinen Zebari, Dışişleri Bakanlığı görevinin ilk aylarını şöyle anlattı;

“Yönetim Kurulu’nun oluşturulmasıyla birlikte İran’dan Kasım Süleymani’nin de yer aldığı heyetler ziyarete gelmeye başladı. Heyetlerde sadece yetkililer ve diplomatlar vardı. İran’da farklı ve karmaşık bir sistem bulunuyor. İran, olanlara inanamıyordu. Zira Afganistan'daki Sünni rejim ve Irak'taki Saddam Hüseyin rejimiyle arasında onlarca yıl devam eden savaşlar yaşamıştı. ABD geldi ve ikisini de ortadan kaldırdı. Bu, İran’a adeta cennetten gönderilmiş bir armağandı.”
Öte yandan bu yeni süreç, Irak'ın komşularıyla olan ilişkilerinde bir takım değişikliklere neden olurken bir tek Suriye yeni Irak’ı tanımamakta ısrarcıydı. 2009’un Eylül ayında Bağdat, bir dizi bombalı saldırıyla sarsıldı. Bu saldırılardan biri, Zebari'nin ofisinin de bulunduğu Irak Dışişleri Bakanlığı binasını hedef almıştı. O dönem Irak hükümeti ile Suriye arasında büyük bir gerginlik yaşandı. Çünkü Irak, Suriye’yi doğrudan bombalı saldırının arkasında olmakla suçlamıştı. Zebari, Irak hükümetinin o dönem aldığı Suriye ile ilişkilerin kesilmesi ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne (BMGK) gidilmesi kararının ayrıntılarını şöyle açıkladı;
“O dönem Nuri el-Maliki’nin ilk hükümeti görevdeydi. Maliki, bir dönem Suriye'de yaşadı. Biz de Suriye’de yaşamıştık. Yeni dönemin önde gelen birçok ismi bir dönem Suriye’de yaşamıştı. Böylece Suriye güvenlik servislerinin nasıl çalıştığını iyi biliyorduk. Başbakan Maliki, yaşanan bombalı saldırılarda ve özellikle iki bombalama olayında Suriyeli birimlerin izlerinin olduğunu vurguladı. Ulusal Güvenlik Konseyi üyesiydim. Bir toplantı yaptık. Toplantıda bombalama olaylarının arkasında Suriyelilerin olduğuna dair net bilgilerin olduğu vurgulandı. Konsey, ilk iş olarak Şam Büyükelçisini geri çekme kararı aldı.”
Irak hükümetinin aldığı kararın ardından Suriye Dışişleri Bakanı ile yaptığı telefon görüşmesinin ayrıntılarını aktaran Zebari, “Suriye Dışişleri Bakanı’na telefon ettim ve ‘Ebu Tarık (Velid Muallim), sana nahoş bir haberim var. Bombalı saldırıların sizin tarafınızdan geldiğine inandığımızdan Şam Büyükelçimizi Bağdat'a çağırmakla görevliyim’ dedim. Bana, ‘Durum bu kadar ileriye gitti mi?’ diye sordu. Ben de bunun hükümet kararı olduğunu ve kendilerini gelişmelerden haberdar edeceğimi söyledim. Bana karşılık vereceklerini ve Irak rejimi değişene kadar büyükelçimizi bir daha kabul etmeyeceklerini söyledi. Ben de ona, ‘Rejim değişti ve onu tekrar değiştirebilecek bir güç yok’ dedim” şeklinde konuştu.
Irak hükümetinin o dönem attığı diğer adımları da aktaran Zebari, “Terörist saldırıyı kınama kararı aldık ve terörü destekleyen kim olursa olsun sorumlu tutulması gerektiğini vurguladık. Sonra BMGK’ya gittik ve onlara toplantı çağrısında bulunduk. Amerikalılardan da bu konuda bize yardım etmelerini istedik” dedi.
Zebari ardından yaşanan gelişmeleri ise şöyle anlattı;
“Atmosfer cesaret verici değildi. Obama yönetimi altındaki ABD, kanıtlarının güçlü olmadığını ve bilgilerin tahminlerden ibaret olduğunu söyledi. Bu saldırıların çoğunun Suriye’den geldiğini kendilerinin de bildiğini söyledim. Baskıya devam ettik. Bunu biliyorlardı ama Suriye ucuz kurtulmuştu. Daha sonra taleplerimizi kabul eden BM Genel Sekreteri ve BMGK’ya baskı yaptık. Bize araştırmacı olarak Oscar Fernandez-Taranco’yu gönderdiler. Onu bir rapor hazırlaması için görevlendirmişlerdi. Güvenlik birimlerini hizmetine sunduk. Saldırıların kaynağı, nereden geldiği ve nasıl olduğuna dair elimizdeki tüm kanıtları ve soruşturma belgelerini önüne koyduk.  Sempatik biriydi. Raporunu yazdı, ancak bize açıklamadı. Saldırının arkasındaki tarafı hiç belirtmedi. Bu bilgiyi öncelikle BMGK’ya sunmalıydı. Ama bu asla gerçekleşmedi!”
Iraklı bazı liderlerin; Irak’ın, Suriye’nin yaptıklarından sorumlu tutulmasına yönelik gayretlerini frenlemede rol oynadıklarını söyleyen Zebari, “Irak'taki bazı liderler, Suriye ile olan eski köklü ilişkiler nedeniyle sorunun devam etmesini engellemekte rol oynadılar. Bu sırada Başbakan Maliki ile Cumhurbaşkanlığı arasında gerginlik yaşanırken Başkan Celal Talabani ve Adil Abdulmehdi itirazlarını dile getirdi. Suriye’nin saldırıları azaldı. Türkiye ve İran doğrudan müdahalede bulunmuştu. İranlılar arabuluculuk yapmışlardı” diye konuştu.
Arabuluculuk
O dönem Suriye ile Irak arasındaki arabuluculuk girişimleriyle ilgili olarak ise Zebari şunları anlattı;

“Tahran’da yapılan bir konferansa gitmiştim. İran Dışişleri Bakanı beni öğle yemeğine davet etti. Velid el-Muallim (Suriye Dışişleri Bakanı) de oradaydı. Olanlardan ve ilişkilerin yeniden kurulmasından bahsettik. Daha sonra Ahmet Davutoğlu (Türkiye Dışişleri Bakanı) arabuluculuk yapmayı ve Türk çözümünün benimsenmesini teklif etti. Ona, ‘Hayır. Biz AL üyesiyiz. AL de bunun içinde olmalı’ dedim. AL bundan oldukça memnun kalmıştı. İlk toplantı AL Genel Merkezi’nde, ikincisi ise İstanbul'da yapıldı. Velid Muallim ile aramızda güçlü bir diyalog vardı. Ardından, büyükelçilerin geri dönmesi, ilişkilerin normalleşmesi ve yabancılara sıkı denetimler getirilmesi sözü verdiler. Amerikalılar da Avrupa ülkelerine hava alanları ve sınırlardaki denetimin yoğunlaştırılması için bastırıyordu. Ancak tüm bunlara rağmen, saldırılar durmadı.”
Irak-Suriye ilişkilerinde özellikle Suriye devriminin başlamasından sonraki değişimin ayrıntılarını aktarmaya geri dönen Zebari, “Başbakan Nuri el-Maliki ile resmi bir ziyaret için ABD’ye gitmiştim. Bu sırada Suriye devrimi başlamıştı. Suriye’nin AL üyeliğinin dondurulmasına itiraz eden tek ülke bizdik. Bu, Suriye sevgisi değildi. Fakat Suriye'yi baskı altında tutabileceğimiz tek mekanizma AL’ydi. Suriye'ye gönderilen Arap Barış Güçleri’nin çok büyük bir rolü vardı. Arap Barış Güçleri’ndeki katılımımız, tüm ülkelerden daha fazlaydı. Daha sonra bu plan başarısız oldu. ABD’de Suriye rejiminin düşmeyeceğini, farklı bir yapısı olduğunu, onları tanıdığımızı ve onlarla yaşadığımızı söyledik” ifadelerini kullandı.
“ABD’nin Suriye analizi hatalıydı”
Süreci anlatmaya sürdüren Zebari şöyle devam etti;

“Amerikalılar, ekonomik göstergeler nedeniyle Suriye rejiminin düşeceğini düşünüyorlardı. Onlara bu rejimin kaçakçılık, nükleer atıkların gömülmesi ve yasadışı ticari faaliyetlerle ayakta kaldığını, bu yüzden ekonomik tahminler ve soyut rakamların yanlış olduğunu söyledik. Körfezli kardeşlerimiz tasalanmışlardı. Onlara Suriye rejiminin laftan anlamadığını ve direnebileceğini söyledik. Bu nedenle de radikal örgütlerin çatışmadan faydalanarak Suriye’yi kendilerine sağlam bir üs haline getireceklerini belirttik. Ancak buna inanmadılar. O dönem David Petraeus (CIA eski başkanı) ve Hillary Clinton (eski ABD Dışişleri Bakanı) ile bir araya geldik. Temel konu Suriye idi. Maliki’ye Suriye rejiminin düşeceğini söylediler. Maliki de onlara ‘Hayır, düşmeyecek. Ordu yerinde duruyor. Alevi bir yöneticileri var. Hıristiyanlar, Sünniler, Dürziler ve azınlıkları bir arada tutuyorlar. İslami eğilimli muhalefet çekici değil. Laik, demokrat ve milliyetçi olan muhalefet ise zayıf ve desteği yok’ dedi. Bir tartışma yaşandı. Irak’ta bulunduğu dönemde aramızda bir dostluk oluşan Petraeus, Suriye rejiminin düşeceğini söyledi. Ona, ‘Sayın General, bu değerlendirmenize katılmıyorum’ dedim. O da bana, ‘Hoşyar, Ben CIA'nin başkanıyım ve sizden daha fazlasını biliyoruz’ dedi. Ben de ona gülerek, ‘Ülkem hakkında benden çok daha şey bildiğiniz gibi mi’ dedim."
Siyasi hayatında bir araya geldiği bazı bölgesel isimlerle ilgili anılarını aktarmaya devam eden Zebari,  rahmetli Suudi Arabistan Kralı Abdullah bin Abdulaziz ile ilk karşılaşmasını şöyle anlattı;
“İlk tanıştığımızda veliaht prensti. Kuala Lumpur'daki İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) Konferansı’na katılmıştık. Yönetim Kurulu üyelerinden oluşan büyük bir heyetteydim. İyad Allavi, Dr. Mahmud Osman ve İzzettin Salim gibi Yönetim Kurulu liderleriyle birlikteydik. Sanırım 2003 yılının Ekim veya Kasım aylarıydı. Veliaht Prensten bir görüşme talep ettim. O da kabul etti. Bizi güzel karşıladı. Bize, ‘kararlarınızı siz vermiyorsunuz’ dedi. Ben de bunun sebebi kim, Saddam Hüseyin değil mi? Irak’ı ihmal ettiniz. Geriye bir şey kaldı da biz mi yapmadık? Bizi terk ettiniz’ dedim. Aramızda uzun bir tartışma oldu. Ardından ne zaman Suudi Arabistan’a gitsem görüşme talebinde bulundum. O da hep kabul etti. Konuşmalarında Irak'ın ilerlemesini istediğini ve bir araya gelmemiz gerektiğini söylerdi. Bizden Iraklı Şiilerin Araplıklarını hissedebilmeleri için elçiliklerin açılmasını isterdi. Ben de Kral Abdullah’a eğer onları aralarına alırlarsa İran’a yönelmeyeceklerini söylerdim.”
Devrimlerin başlangıcı
Arap Baharı’nın ardından Irak’ın komşularıyla arasındaki ilişkilerde yaşanan keskin değişikliklere değinen Zebari şöyle devam etti;

“Tunus'ta Yasemin Devrimi gerçekleştiğinde, bir Arap ülkesinden Tunus'a ziyarette bulunan, onları tebrik eden ve Bağımsız Seçim Komisyonu'na iki milyon dolarlık maddi yardımda bulunan ilk yetkili bendim. Ortada, ‘Eğer Saddam Hüseyin devrilmeseydi, Arap Baharı yaşanır mıydı?’ diye bir tartışma vardı. Irak’ın önde gelen siyasetçilerinin arasındaki tartışmalardan biri de buydu. Suriyeli muhaliflere yakınlık duyuyorduk. Bir kez bir araya gelmiştik. Onlarla bir yetkili olarak değil, bir muhalif olarak konuştum. Onlara tecrübelerime dayanarak konuşacağımı söyledim. Libya'daki devrime de sempati duyuyorduk. Irak, Bingazi'ye yönelik saldırıyı önlemek için Fransa'da gerçekleştirilen toplantıya katılan ülkelerden biriydi.”
Fakat Arap Baharı, özel bir durumda olan Irak’ı da teğet geçmemişti. Zebari bununla ilgili olarak şunları söyledi;
“Arap Baharı dalgasının ulaştığı Özgürlük Meydanı’ndaki (Bağdat) gösteriler sırasında biz de oradaydık. Göstericiler dövüldü, tutuklandı, köprüyü geçmeleri engellendi ve güvenlik güçleri göz yaşartıcı gazla müdahale etti. Bakanlar Kurulu toplantısına gidiyordum ve tüm bunlara şahit oldum. Başta Başbakan Nuri el-Maliki olmak üzere herkes korkuyordu. Onlara, ‘Neden korkuyorsunuz? Onlar taleplerini dile getiriyorlar. Bu bizim eserimiz. Barışçıl bir yönetimimiz, seçimler ve anayasamız var. Bu korku neden?  Özgürlüklerimiz var. Gösterileri yapmalarına izin verin. Bu şiddetin sebebi ne? Biraz sakin olun!’ dedim.”
Daha sonra Irak'ın Sünni bölgelerinde yaşanan protesto gösterilerinin Arap Baharı’yla ilgili olmadığını, Irak yönetiminin tutumlarına karşı bir tepki olduğunu belirten Zebari, “Sünnilerin protesto gösterileri, Arap Baharı devrimiyle ilgili değildi. Tarık el-Haşimi ve diğerleri hariç yaşanan tutuklanma vakalarıyla ilgili özel bir durumdu. Daha sonra diğer Sünni şehirlere de sıçradı. Kullanılan aşırı şiddet, hükümetin mezhepçi davranışı ve ordu ile güvenlik güçlerinin Kerkük, Havice ve Ramadi'deki cinayetleri siyasi anlaşmazlıkların çözümünde askeri güçlerin kullanımını yasaklayan bir madde içeren anayasaya göre kabul edilemezdi. Bu yüzden bu yapılanlara karşıydım” diye konuştu.
RÖPORTAJIN BİRİNCİ KISMI İÇİN TIKLAYINIZ
RÖPORTAJIN İKİNCİ KISMI İÇİN TIKLAYINIZ



Andri Snaer Magnason: Günümüzde her şeyi sonuna kadar sömürme eğilimindeyiz

İzlandalı yazar Andri Snaer Magnason, Mantova, İtalya, 10 Eylül 2021 (Getty Images)
İzlandalı yazar Andri Snaer Magnason, Mantova, İtalya, 10 Eylül 2021 (Getty Images)
TT

Andri Snaer Magnason: Günümüzde her şeyi sonuna kadar sömürme eğilimindeyiz

İzlandalı yazar Andri Snaer Magnason, Mantova, İtalya, 10 Eylül 2021 (Getty Images)
İzlandalı yazar Andri Snaer Magnason, Mantova, İtalya, 10 Eylül 2021 (Getty Images)

Nesrein El-Bakhshawangy

Yazar, müzisyen, belgesel film yapımcısı ve çevre aktivisti Andri Snaer Magnason, şiir, roman, tiyatro, çocuk ve genç yetişkin edebiyatı ve bilimsel kitaplar yazarak İzlanda Edebiyat Ödülü'nü tüm dallarında kazanan tek isim. Magnason, “LoveStar: A Novel” (Love Star) adlı kitabıyla 2016 yılında Fransa'da En İyi Yabancı Bilim Kurgu Romanı ödülü de dahil olmak üzere birçok ödül kazandı.

Magnason, 1973 yılında doğdu, İzlanda Dili ve Edebiyatı bölümünde okudu. Ancak çevre ve iklim değişikliği konuları ilgisini çeken yazar, yazılarında başlıca olarak bu konuları ele aldı. Ülkesinin temiz enerjiye geçmesi ve ulusal dilin önemi gibi alanlarda sıkı çalışmalar yapmak üzere 2016 yılında cumhurbaşkanlığı seçimlerinde adaylığını koydu. Çalışmaları İngilizce, Fransızca, Japonca, Arapça ve Türkçe dahil olmak üzere 30'dan fazla dile çevrildi.

İşte Şarku’l Avsat’ın Al Majalla’dan aktardığı İzlandalı yazar Andri Snaer Magnason röportajın tam metni;

*Çevre ve iklim değişikliği hakkında yazmaya ilk olarak ne zaman ilgi duymaya başladınız?

Milenyumun başlarında İzlanda'daki birçok önemli yer kentleşme tehdidi altındaydı. Örneğin, belirli bir kaz türünün dünyadaki en büyük yuvalama alanı sular altında kalmıştı. Bunun gibi tehdit altındaki pek çok yerin yazabileceklerimden çok daha önemli olduğunu hissettim. Bu alanları koruyup koruyamayacağımı, dünyaya bir roman ya da yeni bir kitapla yapabileceğimden daha fazla katkıda bulunup bulunamayacağımı merak ettim. Daha sonra bu düşüncelerimi, bazen doğrudan, kurgusal olmayan bir biçimde, bazen de bilim kurgu, şiir ya da çocuk kitaplarında konu etrafında örmenin bir yolunu buldum ve bunları bir kitaba dönüştürdüm.

LoveStar: A Novel kitabında en son aşkın, ölümün ve dinin sonuna kadar sömürülmesi gerektiğini gösterdim.

Teknoloji ve özgürlük

*LoveStar: A Novel adlı romanınız teknoloji ve özgürlük arasındaki çatışmayı ele alıyor. Sizi bu romanı yazmaya iten neydi?

LoveStar: A Novel oldukça çılgın bir roman. İçinde bulunduğumuz çağın mitlerine karşı ilerleme ve teknoloji dünyasını keşfetmek ve şu anki trajik tanrılarımızı incelemek istedim. Yani Elon Musk ya da Steve Jobs gibi girişimciler dünyada devrim yarattılar, ama aynı zamanda kendilerini de yok ettiler. Onlar bana dünyayı istila eden ve bedenlerini ya da ruhlarını ele geçiren fikirlerin sadece ev sahipleri gibi görünüyorlar. Bu roman sosyal medyanın hayatımıza girmesinden önce yazıldı. Bu yüzden Jobs ve Musk'ın romanın ilham kaynağı olduğunu söylemek yanlış olur. Bu roman onları bu yolculuğa çıkmadan önce yazıldı. Yaklaşan internet çağının vaat ettiklerini, bağlantı ve veri çağını ve bu gelişen teknolojilerin sonuçlarını keşfetmek istedim. Sahte haberler, bilgi balonları ve kişiselleştirilmiş derecelendirmeler kitapta geçse de bunlar o zamanlar gündemde olan konular değildi. George Orwell’ın 1984 adlı kitabını, Kurt Vonnegut ve Aldous Huxley'in eserlerini, kendi zamanlarının gerçekliğine nasıl tepki verdiklerini ve bizim gerçekliğimiz için ne tür bir tepki hayal ettiğimi düşünüyordum. Uluslararası şirketlerin etiği ‘eğer biz yapmazsak başkası yapacak, o yüzden biz de yapmalıyız’ şeklindedir.

sdwcfvrgbt
LoveStar: A Novel adlı romanın kitap kapağı

*Peki bu romanda modern kapitalizmi ve onun toplum üzerindeki etkisini eleştirirken size ilham veren neydi?

Ben bunu daha çok araştırma, taklit ve deney olarak görüyorum. Doğanın ya da insan etkileşimlerinin ve kültürün giderek daha fazla alanının metalaştığını hissettim. Yeni teknolojinin, daha önce mümkün olmayan insan ilişkilerinden yararlanma ve bunlardan faydalanma olanaklarını nasıl açacağını düşündüm. Hiçbir şeyin kendi haline bırakılamayacağına, çağımızda her şeyi sonuna kadar sömürme eğiliminde olduğumuza tanık olmaktan ilham aldım ve bu romanda en son aşkın, ölümün ve dinin sonuna kadar sömürülmesi gerektiğini gösterdim. LoveStar: A Novel, bu 'kaynakları' sonuna kadar kullanmanın yollarını buluyor.

İklim değişikliği meseleleri

*Bize “On Time and Water” (Zaman ve Suya Dair: Bir Buzula Ağıt) adlı kitabı yazma sürecinden bahseder misiniz? Kitabın beyaz perdeye uyarlanma fikri nasıl ortaya çıktı ve filme nasıl hazırlandınız?

Yaşadığım zamanın ve mekânın bir yazarı olarak, bu konu benim için yazılması gereken en önemli konuydu. İklim değişikliği meseleleri üzerine yazılan çoğu yazının ilgi çekici olmadığını ve hatta yapay zeka tarafından yazılmış gibi tahmin edilebilir olduğunu gördüm. Bu konuların akıbetini öngörebildiğimi ve anlatı yoluyla bunlar hakkında beyin fırtınası yapabildiğimi fark ettim. İletişim yeteneği, bilimsel konuları ortalama bir insana açıklamak için büyük önem taşısa da bunun ötesine geçilmesi gerektiğini hissettim. Daha derin bir yaklaşım gerekiyordu. Bu dilden daha büyük bir şey. Zira bu temiz enerji dünyasına doğru bir paradigma değişimiyle ilgili ve bir paradigma değişiminde dil ve normlar yıkılmaya başlar.

ccdfvrbg
On Time and Water romanının kitap kapağı

İçinde yaşadığımız zamanı anlamadığımızı nasıl anlayabiliriz? Kitap ailemle ilgili, büyükannem ve büyükbabam 1950'lerde buzul kaşifleriydi. Kitap, bir yandan da zamanı ele alıyor. Çünkü 2100 gerçekten ne anlama geliyor? Biz bunu nasıl anlıyoruz? Kelimeler ne anlama geliyor? Olaylar 1000 ya da 2000 yıl sonra hala iklim değişikliği olarak adlandırılacak mı yoksa başka bir isimle mi anılacaklar?

Yeni nesillerin ‘nasıl çiftçilik yapılır, nasıl inşaat yapılır, nasıl seyahat edilir?’ gibi pek çok şeyi yeniden keşfetmesi gerekiyor.

Çocuklar ve çevre

*Bir çocuk edebiyatı yazarı olarak, sizce çocukları ve gençleri çevreyle ilgili konularda erken yaşta eğitmek önemli hedeflere ulaşılmasına nasıl yardımcı olabilir?

Çocukların ve gençlerin tüm eğitim metotlarıyla temiz enerjiye geçişin önemi konusunda bilinçlendirilmesinin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü geçtiğimiz yüzyılın tasarım yöntemleri, alışkanlıkları ve endüstrisi artık eskidi. Yeni nesillerin ‘nasıl çiftçilik yapılır, nasıl inşaat yapılır, nasıl seyahat edilir?’ gibi pek çok şeyi yeniden keşfetmesi gerekiyor. Benim yaşıma geldiklerinde tüm dünyanın temiz enerjiye ihtiyacı olacak. Bu büyük bir değişim ve zorluk. Bugün doğan bir çocuk 2100 yılı civarında emeklilik yaşına ulaşacak. Şu anda dünyamız gelecekte istikrarlı olacak şekilde tasarlanmamıştır.

tynm
The Casket of Time (Yonder) kitabının kapağı

Bir genç yetişkin romanı olan The Casket of Time'da modern hikayeleri antik destanlarla birleştirirken karşılaştığınız zorluklar oldu mu?

Yeni bir eser yazarken karşılaşılan başlıca zorluk, eserin çerçevesini belirlemektir. Eser bir seri mi olmalı? Üç kitap mı, beş kitap mı? Ya da çok uzun bir kitap olabilir. Ama ben uzun kitaplardan ziyade kısa ve konu odaklı hikayeleri seviyorum. Bu yüzden geleceğin ve geçmişin hikayelerini bir arada örmek ve bunları mantıklı, şaşırtıcı ve izleyiciler için eğlenceli hale getirmek zordu, ama umarım başarmışımdır.

Bir resim bin kelimeden daha fazlasını anlatabilir, ancak bir kelime de bin resimden daha fazlasını anlatabilir.

*Kişisel internet sitenizde “Ben Noam Chomsky ve Lewis Carroll'un gayrimeşru oğluyum” diye yazmışsınız. Onların yazıları çalışmalarınızı nasıl etkiledi?

Chomsky'nin dilbilim teorilerini inceledim. Carroll ise beni vahşi ve eğlenceli hayal gücüyle etkiledi. Kelimelere ve dile olan ilgi ve hayal gücünüzü ne kadar genişletebileceğinizi görmek gibi şeyler zihnimde takılıp kaldı.

*“Dreamland” (Düş ülkesi) kitabınızın belgesel film haline getirilmesiyle birlikte, edebiyatın görsel eserlere dönüştürülmesinin önemini nasıl görüyorsunuz?

Gerek sözlü anlatıcılık gerek kitapta yazılı, gerekse müzikal ya da film olarak olsun hikayelerin farklı ifade biçimleri her zaman ilgimi çekmiştir. Farklı formlardan çok şey öğrendiğimi düşünüyorum. Her ifade biçiminin kendi kuralları ve kendi büyüsü vardır. Bir resim bin kelimeden daha fazlasını anlatabileceği gibi bir kelime de bin resimden fazlasını anlatabilir.

*Sizi 2016 yılında İzlanda cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aday olmaya iten neydi? Sizce bir şair ve romancı böyle bir makamda ne kadar başarılı olabilir?

İzlanda cumhurbaşkanı devletin bir temsilcisidir. Doğrudan bir gücü olmasa da nüfuzu vardır. Benim gündemim İzlanda dilinin korunmasının önemi konusunda farkındalık yaratmak ve İzlanda'nın iklim değişikliğinin etkileri konusunda küresel bir eylem örneği haline gelmesini sağlamaktı. Cumhurbaşkanlığı daha çok kelimeler, kavramlar ve vizyonla ilgili. Bu, bugün her zamankinden daha önemli olduğu için gündeme getirebileceğimi düşündüğüm bir konuydu.

*Tüm ilgi alanlarınız arasında en çok neyle gurur duyuyorsunuz ve neden?

Belki çocuklarım! Dört tane çocuğum var. Ama birçok ülkedeki insanlara ulaşan çok farklı türde sanat yapma becerimle gurur duyuyorum. İzlandaca yazmak ve çeviri yoluyla Arapça konuşulan ülkelerdeki biriyle konuşmak ve yazının hala sınırları aşabildiğini görmek harika. Bununla gurur duyuyorum.

*Belgesel film yapımcısı olarak yaptığınız çalışmalar yazarlığınızı nasıl etkiledi?

Kariyerimi tarımdaki gibi bir tür ürün rotasyonu olarak görüyorum. Ürün rotasyonunda bir yıl patates ekersiniz, ertesi yıl arpa ve sonra belki de bir yıl boyunca tarlada yabani otların büyümesine izin verirsiniz. Böylece her tarla diğerini besler. Of Time and Water'ı yazarken kendimi bir belgesel film çekiyormuş gibi hissettim. Bilim insanlarıyla, yaşlılarla, Dalai Lama gibi kişilerle röportajlar yaptım. Ama sonra elimdeki malzemenin o kadar büyük olduğunu fark ettim. Bunun kitaplaştırılması gerektiğini düşündüm ve şimdi de bir belgesel film oldu.

*Belgesel filminiz “The Hero's Journey to the Third Pole - a Bipolar Musical Documentary with Elephants” (Kahramanın Üçüncü Kutba Yolculuğu: Fillerle Bir Bipolar Müzikal Belgesel) adlı belgesel filminiz, bipolar bozukluğu olan kişilerle ilişkili ruh sağlığı sorunları ve yaratıcı yetenekler konusunda farkındalık yaratmayı mı amaçlıyor?

Akıl hastalıkları üzerine tartışmak zor ve hassas bir konu. Filmimde, bipolar bozukluk şikayeti olan iki kahramana kendileri hakkında konuşma şansı verdik. Filmde tıpkı hepimiz gibi çok sempatik iki insan görüyoruz. Yani hayatlarının bir noktasında normal biri gibi muamele görüyorlar. Ancak hastalığın depresif evrelerinde karanlık zamanlardan geçerken manik evrelerinde yıldızlara dokunacak kadar coşkulu olabiliyorlar. Ardından farklı bir bilinçle ve hepimizin bir şekilde öğrenebileceği yeni bir insanlık durumu anlayışıyla geri dönüyorlar.