Suriye-Irak sınır kapısı 5 yılın ardından yeniden açıldı

El Kaim (Ebu Kemal) Sınır Kapısı’nın açılış töreni (AFP)
El Kaim (Ebu Kemal) Sınır Kapısı’nın açılış töreni (AFP)
TT

Suriye-Irak sınır kapısı 5 yılın ardından yeniden açıldı

El Kaim (Ebu Kemal) Sınır Kapısı’nın açılış töreni (AFP)
El Kaim (Ebu Kemal) Sınır Kapısı’nın açılış töreni (AFP)

Rusya’nın Suriye’ye doğrudan askeri müdahalesinde beşinci yıla girildi. Şam ve Bağdat, Suriye-Irak sınır kapısını yeniden açtı. Bu adım ile DEAŞ’ın ortadan kaldırdığı sınır da tekrar belirlendi. Tahran, Moskova'yı karayoluyla desteklemek ve Bağdat, Şam ve Beyrut'u birbirine bağlamak için ısrar ediyor.
İlk kamyonlar dün Irak sınırında, Suriye rejimi kontrolündeki tek noktadan geçti. Diğer iki geçitten biri doğrudan ABD güçleri tarafından kontrol edilirken bir diğeri de Washington’ın müttefiki olan Suriye Demokratik Güçleri (SDG) tarafından kontrol ediliyor.
2014 yılında Irak’ın üçte birini ve Suriye’nin yarısını kontrolü altına alan DEAŞ, mevcut sınırları kaldırarak kendi bölgesinde ‘şehirler’ kurdu ve kendi sınırlarını çizmeye başladı. Ancak Rusya’nın Suriye’ye müdahalesi Suriye’deki tüm dengeleri alt üst etti.
2015 yılının ortalarında Suriye rejim güçleri ülkenin yalnızca yüzde 15'ini ve Lübnan sınırındaki geçiş noktasını kontrol ediyordu. Geri kalan bölgeler ise DEAŞ, YPG ve muhalif grupların kontrolü altındaydı.
Şam, dört yıl boyunca Moskova ve Tahran’ın desteğiyle yüzölçümü 185 bin kilometrekare olan Suriye’nin yaklaşık yüzde 65’ini kontrolü altına almayı başardı. Şam bunun yanı sıra daha fazla sınır kapısını da kontrol etmeye başladı.
Şam, 19 sınır kapısından biri Lübnan, biri Ürdün, biri Irak ve ikisi de Türkiye olmak üzere 5 sınır kapısını kontrolü altında bulunduruyor. Suriye’nin Türkiye sınır kapıları Ankara tarafından kapatıldı.
Ürdün
Nasib (Cabir) Sınır Kapısı: Muhalif gruplar tarafından 2015 yılının nisan ayında ele geçirildi. Ancak temmuz ayında rejim güçleri tarafından geri alındı.
Eski Gümrük (Ramsa) Sınır Kapısı: 2013 yılında rejim güçlerinin kontrolünden çıktı. Ramsa Sınır Kapısı daha sonra Şam tarafından Nasib (Cabir) Sınır Kapısı’nın tekrar ele geçirilmesinden önce kontrol altına alındı.
Türkiye
Yayladağ Sınır Kapısı: Lazkiye tarafındaki sınır kapısı Şam’ın kontrolü altında. Ancak Türk tarafı 2014 yılındaki çatışmalar sebebiyle kapalı tutuyor.
Bab el-Hava Sınır Kapısı: İdlib’in büyük bölümünü ele geçiren Heyetu Tahriru'ş Şam’ın kontrolü altında.
Babusselam Sınır Kapısı: Halep ilinin Azez bölgesinde yer alan sınır kapısı. Fırat Kalkanı Operasyonu sebebiyle bölgede bulunan TSK tarafından kontrol ediliyor.
Cerablus (Karkamış) Sınır Kapısı: Halep’teki sınır kapısı da Fırat Kalkanı Operasyonu kapsamında TSK’nın kontrolü altında bulunuyor.
Tel Abyad Sınır Kapısı: 2015 yılından beri Suriye Demokratik Güçleri’ne bağlı YPG tarafından kontrol ediliyor. Türkiye, ABD ile ‘güvenli bölge’ kurma anlaşmasının bir parçası olarak YPG’nin buradan çıkarılmasını istiyor. Washington, Tel Abyad ve Rasülayn arasında bir ‘güvenlik mekanizması’ kurulması fikrini onayladı.
Halep’in kuzeyinde yer alan Ayn El Arab’daki (Kobani) Mürşitpınar Sınır Kapısı: Resmen kapalı olan sınır kapısı, YPG’nin kontrolü altında bulunuyor. Yakınlarında ABD askeri üssü mevcut.
Rasulayn Sınır Kapısı: DEAŞ, 2015 yılının yazında Kürt birlikler tarafından buradan çıkarıldı. Washington, ağır silahların ve YPG güçlerinin Rasulayn Sınır Kapısı’ndan çıkarılması ve güvenlik mekanizmasının kurulması önerisini kabul etti.
Nusaybin Hudut Sınır Kapısı: Hasiçi’de yer alan sınır kapısı Suriye rejim güçleri tarafından kontrol ediliyor. Nusaybin Hudut Sınır Kapısı Ankara tarafından kapalı tutuluyor.
Ayn Divar (Çavuşköy) Sınır Kapısı: Kürt güçleri tarafından kontrol ediliyor. Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’ne geçmek için İbrahim Halil Sınır Kapısı’nın kullanılması gerekiyor.
Irak
Al Yarubiyah Sınır Kapısı:
Hasiçi ilinde yer alan sınır kapısı Suriye Demokratik Güçleri’nin kontrolünde bulunuyor.
El Kaim (Ebu Kemal) Sınır Kapısı: Suriye rejim güçleri ve İranlı milislerin kontrolü altında bulunuyor. İran Devrim Muhafızları Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani daha önce El Kaim (Ebu Kemal) Sınır Kapısı’nı ziyaret etmişti. İran bölgedeki kontrol alanını genişletti. Tel Aviv yönetimi, İsrail tarafından gerçekleştirildiği düşünülen gizli baskınlardan önce burada bir İran üssünün yer aldığına dair görüntüler sızdırdı.
El Tanf (Irak'taki ismi El Velid) Sınır Kapısı: DEAŞ’ın bölgeden çıkarılmasından bu yana ABD liderliğindeki Koalisyon güçleri ile ABD’nin desteklediği muhalif gruplar tarafından kontrol ediliyor. El Tanf Sınır Kapısı, El Tanf Üssü’nün yakınlarında yer alıyor.
Lübnan
Suriye ile Lübnan arasında olan ve tamamı Suriye rejim güçlerinin kontrolünde bulunan beş adet sınır kapısı yer alıyor. Bunlar; Caidet Yabus (Masna), Dabussiye (Abuddiye), Cussiye (Elka), Tel Kalak (Bukiya) ve Tartus (Arida). AFP’nin haberine göre sınır boyunca çoğu engebeli dağlık bölgelerde yer alan, birçok yasa dışı geçiş noktası var.
İsrail
İki ülke arasında sınır kapısı yok. Ancak savaşçı gruplar Kuneytra’yı ele geçirdi. Rejim güçleri 2018'in başlarında Rusların da desteğiyle bölgeyi tekrar kontrolü altına aldı. Rus ordusu Ayrılma Anlaşması’nın” tekrar uygulamaya konulduğunu duyurdu. BM Ayrılma Gözlemci Gücü (UNDOF) tekrar görevlendirildi. Suriyelilerin işgal altındaki Golan’dan geçmeleri için Kuneytra sınır kapısı geçici olarak kullanılabiliyor.
Limanlar ve havaalanları
Suriye sınırının geri kalan kısmı Şam'ın kontrolü altında. Rusya’nın Tartus Limanı’nda bir deniz üssü, Lazkiye kırsalındaki Hmeymim’de de bir hava üssü bulunuyor.
Rejim güçleri Şam, Halep ve Lazkiye havalimanlarının yanı sıra Fırat Nehri'nin doğusundaki Kürt kuvvetlerinin yer aldığı bölgedeki Kamışlı Havaalanını da kontrolü altında bulunduruyor. Bununla birlikte Uluslararası Koalisyon, iniş kalkışlar, ile helikopter ve kamyon bulundurulması amacıyla bir dizi askeri üs daha kurdu.
Ana yollar
M5 yolu, Ürdün sınırındaki Nasib'ten Türkiye sınırındaki Bab el-Hava'ya kadar uzanıyor ve Suriye’yi Türkiye üzerinden Avrupa’ya, Ürdün üzerinden Körfez'e bağlıyor. Lazkiye ile Halep arasından geçen M4 yolu ile kesişiyor. M4 yolu Halep’ten Deyrizor ve Irak’a uzanan bir yol ile M5’e bağlanıyor. Beyrut veya Trablus yolunun aktif hale gelmesiyle Akdeniz, Irak ve Körfez arasındaki bağlantı Suriye sınır kapısından sağlanacak.
Dönüşüm, rejim güçlerinin doğu Halep'in kontrolünü ele geçirdiği 2016 yılının sonunda başladı. Savaşçı gruplar 2011'den bu yana kilit noktaları ele geçirmek yerine önce Şam ve Humus’taki yola odaklandı.
Rejim güçleri geçen yılın başlarında Rusya’nın da desteğiyle başkentin güneyindeki, kontrolü dışındaki tüm mahalleleri geri aldı. Guta ve Orta Humus'taki bazı şehirlerden muhalif grupları çıkardılar. Söz konusu şehirlerin hepsi Nasib, Kuzey ve Kuzey Batı arasındaki ana yolları üzerinde bulunuyor.
Yolun yaklaşık 30 kilometresi  Doğu Guta ve Şam'ın güneyindeki bölgelerden ve Humus kırsalının bir kısmı üzerinden geçiyor. Şam, geçen yıl mayıs ayında yolun Humus kırsalındaki bölümünün tekrar aktif hale geldiğini ve Şam’ın doğusundaki Harasta’da yer alan diğer bölümünün de onarım halinde olduğunu duyurdu.
Rejim güçleri, M5 yolunun kapatılmasından dolayı Humus ve Halep arasında alternatif bir rota izliyor. Savaşçı grupların İdlib ve kırsalındaki bölgelerin kontrolünü sağlamaları, M4 ve M5 yollarına erişimi engelliyor. Moskova geçen yıl 17 Eylül’deki Soçi Anlaşması çerçevesinde, ekim ayında iki yolun tekrar açılması konusunda Ankara ile fikir birliğine vardı.
Rus tarafı, iki ana yolun aktifleşmesi için Türk tarafını ikna etme çalışmalarını sürdürüyor. Masada, ana yolların korunması için bölgede Rus-Türk devriyelerinin gezdirilmesi fikri var. Ankara, Moskova ile müzakerelerde Halep- Azez, Gaziantep sınır kapılarının tekrar faaliyete geçmesi konusundaki isteklerini iletti. Türk tarafı, ABD’lilerle yürütülen müzakereler sırasında Halep ve Hasiçi arasındaki M5 yolunun kuzeyinde bir "güvenli bölge" kurulması yönünde taleplerini dile getirdi.
Suriye'nin yeniden inşası ve bölgesel jeopolitik rekabet başlıkları tartışılmaya devam ederken sınır kapıları ve ana yolların bir sonraki aşamada başlıca ihtilaf noktalarından biri olacağı tahmin ediliyor. İsrail, İran'ın Ebu Kemal'deki mevkilerini birkaç kez bombaladı. Yapılan değerlendirmeler Tahran’ın Suriye'deki müttefiklerini desteklemek ve komşu pazarlara mal ihraç etmeye devam etmek için kara yolu üzerindeki hakimiyetini sürdüreceği yönünde.



Arafat’ın Saddam’a desteğinin bugüne dek devam eden feci sonuçları…

Yaser Arafat ve Saddam Hüseyin. (AFP)
Yaser Arafat ve Saddam Hüseyin. (AFP)
TT

Arafat’ın Saddam’a desteğinin bugüne dek devam eden feci sonuçları…

Yaser Arafat ve Saddam Hüseyin. (AFP)
Yaser Arafat ve Saddam Hüseyin. (AFP)

Macid Kiyali

Irak’ın Kuveyt’i işgali (2 Ağustos 1990) ve bu işgalin sebep olduğu İkinci Körfez Savaşı veya Çöl Fırtınası Harekatı (17 Ocak-28 Şubat 1991) gibi önemli sonuçlar, Irak ve Arap dünyasının yanı sıra İsrail’e karşı mücadelede Arap boyutuyla ilgili olanlar da dahil olmak üzere Filistin meselesi için de sarsıcı bir olaydı.

Irak açısından bu olay, ülkenin teorik ve pratik olarak İsrail’e karşı mücadele denkleminden dışlanması veya çıkarılması ve o dönemde Suriye ordusuyla sınırlı hale gelen sözde ‘Doğu Cephesi’nin ağırlığından kurtulmasıyla sonuçlandı. Araplar açısından da tüm bunlar, Arap siyasi sisteminin çatlamasına ve birbiriyle çatışan odaklara dağılmasına yol açtı. Bu dönüşümün etkisini artıran şey, Irak ‘barajı’ önünden kalktıktan sonra İran’ın bu sisteme meydan okuma imkânı elde etmesi oldu. Halbuki İran ile Irak arasında sekiz yıl süren (1980-1988) kanlı ve yıkıcı savaşta bu barajı ortadan kaldıramamıştı. Bu olayın daha sonra tüm Arap Doğusu ülkeleri üzerinde, şimdiye kadar devam eden ciddi yansımaları olacaktı.

Filistin düzeyinde bu olay, dava, halk ve ulusal hareket için çok feci sonuçlar doğurdu. Nitekim Arapların Filistin davası etrafındaki birlikteliği sona erdi, Filistin meselesi Arapların öncelikler listesinden ya da (varsayılan) merkezî konumundan uzaklaştırıldı. Dolayısıyla Filistinliler İsrail’in izlediği politikalar ve meydan okumalar karşısında savunmasız kaldı. Üstelik Filistinliler, kaybedenler kampında yer alıyorken İsrail, eski Sovyetler Birliği’nin çökmesi ve dağılması sonucunda uluslararası ve bölgesel sisteme tek kutup olarak hâkim olmaya başlayan ABD’den destek alıyordu.

Filistin’in durumuna yönelik doğrudan sonuçlara gelince… Olayın yansımaları, 1987-1993 yılları arasındaki ilk Filistin halk ayaklanmasının (Birinci İntifada) oluşturduğu etkilerin zayıflatılmasına ve özellikle liderlerinin işgal karşısındaki muğlak tutumundan ötürü Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) dışlanmasına odaklandı. Buna ek olarak çoğunluğu, işgal edilen Filistin topraklarındaki ailelerine destek olan Filistinlilerin çoğunun işgal sırasında ve sonrasında Kuveyt’ten göç etmesi de ayrı bir felaket olarak tarihe geçti.

ABD’nin Irak ordusunu Kuveyt’ten çıkarmak için Arap ülkeleriyle birlikte başlattığı operasyon, İsrail’i endişelendirdi. Zira bu operasyon onun, bölgenin güvenliğini ve ABD’nin çıkarına olduğu bilinen istikrarı sağlama sürecine katılamayacağını gösterdi.

Sonuç olarak tüm bu zorlu uluslararası ve bölgesel koşullar, Madrid Konferansı (1991 yılı sonları) yoluyla Arap-İsrail barış sürecinin başlatılmasına katkı sağladı. Bu gelişme, Filistinlilerin söylemlerinde ve mücadele biçimlerinde görülen tüm değişikliklerle birlikte Oslo Anlaşması’nın (1993) yolunu açtı. Filistin ulusal hareketinin bir otoriteye dönüşmesi ve Filistin davası kavramının Filistin, Arap ve dünya düzeyinde değişmesi söz konusu değişikliklere örnek gösterilebilir.  

İsrail’in işgali istismar etmesi

İlk bakışta İsrail, Irak’ın Kuveyt’i işgaline şaşırmış göründü. Aynı şekilde daha sonra uluslararası koalisyonun (ağırlıklı olarak Batı’nın), özellikle onu dışarıda bırakarak Irak’a karşı yürüttüğü operasyona da şaşırmış görünüyordu. Bunun üzerine başlangıçta ABD’nin Irak ordusunu Kuveyt’ten çıkarmak için herhangi bir doğrudan askerî faaliyette bulunma ihtimalini dışlamaya dayalı seçenekleri benimsedi.

İşçi Partisi’nin lideri ve eski Başbakan İzak Rabin, bu tutumu şu ifadelerle dile getirmişti:

“Batı’nın Körfez’de meydana gelen durum için sömürgeci bir askerî seçeneği yok… ABD, Irak’a karşı kullanmak üzere askerî güçler gönderemez. Buna dahil olacağını sanmıyorum.” (Yediot Aharonot/3 Ağustos 1990).

Askerî strateji yorumcusu Ze’ev Schiff ise şunları söylemişti:

ABD, Irak petrolünün ihracını engelleyebilir ve Irak’a ambargo uygulayabilir. Ama bu, aşırı bir adımdır. Bu konuda Sovyetler Birliği ya da Avrupa ülkeleri tarafından bir destek göreceği şüpheli. Aynı şekilde Arap dünyası da böyle bir hamlede iş birliği yapmayı reddedecektir. Dolayısıyla ABD, ekonomik yaptırımlarla yetinecek. (Haaretz/3 Ağustos 1990)

Sonuç olarak ABD’nin Irak’ı Kuveyt’ten çıkarmak için Arap ülkeleriyle birlikte başlattığı operasyon İsrail’i endişelendirdi. Zira bu operasyon onun, bölge güvenliğini ve ABD’nin çıkarına olduğu bilinen istikrarı sağlama operasyonuna katılamadığını ortaya koydu. Ayrıca ABD ve Arap ülkeleri tarafından doğrudan askerî bir müdahaleyle, bu çıkarların savunulması uğrunda kendisinin gözden çıkarılabileceğini de gösterdi. Bununla beraber dönemin İsrail Savunma Bakanı Moşe Arens, bu değişimin etkisini ve stratejik sonuçlarını hafifletmeye çalışarak şöyle dedi:

Amerikalılar, Arap ülkelerini içine alan geniş bir cephe oluşturmaya çalışıyor. Bu durumda İsrail’in bu çabaya dahil edilmesinde bir çıkarlarının olmaması anlaşılır bir durum. Bu yüzden İsrail, buna dahil değil. (Yediot Aharonot/10 Ağustos 1990)

Ancak İsrail çok geçmeden bu endişenin üstesinden gelerek bu hadiseyi birkaç alanda istismar etmeye çalıştı. Mesela Arap dünyasına güvenilemeyeceğini ve onun sorununun İsrail’in varlığıyla değil, bizzat Arap gerçekliğiyle alakalı olduğunu öne sürdü. Bu durum da onun, herhangi bir çözüm süreciyle bağlantısı olmaksızın güvenliğini sağlama, istikrarını ve bölgedeki askerî üstünlüğünü güvence altına alma yaklaşımının isabetliliğini ve Batılı ülkelerin kendisine destek vermeye devam etmesi gerektiğini teyit ediyordu. Ariel Şaron da Irak’ın Kuveyt’i işgalini değerlendirirken şu ifadeleri kullandı:

İsrail topraklarındaki Arap-Yahudi çatışması, ikincil öneme sahip bir sorun olarak gerçek boyutunu kazanıyor. İsrail’in gerek varlığı gerekse güvenliği açısından yorulmak bilmeden güçlenmesi gerekiyor. (Yediot Aharonot/10 Ağustos 1990)

Çok açık ki İsrail, Batılı ülkelerin Irak ordusunu yıkıma uğratıp Irak’ı zayıflatmasından çok memnun oldu. Bu, kendisi hiçbir bedel ödemezken Doğu Cephesi’nin zayıflatılması demekti ki bu, İsrail’in stratejik ve uzun vadeli hedeflerinin merkezinde yer alıyor.

Barışa siyasi yatırım

Bununla birlikte bu savaşa yapılan asıl ve siyasi yatırım şudur: Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra tek kutup olarak küresel sistem ve Irak’ın Kuveyt’i işgalinin sonuçlarına bağlı olarak da bölgesel sistem üzerindeki hâkimiyetiyle ABD bu savaşı, Madrid Konferansı’nda (1991 sonları) varılan Filistinlilerle çözüm süreci kisvesi altında Arap-İsrail ilişkilerinde yeni bir sayfa açmak için uygun bir fırsat olarak gördü.

Burada kayda değer bir nokta şu ki Madrid’de başlatılan bu çözüm süreci, 1967 yılında işgal edilen Filistin veya Suriye topraklarını sahiplerine iade edecek bir çözüme, İsrail’in temel direği olacağı ve çeşitli alanlarda karşılıklı iş birliğine dayalı yeni bir bölgesel düzenin oluşturulmasına odaklandığı kadar odaklanmadı.

O dönemde bu müzakereler, İsrail ile ilgili tarafların her biri (Filistin, Suriye, Ürdün ve Lübnan) arasında ikili ve çoklu olmak üzere iki yönde başlamıştı. Amacı da İsrail ile Arap ülkeleri arasında, Avrupa ve ABD başta olmak üzere uluslararası tarafların da katılımıyla (ekonomide, sularda, altyapıda ve güvenlik düzenlemelerinde) ortak sistemler oluşturarak bölgesel iş birliğinin önünü açmaktı. Bu müzakereler, her yıl periyodik olarak düzenlenen Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da Ekonomi Zirvesi konferansıyla taçlandı (1994-1997 yılları arasında Kazablanka, Amman, Kahire ve Doha’da dört konferans düzenlendi). Çoklu müzakerelerin ve bu konferansların teorik zemini, Ortadoğu’da yeni bir bölgesel düzen kurma bahanesiyle oluşturuluyordu. Eski İsrail Başbakanı Şimon Peres de Yeni Ortadoğu adlı kitabında buna açıklık getirmiş ve teşvik etmiştir.

Filistin’in tutumundaki hatalar

FKÖ yönetimi ve lideri Yaser Arafat tarafından temsil edilen sorunlu ve muğlak Filistin tutumu, Filistin ulusal hareketi ile Arap siyasi yapısı arasında önemli bir çarpışma anı oldu. Bu tutumun, harekete ve Filistin halkına uzaktan yakından olumlu bir getirisi olmadı. Hatta aksine her düzeyde Filistinlilere ve davalarına zarar verdi.

Bu aşamada Arap resmî sistemi iki eksene ayrılmış gibi görünüyordu. Bu eksenlerden ilki, işgale karşı çıkıp kınadı, Kuveyt’e destek verdi ve Irak’ı Kuveyt’ten çıkarmak için gösterilen her türlü askerî faaliyete yardımcı oldu. Diğerinin ise görünüşe göre olan bitene itirazı yoktu ya da Kuveyt’in işgaline yönelik herhangi bir girişime veya askerî çözüme çekimser yaklaşıyordu. İlk eksen, işgale karşı güçlü bir uluslararası hareketin merkezinde yer alıyordu. Bu hareket, 2 Ağustos 1990’da, yani işgal gününde alınan, Irak’ın Kuveyt’i işgalini kınayan ve Irak ordusunun genel olarak, derhal ve koşulsuz geri çekilmesini talep eden 660 sayılı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararında ifade edildi. İkinci eksen ise bu uluslararası denklemin dışındaydı ya da ondan kopmuştu. O kritik tarihî anda Filistin Yönetimi bunun farkında değildi. BM Güvenlik Konseyi tarafından daha sonra alınan (6 ve 9 Ağustos 1990) kararların (661 ve 662) içeriğinde bahsedilen ve Irak’a yaptırım uygulanmasını da içeren sonraki uluslararası adımların boyutunu da idrak edemedi. Aynı şekilde 10 Ağustos 1990’daki Arap Zirvesi konferansında alınan ve Irak’ın işgalinin kınanmasını ve Arap Körfez ülkelerinin Kuveyt’i geri alma yolunda attığı adımlara destek verilmesini içeren kararların boyutunun da farkına varamadı. Bu zirvenin kararları arasında Kuveyt’i geri almak için uluslararası güç talep etmek ve buna katkı sağlamak için Arap güçleri göndermek de yer alıyordu.

Filistinli akademisyen tarihçi Velid el-Halidi, ‘Körfez Krizi: Kökenler ve Sonuçlar’ başlıklı makalesinde (Filistin Araştırmaları Dergisi, Sayı: 5, Kış 1991) bu çarpışma anını acı bir şekilde gözlemliyor ve şöyle diyor:

“Bu zorlu durumda FKÖ, Libya ve Irak ile birlikte bu karara karşı oy kullandı.”

FKÖ’nün tutumu, memnun edici değildi… Saddam’ın Kuveyt’i işgal ederek çiğnediği ilkeler, Filistin davasına manevi gücünü veren ilkelerin aynısı. Arafat’ın üzerinden atmaya çalıştığı terörist imajı, Kuveyt’in işgalinden sonra Saddam’la olan yakın ilişkisiyle güçlendi. Teorik olarak, ABD liderliğindeki BM’nin düşmanlığa ve işgale karşı sergilediği tutum, FKÖ’nün elde etmek için bıkmadan usanmadan peşinde koşması gereken olgunun ta kendisidir. Velid el-Halidi

Halidi’nin ifadesiyle; “FKÖ’nün tutumu, memnun edici değildi… Saddam’ın Kuveyt’i işgal ederek çiğnediği ilkeler, Filistin davasına manevi gücünü veren ilkelerin aynısıdır. Arafat’ın üzerinden atmaya çalıştığı terörist imajı, Kuveyt’in işgalinden sonra Saddam’la olan yakın ilişkisiyle güçlendi. Teorik olarak, ABD liderliğindeki BM’nin düşmanlığa ve işgale karşı sergilediği tutum, FKÖ’nün elde etmek için bıkmadan usanmadan peşinde koşması gereken olgunun ta kendisidir.” Halidi bu duruma ilişkin şunları söyledi:

Yaser Arafat’ın, Fetih hareketinin kuruluşundan sonraki siyasi hayatında yaptığı en büyük stratejik hataydı… Arafat, Fetih hareketinin kurulduğu günden bu yana benimsediği temel bir ilkeyi unuttu: Filistin davasına hizmet etmek, FKÖ’nün Araplar arasındaki anlaşmazlıklardan uzak tutulmasını gerektirir. BM kararlarına dayanarak işgali açıktan kınayamaması ve Irak’ın geri çekilmesini savunamaması, FKÖ’nün siyasi güvenilirliğine ve uluslararası konumuna ciddi şekilde zarar verdi.

Feci sonuçlar

Aslında işgalin ve savaşın yansımaları; uluslararası, Arap ve İsrail yansımaları bakımından Filistinlerin davası için bir felaketti. Bu yansımalardan ilki, o dönemde doruk noktasında olan Filistin halk ayaklanmasının zayıflatılması oldu. Zira önce savaş patlak vermiş ve sonra Kuveyt’te yaşayan ve çalışan yüz binlerce Filistinli, işgal esnasında ve sonrasında bu ülkeden ayrılmak zorunda kalmıştı. Bu, Batı Şeria ve Gazze Şeridi’ndeki on binlerce aileyi, Kuveyt’teki akrabalarından elde ettikleri kaynaklardan mahrum etti ki bu kaynaklar, onların direnişini güçlendiriyordu.

Bu aynı zamanda FKÖ Yönetimi’nin mali kaynaklarının kurumasıyla beraber Arap dünyasındaki saygınlığının da eskisine nazaran azalmasına neden oldu. Öyle ki o Arap ve uluslararası koşullarda (Sovyet müttefikini kaybettikten sonra), ABD’nin Ortadoğu için düzenlediği siyasi yola girmeyi kabul etmek suretiyle gemisini tekrar yüzdürmeye ve Arap-İsrail çatışmasını bitirmeye mecbur görünüyordu. Zira onun gözünde, başka bir seçeneği yoktu. Üstelik İsrail’in Lübnan’ı işgal edip (1982) tüm güçleri, kurumları ve liderleri ile FKÖ’yü Lübnan’dan çıkarmasından sonra artık dışarıda ve Filistin sınırlarından uzakta kalmıştı.

Ancak tüm bu gelişmeler, Filistin Yönetimi’ni daha ileri gitmeye sevk etti ve Filistinlilerden bağımsız bir taraf olarak müzakere çerçevesinden dışlanmasının temsil ettiği eksikliği telafi etme çabasıyla, elverişsiz koşullarda gizli müzakerelere girdi. Bu doğrultuda ortak bir Ürdün-Filistin heyetiyle temsil edildi ve bu onun, İsrail’e (ve ABD’ye) ağır bedeller ödemesine sebep oldu. Zira bağlantılı uluslararası kararları müzakereler için bir referans olarak kabul etmemeyi ve iki taraf (Filistinliler ve İsrailliler) arasındaki müzakereleri herhangi bir anlaşmanın temeli olarak kabul etmeyi onaylamıştı ki bu elbette İsrail’in çıkarınaydı. Ayrıca (mülteciler, yerleşimler, Kudüs, sınırları, güvenlik düzenlemeleri gibi…) temel meselelerde, nihai çözümün ne olduğunu açıklamadan, kararın ertelenmesine de onay vermişti ki bu da Filistinlilerin otuz yıldır bedelini ödediği şey.

Böylece Oslo Anlaşması imzalandı. Bu, terminolojik bakımdan geçici bir anlaşma olsa da aslında bir idari özerklik anlaşmasıydı. Amacı ise yalnızca İsrail otoritesinin bir vekili olarak, işgal edilmiş topraklardaki Filistinlileri kontrol edecek bir Filistin otoritesi üretmekti. Bununla Filistinliler, en yüksek otoritenin İsrail’e ait olduğunu, Filistin otoritesinin ise topraklar, kaynaklar veya geçitler üzerinde değil, sadece kendi halkı üzerinde geçerli olduğunu akılda tutarak iki otoriteye tâbi hale geldi.  

Bunun yanı sıra otoriteyi kurmanın bedeli olarak Filistin davasının içi boşaltıldı. Filistin ulusal hareketi, sınırlı bir özyönetim otoritesinden ibaret hale getirilerek ulusal kurtuluş hareketi olma özelliğini terk etti ve davanın, halkın ve toprakların birliği dağıtıldı. Araplar ise Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nde Filistin Yönetimi kurulmasını meşrulaştırdı. Varlığı Filistinliler tarafından kabul edilip de Filistin anlatısı, 1967’de işgal edilen topraklar üzerindeki çatışmayla sınırlı hale geldikten sonra da İsrail ile normalleşme süreçleri ve çeşitli biçimlerde ilişki kurulması normalleştirildi. Nekbe (1948) dosyası da Filistin ve Araplar için kapandı.    

Aslında tarihe müracaat edip incelediğimizde korkunç Filistin gerçeği, Irak’ın Ağustos 1990’da Kuveyt’i işgalinin bir yansıması gibi görünüyor. Hem Araplar hem Filistinliler için feci kayıpların ve dönüşümlerin çoğunu sonuç veren o felaket veya tehlikeli macera olmasaydı Arap Doğusu ile Filistin davasının durumu nasıl olurdu, kimse biliyor.

*Bu makale Şarku’l Avsat tarafından Majalla’dan çevrildi.