Suriyeli mülteciler Hizbullah’ın kontrolü altındaki Kuseyr’e dönmeye başladı

Lübnan sınırı yakınlarında, Humus kırsalında Kuseyr’e dönen mülteciler. (Şarku’l Avsat)
Lübnan sınırı yakınlarında, Humus kırsalında Kuseyr’e dönen mülteciler. (Şarku’l Avsat)
TT

Suriyeli mülteciler Hizbullah’ın kontrolü altındaki Kuseyr’e dönmeye başladı

Lübnan sınırı yakınlarında, Humus kırsalında Kuseyr’e dönen mülteciler. (Şarku’l Avsat)
Lübnan sınırı yakınlarında, Humus kırsalında Kuseyr’e dönen mülteciler. (Şarku’l Avsat)

“Memleketim Kuseyr’de gömülmek istiyorum.” Bu sözler, ailesiyle birlikte 2012 yılında memleketinden Şam kırsalındaki Kalamun’a savrulduktan sonra bedeni yaşadığı depresyon ve yaşlılığın getirdiği hastalıklarla adeta çöken ve 20 yaş daha yaşlı görünen emekli bir öğretmene ait.
Eşi ve oğluyla geçen ay Kuseyr ve Humus’a geri dönenler listesinde yer alan emekli öğretmenin evinin sadece bir odası halen ayaktaydı. Gelir gelmez hemen moloz yığınlarını ve taşları temizleyerek tamir işlerine giriştiler. 65 yaşını geçmiş olan emekli öğretmene evinin yıkıldığını bilmesine rağmen neden buraya geri döndüğü sorulduğunda şu yanıtı verdi:
“Sahip olduğunuz evin molozunun üstündeki bir çadırda yaşamak, bir mülteci olarak kalmaktan ve kira ödemekten bin kat daha kolaydır. Yıllardır Kuseyr’in dışında mülteciliği yaşadım. Memleketimde ölmek için dua ediyorum.”
Stratejik önem
Humus’un 35 kilometre batısındaki Kuseyr şehri, Lübnan sınırına 15 kilometre uzaklıkta yer alıyor. Suriye'deki savaş sırasında ilk ve en büyük yerinden edilmeler burada yaşandı. 2013 yılına gelindiğinde nüfusunun 65 bin civarı olduğu tahmin edilen şehirde geriye sadece 10’larla ifade edilebilecek sayıda kişi kaldı. Kuseyr ve kırsal bölgelerinin kontrolünü halen paylaşan rejim güçleri ve Hizbullah şehre girdiğinde nüfusun büyük çoğunluğunu Sünni Müslümanlar oluştururken az sayıda Hıristiyan, Alevi ve Şii bulunuyordu.
Lübnan’ın Hirmil ilçesinden gelen Asi Nehri’nin içinden geçtiği Kuseyr, Humus - Balbek uluslararası karayolunun da ortasından geçmesi nedeniyle Hizbullah için önemli, stratejik bir konuma sahip. Bununla birlikte 1919 yılında açılan Cussiye (Elka) Sınır Kapısı’yla Lübnan’ın Bekaa Vadisi bölgesinin Suriye’nin Humus vilayetine bağlanması, Kuseyr’i Humus ile Lübnan’ın kuzeyi arasındaki ticaret merkezlerinden biri haline getirdi. Böylece Şam kırsalındaki Kalamun’a daha da yaklaşırken Kalamun dağlarında başlayıp Asi Nehri’nde sona eren Rabia Vadisi bölgesiyle bağlantısı da güçlendi.
Rejim güçleriyle birlikte bölgeyi kontrol altına alan Hizbullah, Humus'u Lübnan'a bağlayan yolların birleşim noktalarında önemli merkezlerin yanı sıra batı kırsalında merkez büroları kurdu. Bu arada Kuseyr şehir merkezi ve doğusuna rejime bağlı güvenlik birimlerinin karargah ve müfrezeleri konuşlandırıldı. Şam-Humus uluslararası karayoluna bağlanan Kuseyr - Şenşar otoyolundaki kontrol noktası sayısı 3’e düştü. Birincisi Şenşar kavşağında bulunuyor ve en büyük kontrol noktası olma özelliğini taşıyor. İkincisi doğudaki ed-Demine köyü yakınlarında yer alıyor. Üçüncüsü ise Hirmil yolu üzerinde, Kuseyr’in girişinde konuşlu.
Şarku’l Avsat’a açıklamalarda bulunan yerel kaynaklara göre Kuseyr’e sadece buranın kendi halkının girmesine izin veriliyor. Bununla birlikte Cussiye Sınır Kapısı, 2017 yılının sonlarında açıldıktan sonra Lübnan'a gidenler pasaport kontrolünün ardından Kuseyr’e geri dönebiliyor. Doğu girişi dışında Kuseyr’e girişlerin hepsinin kapalı olduğuna dikkati çeken kaynaklar böylece 2013 yılında Kuseyr bölgesinin rejim ve ona sadık gruplar tarafından tamamen kontrol altına alınmasının ardından Alevi, Şii ve Hıristiyan azınlıkların geri dönmesine izin verildiğini belirttiler. Kaynaklar, 2013-2017 arasında toplam 8 bin kişinin geri döndüğü bilgisini verdi. Mülteci konumundaki Sünnilerin dönüşü ise geçen temmuz ayına kadar engellenirken Rusya’nın mültecilere geri dönüş sözü verdiği girişimle rejim karşıtı faaliyetlerde bulunmayacakları doğrulanan kişilerin şartlı olarak geri dönüşlerine izin verildi. Kaynaklar, böylece güvenlik izni verilen mültecilerin Humus şehri ve Hasya, Şenşar, Cendar kasabaları ve Şam kırsalındaki Kalamun bölgesine geçiş yaptıklarını ve çoğunluğunu devlet memurları veya çocukları rejim güçleri saflarında görev yapan ailelerin oluşturduğunu aktardı.
Yıkım ve imkanlar
Kaynaklar tarafından yapılan açıklamalarda geçen temmuz ayında ilk geri dönüşlerin yapıldığı, Hizbullah'ın kontrolünde olan ve yaklaşık bin kişinin yaşadığı batı kırsalındaki köylerde birçok Hizbullah bayrağı olduğu belirtildi. Öyle ki Suriye bayrakları ve Devlet Başkanı Beşşar Esed’in resimleri neredeyse görünmüyordu. Bu, bölgeyi kontrol eden gerçek gücü gözler önüne seren bir sahneydi. Açıklamalrda daha sonra mültecilerden 3 grubun daha geri döndüğü ve ekim ayı başlarında Kuseyr’e dönenlerin sayısının 5 bine ulaştığı kaydedildi. Ancak bu kez Suriye bayrakları ve Esed’in resimleri baskın bir görüntü oluşturuyordu. 2013 yılından bu yana Kuseyr ve kırsal bölgelerine dönenlerin sayısı 14 bini buldu.
Geçen ay Kuseyr’e dönen aileler, oldukça sınırlı imkanlarla evlerini tamir etmeye başladı. Ancak mali durumları evlerini yeniden inşa etmelerine izin vermediğinden hayırseverler, sivil toplum kuruluşları ve devlet kurumlarından yardım bekliyorlar.
Aynı şekilde belediye de görevlerini yerine getirmekte yetersiz kalıyor. Altyapının yarısının hasar gördüğü tahmin edilirken bir zamanlar muhaliflerin merkezi olan kuzey ve batı mahalleleri gibi bazı yerlerde evlerin yüzde 80’i tamamen yıkılmış durumda. Muhaliflerle yaşanan çatışmalar sırasında rejimin kontrolü altında kalan doğu mahallesi ise hasar oranı yüzde 5’in altına düşüyor. Güvenlik merkezleri bu mahallede bulunuyor. Hizbullah ve 2013 yılında rejimin bölgeyi kontrol altına almasının hemen ardından geri dönüşlerine izin verilen rejim yanlısı sivillerin karargahları da burada yer alıyor. Dönenlerin hayatı bu mahalleyle sınırlıyken diğer mahalleler tamamen yıkılmış haldeydi. Geçen temmuz ayına kadar hayatın tamamen durduğu bu mahallelerde yaşam yavaş yavaş geri dönmeye başladı. Yıkıntılar arasındaki küçük dükkanlar açılırken meyve, sebze ve temel gıda maddeleri satılmaya başlandı. Artık telefon hatları kullanılabiliyor.
Kuseyr Belediye Başkanı geçen ay yaptığı açıklamada kentin temel hizmetlerin büyük bir kısmına ihtiyaç duyduğunu, şehre geri dönen 5 bin kişinin, bir kısmının yıkılmış evlerinde ya da açıkta uyuduklarını ve Suriye Kızılayı tarafından kendilerine şişe su temin edildiğini söyledi.
Rejimin bölgeyi tamamen kontrol altına almasından bu yana Kuseyr Belediyesi hasar gören altyapının bir bölümünü yeniden inşa etti. Fon yetersizliğinin yanı sıra yeniden yapılanma, bakım ve acil durumlarda çalışacak profesyonel personel eksikliği nedeniyle temel hizmetler asgari düzeyde tutulmaya çalışıldı. Ancak bununla birlikte Birleşmiş Milletler (BM) yardımıyla tamir edilen kanalizasyon ağı geri dönenlerin ihtiyaçlarını karşılayamıyor. Halen elektrik kesintilerinin yaşandığı bölgede sokak aydınlatmaları sadece şehir girişindeki birkaç ana caddede bulunuyor. Aynı şekilde geri dönen tüm ailelere kullanılabilir su temin etmekte büyük sıkıntılar yaşanıyor. Kuseyr ve kırsal bölgelerinde geri dönüşlerin ardından yaşanan ekmek sıkıntısı ise başlı başına bir sorun.
Lübnan’da yaşayan Kuseyrli bir mültecinin geçen temmuz ayında kırsal bölgeye dönen kız kardeşi ve ailesinden aktardığına göre sadece bir tane olan tıp merkezinde uzman doktorların bulunmamasından kaynaklı şikayetler de var. Yine ailesinden işittiği yaşanan bir olayı aktaran mülteci, tıp merkezi tatil nedeniyle kapalıyken ağır kanamalı bir hastanın ambulansın da olmamasıyla özel bir araçla Humus’taki bir hastaneye götürülmek zorunda kalındığını ve hastanın ölümün kıyısından döndüğünü belirtti.
Memleketini anlatmaya devam eden Kuseyrli mülteci şunları söyledi:
“Kuseyr savaştan önce Lübnan sınır köyleri dahil olmak üzere komşu köylerin sakinlerinin alışverişten tedaviye ve eğitime kadar ihtiyaçlarını karşılamak için kullandığı batı kırsalının başkenti konumundaydı. Ekmek almak için bile Kuseyr’e gelirlerdi. Kuseyr’de tüm köylere yetecek kadar ekmek üretilirdi. Hastaneler, sağlık merkezleri ve onlarca klinik vardı. Sınırdaki Lübnan köylerinin sakinleri tedavi, alışveriş, ekmek, sebze, et ve ihtiyaç duydukları her şey için daha düşük fiyatların olduğu Kuseyr'e gelirlerdi. Sınırın her iki tarafında da kaçakçılık faaliyetleri vardı. Lübnan'dan Suriye'de bulunmayan sigara, elektrikli ev aletleri ve beyaz eşya gibi çeşitli yabancı ürünler getirirlerdi. Buradan da Humus'a ve daha sonra diğer yakın bölgelere gönderilirdi. Hirmil’e gizlice Suriye ekmeği, sebze ve meyveleri sokulurdu. Bu atmosfer, herhangi bir siyasi veya milli kimliğin ötesinde güçlü sosyal çıkar ilişkileri inşa etmişti.”
Kendisine Kasım (takma ad) olarak hitap etmemizi isteyen Kuseyrli mülteci, Hizbullah'ın varlığının eskiden bölgede ve hatta komşu köylerde dahi oldukça az olduğuna işaret ettiği açıklamasını şöyle sürdürdü:
“2000’li yıllarla birlikte Suriye'den Lübnan'a kaçak yollarla sokulan maddeler listesine Kuseyr üzerinden yapılan dizel yakıt da girdi. Bölge büyük bir yasa dışı kaçakçılık furyasına kapıldı. Bu kaçakçılık faaliyetleri rejime bağlı güvenlik birimlerinin yozlaşmış yönetimlerinin kontrolü altındaydı. Lübnan’dan Suriye’ye yapılan uyuşturucu kaçakçılığı ise 2005 yıldan sonra gün geçtikçe arttı.  Kısa yoldan para kazanmak isteyen gençlerin zaten kötüleşmeye başlayan ekonomik durumla birlikte okulu bırakmaları ve işsizlik oranında büyük bir artış olması toplumu yıktı. Kuseyr’de ekonomik faaliyetin bel kemiği olan tarımın azalmasıyla birlikte geleneksel sosyo-ekonomik formülleri yerle bir eden kaçakçılık faaliyetlerinde patlama yaşandı.”
Hizbullah’ın kontrolü
Bölge nüfusunun 2013 yılında yerlerinden edilmesinin ardından Hizbullah, Asi Nehri’nin batı bölgesini ele geçirdi ve bölge sakinlerini kendi geleneksel ortaklarına karşı mücadele etmeleri için saflarına çekmeyi başardı. Hizbullah ayrıca, Kuseyr ve Lübnan bölgelerini birbirine bağlayan meşru ve yas adışı yolların kontrolünü ele geçirdi. Böylece Lübnan’dan Suriye’ye ve daha sonra Lazkiye Limanı’ndan deniz yoluyla dünyanın dört bir yanına yapılan uyuşturucu kaçakçılığının en önemli geçiş noktalarından birini ele geçirmiş oldu.
Aynı şekilde Hizbullah, şehir merkezinde ve çevresindeki birçok alana ve mülke el koyarak üyeleri için karargahlara dönüştürdü. Halen buraların gerçek sahiplerine iade edilmesini veya kira ödenmesini engelliyor. Hizbullah, Asi Nehri’nin batısında yerlerinden edilmiş insanların tarım alanlarından da faydalandı. Sadece bazı köylülere kenevir yetiştirmeleri için tarlaları kullanmalarına izin verdi. Kaçakçılık, tek başına hareket eden kişilerin faaliyetleri olmaktan çıkıp bölgesel ağlara bağlı örgütlü çetelerin yaptığı faaliyetlere dönüştü. Bu dönüşüm, Kuseyr’de savaş bölgesi düzeyinde normal standartlara kıyasla zengin bir sınıfın ortaya çıkmasına neden oldu. Bu yeni sınıfa, savaşın yoksullaştırdığı orta sınıftan gelenler öncülük etti.
Kaynaklar savaş öncesi Kuseyr’in Suriye'deki diğer bölgeler gibi büyük bir kısmının tarımsal alandan oluştuğuna, okur-yazar oranının yüksek olduğuna ve genel olarak orta sınıf insanların bulunduğuna işaret ediyor. İnsanların geçimlerini genel olarak tarımcılıktan sağladığını belirten kaynaklar genel olarak kayısı, elma, patates, buğday ve arpa yetiştirildiğini ancak şu an bu tarlaların büyük bir bölümünün tahrip edilmiş halde olduklarını aktardı. Halkın halen tarımcılığı sürdürdüğü Kuseyr’in doğusundaki tarlalarda ise faaliyetler oldukça az. Kuseyr’i nüfusu sınırlı, ekonomik faaliyetleri ise zayıf bir şehir olarak niteleyen kaynaklar, günlük ihtiyaçları için Humus kentine ve komşu köylere bağımlı olduğunun altını çizdiler.
Yeşeren umutlar
Kaynaklar, yerinden edilenlerin şehre dönüşüyle birlikte Kuseyr’in hayata dönmeye başladığını ve umutların yeşerdiğini belirtti. Çalışmaların başlaması için molozların kaldırılması, onarımların yapılması ve zarar gören altyapının yeniden inşa edilmesi gerektiğini ifade eden kaynaklar yine de umutların yeniden yeşerdiğini kaydetti. Temmuz ayında Kuseyr kırsalına ilk dönüşlerin başladığı dönemde rejim yanlılarının gizli de olsa buna karşı olduklarını belirten kaynaklar, özellikle savaşta oğullarını kaybedenlerin öfke duyduklarını ancak yeni yaşam döngüsünün başlamasıyla karşı çıkışların sona erdiğini bildirdi. Kuseyr’e geçen ay yapılan dönüşler daha kabul edilebilir gözüküyordu. Dönenlerin çoğunluğunun devlet memurlarından oluşması, Kuseyr’de daha fazla resmi kurum ve devlet dairesinin faaliyete geçeceği anlamına geliyordu. Savaş sırasında Humus’a devredilen nüfus ve emlaklarla ilgili resmi daireler de yeniden Kuseyr’e iade edilecek.
Bununla birlikte Kuseyr-Humus hattında toplu taşıma araçlarının faaliyete geçmesi konusunda da acilen harekete geçilmesi gerekiyor.  Söz konusu hatta son dönemde Humus Baas Üniversitesi’nin çalışanlarının ve öğrencilerinin ulaşımları için 7 minibüs ve 1 midibüs çalışmaya başladı. Ancak bu sayı geri dönenlerin ulaşım sorununu çözmekte yetersiz kaldı.
Otobüs kalkış noktasının yeniden Kuseyr şehir merkezine taşınması, 2013 yılından bu yana rejim yanlıları tarafından korunan Doğu Mahallesi sakinleri ile Belediye Meclisi arasında tartışmalara neden oldu. Son dönemde geri dönenler için yapılan girişimler, Rusların müdahalesi öncesinde ‘rejimin yanında savaştıkları için’ kamu hizmetlerinden öncelikli olarak yararlanmaları gerektiğine inanan Doğu Mahallesi sakinlerini kızdırdı.



Korona: Küresel sistemdeki derin aksaklıkların gün yüzüne çıkması  

Korona: Küresel sistemdeki derin aksaklıkların gün yüzüne çıkması  
TT

Korona: Küresel sistemdeki derin aksaklıkların gün yüzüne çıkması  

Korona: Küresel sistemdeki derin aksaklıkların gün yüzüne çıkması  

Tarih boyunca şahit olunan başlıca olgulardan biri; adaletsizliğin faillerinin kendilerini temize çıkarıp, mağdurları suçlayarak eylemsizliklerini ve kötülüğü haklı çıkarmaya çalışmasıdır. Omicron varyantının ortaya çıkmasından Afrikalıların sorumlu olduğu iddiaları, dünyanın kuzey ülkelerinde aşı kullanımında isteksizlik ve Güneydeki ülkelerin düşük aşılanma seviyeleri, 2021 yılında bu utanç verici hikâyenin bir kez daha tekrarlandığını gösteriyor.  
Omicron Afrika'nın suçu değildir; temel sorumluluk, yüz milyonlarca aşıyı stoklayıp, tüm uyarılara rağmen, dünyanın en savunmasız bölgelerinin aşılanması ve virüsün mutasyonları konusunda çok az şey yapan zengin ülkelerin yönetimlerindedir.  
Kritik sorun, Afrika'daki hükümetlerin aşıları yasaklaması ya da ihtiyatlı yaklaşması değil, Afrika'nın aşılara erişememesidir. Elbette aşı karşıtları dünyanın her yerinde kaos yaymaya çalışıyor. Bununla birlikte, Afrika ve Asya ziyaretlerimde, unutamadığım sahne; bir anne ve çocuklarının, aşılanmak için kilometrelerce yol kat edip günlerce beklemesiydi. O anne, çocuk felci, difteri ve tüberküloz gibi hastalıklar karşısında, ailesinin hayatta kalmak için en iyi şansının aşı olmak olduğunun farkındaydı. O annenin kararlılığı ve tıbbın hayat kurtarıcı gücüne olan inancı, ihtiyacının karşılanması için icabet edilmesi gereken ahlaki bir çağrı anlamına gelir. 
Son zamanlarda yeni bir salgınla karşı karşıya olmamız bize pratik bir zorunluluğu hatırlatıyor: dünya genelinde aşılamada başarısız olursak ailelerimizi ve toplumlarımızı da yüzüstü bırakmış olacağız. Virüsün serbestçe mutasyona uğramasına izin vererek, tamamen aşılanmış olanlara bile musallat olmasına katkı sunmuş oluyoruz. Dünya Sağlık Örgütü, bu yılın eylül ayına kadar, yaklaşık 200 milyon vaka artışı ve 5 milyon ölü sayısı öngörüyor. Bu durum bize şu karamsar söylemi hatırlatıyor; hiçbir yerde kimse korku içinde yaşamasın diye, herkes her yerde korku içinde yaşayacak.  
 Bir ‘korona’ krizinden başka bir ‘korona’ krizine geçmek yerine, 2022 yılını, virüse karşı tam kontrol yılı yapma kararlılığını göstermeliyiz. Seçeneklerimiz tüm dünyanın aşılanmasıyla sınırlı tutulamaz. Nitekim şu anda tüm dünyayı aşılamaya yetecek kadar aşı üretiyoruz. Mevcut üretilmiş aşı miktarı 11,1 milyar doz civarında ve haziran ayına kadar bu sayı yaklaşık 19,8 milyar doza ulaşacak. Ancak buradaki en önemli ve kabul edilemez sorun, dağıtılan milyarlarca aşının yalnızca yüzde 0,9'unun düşük gelirli ülkelerde kullanılmasıdır. Aşıların yüzde 70'i yüksek ve orta gelirli ülkelerde dağıtıldı. Yine testlerin sadece yüzde 0,5'i düşük gelirli ülkelerde yapıldı. Bu ülkelerde, bırakın solunum cihazını, ciddi anlamda temel tıbbi ekipman sıkıntısı yaşanıyor.  
Dünya genelinde tahmini 500 milyon yoksul insan, zorunlu sağlık hizmetleri ödemeleri nedeniyle aşırı yoksulluğa itiliyor.  
Düşük gelirli ülkelerde aşılanma oranları ortalama yüzde 4,8, Afrika genelinde bu oran yüzde 9,96 olarak kayda geçmiş durumda.  Bu kasvetli bir tabloyu yansıtıyor, kuzey ülkelerine kıyasla çok daha düşük maliyetlerle güney ülkelerinde aşılama yapabiliriz. Bu utanç kaynağı eşitsizlik sadece tıbbi bir başarısızlık olarak değil, bizim için ahlaki bir düşüşü göstermektedir.  
2022'de bizi bekleyen en büyük küresel zorluk, dünyanın zenginleri ile korunmasız yoksulları arasındaki büyük uçurumu kapatmak için finansman sağlayarak bu utancı ortadan kaldırmamızdadır. Küresel sağlık çabalarını desteklemeli ve gerekli finansmanı sağlamalıyız.  
Küresel ekonominin 1,1 trilyon dolarla desteklendiği 2009 mali kriziyle ilgili deneyimlerimden biliyorum. İngiltere olarak, özellikle sağlık alanında istihdamı arttırmaya yönelmiştik. İngiltere’nin vatandaşlarının istihdamına yönelik bu vizyonu, dünya geneli için örneklik teşkil etmeye adaydır.  Mevcut her sağlık uzmanını istihdam etmeli, aşı ve ilaç çalışmaları ile muteber dağıtım ajanslarını desteklemeliyiz. Coca-Cola'nın haritalarda yer almayan en ücra yerlere ulaşması gibi, Pfizer'in de gerekirse drone’lar aracılığı ile aşıları her yere ulaştırması lazımdır. Böylelikle daha önce hiç aşı olmamış yetişkinlerin aşıya kavuşması sağlanabilir.  
Dünyadaki en zengin ekonomiler, Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) 23.4 milyar dolarlık acil taleplerine yanıt vermelidir.  
Bunun içinde, Kovid-19 salgınına karşı küresel aşı ve tedavi programının (ACT Accelerator) aciliyet içeren 1,5 milyar dolarlık fonu da yer almaktadır. Bu miktar çok yüksek görünebilir, ancak Koronavirüs salgının 2025 yılına kadar dünya ekonomisinde neden olacağı 5,3 trilyon dolarlık zarardan 200 kat daha küçüktür. 23 milyar dolar, kuzeydeki her vatandaş haftada 10 pence (pens) öderse bu meblağ karşılanabilir. Bu tarihteki en önemli yatırımlardan biri olacaktır. Tabi ki yaşam ve ölüm arasında fark yaratmanın, en ucuz bisküvi paketi fiyatından çok daha değerli olduğuna şüphe yok.  

Kovid-19 aşısı ve tedavi yöntemlerine eşit erişim için 23 milyar dolar gerekiyor, buna ek olarak; araştırmaları sürdürmek ve tedavilerin uygulanmasında dahili kapasite oluşturmak için 24 milyar dolara gereksinim var.  
Ayrıca, üç bağımsız kuruluş tarafından önerilen yıllık 10 milyar doları kapsayacak uzun vadeli finansman kaynağına ihtiyaç var. ABD Başkanı Joe Biden'in önümüzdeki aylarda davet edeceği Aşı Konferansı'nda bu meblağların taahhüt edilmesi, gelecekteki salgınları önlemek aşısından son derece önemli olacaktır.  
Öncelikle, uluslararası toplum olarak, tıpkı 1960'larda dünya genelindeki çiçek hastalığını ortadan kaldırmak için yaptığımız gibi, Birleşmiş Milletler, Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası'nın barışı koruma operasyonlarını finanse ettiği gibi, maliyetlerin ülkeler arasında adil bir şekilde paylaştırıldığı bir formül üzerinde anlaşmamız gerekiyor. Halihazırda, küresel sağlık finansmanı, bağış toplama kampanyalarıyla sağlanmaya çalışılıyor. Bunun yerine daha ciddi girişimlerin yapılması zorunludur. Bulaşıcı hastalıkların kontrolü için öncelikle DSÖ ve küresel sağlık çabaları, adil bir dağılımla ortak bir şekilde finanse edilmelidir. ABD ve Avrupa Birliği, maliyetlerin yaklaşık yüzde 25'ini sağlamalı, geri kalan ülkeler ödeme güçlerine göre katkılar sunmalıdır.  
İkinci olarak, koronavirüs salgının göz önüne serdiği, küresel sağlık sisteminin eksiklerinin bir an önce giderilmesine yönelik girişimler gerekiyor. Dünya Sağlık Örgütü salgınla mücadelesinde düşük kaynaklara sahipken, IMF ve kalkınma bankaları para kaynaklarının büyük çoğunluğuna hükmetmektedir. IMF’nin kaynaklarından 10 milyar doları yeni bir aşılama faaliyeti için ayırması lazımdır. Yine uzun vadede 100 milyar dolarlık bir fonun, küresel sağlık mekanizmasını iyileştirmek ve muhtemel salgınlara hazırlanmak için tahsis edilmesi gerekir.  
Üçüncü olarak, ihtiyaç duyulan finansman kaynaklarının sağlanmasında, kuzey ülkelerinin ortak para rezervlerinin kullanılmasına odaklanmalıyız. Sadece başlangıçta 2 milyar dolar ayırarak, en yoksul ülkelerin sağlık sistemlerine katkı sunmamız mümkün olacaktır.  
Son olarak, BM Küresel Sağlık Girişimi, 2006'dan bu yana küresel sağlıkla ilgili uluslararası havayolu vergilerinden yaklaşık 1,25 milyar dolar toplayabilmişti. Bu dayanışmanın benzerini, uluslararası ticari faaliyetlerin normale dönmesinden fayda sağlayacak olan şirketlerden talep edebiliriz. Bu şirketler, koronavirüs salgınıyla baş etme çabalarına katkı sunmalıdır.  
Umut kırılgan bir bileşendir. Bazı ülkelerde stoklardaki aşılar heba olurken, bazı ülkelerin aşıya umutsuzca ihtiyaç duyması umudu öldürebilir. Zengin ülkeler yoksul ülkelere yönelik kendi resmi taahhütlerini yerine getirmezse, kar etmenin insan hayatından öncelikli olduğu düşünülebilir. Ancak bu yıl umut tekrar canlanabilir.  
Bir zamanlar imkânsız görünen şey bugün mümkün olabilir. Önce bir zengin ülkenin katkıları, ardından iki ülkenin, sonra altı ülkenin, derken herkes bu ölümcül hastalığın yayılmasını durdurmak için birleşecektir. Sadece ölümlerin önüne geçmek için değil, tüm insanların yaşamına eşit değer verdiğimizi göstermek için bu böyle olacaktır.   
Bu dayanışma eylemleriyle, Afrika’daki binlerce yoksul anne, 2020 ve 2021'de sınavı kaybeden dünyanın, 2002’de birleştiğini ve kendilerine yardım ettiğini görecektir. O anneler, bizim de başkalarının acısını hissettiğimizi ve kendimizden daha büyük bir şeylere inandığımızı hissedecektir.