​Edgar Morin ve Batı'nın ‘kapitalist barbarlığına’ eleştiri

 Edgar Morin
Edgar Morin
TT

​Edgar Morin ve Batı'nın ‘kapitalist barbarlığına’ eleştiri

 Edgar Morin
Edgar Morin

Her şeyden önce Sefarad kökenli Fransız Filozof Edgar Morin'in eşsiz bir fenomen olduğunu söylemem gerekiyor. 1921 yılında doğan ve 20’inci yüzyıla damgasını vuran bu adam bugün hayatta. Asıl şaşırtıcı olan ise ilerleyen yaşına rağmen halen akli melekelerinin tam olarak yerinde olmasıdır. Dahası şu sıralar Fransa ve tüm dünya, onun bilgeliğine her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyuyor.
Daha dün, tüm dünyayı korkutan bu suçlu virüsün yarattığı sorunla ilgili konuştu. Bu virüsün adını dahi söylemeye cesaret edemiyorum, sadece korku ve panik için ondan bahsetmek istiyorum...
Morin, virüs sonrası dünyanın önceki gibi olmayacağını ya da en azından olmasının dahi umulamayacağını söyledi. Kibirli kapitalist Batı'yı aşırılıkçı alışkanlıklarından vazgeçmeye ve yaşam tarzını değiştirmeye çağırdı. ‘Bir Uygarlık Siyaseti’ adlı ünlü kitabında öncekinden tamamen farklı bir medeniyet politikası çağrısında bulunan Morin “Temelinde dayanışma ve hümanizm olmadan, tüm uluslar ve halklar arasında kardeşlik ilişkileri kurmadan insan onuruna saygı ve sempati duyan bir medeniyet olamaz” ifadelerini kullandı.
Hepimiz aynı yeryüzünde yaşıyoruz. Ya birlikte boğuluruz ya da birlikte hayatta kalırız. Aniden üzerimize kara bulut gibi çöken koronavirüs felaketi bunu bize açıkça gösterdi. Peki, virüs bu gücü nereden buldu? Gelecek yıl tam tamına 100 yaşını dolduracak olan, halen yazmaya ve yayımlamaya devam eden Morin üniversitelerde dersler vermeyi ve konferanslara katılmayı da sürdürüyor. Halen onun görüşlerinden ve fikirlerinden faydalanıyoruz. Allah ömrünü uzatsın. Gerçekten de buna ihtiyacımız var.
Burada, yakın zamanda yayınladığı ve 750 sayfayı aşan notlarına hızlı bir şekilde göz atacağım. Morin, notlarına çok güzel ve şiirsel bir başlık vermiş; “Anılar benimle buluşmaya geliyor”. Onu Fas’ın nakış gibi işlenmiş başkenti Rabat’ın merkezindeki Kelile ve Dimne Kitapçısı’ndan satın aldım. O kadar mutluydum ki trende Kuneytra’daki evime dönerken kitabı okumaya daldım.

Andre Breton ile ilişkisi
Edgar Morin, Fransız yazar Andre Breton ile ilk kez tanıştığında, güçlü kişiliği ve gösterişliliği karşısında şaşırmıştı. Adeta gerçeküstü bir kral olarak gerçeküstücülüğün tahtına yükseliyor gibiydi. Ancak beklediği ve korktuğu gibi sağa sola hakaretler edecekmiş gibi gergin bir hali yoktu. Malum Breton, tehditler ve vaatlerle dolu olan  ‘Manifeste du Surrealisme’in (Sürrealizm Manifestosu) yazarıdır. Breton önceleri otoritesini iyi kullanıyordu ve sürrealist (gerçeküstücülük) akımın Fransa’da ve hatta tüm dünyada yüzünü değiştiren ve genel ilkelerinden saptıran herkesi ötekileştirmekle tehdit ediyordu. Fakat bu patlayan volkan yavaş yavaş sakinleşti.
Sürrealist akımın 20’inci yüzyılda ortaya çıkan en önemli kültürel hareket olduğuna inanan Edgar Morin yazmayı, etrafını saran ve bastıran her türlü baskıdan kurtardı ve yaratıcılığın ufuklarını açtı. Bununla birlikte içsel bilinci, dışsal baskıcı bilincin kontrolünden arındırıp açığa çıkararak otomatik yani kendiliğinden yazım noktasına geldi. Andre Breton, Edgar Morin kendisiyle tanıştığında 60 yaşındaydı. Tüm çılgın deneyimleri yaşamış, olgunlaşmış ve karakterini tamamen oturtmuştu. Her zaman “Sevginin dışında hiçbir çözüm yoktur. Bu dünyadaki her şey geçicidir. Âşık olunan an hariç” derdi.
Bu da onun deprem sarsıntıları ve yanardağ patlamaları gibi deneyimleri aştığı anlamına geliyordu. Lanet okumak ve hakaret etmek yerine sevgi kavramı, dar ve geniş anlamda entelektüel ve edebi dünyasına hakim olmuştu. Edgar Morin onunla tanışmadan önce Breton kendisini sürrealizme tamamen kaptırmıştı. Breton’un gerçeküstücülüğün birinci, ikinci ve üçüncü manifestosunu okuyan Morin, metinlerin ne kadar zengin olduğunu fark etti. Morin bu okumaların ardından sürrealist akımın “Dünya değiştirilmelidir! Hayat değiştirilmelidir!” sloganına her zaman hayran kaldığını söylüyor. Daha sonra kendi adına geliştirdiği “Yaşamın nesirleri (düzyazı) ile yaşamın şiiri arasında iki taraflı bir kutuplaşma vardır” görüşünü Breton’a borçlu olduğunu da itiraf ediyor. Bu fikirden kasıt, hayatın düzyazı gibi mi yoksa şiirsel olarak mı yaşandığını sorgulamaktır. Aslında her iki durumda da yaşıyoruz, ancak dönüşümlü olarak. Tüm hayatımızı şiirsel bir havada yaşayamayız. Aksi takdirde hayali halüsinasyonlar ve delilik içinde boğulur ve gerçeklikten tamamen koparız. Şiirsel an, uzun nesir anlarından sonra sıkıcı bir monotonluktan sonra bile aniden gelmezse bir anlam ifade etmez. Ah ne güzel bir hayat, ne güzel, şiirsel bir hayat!

Roland Barthes ile ilişkisi
Edgar Morin’in Roland Barthes ile olan ilişkisi, ünlü Fransız yazar Jean-Paul Sartre ile olan durumun aksine ne düşmanca ne de dostça bir ilişkiydi. Morin, Barthes ile ilişkisini şöyle anlatıyor:
“1950'lerde çokça buluşurduk. 1960’lı yıllar boyunca simgebilime yöneldi. Daha sonra tıpkı diğer Fransız eleştirmenler gibi yapısalcılık akımına dahil oldu. Bu akımı abartıp israf ettiler. Edebiyatı pejmürde ve anatomik bir şekilde ele aldılar, ruhunu öldürdüler. Sıkıcı görünmesini sağladılar. Edebiyatı yavan ve sert bir bilime dönüştürmek istediler. Oysa bu imkansızdı. Çünkü edebiyatın ruhu, bilimin soğuk ve aritmetik metodolojisine karşı şiirsel bir karaktere sahiptir. Bu nedenle, daha sonraki yıllarda yapısalcılığı terk edip gerçek edebiyat ruhuna döndüklerinde ve neşeli kitaplar yazılmaya başlandığında çok sevindim.”
Bu sözleri Edgar Morin’den duymak beni o kadar mutlu etti ki! Adeta yeniden dünyaya geldim! Çünkü ben de yapısalcılığı tıpkı bu gözle bakıyorum. 1970’lerin sonlarında edebiyat eleştirmenliği okumak için Paris’e geldiğimde bu bölümün soğukluğu ile beni nasıl şaşırttığını ve rahatsız ettiğini hatırlıyorum. Daha önce de bu konuda yazmıştım. Önce Paris’te daha sonra da Arap dünyasında tamamen kibirden oluşan yapısalcılık akımından duyduğum memnuniyetsizliği ifade ettim. Yapısalcılık, Abdulkahir el-Curcani’nin dâhiyane Nazım Teorisi'nin evriminden başka bir şey değildir. Eğlenceli metinler unutulmamalı, boş formaliteler ve istatistiksel tablolarla dolu bu yapısalcılık yüzünden metnin estetiği yok edilmemelidir. Bununla birlikte o zamanlar Fransız entelektüelleri bize “insan ölür, yazar da ölür” türünden sloganlarla gelmeye devam ettiler. Aynı zamanda metinlerinin ve yazılarının altına kendi isimleriyle imza atmak konusunda oldukça hevesliydiler. Neden yazarın ölüm teorisini kendilerine uygulamadılar? Neden isimlerini kitaplarına parlak harflerle yazmaya istekliydiler? Bu nasıl bir saçmalıktı? Neyse ki şimdi hepsi Paris sahnesinden çekildiler de bu furya sona erdi.
{Köpük atılıp gider; insanlara fayda veren şeye gelince, o dünya durdukça durur} [Ra'd Suresi - 17. Ayet]

Edgar Morin ve Batı uygarlığı
Tek hasta olanın Doğu dünyası olduğunu düşünürdük ama Batı'nın tamamen farklı da olsa hasta olduğunu keşfettik. Dinde aşırılıktan ve zorlamadan, bizi parçalayan ve ulusal birliğimizi uzak bir rüya haline getiren mezheplerden şikâyetçiyiz. Onlar ise müstehcenlik ve materyalizme boğulmuş aşırılıktan, arzularının peşinden çılgınca koşmaktan, ideallerden ve maneviyattan tamamen kopmuş olmaktan muzdaripler. Aşırılıkçılık ve anti-aşırılıkçılık... Birden fazla sebep ve bir ölüm! Edgar Morin bize bunun ne anlama geldiğini söylüyor. Batı toplumlarının aydınlanma aşamasından sonra köktendincilik aşamasını geçtiği doğrudur. Ancak bu öncekinden başka yeni bir köktendinciliktir. Mezhepleri aştığı ve artık kimliğini feda etmediği doğrudur. Fakat bu durum, soğuk kapitalist barbarlık diyebileceğimiz yeni bir barbarlık çeşidi doğurdu. Yani, soğuk hesaplar, kâr, çıkar ve teknoloji içerikli bir barbarlık. Bana bankadaki birikimini söyle sana kim olduğunu söyleyeyim. Artık materyallerin, hesapların ve mülkiyetin ötesinde başka hiç bir değer yok. İnsanın değeri banka hesabındaki miktara indirgendi. Batı toplumlarında eğer bir kişinin banka hesabındaki miktar yüklüyse, ahlaki ve insani açıdan ‘soğan kabuğuna’ dahi değmeyecek önemsiz bir insan olsa bile en büyük insanlardan biri olarak görülüyor. Eğer bir kişinin banka hesabındaki miktar azsa, en onurlu insan dahi olsa hiçbir değeri yoktur! Çağdaş uygarlığın atalarımızın ve dedelerimizin hayal ettikleri Batı toplumları için muazzam başarılar sağladığı doğrudur. Maddi refah, gelişmiş tıbbi alan, mükemmel hastaneler, sağlık sigortası, sosyal güvenlik, demokratik yönetim, insanların kutsalları ve dini konularda dahi düşünce ve ifade özgürlüğü gibi... Hepsi paha biçilmez ve değeri sadece onlardan yoksun olanlar tarafından bilinen harika şeylerdir (bknz. Arap ülkeleri ve Müslüman dünyasının geneli). Ancak bu maddi refahın mutlak mutluluk anlamına gelmediğini keşfettik. Bunun için genel psikolojik yorgunluk, sıkıntı, alkolizm, uyuşturucu, içsel boşluk veya derin içsel boşluk gibi ağır bir bedel ödedik. Bu, Batılı insanın halidir. Bu durum her türlü umutsuzluğu getirir, nihilizme (hiççilik) sürükler ve hatta intiharla sonuçlanır. Bu yüzden Batılılar kişisel düzeyde halen bencil, hatta başka türden olsalar bile halen barbardırlar. Burada şu sorular ortaya çıkıyor; neden barbarlığın köktendincilik, müstehcenlik ve Ortaçağ karanlığını aşmanın ötesine geçen uygar insanın derinliklerinde ortaya çıkmaya hazır olduğunu görüyoruz? Neden Batılılar kentsel, endüstriyel, maddi, teknolojik ve medeniyet açısından en gelişmiş toplumlar oluyorlar?

Büyük filozofun bu sorulara verdiği yanıt, iyi anlamanız dileğiyle aşağıdaki gibidir;
“Çünkü evrensel sempati mesajı, insan kardeşliği fikri ve daha yüksek ideal değerler, insanın derinliklerine bastırılan barbarlığın halen sağlam olan çekirdeğini yenememiştir.”
Teşekkürler, Edgar Morin!
 
 
 
 
 
 
 



Siyasi tutumları daha gerçekçi yorumlamaya yönelik bir yaklaşım

Birçok kişi bazı Ortadoğu meselelerinin bir anda kamuoyunun gündemine oturmasını ve aniden sesinin kısılarak kaybolmasını eleştiriyor (AFP)
Birçok kişi bazı Ortadoğu meselelerinin bir anda kamuoyunun gündemine oturmasını ve aniden sesinin kısılarak kaybolmasını eleştiriyor (AFP)
TT

Siyasi tutumları daha gerçekçi yorumlamaya yönelik bir yaklaşım

Birçok kişi bazı Ortadoğu meselelerinin bir anda kamuoyunun gündemine oturmasını ve aniden sesinin kısılarak kaybolmasını eleştiriyor (AFP)
Birçok kişi bazı Ortadoğu meselelerinin bir anda kamuoyunun gündemine oturmasını ve aniden sesinin kısılarak kaybolmasını eleştiriyor (AFP)

Muhammed Bedreddin Zayid
Pek çok akademik toplantıda, siyasi seminerde tartışmaların, dünyanın süper gücünün veya uluslararası ya da bölgesel güçlerin belirli konulardaki ilgisinin bir diğerinin lehine azalması etrafında döndüğü göze çarpar. Hatta bazen, sözgelimi Ortadoğu ve sorunlarının ABD için ne ölçüde öncelikli olduğu gibi, bu boyutlardan bazıları hakkında tartışmalar yapılır.
Bazen de sanki ilginin gerilemesi, kendisine gösterilen ilgi ve dikkatin azaldığı taraf için bir hakareti temsil ediyormuş gibi mesele tepkisel bir hava kazanır. Dünyada Filistin davasına ve özel olarak Arap dünyasına olan ilginin yanı sıra genel olarak Washington'un Ortadoğu'ya ilgisi, bölgesel aktörlerin rolleri, bölgenin sorunlarına bağlılık, aynı şekilde Lübnan meselesinde uluslararası ve Arap ilgisinin azalması hakkında dönen pek çok tartışma hatırlıyorum.
Aslında burada sunmak istediğim yaklaşım, uzmanların ve politikacıların bu konuda genellemeler ve varsayımlara girişebilecekleri, oysa pratik uygulamada gerçeklik ve motivasyonların çok daha basit olabilecekleridir. Gerçek bir temel olmaksızın bazen sürprizlere yol açanın bu olduğudur.
Filistin davasından başlayabiliriz; birkaç ay öncesine kadar, üzgün bir dille bu konuya ilginin azalması ve halkının çektiği acılar hakkında konuşuyorduk. Sonra olaylar patlak verdi ve Filistin tekrar olayların odağına yerleşti, yeniden konuşulmaya başlandı. Kısa bir süre öncesine kadar ona olan ilginin azaldığını tasavvur edenler, şimdi kendilerini nasıl gözden geçirebilirler? Aslında her iki görüş de çok fazla abartı içeriyor. Bu davanın son yıllardaki tarihini gözden geçiren, bu konuya ilginin pek çok iniş ve çıkışa tanık olduğunu keşfedecektir.
Keza tek sebep bu olmasa da, geçmişe göre ilginin azalmasının, Arap Baharı'ndan bu yana çatışma ve kriz odaklarının çeşitlenmesinde yattığını, Filistin davasının ayağının altındaki halıyı çeken birçok şey olduğunu da fark edecektir. Bu konuya daha sonra döneceğim.
Genel bir çerçeveden başlayabiliriz; o da bazen bu konuyla ilgilenenlerin, karar vericiler, yazarlar, araştırmacılar, gözlemciler veya vatandaşlar olsun insan olduklarını unutmamız. Dikkat edilirse kamusal meseleler ile iç ve dış politika konularına etkilendikleri ölçüde ilgi gösterdiklerini, hepimizin hayatımızda farklı derecelerde bildiklerimizin onlar için de geçerli olduğunu unutmuş gibi yapıyoruz. Bu gerçeklerden biri mesela, arabasıyla bir ürün satın almak ya da bir akrabasını, arkadaşını ziyaret etmeye giden birisi kaza yaptığında ya da ani bir acı hissettiğinde, bu yeni ve daha acil krizle yüzleşmek için rotasını değiştirmekten başka seçeneği olmadığıdır.
Çağdaş Arap dünyamızda karşı karşıya olduğumuz en belirgin husus, kriz noktalarının çokluğu ve herkesin bu sıkıntılarla mücadele eden halklara karşı ilgisizlikten yakınması. Bu nedenle, Arap Baharı ile başlayan ve öyle ya da böyle devam eden bir Filistin yakınması da var. Pek çok kişi ilginin yakında yeniden gerilemesinden endişe ediyor. Öte yandan, bugün milyonlarca Suriyeli de dünyanın kendilerini unuttuğundan yakınıyor. Ne rejimi değiştirebildiler, ne de dünyanın mevcut rejimi yeniden tanıyıp kabullenmesini engelleyebildiler. Ne çözüm gerçekleşti ne de rejim karşıtları rejim ve destekçilerinin zaferlerini kutlamasını istiyorlar. Hala çeşitli tarafların işgali altında olan geniş Suriye toprakları var. Dolayısıyla Suriye'de tanınmış bir yazar ve şahsiyetin ortaya çıkıp “Putin-Biden” zirvesinin ülkesi hakkında somut bir şey üretmediğini kaydetmesi anlaşılabilir. Öte yandan Filistin davasına sempati duyan birçok Suriyelinin bakış açısına göre, bu dava ilgi çekmeye devam edecek, ancak Suriye ve halkının krizi hakkında kimse konuşmak istemiyor. Aynısını, gerçek bir siyasi durgunluk sürecinde gibi görünen Yemen için de tahmin edebiliriz. Farklı televizyon kanallarını takip edenler, kendilerini bazen çelişki derecesine varacak kadar özdeş olmayan dünyalar karşısında bularak, şaşıp kalıyorlar.
Bölgedeki bir kriz hakkında her yazdığımda bana “hani Yemen?” diye soran Yemenli bir arkadaşım var. Krizleri, acıları, milyonlarcasının yerinden edilmesine ilişkin Arap ilgisinin zamansal ve mekansal kapsamıyla ilgili ağır Yemen eleştirileri, aşırı derecede uyumsuzluğuna dönük  ithamları olduğunu biliyorum. Kendilerine yönelik uluslararası ilgiye karşı benzer izlenimleri olduğunu da. Bu ilginin durgun suları hareketlendirmek için zaman zaman boşuna önerilen ve harcanan siyasi çabalarda kayda değer bir başarı sağlayamadan insani yönlere odaklanmasına ağır eleştirileri olduğundan haberim var.  
Birçok Lübnanlı arkadaşımdan duyduğum Lübnan şikayeti de, aslında diğer krizlerin ağırlığını, sayısını, bunların tüm uluslararası ve bölgesel sistemdeki aciliyetini görmezden geliyor. Yukarıda saydığımız gibi karar vericilerden medya ve vatandaşlara kadar ilgililerin tüm bu büyük aktivizmi takip ederken dikkatlerinin dağıldığını göz adı ediyor. Güçlü kurumların varlığında bile Lübnan meselesi doğal olarak eninde sonunda tek bir karar verici veya tek bir karar verici kurumla çatışacak.
Aracını çarptığı için yapmak istediği işi bırakıp daha acil olan krizi çözmeye yönelen kişi hakkında daha önce verdiğimiz örneğe, kişinin bu sorun ile başa çıkmak için ne yapması gerektiğini bilmiyor olabileceğini de ekleyebiliriz. Şahsi görüşüm, şu anda uluslararası ve bölgesel tarafların, bu krizleri çözmek veya kendisiyle başa çıkmak için ne yapılması gerektiğine dair belirli ve başarılı bir yol bilmedikleridir.
Örneğin Lübnan krizinde bölgesel ve uluslararası taraflar ve bunların arasında da baskın bir esas taraf var, o da İran. Ama İran aynı zamanda müttefiki "Hizbullah" aracılığıyla, Lübnan Cumhurbaşkanı Mişel Avn'a bağlı ve Cibran Basil liderliğindeki Özgür Yurtsever Hareketi ile karmaşık bir ittifakla da zincirlenmiş durumda. İkinci taraf, sahnenin karmaşıklığı konusunda oldukça bilgili ve tıpkı kendisinin Hizbullah'a ihtiyacı olduğu gibi, Hizbullah'ın da kendisine ihtiyacı olduğunun farkında. İran'ın gücü ve zayıflığı karmaşık bir bölgesel denge sahnesinde iç içe geçerken, rejimi bu çıkmazdan çıkarmaya çalışan diğer taraflar felç olmuş ya da çözüm için yeterli araçlara sahip değillermiş gibi görünüyorlar.
Suriye'de Rusya ve müttefiklerinin zaferlerini deklare etmesini engelleyen Batılı güçlerin elinde ne yeterli araç var ne de kimsenin istemediği, maddi ve insani kayıplarının oldukça maliyetli olabileceği yeni bir kapsamlı çatışmayı sürdürmek için gerçek bir istek yok.
Suriye rejimine muhalif bu cephedeki ana oyuncu, yani Türkiye kapasitesinin sınırlarını biliyor ve başka bir şey üzerine bahis oynuyor; sınırlarına bitişik bölgesel genişleme ve bölgesel denge ve çatışmalarda kullanmak amacıyla aşırılıkçı milisler kartını elinde tutmak. Bu sayede bugün “Libya” dosyasında olduğu gibi başka dosyalarda, yarın da belki başka alanlarda avantaj ve kazanımlar elde etmek istiyor.
Bunun ışığında, Suriye krizinin daha fazla uzamaması için bir çözüm ve çıkış yolu bulmak isteyen tarafların, bu krizle başa çıkmak için yeterli araçlara sahip olmadıkları için ellerinden bir şey gelmiyor. Tıpkı yukarıda bahsettiğimiz arabasıyla kaza yapan, kendisini tamir etmese de sürebilen ama bu nedenle birkaç gün sonra arabasının çalışacağının bir garantisi olmayan kişi gibi. Arabasını tamir edemiyor çünkü parası yok, ama gidip alışveriş yapıp, ekmek falan alıyor ya da erteleyebileceği bir işi halletmeye çalışıyor. Söylemek istediğimiz, tüm insanlar bir noktada karşı karşıya oldukları krizle yüzleşmeye takatleri kalmadığını kabullenmeyebilirler, ama asıl sorun ve zor olan ne politikacıların ne de ülkelerin bunu alenen kabul etmemeleridir.
Son olarak, son İsrail savaşının dersleri bunu doğruladı. Bütün dünyanın çözülmemiş Filistin meselesinin devam etmesinden, krizlerin ve meydan okumaların çokluğundan yorulduğu doğru, ama aynı zamanda herkes henüz baskı yapacak ve bu krizi çözecek yeterli güce sahip olmadığının da farkında. İsrail aşırı sağı böyle bir vehme kapılmış olabilir ama eninde sonunda meselenin bundan çok daha karmaşık olduğunu keşfedecek. Liderlerinde de meselenin karmaşıklığını görememelerine neden olan bir inatçılık ve kibir var veya projelerinin etkileneceği korkusuyla bunu deklare etmeye cesaret edemiyorlar. Tıpkı Filistinlilerin haklarını savunan ama en azından şimdiye kadar ne yapacağını bilemeyen onlarca birbirine karşıt politikacı gibi. Bunu ifşa ve itiraf edemiyorlar ve çok azı bunun ötesine geçen geçici düzenlemeler veya çözümler düşünecek bilgeliğe ve hayal gücüne sahip.